Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
sark

Türkiye'yi Yoğuranlar

Recommended Posts

Mehmet Akif, Yahya Kemal Beyatlı ve Necip Fazıl Kısakürek; bu üç ünlü sanatkâr, toplumumuza, şiir ve fikir olarak çok tesir etmiş, çok okunmuş, sevilmiş dava adamlarıdır. Hatta şimdilik "son" öncülerimizdir.

 

Mehmet Akif, İslam-Türk ülküsüne bakışta ve onu (Yunus gibi) terennümde milletimize yön göstermiştir. Yahya Kemal, Türk-Osmanlı tarihine, İslam dinine her soydan Kahramanlara seçkin sanatkâr gözüyle, derinlemesine ve aydınca bakışın timsalidir. Necip Fazıl ise, çağdaş bunalımlı insan'ın İslam'da ve tasavvufta kurtulma hasretiyle ümidini, Türkçenin son imkanları içre dile getirmiştir.

 

Her üçünün ülkülerine olan bağlılığımız ve sanatlarına olan tutkunluğumuz, Akif, Y. Kemal ve N. Fazıl'la sohbet yapmak hevesini bizde kuvvetlendirdi ve bu sohbetleri, içtenliği ölçüsünde güzelleştirdi.

 

Bu günkü Türk gencini onların, esasta kol kola yürüdükleri geniş yolda görmek dileğimizle, Sohbetler2in bu üç güzelini gönüllerinize armağan ediyorum. Bu kitap bizi huzurlarına kabul lütfunu esirgemeyen, cennet ehlinden, üç muhterem "Kul" ile ortak eserimizdir.

 

Not: Kendisiyle olan sohbetler yayınlandığı zaman Necip Fazıl hayatta idi. Kendisiyle bizzat görüşüldü. "Bizi, kendilerini anlatacak, meçhullerini çözecek bir insan olarak sevdiği ve inandığı" iltifatına mazhar olmuştuk. Gazetede yayımlanan bu "Sohbetler"i on bir hafta, takip etti. Düşüncelerini söyledi. Bazen kızdı ama, şüphe etmiyorum ki, çok sevindi.

 

Kalemimle yaptığım en güzel işlerden birisi, kadri kıymeti hiç bilinmeyen, birçok budalanın karalama hedefi, birçok millet sevmezin de gerçekten düşmanı olan Necip Fazıl Kısakirek'i ömrünün son haftalarında, çok okunan bir gazetede, böylesine anıp anlatışım olmuştur.

 

Ölümünden iki gece evvel, yine bu "Sohbetler" üzerinde telefonlaştık. "Son,(12.) Sohbet'im ise, Türk Edebiyatı Dergisi'nden onun ruhuna bir rahmet nişanesi gönderildi: Onunla gönlümün cennetinde yaptığım son mülâkat oldu.

 

 

Ahmet Kabaklı

 

25 Eylül 1987

 

Vişnezâde-Beşiktaş

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

ONUN HUZURUNDA

 

"Hep ben ayna ve hâyâl, hep ben pervâne ve mum

Ölü ve Münker-Nekir; baş dönmesi, uçurum..."

 

 

Şu yukarıya aldığım beyit , Necip Fazıl Kısakürek'in kendi kendini tasviri ve tasavvurudur. Bizim Necip Fazıl tasavvurumuz da, aşağı yukarı o beyittekine yakın düşer.

 

Necip Fazıl bugün üzerinde çok düşünülen, merak edilen efsaneleşmiş bir şairdir.

 

Şiirin zirvelerinde hatta semâlarında dolaşırken bir yandan da aramızda yaşamaktadır. Hayatı bilinmekte ve söylenmekte, fikirleri kimisine hoş gelmekte, kimisine ters düşmektedir.

 

Şiiri ile düşünce alemi ve hayatı birbirine bu yüzden karıştırılmaktadır.

 

Şairin, bu fâni ve ebedi iç içeliğini, kendisine mahsus üslûbu ile Necip Fazıl, en güzel söylemektedir:

 

"Birbirine ters çift başlı bir mahlûk olan şairde, biri süflî ve mahkûm; öbürü ulvî ve hâkim iki kutup var... Bunlardan biriyle şair, insanoğlunun en altında; öbürüyle de(nebîler ve velîler ayrı) en üstünde..."

 

Her seçkin şair ve sanatkar, yaşadığı zamanlarda böyle olmuştur Yunus, Fuzûlî, Yahya Kemal de, kendi devirlerinde demlerinde şüphesiz sevgilerin , kinlerin, dedikoduların, çekemezliklerin veya hayranlıkların konusu idiler. Zaman geçip fânilik izleri silinip, şiirlerindeki dumansız ve bulutsuz edebiyat sezilince milletleri onlarda birleşti. Onların büyük nefeslerinde ve hikmetli ilhamlarında millet kendisini buldu.

 

Şiir zamanla ve çileyle oluşur; şiirin ve şairin umumun zevkince beğenilip beğenilmemesi de, onun gibi zamana ihtiyaç gösterir.

 

Kötü ve cılız şiiri insafsızca çiğneyip geçen zaman, iyi ve yüksek sanatı, görünmez elleri üzerinde taşır. Zaman o şiirleri, "Çöl gecelerinde kervan meş'alesi gibi" sebeb-i hikmeti söylenemeyen ve yakıtı, lambası görünmeyen rakipsiz ışıklar haline getirir.

 

Ben Necip Fazı'ın da, biz fâniler arasında, biz fâniler gibi yaşayan bir "ölümsüz" olduğuna inanırım. Bu güne kadarki sohbetlerimde, hep eskiden yaşamış "ölümsüzleri"in huzurunda dolaştım. Vardım katlarına: Mevlâna ile Yunus ile Fuzûli ile, Erzurumlu İbrahim Hakkı ile sohbetler eyledim.

 

Bugün ise kendi kendime:

_Biraz da çağdaş sanatkarlarımız, fikir adamlarımızla görüşelim, sohbet edelim, bilişelim, dedim. Yaşayanlardan başlayarak "eskilere" doğru gideyim. Geçmişi bugünle ve çağımıza mazi ile kaynaştırmak için çalışayım...

 

_Şu halde, bugüne kadar, yaklaşık bir yıldan beri, Yunuslar, Fuzûlilerle hayalden yaptığımız "sohbet"leri, bu sefer ,Üstad Necip Fazıl'ın Erenköy'deki köşküne varalım da sahilden yapalım, dedim.

 

Daha da yapacağım bu gerçek sohbetleri bugünden başlayarak yine sizlere nakletmek üzere bismillah deyip yazmaya koyuldum. İlk sohbetimizde, Türk Edebiyat Dergisi ve Türk Edebiyat Vakfı'ndan arkadaşlarım da bulundular.

 

***

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ben görmeyeli Üstad, sakal bırakmış ve sakal kendisine yaraşmış. Ayaklarından zahmetli olduğu anlaşılıyor. Üstad, şimdilik evinden çıkamıyor. Sohbeti, her vakitki gibi cazip, renkli ve etraflı... Hafızası, dikkati, meselelere vukufu ve derlitoplu anlatışı her zaman hayranlık verici. O daima titiz, siz de bir hata etmemeye çalışmanın gayreti içindesiniz.

 

Kibar ve zarif adam, çok şeye olan öfkesini gizleyebiliyor. Onu yürütmeyen ayaklarına rağmen, nükteyi ve hicvi asla esirgemiyor. Bizim meselemiz şiir, fikir ve edebiyat... Onun için daha ilk cümlelerde şiir iklimi ve mecazların derinlerindeyiz. Arkadaşı ve yaşıtı olan sağlı sollu edebiyatçılarımız:

 

Peyami Safalar, Nazım Hikmetler, A. Hamdi Tanpınarlar, Ahmed Kudsi Tecerler, A. Muhip Dıranaslar Üstad'ın görüş süzgecinden geçiyorlar. Herbiri üzerine hatıralar, vak'alar, değerlendirmeler...

 

Asıl kendisini "çile"lere, "hafakan"lara gark eden alemden, mecazlardan, yaşayışlardan, bunalışlardan ve bir "saye"de varılan "huzur"dan söz etmesini rica ediyoruz:

 

Fakat kendisinin "yolunu kesen aynalar" gibi Çile şiiri önümüze çıktı ve bugünlük Çile'den başka bir şey konuşulmadı.

 

***

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstad: "Evet en güzel şiirim Çile'dir." diyor.

 

_Lütfen bu şiiri sizden dinleyebilir miyiz?

 

_Bir plağa okumuştum, oradan dinleyiniz. Şimdi sesim pek müsait değil, hem her mısraını ezbere çıkarabilir miyiz bilemem...

 

_Ben size yardım edeyim efendim. Çile kitabınızelimde.

 

Usûlen bir kaç kelime hatırlatıyorum: Üstad, o bilinen hafızasıyla ve bence manaların en güzelini vererek okuyor.

 

Çile'yi hem yaşayan, hem yazan, hem de okuyan Şair'den dinlemek, başka:

 

"Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam

Gezdirsin boşluğu ense kökünden!

Ve uçtu tepemden birden bire dam

Gök devrildi, künde üstüne künde."

 

Böyle başlayan Çile, Necip Fazıl'ın şiirindeki burukluğu, sancıyı ve hercümerci tarif ediyor. "Bütün bir kâinat yalana teslim"dir. İşte o ıstırap, med(yayılma) halindeki denizgibi şairini bunaltmaktadır;

 

"Bir bardak su gibi çalkalandı dünya

Söndü istikamet, yıkıldı boşlık."

 

Şiir devam ettikçe, sanki bu çalkantı durulmuş da, şair bir zaman huzura kavuşmuş kuruntusu geliyor:

 

"Bir karanlık şafakta bana çil horoz

Yepyeni bir dünya etti hediye."

 

Fakat bu "yepyeni dünya"nın da "hikayesi zor"dur. Şair, "hakikat bile olsa" bu düzeni beğenmemektedir.

 

"Her fikir, beyninde bir çift kelepçe olan Üstad, "benlik kazanında" ve düşüncenin pençesindedir:

 

"Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selâm sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük."

 

Bu ateşten tefekkür, bu bitimsiz şüphe azabı içinde şair "bilmecesine yol" bulmak için annesine sığınır:

 

"Annemin duası, düş de perde ol

Bir asâ kes bana ihtiyar ağaç!"

 

Fakat teselliler boşunadır. Rüyalarında cinneti içmektedir:

 

"Gördüm ki ateşte, cımbızda yokmuş

Fikir çilesinden büyük işkence."

 

Bu şiirin yazıldığı yıl 1939. Necip Fazıl, genç olduğu kadar da ünlü bir şair. "Bunalım" kelimesi henüz Türkçede telaffuz edilmemiş. Dünya sözlüklerinde de "Angoisse métaphysique" anlamı ile henüz mevcut değildi. Egzistansiyalizm (varoluşçuluk) de moda olmamıştı.

 

O zaman, bu halini "Hafakan" diye anlatan Necip Fazıl'a sordum:

 

"Dibi yok göklerden ürken, size ölüm terleri döktüren, her şeyi bir gizli düğüm" ifadesiyle veren bu bunalış, sizden önce şiirlerimizde görülmedi. Size bunları yazdıran ruh halini anlatır mısınız?

 

Çile'sinden okumaya devam etti:

 

"Bir zerreciğim ki arşa gebeyim,

Dev sancılarımın budur kaynağı."

 

Çile'nin dördüncü(son) bölümünde şafağın yavaş söküşü veya nurun duru duru ufku kaplayışı gibi bir açılış, ferahlayış başlıyor. Demek, kendi kendisiyle:

 

"Gaye-insan, ufuk-Peygamber olan Kâinatın Efendisi'ni, Allah'ın Sevgilisi'ni sezmeye doğru, hususî ve ileri bir istidat" başgöstermiş:

 

"Açık susam açıl! Açıldı kapı

Atlas sedirinden mâvera dede.

Yandı sırça saray, İlâhî yapı

Binbir avizeyle uçsuz maddede.

 

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur

İç içe mimarî, iç içe benlik

Bildim seni ay Rab, bilinmez meşhûr"

 

Sondan üçüncü kıt'ada geçen "Ver cüceye onun olsun şairlik, / Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta" mısralarına, sırf Üstad'ı konuşturmak için takılıyorum:

 

_Efendim, Nef'î gibi siz de mi şiir yazmayı bir "tenezzül" mü saymaktasınız?

 

"Biraz mizah karıştırmak istediniz" diyor, gülüyor. Hem bana cevap verir, hem de bir senfoniyi bitirir gibi Çile şiirinin son kıt'asını okuyor:

 

"Diz çök ey zorlu nefs, ömüöde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

Sen bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem sonsuza varmak."

 

"Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış;

Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış"

 

Çile şiiri üzerine sohbetimiz henüz bitmedi. Bu "hafakan" şiirini yazdığı zaman şair 30-35 yaşlarında, 1934 yıllarındayız. O sıralarda bir "Metafizik buhran" geçirdiğini söylüyor.

 

"Nokta Nokta" adını verdiği bir kadın var. Edebiyata, sanata meraklı lüks bir kadın olan Nokta Nokta devrin edebiyatçılarını, konforlu yalısında toplayıp salon sohbetleri yapıyor. Konuşulaunları daima uzanarak dinleyen bu güzel kadının Necip Fazıl'a özel yakınlığı da var.

 

Onu Kleopatra'nınkini andıran dişilik zulmü ile gerçi en yakınına kabul etmekte fakat onu kaprisleri ile de eritmektedir.

 

Aynı günlerde ilâhi bir arayış içinde olan şair için, manevi bir kurtuluş müjdesi de belirmiştir: "Eyüp'teki eski tekkede" şairin sonradan "Tanrıkulu" adını vereceğiş mürşidi "efendisi". Ve kendisine getireceği bitimsiz kurtuluşları henüz kavramadan "o efendiyi" "ilk ziyaret" .

 

Çile'yi ve daha sonra nice sıkıntı şiirlerini meydana getiren "Metafizik buhran"ı üstad'tan sordum:

 

_Nokta Nokta, dedi. Artık kovalanan ve hiçbir durakta ele geçirilmesine imkan bırakmayan usta kadındı... Bense içtiği zehrin tesirlerini bizzat kendi üzerinde müşahadeye girişen doktor...

 

_Böyleyken yine de mektuplar yazıyor, ona yaklaşmak için her şeyi yapıyordunuz?

 

_Evet bir gece oturduğum yalının yemek odasında , büyük yemek masasının başında ona yazıyorum... Vakit gece yarısını hayli geçmiş... Kanlı bir nefs muhasebesinin dökümünü yaptığım mektupta öyle bir noktaya geldim ki birdenbire beynim donuyor, bütün nispet ölçüleri uçup gidiyor gibi geldi bana...

 

_Buna rağmen yazmakta, sitem etmekte, hatta sizi saran manevi kurtuluş müjdesinin ayak sesleriyle Nokta-Nokta'yı tahkir etmekte idiniz. Okuduğum hatıralarınızda bende kalan izler bunlar.

 

_Doğru, mektup uzayıp gidiyor, tam da şu satırları yazarken: "Artık siz, benim için lüzumsuz bir şeysiniz! Size erişememenin kırıklığı içinde asıl erişilmesi gerekenin kim olduğunu dehşetle görüyorum. Siz bana istediğimi veremezsiniz... Siz bir hayal, bir gölge, bir benzeyiş, bir remzden ibaretsiniz. Siz, mutlak yokluğunuz içinde, karşıma mutlak varlığı, Allah'ı çıkardınız..."

 

İşte bunları yazarken, tam o anda, hem de darbenin maddi sesiyle enseme bir balyoz indiğini duydum. Kalemi, kağıdı fırlatıp yatağıma koştum:

 

"Ensemin örsünde bir demil balyoz

Kapandım yatağa son çare diye..."

 

_Demek önünüze serilen "yepyeni bir dünya"nın sebebi bu Nokta Nokta hanım?

 

_Hayır, beni bu hale getiren ve o halde teslim alan ne Nokta Nokta Hanımefendidir, ne virgül veya noktalı virgül... Sadeceyaşanmaya değer hayat kapısının anahtarını elinde tutan o büyük zatınküçük bir nazarıdır.

 

_O andan itibaren Nokta Nokta hanımefendi unutuldu mu?

 

_Evet Nokta Nokta'yı, kabzasına kadar ciğerime girmiş bir bıçak gibi kendi öz elimle sökerek çöplüğe attım fakat yerine bambaşka bir iltihap peydahlandı.

 

_Uçsuz bucaksız ve sebepsiz bir ıstırap mı? "Tilki olan ufuk, yumak olan yollar ve sihirbazın tuttuğu mavi ışık" mı?

 

Tamam işte Avrupalının "Kriz -entelektüel, kriz-metafizik" dediği korkunç üstü korkunç buhran. Madde ötesini kurcalama buhranı. Her şeyin künhünü, dibini, dayanağını, aslını, zatını aratan belâ.

 

Aylarca gezdirdim yıkık ve şaşkın

Benliğim bir kazan ve aklım kepçe

Deliler köyünden bir menzil aşkın

Her fikir beynimde bir çift kelepçe

 

_"Uyku, katillerin bile çeşmesi / Yorgan, Allahsıza kadar sığınak" dediğinize göre, o çile halinde siz de uykuya mı sığınmakta idiniz?

 

_Bilakis aylarca uykusuzum. Bir uyuyabilsem, evet bir uyusam, ertesi gün hiçbir şeyim kalmayacağını sanıyorum.

 

 

 

 

-devam edecek-

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

_Hiçbir şeyle uğraşmıyor musunuz? Gezme, okuma, müzik… Ne bileyim, bir arkadaşınla görüşmek de mi yok?

 

_Var var. O kasırga deminde konuşabildiğim tek adam Peyami Safa… Çareyi din ve tasavvuf eserlerinde bulmaya çalışıyorum. İlk okuduklarım “Marifetnâme “ ile “Nefahât”… Marifetnâme’de aşkın Allah’a mahsus olduğuna ve mecazî aşk denilen kadın sevgisinin, hududu taşıracak olursa “cünûn=delilik” olacağına ait satırları okurken iliklerime kadar titriyorum… Nefahât’ta ise, fâni dünyanın ölümü yenmiş kahramanlarını ve onların sürdüğü “ yaşanmaya değer hayatı” görüyorum.

 

_Bizden İmam Gazali’nin böyle bir “buhran”ını.. Belki Yunus’un , Abdülhak Hâmid’in, Gökalp’in gençliklerinde olduğu sezilen bunalışlarını bilirim. Batı’da Nietzsche’nin, Van Goh’un “kriz entelektüel”leri akla geliyor.

 

_Van Goh’unki tam cinnettir. Asıl sağlam ruh ve bünyenin feza boyunca hakikat arayıcılığına tutulmuş Sokrates, Tolstoy ve bilhassa Psacal’ınki benimkine en yakın. Nitekim işi dinî inançla bitirmiştir. Bir gece odasında parlayıveren ; fışkıran bir ışık karşısında kapağı dine ve kiliseye atmıştır: “Bana, filozofların bahsettiği değil Peygamberlerin haberini getirdiği Allah gerek!” hikmetini söyleyebilen müthiş kafa Pascal’dır.

 

_Peki bu hâlde sizi bunalıştan çekip çıkaran, hafakanlarınızı gideren “Efendinizle nasıl karşılaştığınızı anlatır mısınız?

 

_Yaz sabahı… Boğaz suları dipsiz ayna… Annemle bir sandala binip karşıya geçtik… Araba, Haliç vapuru ve Eyüp… Camiin önünden kıvrıldık… Efendimin kapısına yaklaştıkça fenalığımın arttığını ve nihayet dayanılmaz bir hâle geldiğini hissediyorum. Efendim’den ayrılırken söylediği iki cümle:

 

“Buraya sık sık geliniz! Sohbet sizi açar. Bu hâlin ilâcı ziyaret ve sohbettir. Ne zaman isterseniz buyurun…”

O temkin, vakar ve sır heykelinin istenilen imdada karşı bütün karşılığı bu kadar… Ferahlıyor gibiyim. Birkaç dakika önce çıldırmak üzereydim.

 

Artık kat’iyetle inanmıştım ki çocukluğumdan beri gördüğüm renklerin, işittiğim seslerin ötesinde belirtiler “alâmetler” çaktığına şahit olduğum “gizli hayatın” anahtarı bu zâtın elinde ve “pasaparola”sı onun dudaklarındadır.

 

_Kurtuluşunuzdan sonra da sohbetleriniz devam etti değil mi? Onun tesiri sizde bütün hayat boyu sürdü galiba? Hâlâ “Efendim” dediğinize göre…

 

_Ben onu ilk gördüğüm sonra yine uzun zaman eski havama daldığım günlerden beri manevî bir tasarruf altındayım. Beni bu hâle getiren onun bir nazarı… Dünyamı yıkan o, bana yeni bir dünya hediye edecek olan yine o…

 

_Onu biraz anlatır mısınız?

 

_Efendi Hazretleri, her türlü gösteriş ve herkesçe yalandan uygulanması mümkün dış merasim ihtiyacından arınmış öyle bir hava içinde idiler ki kendilerini bir kerecik gören derince bir göz, hemen şu hükme varmak zorundaydı:

 

“Üstünde oturduğu fezâ çapında bir cevher kayasını etekleriyle gizleyen bir büyük velî tavrı…”

Daha birkaç şey soracaktım ki Üstad, ta o hafakan günlerinden kalma bir beytini okuyarak bugünkü sohbetimizi kesiverdi:

 

“Azdırma rahat bırak içimdeki deliyi;

Sorma benim de bilmediğim gizliyi.”

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

“Yer çökük, gök soluk

Diz bükük, saç yoluk

Ne varsa korkuluk.

Ne bir harf, ne kelâm;

Esselâm, esselâm…”

 

Necip Fazıl üstadı bu seferki ziyaretimizde, Prof Ayhan Songar, Prof Süleyman Yalçın, Türk Edebiyatı Vakfı’ndan Ahmet Taşgetiren, aynı vakıftan edebiyat öğretmeni Ayla Ağabegüm’le Mehdi Ergüzel ve aileler de sohbetteler.

 

Hepimiz sordukları oldu. İslam, tasavvuf, “bunalım”, şiir, Üstad’ın hayatı, tanıdığı şair ve edebiyatçılar görüşüldü.

 

Benim sorduklarım, geçen seferki sohbetimiz devamı olarak her “hafakan”ı ve onu kurtaran “Efendi”si üzerine. Önce Ukde şiirinde bazı mısralar mırıldanıyorum:

 

Hep kesiklik, eksiklik

Hâdisede hâdise .

Istırap ki gövdesi

Boşluğa sığmaz cüsse.

Rahatlık senin deden

Benim annem vesvese.

Mezarda sır, mezarda;

O bilir bilse bilse.

Ateşe gir gölgelen!

Kaynar suda gülümse!

 

_Yine “Efendim” dediğiniz muhterem zata dönelim… Siz, gözde olan ve resmî ders kitaplarına giren Necip Fazıl iken, nasıl oldu da “Efendiniz” gibi sizi ömür boyunca manevî pençesine alan bir olgunluk timsaline teslim olabildiniz? Kısacası, o nasıl bir şahsiyetti ki, sizde bu büyük değişikliği yapabildi? Tanıdığımız çoğunu hiçe sayan Necip Fazıl olarak, bir kimsenin sizi böyle “ram edebilmesi”…

 

_Teşekkür ederim, şimdi bu suallerin bence en enterasanı . Bir çoklarına da “ukde” olmuştur… Ben ömrüm boyunca , hâlâ da ufak tefek tesirlerden âzâde kalmış bir insan…

 

_Herhâlde hâlinde, sözünde , tavrında, insanlığında bir fevkalâdelik bulunuyordu?

 

_Şimdi, tam ölçüyü arayacağım… Bunun not edildiğine memnunum. Efendi Hazretleri’ne intisabım, bağlanışım ve o bağlanış daima idealize ederek gidişim… Çünkü ben nicelerini gördüm, o ana kadar ne sahtelerini…

 

_Peki, onu nasıl ayırt edebildiniz, nasıl inandınız?

 

_Onu gördüğüm zaman Fransızların “İşte harika meydana geldi!” dedikleri gibi bir infilak tesiri altında kaldım. Durmadan da kendimi muayene ettim. Oraya Abidin Dino ile beraber gitmiştik. Abidin: “Ya bizden şüphe ederse… Polis molis olabiliriz.” Dedi . Ona dedim: “Biz mürşidi arıyoruz. Eğer oysa, şüphe etmeyecektir, ciğerimizi okuyacaktır. Değilse, neticesi yok zaten…”

 

_Geçen sefer bir yaz sabahı, annenizle gittiğinizi söylemiştiniz.

 

_Bu sefer işte Abidin’le… Sanıyorum ki öğle yemeğinden biraz sonra, ikindeye yakındı… Haliç’i gören, Gümüşsuyu denen bir tepe var, orada eskiden kalma bir dergâhta oturuyordu. Nasıl zaman geçti, akşam nasıl oldu, farkında değilim.. Vapurda dönerken Abidin’e dedim ki:

 

“Besbelli bu insan nadir bir madenin üstünde oturuyor ve gizliyor madenini…”

 

_Efendi’nizin ilk sözlerini hatırlıyor musunuz efendim?

 

_Bugünkü gibi aklımda, ilk sözü: “Lezzeti çatal bıçakta (yani meyvede, gıdada değil de) arayabilir misin?”

 

_Ondan sonra, yavaş yavaş dikkat etmeye başladım ki, (Hani nebatî hayatımız vardır ya, yeriz, içeriz, başımızı kaşırız, “eeh!” deriz “olur” deriz) bu zatta, o nebatî-hayvanî hayat yoktur. Ondan keramet de beklemedim ve muhtaç da olmadım. Çünkü o oturuşu, o edep, o hâl … Bu manayı öyle yaşadım ki, öyle içtim ki bana “işte harika”yı ilham etti.

 

_Giyim kuşamı, hâli efendim?

 

_Bir tek toz parçası görmedim, bir leke yok elbisesinde. Bir kere esnediğini, öksürdüğünü görmedim. Öyle bir edebin içinde ki, anlaşılmaz bir şey. Şiir idraki lazım. İşte bu sebepten gittikçe bağlandım ona.

 

_Bazı anılarınızı anlatır mısınız?

 

_Bir gün huzurunda yemek yendi. Yukarı çıktık, karşımda bir hasır iskemlede oturuyor. Bir sükût anı oldu. İçimden bir his geçti:

 

“Biz ne alçak adamlarız, her an böyle geliyoruz, huzurunda yıkanıyoruz, nur banyosu yapıyoruz. Çıkar çıkmaz kapıdan yine aynı kapkara adamız. Bir “tasarruf” (hükmederek kullanma) lazım bize… Biz yapamaz mıyız, biz yürüyemez miyiz.”

 

Ben böyle düşünürken bir hâl geldi bana. “A, n’oluyorsun!” dedim kendi kendime. Kalbimde anlatılmaz bir acı hissediyorum. Bağıracağım. Bu arada bir lezzet, dayanılmaz bir lezzet. Acı ile haz bir arada.

Bir de başımı kaldırıyorum ki, Efendi , iki mübarek gözünü dikmiş bana bakıyor. Hemen teslim oldum. Kalbim bir lastik gibi çekiliyordu, yerine geldi o anda. Ve şu manayı çıkardım:

 

“Sen misin tasarruf bekliyorsun? Acaba ona henüz dayanabilecek vaziyette misin?”

 

(Etrafta müridleri var) Ama hiç kimsede bir telaş yok. Birisi “Tedbir lafz-ı Celal’dir” dedi. Uzatarak “Alllaaah!” çektim. Bir tıbbî müdahale lazım gelseydi bir iki saat sürmesi gerekirdi.

 

_Bu nasıl bir manevî tedavidir efendim?

 

_Görmek lazım. Bunun taklidi maklidi yok. Ne kadar söylesem yaşanamaz. Bunlar kalpten kalbe geçişler (intikaller)dir. Bu ruhiyatta da tedaîler hâlinde falan vardır. Velînin en basiti bile kalbinizi okur.

“Terki terk” dedikleri makamdaydı o. Efendim, her an bir büyük huzurda olmanın harikası idi. Kal’asının burcunda bayrağı sallanıyordu. Bu irşat kutupluğu makamıdır.

 

Prof, Süleyman Yalçın: _O bahis buyurduğunu görünüşünden, oturuşundan, konuşundan çıkan edep çok müstesna…

 

_Ona hiçbir zaman doyamadım. Alelâdeliklerinden, taklitlerinden arınmış. Samimiyet taklit edilmez. Bir gün, taklidi kabil olmayan yere gelir iş…

 

Prof. Ayhan Songar: _Size doğrudan bir hitabını hatırlar mısınız?

 

_Bir gün bir uzuv kesilmesi veya hayata kıyılması şekliyle “Kelime-i küfür” den bahsediliyordu. Bunu söylemeye insan mecbur kalırsa ne olur? Buyurdu ki;

 

“Eğer böyle ciddi bir tehlike varsa “Kelime-i küfrü” diliyle söyleyen kalbiyle mümin kalır. Şer’î izan vardır. Ama söylemeyen şehit olur.”

 

Ben şımarıklık derecesibi göze alarak sordum: “Efendim, böyle bir hâlde ben ne olurum?” Öyle arslan gibi çevirdi başını bana: “Sen şehit olursun!” dedi.

 

Bugünlük sohbeti burada kestik. Davası için hapisleri, çileleri göze almış ve nurlu bir nesil yetiştirmiş bu özlü şaire “Efendisinin” bu hitabı adeta bir kerameti gibi geldi bana…

 

“Son gün olmasın dostum, çelengim top arabam.

Alıp beni götürsün, tam dört inanmış adam.”

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

_Bu sefer, kendiniz üzerinde ve kendi dünyamız üzerinde hükümlerinizi, en keskin hatlarla, fakat hayli karamsar olarak dile getiren Muhasebe şiirinizden başlayalım Üstad dedim.

 

_Evet, bir "nefis muhasebesi" ve bir "varlık muhasebesi" fakat aynı zamanda bir "hesaplaşma" derdinde olarak düşüncelerimin bir çeşit azaplı hülâsası olan şiirimi 1947'de "mücadelemin" en hareketli bir devrinde yazdım.

 

_Bazı bölümlerini okuyalım mı?

 

 

 

Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri!

Sadece, beyni zonk zonk sızlayanlardan biri!

 

Bakmayın tozduğuma meşhur Bâbıâlide!

Bulmuşum rahatımı ben de bir tesellide.

 

...

 

Evet, kafam çatlıyor, gûya ulvî hastalık;

Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık.

 

Büyük meydana düştüm, uçtu fildişi kulem;

Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem.

 

...

 

Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;

Ve cemiyet, cemiyet, yok edilen güruhiyle...

 

Çok var ki, bu hınç bende fikirdir, fikirse hınç!

Genç adam, al silâhı; iman tılsımlı kılınç!

 

İşte bütün meselem, her meselenin başı,

Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!

 

...

 

Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!

Üst kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem,

 

Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,

Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları;

 

...

 

Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!

Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş...

 

...

 

Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!

Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım!

 

Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;

Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.

 

Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?

Bazı geriden gelen, yüzbin devir ilerde!

 

_Şimdi efendim, hayatınızı koyduğunuz ve şiir, nesir dünyanızı içine yerleştirdiğiniz ahlak, fikir, sanat davanızın, başlıca ipuçları bu şiirde bulunuyor. Buradaki üç katlı ev tasavvur ve teşbihiniz bana piyesinizi de hatırlattı.

 

_Evet, evet Ahşap Konak piyesim... Nesli tükenen konaklar malûm. Orada üç kat vardır. Yukarda yetmiş-beş, seksenlikler, orta kattakırk-elli yaşında olanlar, en aşağıda üsttekilerin torunları, günün gençleri...

 

_Şiirinizdeki "ev"in ve piyesinizdeki konağın o katlardaki nesil farkından da öte, adeta ayrı milletler gibi yaşayan birbirinden kopuk üç nesli sembolleştiriyor. Hakikaten, bir sır içinde, ne korkunç hızla ve herşeyimizi de yele vererek değişmişiz, dehşet...

 

_Öyle! "Ahşap Konak"ta yukarı kat, namaz ve dua katıdır. Orta kat, olgun yaştaki hanımların kumar oynadıkları, içki içtikleri bilmem ne yaptıkları kattır. En altta, nebatlaşmış gençler... Şimdi olsaydı konağa bir de bodrum katı ilave etmem gerekirdi.

 

Bu üç kat arasında nesillerin kavgaları sürüp gider. Nihayet piyesin kahramanı olan Recai, bu konağı yakar. En sevdiğim eserlerimdendir bu Ahşap Konak.

 

_Şimdi de aynen şiirinizdeki ve Ahşap Konak'ınızdaki meseleler içindeyiz. Sizin açınızdan da öyle değil mi? Değişen bir şey yok.

 

_Bahsimiz, umumiyetle tek: Türkiye'nin dünü, bugünü, yarını. Başka bahsimiz yok. N'olacak hâlimiz! Sadece edebiyat sahasında bile bir gayret olsa, ne gezer... Edebiyattaki kısırlığı görmüyor musunuz?

 

Tanzimat'tan düne kadar hiç olmazsa inhitat (çöküş) hâlinde idik. İnhitat dahi yine kademe kademedir ve bir şeydir. Bugün koma hâlindeyiz.

 

Prof. Süleyman Yalçın, Üstad'a sordu:

 

_Müsade ederseniz, Kafa Kağıdı adıyla bir ser hazırlamakta olduğunuzu biliyorum. Kafa Kağıdı'ndaki ruhî hareketlerinizin küçük bir aksi şeklinde kendinizi ele alsanız... Bahriye'deki talebelik devreniz var... Aileniz, anneniz... Osmanlı'dan gelme bir havanız, hayatınız var... "Şair olacağım" diye verdiğiniz bir karar... Sonra, Bahriye dışında bir tahsil ve Avrupa'ya gidişiniz var...

 

Avrupa dönüşü hercaî, haşarı ve herkesin el üstünde tuttuğu müstesna şair hüviyetiniz var... Ondan sonra maddi bakımdan bütün bir istikbal vadeden Necip Fazıl, hepsine tekmeyi vurarak ortaya çıkıyor ve "Durun Kalabalıklar! Bu cadde çıkmaz sokak!" feryadını koyveriyor... Ben yukarıdaki Muhasebe şiirinizde bu muhtevayı da buldum.

 

_Uzun zaman alır.. Yarım kalır... Bilmem ama, bir kaç kelime söyleyebilirim:

 

Bir gün (İş Bankası'nda müfettişim) oturuyorum odamda. Büyük konfor içindeyim. Öyle sırmalı esvaplı hademeler filân... Bir ayağa kalkışım var orda: "Nedir bu! Bu mu gayem? Böyle herkesin dört ayak üstünde gittiği muayyen ihtisaslar var... Bunlardan ne elde edeceğim?" diye hemen umum müdürün karşısına bir çıkışım var...

 

Ve orada işte bildiğiniz hayata atıldık. Kısa bir zaman sonra "Büyük Doğu" çıktı. Gerisi malûm: Hapishaneler, şunlar bunlar. Şimdi hala, seksen yaşımın arifesinde o tehlikeyi yaşıyorum. Gerisini "Kafa Kağıdı"nda yazmaya çalışacağız. Allah bu fırsatı da verir inşallah...

 

_Efendim, Kafa Kağıdı'nız da "Muhasebe" şiirinizde en veciz ifadesini bulan hayat ve fikriyatın bir aynası olacağa benziyor?

 

_Kafa Kağıdı'nda tasarladığım ruhî mouvement (hareket, davranış) bizde yok. Yalnız (Fransız romancısı) Marcel Proust'ta var. Kafa Kağıdı tasavvurumda kendimi derinliğine görüyorum... Şimdi söylenmez onlar. Ancak masa başında düşünülebilir. Çünkü yazıda, kendi kendimizle imtihan halindeyiz. Beğenmeyiz, çizeriz, yazarız...

 

Farkında olmadığımız haller oluyor hayatımızda. İçimizde bir şey pişiyor bir farkında olmuyoruz. Pişiyor, pişiyor, birden küçük bir detay gibi görünen şey, bir vesile ile patlayıveriyor.

 

İşte Kafa Kağıdı'nda düşündüğüm o... Patlama anlarının maziye doğru psikolojik pırıltıları...

 

İş Bankası'ından istifam sıralarında ben 1000 liraya yakın gelir sahibiydim. Korkmadan üç sıfır daha koyabilirsiniz. Demek, o vedrin yaşama şartlarına göre (bugünün parasıyla) bir milyon aylık. Ama bütün bunları tepen bir hareker sardı beni.

 

Ahmet Taşgetiren sordu:

 

_Afedersiniz Üstad'ım böyle bir davayı üstlenmeye karar verirken, insan sonunun nereye varacağını düşünüyor mu?

 

_Biz kahraman filan değiliz... Kahramanlık ahlakında ancak mücerret kahramanlığı konuşabiliriz. Kahramanlık ahlakında şunu, bunu, sonunu hesap etmek diye bir şey yoktur. Şu Şark'ın Bizans ve İran tesiri, bizi "Virân olası hânede evlâd u ıyâl var" tesellisi ve vesvesesi vermiştir. Bu tamamen İslam'a zıttır. Hânenin yıkılmasına razı olmadan "umrana" (imar edilmeye, kurtulmaya) imkan yoktur.

 

Ama "tedbir" hususunda da büsbütün enayi olunacak değildir. "Sonu nereye varır?" En sonu Allah'ın takdirine varır...

 

Ben, bu giriştiğim zaman, bütün tarihî hata hâline gelen şeyini alıp zemini hazırlamak, onun "kült" denilen kültürünü, irfanını, imanını vermeyi, sonra aksiyonunu düşündüm... Fikir-sanat-aksiyon... En sevdiğim şeyler onlardır.

 

Bugünkü sohbetimiz noktalanırken... Kulağımda "Büyük Doğu Marşı"nın şu mısraları çınlıyordu:

 

"Yürü altın nesli demir Oğuz'un

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Nur yolu izinden git Kılavuz'un!

Fethine çık, doğru, güzel sonsuzun.

Yürü alrın nesli demir Oğuz'uz

Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun..."

 

Bu şiirleri yazmak için her şey değerdi, diye düşünüyorum.

 

***

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

“Esselâm! “ Diye başladım ve “Esselâm” adlı kitabının, son (63.) şiirini baştan sona okudum:

Göklerden son ilâm:

Allah bir, bir İslâm

Şekiller, elif Lâm:

Ne bir harf, ne kelâm:

Esselâm, esselâm...

 

Yer çökük, gök soluk;

Diz bükük, saç yoluk.

Ne varsa korkuluk.

 

...

 

Bu hayat bir ezber;

Hayattan ne haber,

Onunla beraber?..

 

Ön ve ara, sağ ve sol,

Bin yolda yol bu yol.

Emir: Öl yahut ol!

 

...

 

Elinde alâmet,

İzinde selâmet,

Tek isim... Muhammed...

Ne bir harf, ne kelâm;

Esselâm, esselâm...

 

 

 

_İsteseniz “Esselâm! “ kitabınızla Türk şiirine getirdiğiniz İslami destan sesinin yeniliği ile “Tanrı Kulundan Dinlediklerim” inizdeki İslami görüşlerinizi birbirine içirerek, bugünkü sohbetimize devam edelim üstadım, dedim.

 

Önce bir sual: Esselâm’ı niçin yazdınız?

 

 

_Bu eser bir “Mevlid” mi? Diye sormak istediniz. Hayır! Sadece O’na (Peygamber Efendimiz’e) olan eritici aşkımın ve gevşemez bağlılığımın vecd destanı… Vecd, imanın ilk şartı. Sevgili’nin, Sevgili’den alıp getirdiği ve canını fedaya kadar baş eğilmesi şart, ulvî aşl disiplini şeriattan başka, benim bağlı olabileceğim hiçbir ölçü hayal edilemez…

 

 

_Bir gün Esselâm’ınızdaki bölümlerin de, Türk ruhuna sinmiş o mübarek çehreli Süleyman Çelebi’nin Mevlid’indeki “bahir”ler gibi camilerde, evlerde, dini vecd ile okunmasını ister miydiniz?

_Evlerde, meydanlarda, toplantı yerlerinde sırf dini tefekkür, tahassüs ve heyecan gayesiyle okunmasına… evet!.. Camilerde, ibadet şekilleri arasında yer almasına kat’iyetle hayır!

 

_ Esselâm’da 63 parça şiir bulunuşu Peygamberimiz’in 63 yaşında göçüşlerinden kinaye bir sayı mıdır?

_Levhaların 63 parça oluşu, mukaddes hayatın yıl sayısından alınma ilhamla, evet …Bu 63 parça içinde, vak’aları düpedüz resmetmek yerine onların ruhlarını göstermek gayesi güdülmüştür. 1700 küsur mısralık, kemiyette küçük bir destan… Fakat keyfiyette, her kelimesine mal olmuştur.

 

 

_Ne zaman yazıldı Esselâm’ınız?

 

_Bir ruh çilesi içinde, 1960-1961’de hapishanede iken yazılmaya başlandı… Ondan sonra haşin hayatın zalim çarkları arasında tekrar gaflet tüneline giren ruhumun kasvet ikliminde on bir yıl uyuyup 1972 ramazan ayında tamamlandı.

 

_Yazmaktaki gayeniz? Daha başka bir deyişle: Hangi hakikatı vurgulamak istediniz?

 

 

_Hangi hakikat, hangi doğru sözlerini anlamam. Tek başına “doğru” diye bir şey yok. O’nun (Peygamberin) getirdiği “doğru” var. Bu eser, o gayenin vecd pırıltılarından bir çakıntı ve aşk haykırışlarından bir ses… O kadar!

 

Ben “hakikat”ten O’na giden değil , O’nu topyekûn kabullendikten sonra O’ndan hakikate gelen müminim.

 

Hakikat, sadece Allah’ın dediği ve O’na (Hz. Muhammed’e) bildirdiğidir. .. Var olmaya bakalım! O ki varlık o yüzdendir!

 

_Fikirlerin, prensiplerin, sistemlerin, ilimlerin, neşelerin, aşkların başlı başına hakikatı yok yani sizce?

 

_Her şeyi mantosunun içinde sımsıkı saran ve sınırlaştıran nihaî sebep ve netice Allah’tır!.. Her şey, ama her şey bizi aşan bir alemde, bir ağacın dalları gibi üst üste bekliyor. Biz, boynumuzu uzatabildiğimiz nispette bu dallardan bir yemiş koparıp yiyebiliyoruz. Fakat yemişin kendisi bizim değil, ağacın… Gölgesi ve tesisi bizim…

 

_Buna inanmayanların hicvini, “Tanrıkulu” dediğiniz mürşidinizden, adeta maymundan olmuşlar toplumunun hicvi şeklinde nakletmişsiniz. Nasıldı? Müthiş bir tablo idi.

“Tanrıkulundan Dinlediklerim” kitabı (sayfa 21. ‘Allah’ım Seni İstiyoruz’ bahsi) Necip Fazıl oradan yer yer okudu:

 

“Yıllardır insanlık derin ve sinsi bir dert çekiyor. Bu dert sinirleri bozuk bir mirasyedi oğlunun iç sıkıntısı… Lastik toplarını ısırıyor, renkli balonlarını iğneliyor… Bu hastalık, masallardaki dünya güzeli şehzadelerin dertleri gibi bir şey. Başına bin doktor ve üfürükçü, bin hokkabaz ve falcı çare arayadursun, o, günden güne fenalaşmakta…

 

Denizaşırı bir memlekette (bunun) birtakım kardeşleri tuhaf tuhaf bir ülke kurdu: “Yeni Dünya”… Evleri itfaiye merdivenlerinden, gökleri arı kovanlarından, sokakları üst üste binlerce bıçağın işlediği bileği taşlarından farksız.

 

Orada uzun boylu, cam gözlü, dört köşe omuzlu… Konuştuğu zaman kurbağa gibi sesler çıkaran bir insan örneği peydahlandı. Suratı yoğurttan daha çizgisiz bu tipin ne zaman ağladığı, ne zaman güldüğü, ne zaman heyecanlandığı belli değil…”

 

_Bu modern maymunun can sıkıntısı, şimdi “bunalım” adını verdikleri sahte ve çilesiz buhran, hep inanmamaktan “Allahsızlıktan” değil mi, teşhisiniz bu?

 

_Evet, hiçbir misal, bu insanları kandıramıyor. O kadar tapındığı müspet ilimler bile tesellisini veremiyor. Ölülerin kalbini şişelerde zıplatan doktorları, suyun altına, havanın üstüne merdiven kuran mühendisleri, Londra’daki fısıltıyı Tahran’da dinleten kaşifleri var… Bunlara rağmen insanlık bunalıyor. İşte bütün dava: İnsanlık bunalıyor.

 

_Peki, öyle de, kim kurtaracak, ne kurtaracak insanlığı?

 

_İnanmak!.. İnanmak, insanoğluna vadedilen bütün mucizelerin anahtarıdır. İnanmaya memuruz. Ne kadar kuvvetimiz varsa hepsini inanmaktan alıyoruz. Eşya ve hadiseler de varlığını bizim inanmamıza borçlu. İnandığımız her şey var, inanmadığımız hiçbir şey yok…

 

_İnanan yalnız insanlar mıdır?

 

_Gerçi bu alemde insandan başka her unsur, tam ve mutlak inanma uykusunun huzuru içindedir… Fakat büyük ve sonsuz iman, inanmanın ta kendisi, ruhu ve cevheri insana mahsustur. İnsan inanacak ve bütün insanları peşi sıra götürecek…

 

Neye ve nasıl olursa olsun insanoğlu inanmadan bir gölgedir. Su üstünde bir kırışık, bir esneme, bir aksırık, bir hiç! Evvela inanmaya inan!..

 

_Yani neye olursa olsun inanmak yetişir mi, kurtarır mı bizi? Söz gelişi maddeye, bir bâtıla , bir puta?

 

_İnanmanın iç esası, iç yüzü, hakikati: Allah’a inanmaktır… Maddenin sür’ati bilmem ne kadara çıktığı zaman sıfıra iniyor. Ziyanın şiddeti bilmem ne olunca etraf karanlık kesiliyor. “Allah, zuhûrunun kemalinden gaiptir.” Ve bunu anlamak için insana akıl değil, aklın üstünde bir şey lâzım.”

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Necip Fazıl sekseninin eşiğinde, bir yandan hayret veren yepyeni güzellikle şiirler yazarken bir yandan da yeni “hapishane” ihtimallerinin kaygısındadır. Ben de bugünkü sohbetimizin onun “Zindandan mektupları”na ayırdım…

 

“Zindan’dan Mehmet’e mektup” hapishane hayatı ve çilesi üzerine yazılmış Türkçe şiirlerin en üstünü, şaheseridir. Necip Fazıl burada, hürriyetsizlik acısını, kendi üzerinde tutmayıp, bütün insanlığa, kaderin bütün mahkûm kurbanlarına yayabilen bir üstünlük gösteriyor.

 

Hapishaneden düşmanlık ve kalenderlik değil de, azim, imân, ruh kahramanlığı neşretmek Kısakürek’e vergi bir özellik:

 

“……

Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!

Kavuşmak mı? .. Belki... Daha ölmedim!

 

Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,

Kırmızı tuğlalar altı köşeli.

Bu yol da tutuktur hapse düşeli...

Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak.

 

Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!

Bir âlem ki, gökler boru içinde!

Akıl, olmazların zoru içinde.

Üstüste sorular soru içinde:

Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?

Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

 

Bir idamlık Ali vardı, asıldı;

Kaydını düştüler, mühür basıldı.

Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.

Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;

Bahçeye diktiği üç beş karanfil...

 

Müdür bey dert dinler, bugün 'maruzât'!

Çatık kaş.. Hükûmet dedikleri zat...

Beni Allah tutmuş, kim eder azat?

…..

Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;

Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...

Yalnız seccâdemin yününde şefkat;

Beni kimsecikler okşamaz mâdem;

Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!

 

Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan!

Dakika düşelim, senelik paydan!

Zindanda dakika farksızdır aydan.

Karıştır çayını zaman erisin;

Köpük köpük, duman duman erisin!

……

Ses demir, su demir ve ekmek demir...

İstersen demirde muhali kemir,

Ne gelir ki elden, kader bu, emir...

Garip pencerecik, küçük, daracık;

Dünyaya kapalı, Allaha açık.

 

……

Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;

Karanlığında nur, yeniden doğuş...

Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!

Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!

Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!

 

Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte!

Ölsek de sevinin, eve dönsek de!

Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!

Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

 

(1961)

 

Şiirin tamamını merak edenler, Necip Fazıl’ın Çile kitabında bulabilirler. Kendisine:

_Hapishaneyi böylesine derinleşmiş ıstırap ve yalnızlık gücü ile anlatan başka hiçbir Türk şiiri yoktur. Bunu okuduktan sonra, Nâzım’ın “Karıma Mektup”ları bir şakalaşma , kafiyeli bir mektup, yer yer de ıstırap taklidi espriler olmaktan fazla bir şey söylemiyor. Sahiden siz, hapishaneyi böylesine duymak, sezmek ve yaşamak için kaç defa hapse girmiş bulundunuz?

 

_Çook, ama kimisi tevkif, kimisi mahkûmluk şeklinde, 1943, 1947, 1950, 1951, 1953 ve 1960… Bütün bunları ve bilhassa 1951 hapsimi Yılanlı Kuyudan kitabımda anlattım.

 

_Zindan’da ilk gece mühimdir, derler.

 

_İlk gece, kapkaranlık hapishane… Ta tepesinde, tavana yakın bir parmaklık ve menfezi bulunan, küçük bir vapur kamarası şeklinde rutubet deryası bir hücre… Ranzalarda birinin üst yatağında, bir ot şilte üzerinde soyunmadan uzanan, iki eli ensesinin altında düşünen ben. Beynim buz parçası, hiçbir şey bilmiyor, duymuyor, anlamıyorum.

 

_Daima aynı gaye, tek gaye Yücelik uğrunda yaptığımız mücadeleden dolayı girdiniz hapse. Oraya tıkıldıktan sonra, o uzun ve boş zamanlarınızda sizi kuşatan tefekkür neydi? Pişman mı oldunuz, esef mi ettiniz?

 

_Dediğiniz gibi tefekkür işte… Her yerde işimiz o. Acısı, ibretlisi, bıçak gibi bağrımıza saplananı, beynimizi kemireni ile tefekkür. “Romalılar, İsâ dininde, kendi bâtıl inanışlarına karşı semavî bir zuhurdu. Bizimkilerse hiçbir inanışa bağlı olmayan, kendi öz kaynağını yıkmak isteyen Müslüman isimli şahıslar.

 

Bunlar, Neron’un aç arslanlarına karşılık, tok ve doymak bilmez sırtlanlar hâlinde üzerimize atılıyor ve kalplerimizi didik didik ediyor. Ne şuradan ne buradan üzerimize hiçbir müdafaa eli uzanmıyor. Kurucusunun dediği gibi: “Bu din garip gelmiştir, garip gidecektir.”

 

İllet, kıllet, zillet… Ya hastayızdır, ya pulsuzuzdur, yahut dünyanın hakareti üzerimizdedir. Bu üç hassa, ufak tefek istisnalar bir tarafa, çoktan beri gerçek Müslümanların vasfı… Aslında bize değil küfre ait olan bu vasıflar, bir türlü yolumuzu bulamamaktan, hakkımızı arayamamaktan, memuriyetimizi yerine getirememekten. Allah’ın sırtımıza bindirdiği yük, belâların belâsını çekiyor, imtihanların imtihanını veriyoruz.

 

_Zindan’da Hz. Yusuf’ kıssası, eski edebiyatımızda, çok iyi işlenmiştir. Hatta ondan kinaye, hapishaneye “makam-ı Yusuf” denilmiştir. Yusuf’u zindanda tutan da ulu “gaye” yolunda sebat etmesiydi. “Züleyha” ise onu aldatmak (iğva) için… Dünya malına ve zevkine bağlanmak için atılmış bir yemdi. Güzellik, şehvet, lüks hayat , mevki ve Mısır hazineleri, istese idi Yusuf’a açılacaktı. Fakat o, Züleyha’ya boş verdiği için Yusuf olabildi… Sizin de…

 

_Hapishanede şunu anlamışımdır ki, her şey benim manevî tahammülüme bağlı. (Meşhur Çin işkencesinde olduğu gibi) zindan eziyeti maddî olmaktan fazla manevîdir. Yunus Emre’nin:

 

“Yunus, miskin çiğ idik-Piştik elhamdülillâh!” dediği hâle vâsıl olmak. Zindan bende bu ruh hâline ulaşmak yolunda bir imtihan merhalesi oldu.

 

“Bu hâl , ruhçulukta ne kadar haklı olduğumuzu gösteriyor: Öyle ya, hapsedilen , edilebilen maddemizdir, ruhumuz değil ki… O, ne kilit dinliyor ne duvar, ne zincir… Bir de uyanınca : Eyvah! Maddenin bütün sefaleti ve onun üstünde tünemeye memur ruhun bütün acısı meydana çıkıyor.”

 

Bu yakıcı sohbetten ayrılırken , dilimde yine Necip Fazıl ‘ın mısraları vardı:

 

“Dua, dua eller karıncalanmış:

Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.

Gökyüzü bir tarla , hep goncalanmış”

 

***

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bugün Necip Fazıl’ın “Poetika” dediği, şiir ve sanat hikmeti üzerinde konuşaçağız. Ta Yeni Mecmua’dan okuyup ezber ettiğim “Kafiyeler” şiiri ile lâfa girdim:

 

Kafiye

Mantığı

O mantık,

Hediye

Sandığı

Bu sandık.

O mantık

Bu sandık-

Ta sandık.

 

 

Sanatsız

Papağan

Neden çok?

Ve atsız

Kahraman

Niçin yok?

 

 

Türbeler

Meleksiz.

Tövbeler

Gerçeksiz.

Cübbeler

Yüreksiz.

Cezbeler

Şimşeksiz.

 

 

 

Ve o nûr

Bulunur.

Geliniz!

Toprak post,

Allah dost…

 

Çile 1941

 

_İlk okuyuşta alt alta dizilmiş kafiyelerle oynuyorsunuz hissini veren, aynı zamanda Türkçe’yi kullanmaktaki ustalığınızı gösteren bu şiir, üst üste örülmüş mana incelikleri taşıyor. Bu şiiriniz bana “Poetika” diye özetlediğiniz şiir anlayışınızın bir uygulanışı gibi geldi. Ne dersiniz?

 

_Şiirin iç nefesi mutlaka dış kalıbı arar… Fakat şekil kalıbı halı gibi ayağı altına alıp çiğneyemeden şair olmanın imkanı yoktur. Şekil ve kalıp, mananın iskeletleridir. İnsanların güzel ve çirkinine bakarken iskeletlerini göremeyiz.

 

Şair, mutlaka bir şekil ve kalıba bağlı olan, fakat onu aştığı manayı ve edayı onun ötesinden devşirebildiği ölçüde nadirleşen büyük ustadır. Şiirde ruh, şekli gizlemiyorsa, o şiir midir ki?

 

_Yani efendim “Perdeler” şiirinizdeki:

 

“Gönülde asıl perde

Onu hangi göz deler?

Surat maske altında

Sis altında beldeler

Perdeler hep perdeler.

 

Bir tohumda bin gömlek

Giyim giyim fideler.”

 

_Bu “perdeler” şiirde ve eşyada şekli temsil ediyor. Şair ise bu “görünüş”ün ruhunu, özünü bulup söyleyebilecek. Perdeyi de korumak şartı ile onun ötelerini görecek ve gösterecek.

 

_Şiir arşı arayan ses…Solmaz bir renk, ölmez bir ahenk. Bunu “Çile”nin son bölümündeki Poetika’mda ortaya koydum:

 

“Bizce şiir, mutlaka hakikati arama işidir… Hülasa bütün alemin; akan su, uçan kuş ve düşünen insanla beraber bilerek veya bilmeyerek cezbesine sürüklendiği mutlak hakikati aramak yolunda çocukça, cambazca ve kahramanca bir usul… Şiir, Allah’ı, sır ve güzellik yolunda arama işidir.”

 

_Şiirlerinizi okuyanın anlayışına bırakmak varken, “Poetika”nızı yazarak okuyucuyu kendi anlayışınızın “telkini” altında bırakmayı neden uygun gördünüz?

 

_Bir Fransız edebiyatçısı, şairi; “sanatı üzerinde düşünen” diye çerçeveliyor. Yani ona göre, sanatı üzerinde düşünmeyen şair, kuyruğuna basılınca inleyen hayvancıktan farksız… Şair ne yaptığının yanı sıra niçin ve nasıl yaptığının ilmine muhtaçtır.

 

_Sizce şiir (sizin şiiriniz de diyebilirdim) bir tebliğ mi yoksa telkin işi midir? Yani bir fikri, ideolojiyi açıkça söylemeli, öğretmeli mi? Yahut dinleyenin (okuyanın) ruhuna işleyerek duygu ve düşüncenin mistiğinde onu eritmeli, sarmalı, kuşatmalı mı?

 

_Şiir dışında mutlak hakikat arayıcılığını apaçık temsil eden müessese eğer ilimse… İkisini kıyaslamalı:

 

İlim, mutlak hakikati polis tavrıyla arar. Beldesi, mahallesi, karakolu, nöbet kulübesi, geçtiği sokaklar, çaldığı kapılar, iş bölümü… vs.

 

Ya şiir? O, mutlak hakikati hırsız gibi arar. Hiçbir şeyi belli değildir; hatta ismi ve cismi bile. Karanlık gibi şeffaf camlardan sızacak; dumanların asansörüne binip bacalardan inecek… (Bazıları) şiire davulculuk zanaatı göziyle bakarlar. Bütün kaba meddahlar, didaktik ve politik şiirler bu soydandır.

 

Şiirde tebliğ kaba davulculuk, telkin ise sihirli kemancılıktır. İlmin usulünde “tebliğ”, şiirin usulünde “telkin” vardır.

 

_Bu anlatışınıza göre şiirin bir gayesi yok mudur? Varsa nedir? “Tebliğ” usulü kullanmadan gayeye nasıl varacak?

 

_Hiçbir şiirde “ne söyledi?” yok, “nasıl söyledi?” vardır. Söylenen bir remzdir. Her remz’de, “gizli” bir haber, her gizlilik işaretinde “sır”dan bir haber vardır.

 

En büyük “gizli” Allah’tır. Şiir, üstün manasıyla Allah’ı arayan alet… “Allah’ın sır hazinesi Arş’ın altındadır ve anahtarı şairlerin diline verilmiştir” buyuran İlahi vahiy bunu söylüyor.

 

_Peki üstadım, o zaman şairin cemiyet içindeki rolü ne olacak? Şair bir gazeteci, politikacı veya fikir adamı gibi “tebliğ” etmez elbette, ama hehalde seyredilen bir vitrin çiçeği veya ferdî ıstıraplar yumağı da olmasa gerektir?

 

_Evet, şiir hakkında “Cemiyetin rüyasını ayrı bir rüya üslubuyla anlatan bir tabirname” diyebilirsiniz.

 

Cemiyet, iç ve gizli hayatı ile uyur ve rüyasını şair görür, sayıklamalarını şair zapt eder… Allah’ın kendisine bahşettiği nurla cemiyetin gerilere ve ilerilere doğru manasını temsil edebildiği nispette itibar kazanır.

 

Şiir ve şair, cemiyetlerin en mahrem ve sadık, en gerçek ve en emin münadileridir.

 

_Tamam efendim, sizin gördüğünüz “cemiyet rüyasından” ve zapt ettiğiniz “sayıklamalar”dan birkaç mısra naklederek bugünkü sohbetimizi bitirelim:

 

“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak…

Alevler içinde ev, üst katında ziyafet.

 

Öttür yem borusunu öttür öttür borazan

Bitpazarında sattık kalkamaz artık kazan!

Allah’ın on pulunu bekleyedursun on kul

Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.

 

 

Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;

Tartılan vatana bak, dalkavuk kafesinde…

Mezarda kan terliyor babamın iskeleti,

Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?”

 

Destan, 1947, Çile

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...