Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
SiyahCeket

Oscar Wilde

Recommended Posts

Şiirleri, hikayeleri, romanı (tek romanı var) oyunları olan bu dikkat çekici yazarın geçenlerde 8-9 hikayesinden oluşan bir seçme kitabı geçti elime ve içlerinden bir tanesinin aklımdan bir türlü çıkmaması neticesinde onu burada paylaşmak istedim. Yalnız, hikaye biraz uzun olduğundan, son kısımlara kadar olan bölümün kısa bir özetini geçerek; son kısımları da direk hikayeden alıntılayarak yazmamız daha olumlu ve uygun olur sanki. Evet, bence de öyle.

 

Hikayenin adı İnfanta'nın Doğum Günü... İnfanta, İspanya tahtına varis olan kızlara verilen genel ad... İşte bizim infantacığımızda 12 yaşına girerken, sarayda bu doğum günü için büyük bir kutlama düzenlenir. Fransız olan annesi bu dünyadan göçmüş, İspanyol olan babası kral hazretleri de, ölen kraliçenin cesedini mumyalatıp hergün yaşlı gözlerle onu öpedursun, bizim infanta iri mavi gözleriyle baktığı hayatta şımarık bir çocuk olmanın 'her dediğim oluyor lan' lığına vurmuştur kendini. Şu Avrupalıları da anlamak güç doğrusu. Valide hanım Fransız, peder bey İspanyol... Eee bu çocuk nereli oluyor şimdi? Ya o yüz yıl savaşlarındaki taht iddialarına ne demeli... İngiltere Kralı çıkıyo, 'Ben Fransa Prensesi İsabella'nın oğluyum, ahanda muhtarlıktan yeni çıkan resimli nüfus cüzdanım.' diyerek Fransa tahtının kendisine ait olduğunu zırvalıyor. Bunlar korkunç şeyler. Tanrı korusun, Avrupa'nın sosyal bütünlüğü diye bir şey kalmayacak. Sonra kimi taklit edecek doğulu ülkeler. Yapmayın lütfen. Kendine gel Avrupa!..

 

İşte o gün infanta için rüya gibi bir eğlence yapılır. Neredeyse dünyanın her yerinden çeşit çeşit göstericiler gelir. Hokkabazlar, çalgıcılar, dansçılar, şarkıcılar... Dans eden ayılar, eğitilmiş maymunlar... Huzuruna dünyalar serilen infanta'nın keyfine diyecek yok...

 

O sırada sahneye bir cüce çıkarırlar, ki hikayemizin kahramanı ve hikayeyi apayrı kılan da bu kambur, çarpık bacaklı ve görünümü korkunç olan cücedir. İki İspanyol soylusu, infanta'nın doğum gününden bir gün önce, avlanmaya gittikleri büyük meşe ormanının ıssız bir köşesinde, kahramanımız olan cüceyi başıboş dolaşırken bulup, infanta'ya süpriz yapmak üzere saraya götürürler. Fakir bir kömürcü olan babası, böyle çirkin ve faydasız bir çocuktan kurtulmaya can atadursun, kahramanımızın, başkalarının gözünde en eğlendirici yanı, kendi tuhaf görünümünden tümüyle habersiz oluşudur. Evet, cüce, saraya getirilmeden önce ormandan hiç çıkmamış, hayatı boyunca çiçeklerden, kuşlardan, ağaçlardan başka bir şey görmemiştir. Sadece bu yönüyle dünyanın en masum insanlarından biri olmaya aday olan kahramanımız, sıra kendisine gelip de sahneye çıkınca, izleyenlerin infanta'nın kahkahalarıyla, o günkü eğlencenin en gülünç bölümünü oluşturur. O çarpık bacaklarıyla ettiği dans, son derece mutlu ve neşe dolu görüntüsü izleyenler için bulunmaz bir gösteridir. Herkes ona gülerken o da sanki içlerinden herhangi biriymiş gibi serbestçe neşe içinde kahkaha atar. İşin kötüsü infanta'ya da abayı yakmıştır. Gözlerini kızın üzerinden bir türlü ayıramaz. İnfanta, gösterinin sonunda saçlarının arasından beyaz bir gül çıkarıp cüceye fırlatınca, kahramanımız sevdiği kız tarafından sevildiği inancına da kapılır. Sonra da çiçeği dudaklarına götürürken elini kalbinin üzerine koyup, infanta'nın önünde bir dizi üzerine çökerek, çıkan kahkahaların sesini biraz daha yükseltmiş olur. İnfanta, öğle uykusundan sonra cücenin tekrar sahneye çıkıp dans etmesi için etrafa emirler yağdırınca, kahramanımız sevgiyle okşadığı beyaz güle fısıldar : Beni seviyor...

 

Bu, sahne dediğimiz yer, sarayın önünde kurulan bir çadırdadır. İnfanta, saraya, odasına uyumaya gittikten sonra, kahramanımız sarayın çevresinde dolaşmaya başlar. Kalbi, infanta'yla ormanda geçireceği güzel günlerin hayaliyle doludur. Evet, çarpık bacaklı, kambur ve cüce olan kahramanımız, İspanya tahtına varis olan bir kızın, kendisiyle bundan sonra ormanda yaşaması üzerine düşler görür. O sırada bir yolunu bulup saraya girer. Ve sarayın içinde dolaşmaya başlar.

 

Gerisini hikayeden okuyalım :

 

Sofanın sonunda, siyah kadife zemin üstüne güneşle yıldızlar serpilmiş, Kral'ın pek hoşlandığı örnekte ve en sevdiği renkte ağır işlemeli bir perde asılıydı. Sakın Infanta arkasında saklanmış olmasın? Bir kez bakmalıydı oraya.

 

Yavaşça o yana geçip perdeyi çekti. Hayır, perdenin arkasında yalnızca başka bir oda vardı. Bu ona yeni çıktığı odadan daha güzel geldi. Duvarlar da bir Felemenk sanatçısının, yedi yıldan çok emek verdiği, kalabalık bir av sahnesini gösteren yemyeşil kanaviçelerle kaplıydı. Burası bir zamanlar, Jean le Fou dedikleri, çoğu delilik nöbetlerinde, şaha kalkmış atların sırtında av borusunu öttürerek, önünde kaçan solgun geyikleri hançerleye hançerleye kovalayan av budalası o kaçık Kral'ın odasıydı. Şimdi Meclis odası olarak kullanılıyordu. Ortadaki masanın üstünde de, üzerinde İspanya'nın altın lalesiyle Habsburg Hanedanı'nın arma ve simgeleri basılı kırmızı dosyalar vardı.

 

Küçük Cüce dört bir yanına şaşkınlıkla baktı; ama ilerlemekten sanki korkuyordu. Uzun çayırlıklarda hiç gürültü etmeden dörtnala giden sessiz atlıyı; kömürcülerin anlattığı, yalnızca geceleri avlanan, insana rasgelirse onu dişi geyiğe çevirip avlayan Comparachos dedikleri korkunç tayfa benzetti. Ama, güzel Infanta'yı aklına getirince yüreklendi; kendisinin de onu sevdiğini söylemek istiyordu. O belki de öteki odadaydı.

 

Yumuşak Mağrip halısının üzerinden karşıya doğru koşarak kapıyı açtı. Hayır, orada da yoktu; oda bomboştu.

Burası Kral'ın yabancı elçileri son zamanlarda pek sık yapılmayan özel konuşmalarıyla onurlandırdığı taht odasıydı. Yıllarca önce, İmparator'un en büyük oğluyla, o zaman Avrupa'nın Katolik hükümdarlarından biri olan İngiltere Kraliçesi'nin evlenmesine aracılık eden elçiler de burada huzura çıkmıştı. Eşya altın yaldızlı Cordoba derisindendi. Üç yüz şamdanlı, altın yaldızlı bir avize, siyahlı beyazlı tavandan aşağı sarkıyordu. Üzerine Castilla'nın aslanlarıyla kuleleri ufacık incilerle işlenmiş som sırmadan büyük bir sayvanın altında, gümüşlü incili bir saçakla özenle çevrilmiş, gümüş lalelerle süslü siyah zengin bir örtüyle örtülü taht duruyordu. Tahtın ikinci basamağında üstündeki gümüş sırma yastığıyla Infanta'nın diz iskemlesi; daha aşağıda, sayvanın sınırları dışında genel törenlerde Kral huzurunda oturmaya özel olarak izinli bulunan Papalık elçisinin sandalyesiyle, önünde kırmızı dobrin püsküllü Kardinallik şapkasını koymaya özgü erguvan renkli iskemlesi duruyordu. Tahtın karşısındaki duvarda, yanında büyük bir bekçi köpeğiyle V. Charles'ın av kılığında, doğal büyüklükte bir portresi; öteki duvarın ortasında da, Felemenk'in saygılarını kabul eden ikinci Philip'in bir resmi vardı. Pencerelerin arasında, üzerine Holbein'in ölüm dansı, söylentiye göre ünlü üstadın kendi eliyle işlenmiş, abanoz üstüne fildişi kakma bir konsol duruyordu.

 

Ancak, küçük Cüce bütün bu görkeme hiç ilgi göstermiyordu. Gülünü sayvanın bütün incilerine değişmez; taht'a, bir tek beyaz yaprağını bile feda etmezdi. Bütün istediği, Infanta'yı daireye dönmeden görmek, dansını bitirdikten sonra birlikte ormana gelmesini istemekti. Burada, sarayda hava kapalı ve iç sıkıcıydı. Ama, ormanda rüzgâr püfür püfür eser, güneş ışığında altın gibi parlayan yaprakları kımıldatırdı. Ormanda çiçekler de vardı, belki saraydakiler gibi görkemli değillerdi, ama hepsinden daha güzel kokuluydu bunlar; ta ilkyazın başında, serin koyaklarda çimenli tepeleri eflatun dalgalarla yıkayan Sümbüller, Meşe ağacının yumru yumru kökleri çevresinde küme küme serilen Menekşe Gülleri, parlak Kırlangıç çiçekleri, mavi Yavşan otları, leylak rengi altın Susamlar, bademlerin üstünde Gümüş çiçekleri, benekli Arı Yatağı, hücrelerin ağırlığıyla solmuş Yüksük çiçekleri, Kestane'nin beyaz yıldızlardan dolambaçları, kara Çalı'nın soluk güzel taneleri vardı. Evet, kesinlikle gelirdi. Ah, bir kez onu bulabilseydi. Güzel ormana birlikte gelirdi; o zaman onu eğlendirmek için bütün gün dans ederdi. Bu düşünceyle gözlerinin içi güldü, sonra öteki odaya geçti.

 

Bütün odaların, bu, en parlağı ve en güzeliydi. Duvarlar, üstüne kuşlar serpilmiş ve ince gümüş çiçeklerle benekli pembe çiçekli Lukka damasıyla kaplıydı; eşya gösterişli çelenklerle çiçekli, salıncaklı aşk perileriyle süslüydü; iki geniş ocağın önünde üstlerine papağanlar, tavuslar işlenmiş büyük paravanlar duruyor, deniz yeşili mühresenkten yer döşemesi sanki enginlere kadar uzanıyordu. Yalnız da değildi. Kapı geçidinin altında, odanın ta öbür bucağında, ufak tefek birinin kendisini seyrettiğini gördü. Yüreği oynadı, dudaklarından bir sevinç sesi çıktı ve güneş ışığına doğru ilerledi. O böyle ilerlerken o kişi de yürüdü; bunu pek güzel gördü.

 

Infanta! Hayır, canavar, o ana dek gördüğü en şaşırtıcı canavardı bu. Sırtı kambur, kolu bacağı çarpık çurpuk, kocaman sarsak kafalı, kara hayvan yeleli, öteki insanların hiçbirine benzemez, biçimsiz bir şeydi. Küçük Cüce kaşlarını çattı, canavarın da kaşları çatıldı. Cüce güldü, o da birlikte gülüp ellerini yanlarına sarkıttı, tıpkı onun gibi. Cüce alaylı alaylı baş eğdi, o da yerlere dek eğilerek karşıladı. Cüce ona doğru gitti, o da ona gelmeye başladı; her adımını aynıyla atıp, durduğu zaman tıpkı öyle durarak... Keyfinden bağırıp ileri atıldı, kollarını uzattı, elleri canavarın ellerine değdi, buz gibi soğuktu. Korktu, elini kımıldattı, canavarın eli de hemen onu izledi. Onu itmek istedi, ama düzgün sert bir şey onu durdurdu. Artık canavarın yüzü kendisiyle karşı karşıyaydı ve dehşet içindeymiş gibi görünüyordu. Saçlarını arkaya attı, o da tıpkısını yaptı. Bir yumruk attı, o da her yumruğu aynı biçimde yumrukla karşıladı. Cüce yüz buruşturdu, o da çirkin çirkin surat etti. Cüce çekildi, o da kaçtı.

 

Neydi bu, bir an düşünüp odanın öbür yanlarına baktı. Tuhaf şey, bu görülmez parlak su duvarında her şeyin bir eşi var gibiydi. Evet, resme resim, kanapeye kanape. Kapı dibindeki hücresinde yatıp uyuyan keçi bacağın [faun] kendisinden geçmiş ikiz kardeşi vardı, güneşte duran gümüş Venüs kendisi gibi güzel başka bir Venüs'e kollarını açmıştı.

 

Acaba bu dağların sesi miydi? Bir kez derede bu sesi çağırmıştı da o da sözcüğü sözcüğüne yanıt vermişti. İnsan sesiyle aldanabildiği gibi, acaba gözüyle de aldanabilir miydi?

 

Davrandı, göğsünden güzel, beyaz gülü çıkarıp döndü, öptü. Canavarın da kendi gülü vardı, her yaprağı tıpkı tıpkısına bunun eşi. O da gülü öyle öpüp iğrenç hareketlerle göğsüne bastırdı.

 

Gerçeği birdenbire anlayınca dehşetle haykırdı; hıçkıra hıçkıra yere yığıldı. O biçimsiz, kambur, yüzüne bakılmaz, çirkin ucube demek kendisiydi. Canavar demek ki kendisiydi. Bütün çocuklar demek ona gülüyorlardı. Sevdiğini sandığı Prenses de, demek o da, yalnızca onun çirkinliğiyle zevkleniyor, çarpık çurpuk bacaklarıyla eğleniyordu. Niçin onu, böylesine çirkin olduğunu yüzüne vuracak tek bir aynanın bile bulunmadığı ormanda bırakmamışlardı? Babası onu satıp da, utancından yerin dibine geçireceğine niçin öldürmemişti? Yanaklarından aşağı sıcak gözyaşları aktı; elindeki beyaz gülü parça parça etti. Yerdeki canavar da aynı biçimde davranıp solgun gül yapraklarını darmadağın havaya attı; yüzükoyun yere yığılıp ona baktığı zaman buruşmuş yapraklardan dolayı acı duydu. Onu görmemek için sürüklene sürüklene çekilip elleriyle yüzünü kapadı. Bir yaralı gibi karanlığın içine sürüklendi ve orada inleye inleye yattı. Tam o sırada Infanta da açık kapıdan, arkadaşlarıyla birlikte içeri girmişti. Küçük çirkin Cüce'nin kenetlenmiş ellerini en garip ve abartılı hareketlerle yere vurduğunu görünce, şen kahkahalarla çevresini alıp seyrine daldılar.

 

Infanta, "Dansı tuhafmış; doğrusu kuklalar gibi güzel; yalnız onlar gibi doğal değil elbette," diye büyük yelpazesini sallayıp alkışladı.

 

Ama, küçük Cüce hiç başını kaldırıp bakmadı, hıçkırıkları hafifledi, hafifledi, birdenbire acayip bir soluk verdi, yanlarını tuttu, sonra arka üstü düşüp hareketsiz kaldı.

 

Infanta, "İşte bu pek güzel!" dedi; biraz durduktan sonra sözünü sürdürdü: "Ama, şimdi bana dans etmelisin."

 

Bütün çocuklar, "Evet, kalkıp dans etmelisin." diye haykırdılar.

 

Ne var ki, küçük Cüce hiç yanıt vermedi. Infanta da ayağını yere vurup setin üstünde kutsal yönetimin henüz kurulmuş olduğu Meksika'dan gelen son haberleri saray bakanıyla birlikte okuya okuya dolaşan amcasına seslendi.

 

"Küçük tuhaf Cücem somurtuyor, uyandırıp bana dans etmesini söylemek gerek," dedi.

 

İkisi de birbirlerine gülümseyerek içeriye girdi, Don Pedro eğilip Cüce'nin yanaklarına işlemeli eldivenleriyle vurdu. "Kalkıp dans et bakalım pis canavar, kalk dans et. İspanya'nın Infantası eğlenmek istiyor!" dedi.

 

Ama, küçük Cüce hiç kımıldamadı. Sonunda usanan Don Pedro, "Bir falakacı çağırtmalı," diyerek sete çıktı. Ama saray bakanının yüzü daha da ciddileşti. Küçük Cüce'nin yanında diz çöküp elini onun kalbine götürdü. Birkaç dakika sonra da omuzlarını kaldırıp ayağa kalktı. Infanta'nın karşısında yerlere dek eğilerek, "Sevgili Prenses, küçük tuhaf cüceniz bir daha dans etmeyecek; yazık, öyle çirkin ki, belki Kral'ı bile gülümsetebilirdi!" dedi.

 

Infanta güle güle, "Ama niçin bir daha dans etmeyecekmiş?" diye sordu.

 

Saray bakanı yanıt verdi: "Çünkü kalbi kırılmış."

 

Infanta'nın kaşları çatıldı, ince gül yaprağı dudakları, zarif bir gururla kıvrıldı; "Bundan sonra benimle oynamaya gelenlerin kalbi olmasın" diyerek bahçeye kaçtı.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...