Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
sark

Nuranî Hüzmeler

Recommended Posts

Şeyhi Ekber (Muhyiddinî Arabî) Hazretleri anlatıyor:

 

_Hicri 602 yılında, Şeyh Evhadüddin Hâmid (Kirmâni) Konya'da yatmaktadır. Bana Yusuf Hamedani'den bahseden ilk defa bahseden odur. Kendi memleketinde, Yusuf isimli büyük bir zatın gelip geçtiğini söyledi. Altmış yıldan fazla irşat postunda kalmışlar.. Bir gün dergâhda otururken, gönlüne dışarıya çıkmak arzusu düşmüş. Halbuki Cumadan başka günlerde dışarıya çıkmak adetleri değilmiş. Çıkmışlar.. Bir müridi bu halden alınarak onu takibe başlamış.. Yusuf Hamedani Hazretleri, bindiği hayvanın başını kendi haline bırakıp o nereye götürürse gitmek üzere, hiçbir niyet belirtmemiş.. Şehirden çıkan hayvan, kırlar.. Uzaklarda viran bir mescid.. Hayvan bu mescidin önünde durmuş.. Mescidin içinde heybetli bir delikanlı.. Başını önüne eğmiş, ruhuna dalmış, öylece duruyor.. Şeyh manzaraya bakarak bir saat kadar ayakta beklemiş.. Nihayet genç başını kaldırıp şeyhi görmüş..

 

Gencin ilk işi, kalbinde ukde olan bir meseleyi şeyhe sormak.. Sormuş ve cevabını alınca yüzü şevkle aydınlanmış.. Genç ferahlamış.. Bunun üzerine Yusuf, gence demiş ki; "İçine böyle ukdeler düşünce daima bana gel ve sor; şehire kadar yorulmaya katlan, beni buralara çekme, bana zahmet verme!" Genç, bu sözleri söyleyen Yusuf'a dalgın dalgın şu karşılığı vermiş: "İçime bir ukde düşünce sana kadar gelmek mi? Böyle anlarda dağların, kırların her taşı benim için bir Yusuf'tur!" ve şeyh gencin karşılığına hayran kalmış...

 

Şeyh Ekber ilâve ediyor:

_Sâdık ve candan mürid, sadakat ve samimiliğiyle, şeyhini ayağa kadar cezbeder.

 

 

Büyük Kapı'dan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Akıllı olan, kuyu dibini seçmiştir; zira halvette gönül safâsı vardır. Kuyu dibinin zifiri karanlığı, halkın zulmetinden iyidir. Halkın ayağını tutan kimse baş alıp getirememiştir; yani nihayete erip sırra muttali olamamıştır. Halvet ağyâra karşı lazımdır, yâra karşı değil; kürk kış için gereklidir, bahar için değil!..

 

Mevlânâ

 

 

"Allah bazen, mahzun bir kalbin ağlamasıyla bütün bir ümmete merhamet buyuruz."

 

Süfyan Bin Uyeyne

 

"Hüzün bir hükümdâr gibidir; otağını bir yere kurunca, başkalarının orada ikametine izin vermez.."

 

el-Kuşeyrî

 

 

"Allah buyuruyor ki: Bizim nazarımız kalbedir, sudan balçıktan sûrete değildir. Sen, benim içimde kalbim var diyorsun, amma gönül, Arş'ın yücesindedir, aşağılarda değil."

 

Mevlâna

 

"Dünya nedir? O Hudâ'dan gafil olmaktır; kumaş, gümüş, evlad ve kadın değildir. Eğer dünya malını Hak rızası için omuzlarsan, ona Hz. Resûl: "İyi insan için iyi mal ne güzeldir!" buyurmuştur.Geminin içindeki su geminin helâkına sebep, geminin altındaki su da onun hareketine vesiledir."

 

Mevlâna

 

Benim bu hâlimi gören garipler, bir gün gelip benim mezar toprağıma otursunlar; zira garipleri ancak garipler anlar. Evet garipler birbirlerine yâdigâr ve emanettirler. Ey Rabbim, Sen çaresizlerin çaresisin, benim de başkasının çaresini de ancak Sen bilirsin. Geceden apaydın gündüzü çıkardığın gibi, bu kederden de benim neşe ve sürûrumu çıkarabilirsin...

 

İbn Arabî/ Nurlar Risalesi eserinden

Share this post


Link to post
Share on other sites

Derviş konuşuyordu. Herkes ağlıyor, bir delikanlı gülüyordu. Derviş sordu; "Niçin gülüyorsun?" Delikanlı şöyle dedi; "Bu insanların tümü cehennem korkusuyla kullukta bulunuyorlar. Ateşten kurtuluşu büyük bir mutluluk sayıyorlar. Oysa bende ne cennet sevdası ne de cehennem korkusu var. Ben aşkıma karşılık istemiyorum çünkü!"

 

 

Allah kendisi için sevenlerin kalbini öylesine yarmıştır ki, gönüllerin nuruyla, onlar Celâl'inin büyüklüğünü görürler. Böylece bedenleri dünyada kalır, canları ise perdeyle örtülür, akılları göğe yükselir. Onlar, meleklerin arasında dolaşır ve hep bu gerçeğei bizzat görürler. Sadece Allah'a sevgi duyarak, cennet arzusu ve cehennem korkusundan kurtularak kulluk ederler.

 

 

En güzel anlar insanın kendisiyle geçirdiği anlardır. Ama insanın bunun değerini kavrayabilmesi için başkalarıyla zaman geçirmesi gerekir.

 

 

Niçin, diline geleni hemen ağzından çıkarıyorsun? Neden coşkunu açığa vuruyorsun? Allah'ın abdallarında böyle hâller çok olur. Bunlardan yoksun kalmamak için, kendini her şeyden yoksun kılmalısın. Kim sırrını saklarsa, işlerinin hâkimi olur.

 

İnsanlar duygularını birbirleriyle değişmez, sadece birbirinin yalnızlığına dokunurlar.

 

Eyvah!

Apansız kopup gelen bu belâ! Ne korkunçtur apansız bu belâ! İnsanların, şaşkın durumda uçuşan pervanelere benzeyeceği gün ve dağların yumuşak yün topaklarını andıracağı günde olacaktır. O zaman tartısı ağır basan kendisini mutlu bir hayat içinde bulacak; tartısı hafif gelen ise, bir uçurumun girdabına sürüklenecektir. Bilir misin nedir o? Dağlayan bir ateştir!

 

 

Kendisini, kavurucu ama bir o kadar da iyileştirici bir yalnızlığın beklemekte olduğunu hissetti. "Seni" dedi, "Kimi zaman bulmadan yitirdiğimi düşünüyorum." "Bizim" dedi, "Aramızda zaman ve mekan engeli olmaz. Dilediğimiz zaman görüşebiliriz."

 

Kimi ölülerin sohbeti için, bazı dirilerinkini terk et.

 

***Dünya ve ötesine ilişkin tüm gayb bilgilerini edinmeden bu denizden karşıya geçmeyeceğim!!

 

 

Sadık Yalsızuçanlar/ Gezgin

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir hakikat talibi irfan yolunda yürümeye azmettiği ilk günlerde rüyasında “kalbini secde ederken” görmüş. Şaşırmış tabii. Hayretler içinde kalbinin secdeden kalkmasını beklemiş beklemiş beklemiş. Fakat kalbi bir türlü secdeden kalkmak bilmemiş. Ne yapacağını şaşırmış kan ter içerisinde rüyasından uyanıvermiş.

Çevresinde ne kadar tanıdığı bildiği güvendiği zat varsa huzurlarına gidip kendilerinden bu rüyayı tabir etmelerini istemiş. Fakat kimse rüyasını tabir etmemiş. Çünkü bu zatlar bizzat tecrübe etmedikleri bir hadiseyi (kendilerinin görmekten mahrum oldukları bir rüyayı) yorumlamayı hiç de edeble mütenasib bulmamışlar.

Derken içlerinden biri “Filan şehirde bir zat var onun yanına git belki o sana yardımcı olur” diye nasihatta bulunmuş. O da üşenmeyip o şehre gitmiş. Selâm verip huzura çıkınca zihnini meşgul eden malum soruyu biraz dolaylı olarak sormuş:

— “Efendim!” demiş “Kalp secde eder mi?”

Şeyh efendi tebessüm edip kendisine şu cevabı vermiş:

— “Elbette eder; hem de ebediyete kadar!”

Bu cevap üzerine Şeyh efendinin düşünün kendisine düştüğü kimselerden olduğunu anlayıp bir daha o zatın yanından ayrılmamış.

***

Eylemek için önce istemek gerekir; eyleyebilmek için önce istemelisiniz.

İstediğinizi eyleyebilmek için istemek yetmez; eyleyebilecek güce de sahip olmalısınız..

İrade ve kudret bir fiilin olmazsa olmaz koşulu. Bunda kuşku yok! İsteğiniz ve gücünüz yoksa eyleyemezsiniz çünkü.

İstek gücü güç ise eylemi meydana getirir.

'İbadet' de —tıpkı 'âdet' gibi— bir nevi tekrardır. Bu iki tekrarlama işlemini birbirinden nasıl ayıracağız? Sözgelimi sürekli yemeklerden önce “el yıkamak” ile namazlardan önce “abdest almak” arasındaki ayrımı mümkün kılan ölçüt nedir?

Eskiler 'ibadet' ile 'âdet'i birbirinden ayırmak için zorunlu bir şartın varlığına işaret etmişler: 'niyet'.

Yani eyleme bir şuurun bir bilincin eşlik etmesi.

İbadet'i âdet'ten ayıran işte bu yönüdür; bilinçli yapılıyorsa eyleme bir bilinç eşlik ediyorsa ancak tekrarlanan o eylem 'ibadet' vasfını kazanır.

Niyete hareket hareket değildir; meyldir sadece temayüldür. Hareketin anlamı hareketin kendisinde değil harekete geçiren sebepte yani amaçtadır. Amacını bilmediğiniz bir harekete anlam veremezsiniz.

Bir eyleme anlam verebiliyorsak bu o eylemin amacını yani eylem sahibinin niyetini kestirebiliyor oluşumuzdandır. Kestiremeseydik anlam da veremezdik.

Bâyezid-i Bistamî “Yıllarca durmadan usanmadan insanları Allah'a davet ettim” demiş; “nice zaman sonra arkamı dönüp baktım. Bir de ne göreyim hepsi beni geçmiş!”

***

Kalbin secdesi “âzaların secdesi” gibi değildir. İnsanın âzaları yüzü ve elleri secdeye gider. Burası açık. Fakat âzalar secdeye gittiği gibi secdeden gelir de. Yani insan ne kadar secdeye kapanıyorsa o kadar da secdeden kalkar. Kalkmayacak olduğunu bilen kaç kişi secdeye gider?

Azalar kalkabildikleri sürece secdeye kapanırlar. Kalp ise kalkmamak için ve kalkmamak niyetiyle secde eder. Bir kere secdeye kapanmaya görsün bir daha kalkmaz kalkmayı istemez beceremez de zaten.

Ey talib asıl marifet kalbin secdesidir; âzaların secdesinden maksad da kalbi secdeye davettir. Sen bak bakalım kalbin hiç secde ediyor mu?

“Nedir secde?” diye soruyorsun.

Bir kere daha söyleyeyim: Secde hiç olmaktır hiçleşmektir. Hiçleşmek ise aslâ bir daha kalkamayacağın bir biçimde yüz sürmektir toprağa!

Sen bu secdenin izini alınlarda değil kalplerde ara! Eğer bir kalpte bu türden bir secdenin izini buluyorsan hiç tereddüt etme yüz süreceğin toprağı bulmuşsun demektir.

O hâldeyken bırak kalbin o kalbe secde etsin!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Esrar ile Galib

 

Bir Molla Celâl var bir de Tebrizli Şems bilinen en güzel dostluk hikâyesi olarak… Beş asır sonra Esrar ile Gâlib doğar sevda burcundan, aynı pınardan ama dolunay olamadan, hilal iken bitecektir bu hikaye…

 

 

 

İkisinin de asıl ismi Mehmet. Esrar ve Gâlib seçtikleri mahlaslar, şairdirler kendileri... Gâlib Yenikapı Mevlevihanesi'nin kıymetli zatlarından olan babasının ışığında yetişir, mum dibini aydınlatır yani, söylenenin hilafına. Evde ilim için önünde, tekkede edeple arkasında, yanında hep. Bir evin bir oğlu, tek çocuk. Nazlı, kıymetli, şık, sadece beyazdır kıyafetleri, hep beyaz… Ve güzel mi güzel, nurlu mu nurlu bir yüzü vardır. Öyle ki bir yerden geçtiği zaman nuru ve kokusu kalır ardında. Mum gibi, lamba gibi ona bakıp başka yöne bakıldığında aksi kalır, o görülür yine… Lâkâbı vardır halk arasında:"Zamanın Yusuf'u", "İkinci Yusuf"...

 

 

 

On yedi yaşında bir divan tertib edecek kadar şiiri olur. Bu yaşta divan sahibi olmak o devrin şartlarında çok yüksek bir zekayı, ilmi ve fikri seviyeyi gerektirir. Zamanın büyüklerinden birinin kendisine verdiği Es'ad mahlasını herkeste bulunduğu için değiştirir. "Son beytinde Es'ad ismi geçen iyi şiir için şiire yazık, kötü şiir için bana yazık.." diyerek... Seçtiği Gâlib mahlası, divanından sonra ikinci şaşırtıcı olay olur onunla ilgili. Oldukça iddialı bir isim çünkü. O yaşta bir tıfıl için fazla iddialı... Ama Gâlib'in esas vurgunu, yirmi beş yaşındayken üç ayda yazıp tamamladığı bir mesnevi ile olur. "Artık böyle bir mesnevi yazılamaz!" denince Nabi'nin Hayrabad'ı hakkında, "Allah, Kur'an ile güzel söz söyleyenlere meydan okuyor, hadi onun gibi bir söz söyleyin diyerek. Eğer her devirde güzel söz söylenmeyecek olsaydı Allah Teâlâ niçin ebedi olan sözünde böyle buyursun?" düşüncesi ile: "Ben yazabilirim Allah'ın izniyle!" der. Hüsn ü Aşk böyle bir mantık, inanç ve vakarın kitabı ve divan şiirinin son mükemmel mesnevisi. Bomba gibi düşer o zamanın zevk meclislerine! Ve hep olan, ona da olur. Çabuk tüketince kolay ulaşılanları, zorluklara sıra gelir genç yaşta. Kaçıp Konya'ya gider; çile çekecek, beşinci boyutta gezinecek, Hüsn ü Aşk'ın ateşten denizinde mumdan gemiler yüzdürdü ya, bakacak nasıl oluyormuş bu işler... Anne baba dayanamaz onun hasretine, himmet dileyip getirtirler Yenikapı'ya.

 

 

 

Suskun ve boynu bükük geçen bir kaç yılın ardından otuz yaşında icazet alır. Tıfıl iken "dede" olmuş bir civan. Bir can, can-aver(can alan) olmuş, hayret ki hayret Cenab-ı Rabbi'l-Alemin'in işlerine! Tam o günlerde... Galata mevlevihanesi şeyhi vazifesinden azledilir, "küstahlık" etmiştir. Konya'dan bir şeyh efendi çağırılır, o ise Allah'a yalvarır, son nefesi Mevlânâ hazretlerinin eşiğinde versin, duası kabul olur. Elde kim var başka: Gâlib Dede... Galata'nın o kozmopolit, o karmaşık, o esmer gündemine ince bir gül dalı gibi düşer Zamanın Yusuf'u… "Galata Mevlevihanesi'nin tıfl-ı nazenini" kimsenin dilinden düşmez artık.

 

 

 

Bir mecliste suratını asmış, efkarlı ve bunalımlı oturup duran Esrar'a: "Sen de mi Galata'nın tıfl-ı nazeninine tutuldun, nedir bu hal?" diye çatılınca duyar Esrar onun adını. O zamanlar orta yaşlarını süren, ağır oturaklı, ciddi adamdır o. Ağır abilerden yani... Hafife alır hayatının hatasını yaparak... "Onu bir gören bir daha eteğinden ayrılamıyor" diyenlere "Eh görelim bakalım tılsımını şeyhinizin, yarın gidiyorum, hem de dizinin dibine, tekkeye!" der. Esrar mı aldın be Esrar, nasıl bir söz ettin böyle, yazık ettin kendine!.. Ateşe karşı yiğitlik olur mu, denize meydan okunur mu, rüzgâr alıp götürmez mi yaprağı; gönül işlerinde cür'etin yeri var mı?

 

 

 

Oysa Gâlib, Hakk'ın haberdar etmesiyle bilmektedir ruhuna kanat olacak kişinin az sonra şu kapıdan içeri gireceğini ve çıkmayacağını. Tebessümle seyreder yağmurlu, rüzgarlı sokaktan yağmurla da, rüzgârla da, kendisiyle de kavga ede ede geleni...

 

 

 

Cür'etin bedeli vurgundur, bilen bilir; yare karşı haddini bilmeyenin, gözleri de yanacaktır gönlü de...

 

 

 

 

 

Kartal kanatları gibi kalkık omuzlarla huzura giren Esrar'ın omuzlarının inişi, kalbinin yanmasından sonra olacaktır. Edep sevdadan sonra gelir, teslimiyet de... Buraya kadar herşey güzel… Bulunca insan, bir müddet şükürle sarılır nimetlere, sonra yavaş yavaş ülfet gelir kurulur sevdanın tahtına, o zaman can çekişmeye başlar ruh.

 

 

 

İki Mehmet, Şeyh Gâlib ile nevniyaz(yola yeni giren dervişe derler) Esrar, Mevlana ve Şems gibi, birbirlerinin hem hocası hem talebesi olurlar. O bunu yetiştirirken bu da onu yetiştirir aslında...

 

 

 

Semada selamlaşma(mukabele) vardır; semazenler karşılıklı eğilirler, göz göze... Bu eğiliş insanın özündeki "Ve nefahna" sırrınadır, o bakış O'na... Az önce denize karşı oturup Rahman'ın tecellilerini seyretmiş iki dostun, sema gibi bir sonsuzluk seyahati öncesi birbirinin gözlerinde, kendisini tamamlayacak olanı selamlaması ne sarsıcı ve ne çarpıcıdır!Teveccühtür tasavvufta en özel eğitim şekli, bir talebenin gözlerinin içine bakmak... Şeyh Gâlib Esrar'ının gözlerinin içine bu manada da bakmaktadır.

 

 

 

Bir kaç zaman sonra, ben diyeyim bir ay, siz deyin bir yıl; Esrar'ın gözleri perdelenmeye başlar. Gözlerinde bir esmerlik, bir gölgelenme... Ufak ikazlar; bir gamze, bir kaş çatış... Hayır, tesir etmez; bir süre aydınlık, sonra yine bulutlar kapatır güneşi.Tarihe geçmemiş ne olduğu, ya bir alışkanlık eseri esrar içmesi yahut kadın-kız meselesi... Bir gece Şeyh Gâlib tam da âleminin zirvesinde, Esrar'a görünüverir sırlı bir boyuttan! Sadece bir görüntü! O kadar... Cübbesinin savruluşunu görür Mehmet Esrar; bir de, bir de o savruluşun rüzgârı yüzüne vurur, nefesini keser bir an.Koşar eşiğe ama "Şeyh halvette... Kimseye izin yok!"

 

 

 

Başlamıştır, yanında bile gurbet günleri. Sürgün günleri. Tecrid… Uzaklığın en koyusudur bu. Bakar ama eskisi gibi değil… Söyler, ellere der gibi. Tutar, buz gibi... Tecrid... Bir ağacın yapraklarını dökmesi gibi hazana döner Esrar. Ne yapsın?

 

Bir şiir yazar özür beyanında:

 

Kâküllerine ol mehin, ey şâne, dokunma

Zencîri kırar bu dil-i dîvâne, dokunma

 

Gül-berk misâli ciğerim pâreliyorsun

Ey bâd-ı seher, ol gül-i handâne dokunma

 

Feryâd-ı ene'l-Hak eder âvâz-ı tanîni

Fâş etmesin esrârını, peymâne dokunma

 

Bünyân-ı nizâm-ı felek, ol kûy-ı belâdır

Âlem yıkılır bu dil-i vîrâne dokunma

 

İçtikleri hep hûn-ı ciğerdir fukarânın

Şeyhâ, kerem et, hâtır-ı rindâne dokunma

 

Eğlenceleri zülf-ü dil-ârâm-ı elemdir

Dinle, ne siyah gûndur o efsâne, dokunma

 

Şâhım, senin Esrâr sadâkatli kulundur

Lûtfeyle, o derviş-i perîşâne dokunma

 

O dolunaya benzeyen sevgilinin saçlarına sakın dokunma ey sevgilinin tarağı, yoksa deli gönlüm zincirlerini kırar kıskançlığından… Böyle saçlarını taradıkça sen, dertlerim artıyor, imtihanlarım ağırlaşıyor iyice… Onun saçları karardıkça kararıyor bahtım…

 

Rüzgâr kokusunu getiriyor her seher, dayanılmaz oluyor bu gönülden düşmüşlük…

Ey seher rüzgârı, goncanın bağrına sokulup yapraklarını dağıttığın gibi ciğerlerimi paramparça ediyorsun, o benim gül yüzlü sevgilime dokunma…

Benim gönlüm her neye baksa Rabbini görür, O'nu anar gizli sırlarla; bu gönül kasesini kırma ki sırları açığa çıkmasın…

Ey zavallı Esrar, âlemin nizamı Hak erenlerinin mahzun gönüllerindedir, onların gönüllerini kırma ki kâinat yerle bir olmasın…

Dervişlerin içtikleri kendi ciğerlerinin kanı oldu bir nice zamandır; şeyhim, kerem eyle, müridlerinin gönlüne dokunma…

Onların tek zevkleri senin huzur veren elemlerindir, dinle ne acıklı hikayelerdir onlar, aman acıyıp da o elemleri bizden alma, dokunma… Senin derdin bize dermandır, senin kaş çatışın bize ilaçtır, senin uzak duruşun bize çağrıdır… Eşikteki kalbimdir, bas da geç şeyhim! Ama ne olur öyle bakma, yanıyor yüreğim sızım sızım...

Sultanım, Esrar senin sadık bir kölendir, lûtfeyle bu

 

derviş-i perişâne dokunma…

 

"Dokunaklı bir gazel olmuş Mehmet efendi..."

 

 

 

Böyle der, evet evet, sadece böyle söyler Şeyh Gâlib gazeli dinleyince... Ah!!.. Hani dargınlığını azcık gösterse alıp dağlara kaçıracak Esrar onu, savuracak bir uçurumdan ötelere ama hayır, sanki hiç bir şey yaşanmamışçasına yabancı durur işte! Karar verir, bu böyle olmaz; ben bunu daha fazla kaldıramam! (Ne güzel, kaçıp sığınacak bir yerleri var o zamanlar aşıkların.. ) 1001 gece sürecek olan büyük "çile"ye girme isteğini arzeder sultanına. Gâlib: "Madem öyle istiyorsun, öyle olsun..." der, öyle umursamaz, ne halin varsa gör! (Ah, güzel gözlü, güzel yüzlü Gâlib, Yusuf-u Sani, kimbilir ne denli yakıcıydı bakışları öyle bigâne çevirirken yüzünü... Ve nasıl da sızlıyordu kalbi en derinden!)365+365+271=1001… İnsan hiç mi özlemez? Bir kez bile, kapıdan bari bakmaz mı? Bu sevda, bu bekleyiş yakar pişirir Esrar'ı... Gözyaşlarının tükeneceği kadar zaman eder bin bir gece...

 

Bin birinci gece bir Miraç kandiline denk gelir. Ve o gece ay dolar Esrar "dede"nin hücresine: Gâlib ziyaret eder onu gece sehere devrilirken! Bu ne lûtuf sultanım! Hoş geldin, Hoş geldin! Sabaha dek sohbet, halvet, sükût olsa, bin yıllık özlemi bitirmeye yeter mi bir gece?

 

Sabaha doğru Gâlib hücreden çıkar, öyle munis, öyle mesud... Sabah namazından sonra cenazesini çıkarırlar Esrar Dede'nin.

 

 

 

 

 

 

Şeyh Gâlib bu doyamadığı dostuna çok içli bir mersiye, ağıt yazar ki canlar dayanmaz! Ama bir nebze olsun anlaşılabilir manzara:

 

 

 

Kan ağlasın bu dide-i dür-barım ağlasın

Ansın benim o yar-ı vefa-darım ağlasın

 

 

 

Çeşm ü dehan u arız u ruhsarım ağlasın

Baştan başa bu cism-i siyeh-karım ağlasın

 

 

Ağyarım ağlasın bana, hem yarim ağlasın

Guş eyleyen hikayet-i Esrar'ım ağlasın

 

 

 

Nadide bir güher telef ettim dirig u ah

Hak içre defn edip geri gittim dirig u ah

 

 

 

Zat-ı şerifi âleme bir yadigâr idi

Fakr u fena vü aşk-ı hüner ber-karar idi

 

 

 

Her şeb misal-i şem benimle yanar idi

Saye gibi yanımda enis-i nehar idi

 

 

 

Hakka tamam âşık idi yar-ı gar idi

Birkaç zaman muammer olaydı ne var idi

 

 

 

Allah verdi aldı yine kurb-ı hazrete

Biz kaldık intizar ile ruz-ı kıyamete

 

 

 

Ahir nefeste sohbeti oldu muhabbet ah

Bir yara vurdu bağrıma, ah derd-i firkat ah

 

 

 

Gelmez mi hiç kalb-i fakire bu suret ah

Ey kaş etmeyeydim o âşıkla sohbet ah

 

 

 

Yakmazdı belki canımı bu nar-ı hasret ah

Telh etti kamımı o zehir-nak şerbet ah

 

 

 

Eyvah elden o gül-i handanım aldı mevt

Esrarım aldı, dil ü canım aldı mevt

 

 

 

Olsun mübarek ol mehe kabr-i saadeti

Mevlâ müyesser ede makam-ı şefaati

 

 

 

Bitmiş ne çare dane vü gelmiş saati

Dehrin budur hemişe muhibbana âdeti

 

 

 

Tefrik içindir etse de izhar vuslatı

Zehri yutulmaz ağza alınmaz harareti

 

 

 

Ben gördüğüm bu dar-ı fenanın fenasıdır

Bâkî Huda rızası beka Hak bekasıdır

 

 

 

Meydan-ı mevlevide nişan aşikar edip

Pervaz ederdi şevk ile anka şikar edip

 

 

 

Eylerdi nay u defle sema ah u zar edip

Bulmuştu kan-ı meşrebi hakta karar edip

 

 

 

Almıştı müjde kuyuna yârin güzar edip

Gitti ne çare Galib'i hasretle bar edip

 

 

 

Olsun visal-i hazret-i piranla kam-yab

 

Kıldı karin-i kabr-i Fasih-i felek-cenab

 

 

 

Bıraksın yaşla dolu gözlerim yükünü, ağlasın! O benim vefalı yârim ağlasın! Gözlerim, ağzım, yüzüm, yanaklarım ağlasın! Baştan başa bu siyah cismim ağlasın! Bana hem dostum ağlasın hem de düşmanım; Esrar'ımın hikayesini duyan ağlasın!.. eşsiz bir mücevher kaybettim ben, eyvah, vah! Toprağa gömüp geri çekildim eyvah, vah!

 

Varlığı âleme bir armağan idi; fakr, fena ve aşk hüneri vardı onda; her gece mum misali benimle yanar, gündüz gölgem gibi yakınım olurdu. Hâkîki bir aşık idi, Hazreti Ebubekir gibi mağara arkadaşı, can dostum idi; ne olurdu birkaç zaman daha yaşasaydı! Allah verdi, yine O aldı kendi katına, bize kıyamet gününü beklemek düştü…

 

Son nefesinde muhabbeti söyledi, ayrılık acısı bağrıma nasıl bir yara vurdu! Bu fakirin kalbine bu manzara nasıl gelmez artık? Keşke onunla hiç yakınlık kurmasaydım! O zaman bu hasret ateşi canımı yakmazdı; lezzetimi nasıl da acıya çevirdi o zehirli şerbet! Eyvah, ölüm elimden gülyüzlü dostumu aldı; Esrar'ımı aldı, kalbimi ve canımı aldı!

 

O ay yüzlü dosta kabri mübarek olsun! Mevlâ makam-ı şefaati lutfetsin. Ne çare, rızkı tükenmiş, saati gelmiş… Kaderin sevenlere âdeti budur işte: Kavuşturması ayırmak içindir ki vuslattan sonra ayrılık, zehir gibi bir acı ve dayanılmaz bir ateştir. Benim gördüğüm bu fani dünyanın yalnız fenalığı, kötülüğüdür; Bâkî olan Allah'ın rızası, beka Hakk'ın bekasıdır…

 

 

 

Mevlevîlik yolunda iz bıraktı. Şevk ile kanat çırparak yüksek yerlerde uçar, anka gibi mânâları avlardı. Ney ve defle sema edip ah ile inlerdi. Hak yolunda karar kılıp yaratılış gayesine ermişti. Yârin yurduna ulaşmış ve müjde almıştı ondan. Ne çare, Galib'e hasreti yükleyip gitti… Kader onu Fasih hazretlerinin kabrine komşu eyledi. Hak dostlarının mübarek ruhlarına kavuşup mesud olsun!

 

 

 

Bir yıl geçer aradan… Şeyh Gâlib, bir akşam rahlesinde talebelerinden birinin notunu bulur:"Bu derece yüksek mertebedeki bir zatın, dış görünüşüne bu derece dikkat etmesi nasıl olur?" Halden ve gönülden ve hiç olmazsa dilden anlamayanların elinde kalmış bir bülbül gibi titrer Gâlib... Derler ki bu, içine iner Şeyh'in, üç gün hasta yatar ve canını Canan'a arz eder.. Hem de Esrar Dede'den bir sene sonra, aynı gün…

 

 

 

Babası musallada son kez yüzüne bakınca: "Bu siyah sakal bu tahtaya hiç yakışmamış!" diyerek ağlayacaktır ve kapatacaktır o nurâni yorgun gözlerini, gün doğmaz akşamlara; ak sakalına dökülen son birkaç damla yaşla ve boğazına düğümlenen son kelamıyla, “Geçti Gâlib Dede candan Ya Hû”…

 

Ümmügülsüm Vural

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm!

Bazı sözler vardır ki iki cümleden ibarettir ama iki cilt kitap kadar mana yüklüdür.

 

Hatta bazı İslam büyükleri iki senelik vaazlarını bile böyle iki cümle içinde özetlemişlerdir.

Tıpkı derviş Yunus'un kendini özetlediği gibi:

- Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm! Hepsi o kadar. Uzun söze ne hacet?

İsterseniz bir de Bağdat Basra'nın meşhur mutasavvıfı Hatem-i Asam'ı dinleyelim o ne diyor bu konuda. Bir ara kürsüden uzun zaman vaaz ettiği cemaatine seslenir:

- Senelerdir dinlediğiniz benden ne öğrendiniz iki cümle içinde söyleyin bakayım?

- Bunca senedir anlattıklarınızı iki cümle içinde mi anlatacağız?.. deyince "Evet" der "isterseniz ben anlatayım iki cümle içinde senelerdir anlatmak istediğimi?"

Dikkat kesilirler. Hatem-i Asam da anlatır senelerdir anlattıklarını iki cümle içinde. Bakın nasıl özetler:

- Benden şu iki gerçeği öğrenmiş olun yeter. Biri kendinizde olana kanaat etmek! Öteki de başkalarında olana haset etmemek!

İşte der benim senelerdir sizlere anlattıklarımın özeti. Kendinizde olana kanaat etmeniz başkalarında olana da haset etmemeniz. Bu iki düşünce var mı kalbinizde gönlünüzde bir bakın varsa her şey var beni tam dinlemişsiniz demektir. Bu iki değerlendirme yoksa hiçbir şey yok demektir! Hiçbir şey öğrenmemişsiniz benden!..

- Ne dersiniz bu iki cümleye? Sanki olgun ve kamil insan olmanın gereği mi bu iki anlayış:

Kendimizde olana kanaat etmemiz... Başkalarında olana da haset etmememiz... Yani hem kendimizle hem de çevremizle barışık olmamız. Çevremizi seven çevremizce de sevilen insan haline gelmemiz...

Peki sadece bu kadar mı bu iki cümlenin insana kazandırdığı değer? Kendimizde olana kanaat etmek başkasında olana da haset etmemekten mi ibaret bu düşüncenin sonucu?

- Hayır! dahası var. Asıl mühim olanı da bundan sonrası. Bir de ona bakalım isterseniz.

Biliyorsunuz insanlar çalışır çabalar kendilerine düşeni yaparlar... Ama sonunda Rabb'imizin takdiri ne ise o olur. Varlık darlık hastalık sıhhat... Hepsi de Rabb'imizin takdiridir bizlere...

İşte kendinde olana kanaat eden adam Rabb'inin kendi hakkındaki bu takdirlerine de razı olan adam demektir. Rabb'inin takdirine razı olandan ise Rabb'i razı olur!..

Asıl mesele de burada başlar. Rabb'inin takdirine razı olandan Rabb'inin de razı olmasından...

Bir kul için Rabb'ini razı etmenin ötesinde büyük kazanç düşünülebilir mi?

İsterseniz bir de bunun misaline bakalım. Musa Aleyhisselam Tur'daki duasında der ki:

- Rabb'im sen kullarından ne zaman razı olursun? Onu bana bildir ki ben de buradan dönünce kullarına bildireyim. Onlar senin razı olacağın hal ve tavır içinde olsunlar?

Şöyle buyurur Rabb'imiz:

- Sen kullarıma söyle onlar benden ne zaman razı olurlarsa ben de onlardan o zaman razı olurum!

Evet varlık darlık hastalık sıhhat... Kendine ne takdir edilmişse hepsine de razı olup kanaat eden başkalarında olana da uygun olan odur deyip haset etmeyen kul doğrudan doğruya Rabb'inin takdirine razı olup kanaat eden kul demektir. Rabb'inin takdirine razı olandan ise Rabb'i razı olmaktadır. Bundan daha büyük bir kazanç olur mu inanmış bir insan için?

- Öyle ise yoklayın iç dünyanızı!.. Kendinizde olana kanaat ediyor başkalarında olana da haset etmekten kendinizi koruyor musunuz bir kontrol edin duygu ve düşüncelerinizi? Artık tereddütsüz biliyoruz ki biz Rabb'imizin takdirinden ne kadar razı isek Rabb'imiz de bizden o kadar razıdır. - Ne dersiniz bunu böyle biliyor böyle uyguluyor muyuz?.. Şimdi de düşünme sırası bizde mi?

 

 

AHMET ŞAHİN.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yunus Emre medeniyetimizin sembol şahsiyetlerinden biridir. İnsanı tabiatı ve bütünüyle varlığı sevmeyi öğreten sembol şahsiyet… Zira ondan geriye sadece şu dörtlük kalsa bile onu bu şekilde nitelememize yeter.

 

“Gönül Çalab’ın tahtı

Gönüle Çalab baktı

İki cihan bedbahtı

Kim gönül yıkar ise”

 

Çalab Tanrı… Tanrı’nın tahtı insanın gönlü. Eğer her hangi bir insanın gönlünü yıkar isen Tanrı’nın tahtını yıkmış sarayını tarumar etmiş olursun. Dolayısıyla hem bu dünyada hem de öte dünyada bedbaht olursun.

İnsanı gönülle buluşturmak… Gönlün farkına varmak. Tanrı’yı gönülde arayıp bulmak.

 

Tanrı’yı gönülde bulmanın anlamı derindir. Her şeyden önce Tanrı’yı gönülde bulan ayrıma gayrıma gitmez ırkçılık yapmaz kendini ötekinden üstün görmez. Diyor ki:

“Sen sana ne sanırsan

Ayruğa da onu san”

 

Ayruk öteki demektir… Ben ve öteki. Modern çağın en temel kavramlarından birisi ötekileştirmektir. Bugün ötekileştirerek kendimi ve seni tanımaya çalışıyorum. Bu tanımayla da güya bir kimlik inşa ediyorum. Oysa Yunus ötekiyle empati yapmamı onu anlamamı salık veriyor. O bunu yaparken “kendin için istediğini kardeşin için de iste!” emrine uyuyor. Öteki benim kardeşim. Ötekini kardeşim olarak görürsem paylaşacağım derdiyle dertleşeceğim yarasına merhem olacağım.

 

Yunus Emre bir ömür bu topraklarda kardeşlik türküleri söyledi. Bu türkülerle büyüdük asırlarca süren ve sürecek olan büyük bir medeniyetin hamurunu mayaladı. Bunu yaparken de bir garip derviş olarak gayet mütevazıydi.

 

“Miskinlikte buldular

Kimde erlik var ise

Merdivenden ittiler

Yüksekten bakar ise”

 

Yunus’un dilinde miskinlik öyle sanıldığı gibi tembellik beceriksizlik acizlik zavallılık değildir. Orada daha başka daha yüce bir anlam var. Miskin Hakka teslim olmak… Sükûn. Yılların tecrübesiyle yetinme duygusunu kazanmak ve böylece kanaatin bir erdem olduğunu fark etmek ve bu fark edişle boş iddiadan ihtiras kin ve öfkeden kurtularak iç huzuruna ve güvene ulaşma hali. İşte miskinlik bu huzur ve güven duygusudur.

 

Erlik sadece erkeklik delikanlılık değil özü itibariyle modern insanın kaybettiği bir erdemdir. Erlikte bilgi yiğitlik şefkat ve merhametle birlikte irfana bilgeliğe dönüşmüştür. Ve bu erliğe zulümle kaba kuvvetle ihtirasla kin ve öfkeyle değil sükûnetle kalp huzuruyla ve güven duygusuyla erilir. Er olmak miskin olmaktır… Bunun zıddı ise kibirdir zulümdür. Mütekebbir ve muhterisler erlik merdiveninde yukarıya ulaşamazlar. Çünkü mütekebbir ve muhteris kendini yukarda görerek veya göstererek esas itibariyle erlik yolundan çıkmış azmıştır.

 

“Yûnus yoldan azuban

Yüksek yerde durmasın

Sinle sırat görmeye

Sevdiği dîdâr ise”

 

Demek ki Yunus’u konuşmak insanı erkişiyi ve erliği konuşmaktır.

 

Prof. Dr. Bilal Kemikli

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...