Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
sark

İsmail Gaspıralı

Recommended Posts

İSMAİL GASPIRALI VE “DİLDE BİRLİK” FİKRİ ÜZERİNE*

 

 

ÖZET

Bu çalışmada, Rusya’daki Türkçülük hareketinin babası olarak kabul edilen İsmail

Gaspıralı’nın kısa bir hayat hikâyesi verildikten sonra, temel olarak “dilde birlik”

fikri üzerinde durulmuştur. Onun bu konuyla ilgili amacı, “bütün Türklerin birbirlerini

kolaylıkla anlayabilecekleri ortak bir Türk dili oluşturabilmek” şeklinde özetlenebilir.

Bu yolda çok çetin mücadeleler vermiş; konunun uzun süre gündemde kalmasını sağlamıştır.

Ancak, zaman içerisinde ortaya çıkan çeşitli engeller, bu mücadelenin tam anlamıyla

başarıya ulaşmasını engellemiştir. Ancak, bütün Türklerin ortak bir Türkçeyle

konuşmaları fikri onun ölümüyle birlikte yok olmamıştır. Onun yolundan giden aydın

bilim adamları bu fikrin yılmaz savunucuları olmuşlar ve bu uğurda mücadeleye devam etmişlerdir.

 

 

Rusya’daki Türkçülük ve yenileşme hareketinin en önde gelen temsilcisi

olarak kabul edilen İsmail Gaspıralı, 21 Mart 1851’de, Kırım’ın Bahçesaray

şehri yakınlarındaki Avcıköy’de doğdu. Gaspıra, İsmail Bey’in babasının doğduğu

yerin adıdır. İsmail Bey’in babası, Çarlık ordusundan emekli bir teğmen

olan Mustafa Alioğlu; annesi, Kırım asilzâdelerinden İlyas Mirza Kaytafoz’un

kızı Fatma Hanım’dır. İsmail Bey, ilk öğrenimini Bahçesaray’da bir Müslüman

mektebinde aldıktan sonra, on yaşlarındayken Akmescid Erkek Ortaokuluna

başladı. Burada iki yıl okuduktan sonra, önce Voronej’de bir askerî okula, ardından

da Moskova’daki Harp Okuluna girdi. İsmail Bey, tabiî olarak bu şehirleri

ve okulları kendisine yabancı gördü. Bu okullarda okumakta olan çok az sayıdaki

Müslüman Türk çocuklarla arkadaşlık kurdu. Bunlar içinde de aslen Kırımlı

olan ve Litvanya’da yaşayan Mustafa Mirza Davidoviç’le candan dost oldu.

Moskova, bu devirlerde Slavcılığın, aşırı Rusçuluğun merkeziydi. Özellikle

Türk düşmanlığını gaye edinen Slavcılık, bu iki Türk çocuğunun

biribirlerine daha sıkı şekilde yaklaşmalarına ve düşünce dünyalarında milliyetçilik

fikrinin filizlenmesine sebep oldu. Rusların Türk düşmanlığı, bu çocuklar

üzerinde öyle derin izler bıraktı ki, 1867’de daha altıncı sınıftayken, Girit isyanında

Rum asilerine karşı mücadele eden Osmanlı güçlerine katılmak üzere

İstanbul’a gitmek için teşebbüse bile geçtiler. Bu gayeyle Kırım’a geldiler. Buradan

gizlice Odesa’ya geçen gençler, pasaportları olmadığı için İstanbul’a gidemeden

yakalandılar.

 

Bu olay, Gaspıralı’nın askerî öğrenciliğinin sona ermesine sebep oldu.

Moskova’ya tekrar dönemedi ve 1868’de, daha 17 yaşındayken Bahçesaray’daki

Zincirli Medresede Rusça öğretmenliğine başladı. Öğretmenliği esnasında Rus

edebî ve felsefî eserlerini okudu. 1872’de Kırım’dan ayrılarak İstanbul, Viyana,

Münih ve Stuttgart üzerinden Paris’e gitti. Paris’te bulunduğu iki yıl zarfında,

meşhur Rus edebiyatçısı İvan Turgenyef’in yanında yardımcılık ve bunun yanı

sıra tercümanlık yaptı. Daha sonra, uzun zamandır hayalini kurduğu Osmanlı

zabiti olma hevesiyle 1874’te İstanbul’a gitti. İstanbul’da bulunduğu esnada

Şemseddin Sami, Mehmed Emin, Ahmed Mithat ve Necip Asım Beylerin fikirleri

ile tanıştı.1 Ama, İsmail Gaspıralı üzerinde özellikle, Namık Kemal, Şinasi

Efendi ve Ziya Paşa’nın önderliğindeki Genç Osmanlılar (Jön Türkler) akımı

derin etkiler bıraktı.2 İstanbul’da kaldığı yaklaşık bir yıllık zaman zarfında, çok

istediği zabit olma fikrini gerçekleştiremedi ve Kırım’a geri döndü.

 

1878 yılında Bahçesaray belediyesine başkan yardımcısı seçilen İsmail

Bey, bir yıl sonra da başkanlığa getirildi ve 1884 yılına kadar, beş yıl boyunca

bu görevde bulundu.

 

Gaspıralı’nın Kırım’daki ve diğer gezip gördüğü yerlerdeki tecrübeleri,

onu hemen hepsi kabuğuna çekilmiş bir hâlde yaşamakta olan diğer Kırım Tatarlarından

ayırıyordu. Elde ettiği bu tecrübelerin de yardımıyla mensubu olduğu

milleti uyandırıp harekete geçirebilmek için yayın yoluyla faaliyete başlamak

istedi. Ancak Ruslar, İsmail Bey’in gazete çıkarmasına izin vermedi. Bunun

üzerine, 1881 yılında Akmescid’de çıkarılmakta olan Tavrida gazetesinde Genç

Molla takma adıyla, daha sonraları kitap hâline de getirilen Rusya Müslümanlığı

adını taşıyan yazılarını tefrika hâlinde yayımladı.

 

Gaspıralı, bu yazılarında çok zekice bir üslûp kullanmış, böylece yazılarının

yasaklanmasının önüne geçmiştir. Ancak o, fikirlerini ihtiyatlı şekilde ortaya

koyabileceği Türkçe bir yayın organı çıkarmak istiyordu. Bunun için yaptığı

resmî girişimlerin reddedilmesi üzerine, Tiflis’te her biri başka ad taşıyan ve

bir çeşit bildiriye benzeyen varaklar yayımladı. Bir yandan çıkarmak istediği

gazete için izin almaya uğraşırken, diğer yandan da İdil boyundaki Müslüman

Türkler arasında dolaşarak aboneler bulmaya çalıştı. Sonunda, 1883 yılında

gazetenin bütün muhteviyatının Rusçasıyla birlikte yayınlanması şartıyla Türkçe

bir gazete çıkarma izni aldı. İlk sayısı 22 Nisan 1883’te Bahçesaray’da çıkan ve

haftada bir gün yayınlanan bu gazetenin adı, Şinasi Efendi’nin Tercüman-ı Ahvâl’inden

esinlenilerek konulan3 Tercümân-ı Ahvâl-i Zaman’dı. Daha sonra,

 

1903 yılında haftada iki gün çıkmaya başlayan gazete, 1912’den itibaren günlük

olarak yayınlanmaya başlandı. Gaspıralı, bir yandan gazete çıkarmaya gayret

ediyor, bir yandan da usûl-i cedîd okulları üzerinde çalışıyordu. Bu yolda, yurt

içi ve yurt dışı pek çok ziyaretlerde bulundu. Bütün bu faaliyetler esnasında

sağlığı iyice bozuldu. 63 yaşındayken 24 Eylül 1914’te Bahçesaray’da öldü.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hayatını kısaca özetlediğimiz İsmail Gaspıralı’nın bütün hayatı boyunca

yılmadan savaştığı ana gayesi, bazı ilim adamları tarafından bir ütopya olarak da değerlendirilen ve “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” cümlesinde ifadesini bulan,

dünya üzerindeki bütün Türklerin tek vücut hâline gelmesidir. O, dünya üzerindeki

Türklere ayrı birer milletmiş gibi (Azerî, Başkurt, Kazak, Karakalpak, Kırgız,

Özbek Tatar, Türkmen... vs.) adlar verilmesinin, Türk milletini bölüp parçalama

oyununun ilk perdesi olduğunu; oyunun ikinci perdesinde de Türk milletinin

yok edilmesinin sahneleneceğini daha genç yaşlardayken fark etmiş, bu

oyuna karşı nasıl davranılacağı hususunda fikir yürütmeye başlamıştır.

Gaspıralı, daha Tercüman gazetesini kurmadan önce çıkardığı Tonguç’ta (Yukarıda

sözü edilen varaklardan birinin adıdır.), bütün Türklerin aynı dili konuşması

meselesini gündeme getirerek, Türk dünyasının tümü tarafından anlaşılabilecek

bir Türk dili kullanmıştır.6 Gaspıralı, Tonguç’un mukaddimesinde bu hususta

şunları söyler:

 

“Milletimizin eseri olan lisanımız, edebî olarak işlenmemiş

ise de, eğitime ve kaidelere uyabilecek bir dildir.

Gayet nâzik Tatar türkülerinden, Nogay cönklerinden,

Kırgız ve Türkmen cırlarından anlaşılır ki, eğer

dilimiz usta bulup, kelime alınıp işlenirse, şimdikine

göre çok daha fazla parlak ve kullanışlı olur.”7

Mukaddimenin devamında, yirmi beş yıllık hayatı boyunca ne yaptığını

ve bundan sonra ne yapacağını şu sözlerle anlatır:

“Yirmibeş seneden beri dediğim, yazdığım, çalıştığım

budur. Çare açmak, yol açmak, başka bir şey değildir.

Çünkü, kavi, necip, ömürlü, sabırlı ve cesaretli olan

Türk milletinin, perakende düşüp, Sedd-i Çin’den Akdeniz’e

kadar yayıldığı hâlde, nüfuzsuz, sessiz kaldığı

lisansızlığından, yani lisân-ı umumî (ortak dil)ye sahip

olmadığından ileri gelmiştir. Bu inanışla ömrettim (yaşadım),

bu inanışla mezara gireceğim.”

 

Daha bu yayınıyla rejimin şüphesini çekmeden, ince bir üslûp kullanarak,

düşmanın amacını gizliden gizliye milletine hissettirmeye çalışan Gaspıralı,

Tercüman gazetesinin kurulmasıyla birlikte, bu fikirlerini, o zamanki otorite

boşluğunu da iyi değerlendirerek açıkça ifade etmeye başlamıştır.

Gaspıralı, Bakû’da Hayat gazetesini çıkaran Ali Merdan Topçubaşı’na

gönderdiği mektubunda, edebî dilin önemini şu sözlerle ifade eder:

“İnsanları tefrik eden üç şey vardır. Biri mesafe uzaklığı,

biri din başkalığı ve biri dilsizliktir. Bundan 25 sene

evvel, ahvâl-i milliyemizi mülahaza ederek zayıf başımla

dertlerimize derman izlemekte gördüm ki, dinimiz

hep bir ise de mesafe ile dilsizlik bizleri tefrik ediyor.

Medeniyet eserlerinden olan vapurlar, demiryolları ve

telgraflar, sene be sene mesafelere galebe geldikleri

dahi görülüp, ayrılığımızın sebebi ancak “dilsizlik”,

yani edebî dilimizin olmadığı baş sebep olduğu, gün

gibi ortaya çıktı.”Gaspıralı, konuşulduğu ve yazıldığı zaman, İstanbul’daki hamal ve kayıkçı

ile Doğu Türkistan’daki deve sürücüsü ve koyun çobanının dahi anlayabileceği

bir dil istiyordu.10 27 Haziran 1914 tarihli İkdam gazetesinde, kendisiyle

yapılan İbret Alınacak Sözler başlıklı söyleşide,

“Eğer Türkler (Anadolu Türkleri) dillerini biraz daha

sadeleştirmiş, okumayı ve imlayı öğretecek şekilde ünlü

harfleri kullanmaya başlamış olsalardı, 5-6 seneye kadar

Rusya Müslümanlarıyla dilleri kesinlikle birleşmiş

olurdu. Bundan doğacak faydaları izah etmeye gerek

yoktur sanırım.”11

diyerek Anadolu Türklerinin dilde sadeleşmeye önem vermediklerini, bu yüzden

de Türkistan Türklüğü ile aralarında dil açısından uzaklaşmalar meydana

geldiğini ifade etmektedir.

 

 

Gaspıralı, Tercüman gazetesinde, bütün dünya Türklüğünün anlayabileceği

ortak bir edebî dil geliştirmeye çalışmış, bu edebî dilin de Osmanlı Türkçesi

olmasını istemişti.12 Bunun başlıca iki sebebi vardı. Birincisi, Osmanlı Türkçesinin

bir imparatorluk dili olmasıdır. İkincisi ise, 19. yüzyılın başlarından

itibaren Çarlık hükûmetinin Türkler arasına Rus göçmenler yerleştirmeye başlaması

ve bunun neticesinde her Türk boyunun mahallî bir dil ve edebiyat oluşturmak

için gayret etmeye başlamasıdır. Ancak, Osmanlı Türkçesinin Arapça,

Farsça terkip ve ibarelerle dolu olması, diğer boyların bu Türkçeyi anlamalarını

zorlaştırıyordu. Gaspıralı bu terkip ve ibareleri attı, yerlerine Kırım ve diğer

coğrafyalardaki lehçelerden alıntılar yaptı. Böylece, Anadolu ve Rusya Türklüğü

tarafından anlaşılan -bu görüşü paylaşmayan yazarlar da vardır13- ortak edebî

dili oluşturdu.

 

İsmail Bey’in ortak edebî dil gayretlerinin yanı sıra, yukarıda da ifade

edildiği üzere, Rus göçmenlerin Türklerin yoğun olduğu bölgelere iskân edilmeye

başlanmasıyla, benliğini korumak isteyen Türk toplulukları kendi lehçeleriyle

gazete ve dergi yayınlama gayreti içine girdiler. Bu çabalar, 1905 yılında

Rusların Japonya karşısındaki yenilgileri sonucunda, Rus yönetiminin meşrutî

idareye geçmesi ve Müslüman tebaaya bazı haklar vermesiyle giderek artmaya

başladı. Türklerin bulunduğu büyük şehirlerin çoğunda Türkçe günlük gazeteler

ve haftalık dergiler yayınlandı. Bunlar içinde mahallî lehçeler kullanılarak çıkarılanlar

İsmail Bey’in tepkisini çekiyordu. O, Kazan’da çıkan bu tip dergi ve

gazetelerin çok sığ ve yerli diline çatıyor, bunların Türk diline ve Türk milletine

zarar verdiklerini söylüyordu. Bu hususta Gaspıralı’yı haklı bulup destek çıkanlar

olduğu gibi, haksız bulup ona muhalif olanlar da vardı. Hatta Müslüman

Türk cemaati içinden bazı tutucu çevreler, yaptığı faaliyetler ve sarf ettiği sözler

yüzünden onu halkı dinden çıkarmakla suçluyor; hükûmet içerisindeki pek çok

nüfuzlu Rus da Panislâmcı, Pantürkçü düşünceleriyle Rus imparatorluğunu parçalamaya

çalışmakla itham ediyordu.Gaspıralı, bütün Türklerin birlik olabilmesi için, öncelikle cemaat olma

fikrinden kurtulup millet olma fikrine sahip olunması gerektiğini düşünüyordu.

O, ayrı ayrı lehçeler kullanmanın dilde birliğe engel olduğunu, millet olabilmek

için ortak bir edebî dil olması gerektiğini savunuyordu. Onun bu hususta yazdığı

yazılar, birliğe giden yolda ne kadar gayret ettiğini açık şekilde ortaya koymaktadır.

 

 

15 Mart 1906 tarihli Tercüman gazetesinde, dilde birliğe karşı olan ve ayrı

lehçelerin edebî diller olarak geliştirilmesini savunanlara şu şekilde cevap

verir:

“Umumî edebî dili olmayan millet, millet sayılmıyor.

Türk evlatlarından olan Tarançı, Sart, Özbek, Kırgız,

Kazak, Kumuk, Nogay, Azerbaycan vesair tayfalar,

Türkçe konuştukları hâlde, şiveleri başkadır. Birbirlerini

güçlükle anlarlar. Bu hâl, birleşmeğe, birliğe, bilgilerin,

ilimlerin herkese duyurulmasına, terakkiye

(ilerlemeye), edebiyata, dostluğa ve kaynaşmaya engeldir.

Binaenaleyh, en evvel, en ziyade, hepimiz için ihtiyaç

ve lüzumlu olan, umumî lisan, edebî Türkçe dildir... Bu

iş pek o kadar yengil (hafif) değilse de, çaresi bulunmaz

müşkil de değildir. Tercüman gazetesi, Bahçesaray’dan

tâ Kâşgar’a kadar okunduğu, yani anlaşıldığı,

lisanen birleşmenin mümkün olduğuna büyük delildir.”

15

Cafer Seydahmet Kırımer, “Gaspıralı’nın, ortak bir edebî Türk dili oluşturmak

için tutulacak yolu açıkça ortaya koymamasına rağmen, Tercüman gazetesinde

kaleme aldığı makaleler gözden geçirilince, aşağıdaki sonuçlara ulaşılabileceğini

-Bekir Sıtkı Çobanzade’nin Türk-Tatar Lisaniyatına Medhal adlı eserinden

naklen- ifade etmektedir:

1. Mümkün olduğunca Türkçeye girmiş olan yabancı kökenli kelimeleri

çıkarmak.

2. Okuryazarlar tarafından dahi anlaşılamayan Arapça, Farsça terkip ve

ibareleri kaldırmak.

3. Bütün lehçelerdeki çok kaba olmayan kelimeleri, Osmanlı Türkçesinin

yapısına uydurarak kullanmak.” 16

Gaspıralı, eserlerinde ve Tercüman gazetesinde anlaşılır bir dil kullanmıştır.

Bu da onun dilde birlik fikrini kuru kuruya savunmadığını, aynı zamanda

uygulamasını yaptığını da gösterir. Rizaeddin Fahreddin, Til Yarışı adlı kitabında,

İsmail Gaspıralı ve eserlerinde kullandığı dil hakkında şunları söyler:

 

“Ana dilimizin bugün yaşamakta olan en büyük hizmetkârını

göstermek gerekirse, hiç şüphe yoktur ki, bu

kişi Tercüman gazetesi yazarı İsmail Bey Gaspıralı’dır.

Herkesin anlayacağı şekilde, açık ifadeli ve ruhlu kısa

cümlelerin, güzel ve edebî ifadelerin usulünü o ortaya

koymuştur. Onun anlatımında, garip kelimeler, çıkışı

olmayan cümleler, bir anlam için birden fazla eşanlamlı

ifadeler olmaz. Türk dilinin birinci ıslahçısı Ali

Şir Nevâî ise, ikincisi hiç şüphesiz İsmail Bey’dir.”17

Tercüman’da kaleme aldığı yazılarında, dil birliği konusunda mümkün

olduğunca açık bir Türkçe kullanan Gaspıralı, meslektaşlarını da daima arı dil

kullanmaları yolunda teşvik etmiştir. 1906 yılında Azerbaycan’da çıkarılmaya

başlanan Füyûzât dergisinin yayın müdürü Hüseyinzâde Ali Bey’e, derginin

dördüncü sayısında yayınlanan mektubunda,

“Füyûzât’ın birinci sayısını aldım. Düzeni ve baskısı

güzel olmuş, hayırlı olsun. Dilini biraz daha sadeleştirirseniz

halk arasında da daha fazla yaygınlaşır, sanıyorum.”

18

demek suretiyle, Füyûzât’ın sade dille çıkarılmasını istemesi bu fikrinin tezahürüdür.

Aynı şekilde, Mehmet Emin Yurdakul’un gönderdiği mektuba cevaben 12

Mart 1889’da kaleme aldığı mektubunda, sade Türkçeyle yazılan şiirlerinden

duyduğu memnuniyeti,

“Şiirlerinizin dilinden başka, fikirleri de İstanbul’un

‘ay yüzlü’ ve ‘kara saç ile mavi göz’den ibaret şiir

eserlerinin hepsinden üstündür. Cübbeleri kıyamet

olan efendilerin; bastonları, ceketleri alamet olan şık

beylerin tarzına zıt, sade ve kaba(!) Türkçe’yle yazmak

büyük cesarettir. Mensur ve manzum eserler arasına

böyle sistemli bir eser kazandırmak, Türk âlemine büyük

bir hizmettir. En içten tebriklerimi sunuyorum.

 

Türk âlemine dediğim abartı sanılmasın. Abartmayı ne

severim, ne de ederim. Çünkü şiirlerinizi Edirne, Bursa,

Ankara, Konya, Erzurum Türkleri anlayıp lezzetle

okuyabilecekleri gibi; Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan,

Türkistan, Kâşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve

Kırım Türkleri de okuyacaktır ki, bu şerefe Fuzûlî ve

Nâbî bile nail olamadılar. 40-50 milyonluk ve 30 asırlık

âleme ilk kez bir kaşık oğul balını yediren siz oldunuz

ki, bu sizin için bir şeref, bizim içinse bir saadettir!

Tekrar tebrik ediyorum.

Tercüman gazetesinin çabası da bu yolda hizmettir.

Sade ve kaba(!) Türk dilidir ki, Dersaâdet’in hamal ve

kayıkçılarına, Doğu Türkistan’daki Türk devecilerine

ve çobanlarına gazeteyi tanıtmıştır. Kazan ve Sibirya’da

olduğu gibi, Tebriz ve Horasan’da da Bahçesaray

dilini öğrenmeye meyil doğurmuştur. İstanbul edebiyatının

sistemsiz devamından ve dudu kuşu dilinden

usanmış, kararmıştım. Şiirleriniz büyük teselli oldu.

Bunun için Allah sizden razı olsun. Size kardeşçesine

gazetemi takdim ediyorum...”19

satırlarıyla dile getirmiştir.

İşte Gaspıralı’nın bu çabaları sonucunda, dünyanın diğer bölgelerindeki

Türkler arasında bir kıvılcım parlamış oldu ve bu kıvılcım alevlenerek büyüdü.

Onun “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” düsturu, diğer Türk boylarına mensup pek

çok Türk aydınını da etkiledi. Bunun neticesi olarak da Kazan’da, Kafkasya’da,

Türkistan’da ve Kırım’da yayınlanan pek çok gazete ve dergi, hikâye ve romanın

da bir kısmı, ya Tercüman gazetesinin dilinde veya buna yakın bir dilde

çıktı.

Kazan yazarlarından Akyiğitzade’nin 1886’da basılan Hüsamettin Molla

hikâyesi, Zahir Bigiyef ’in 1896’da çıkan Güzel Hatice romanı, Alime Tilbanat

Hanım’ın 1898’de ikinci baskısı çıkan Muaşeret Âdâbı, daha sonraları yayınlanmış

olan Sadri Maksudî ’nin Maîşet hikâyesi, Ayaz İshakî ’nin bazı eserleri,

Fatih Kerimî ’nin bütün yazıları, Abdullah Tukay’ın bazı şiirleri, Tercüman

Türkçesinin etkisindeydi. Kırım’da Osman Akçokraklı’nın 1899’da basılan

Hikâyet-i Minkecan Hanım Türbesi ve daha sonra yayınlanan Kırım Koncaları,1901’de Seyit Abdullah Özenbaşlı’nın Olacağa Çare Olmaz ve Hasan Sabri

Ayvazof ’un Neden Bu Hâle Kaldık? piyesleri ve Nasıl Tedris? adlı eseri, Tercüman

Türkçesi kullanılarak kaleme alındı.20 Ayrıca, Hâdi Atlasî ’nin

Süyümbike, Kazan Hanlığı ve Sibir Hanlığı eserleriyle, Zahir Bigiyef ’in

Maveraünnehirde Seyahat ve Günah-ı Kebâir eserleri de yine bu Türkçe esas

alınarak yazıldı.

1905’ten sonra, bütün Rusya Türklerinde olduğu gibi Azerbaycan Türkleri

arasında da milliyetçilik fikri kuvvetlendi ve dilde sadelik, yalnız edebiyatta

değil, matbuatta da canlanmaya başladı. Gaspıralı’nın başlattığı ortak edebî dil

çalışmaları, Kazan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da karşılık buldu. XX. yüzyılın

başlarında Azerbaycan edebî dilinin durumunun ne olacağı sorgulanmaya

başlandı. Osmanlı Türkçesi tarafında olanlarla Azebaycan lehçesi taraftarları

arasında şiddetli tartışmalar yaşandı. Hasan Bey Zerdabî, daha 1876 yılında

Ekinci gazetesinin on dördüncü sayısında, Türk dil birliğini savunmuştu.21

1900’lü yıllarda, Osmanlı-Türk edebî dilini savunanlar, Hüseyinzade Ali Bey’in

idare ettiği Füyûzât’ta bu yöndeki fikirlerini kaleme almaya başladılar.22 1906

yılında neşredilmeye başlanan Füyûzât dergisi, yalnız Azerbaycan’da değil,

bütün Rusya Türkleri arasında milliyetçilik fikrinin güçlenmesinde önemli işler

yaptı. Füyûzât, sadece dilde sadeliğe önem vermedi, aynı zamanda dil konusundaki

pek çok tartışmaya sütunlarında yer açarak bu husustaki görüşlerin olgunlaşmasına

da yardım etti.

Böylece, İsmail Gaspıralı’nın ortak edebî dille ilgili gayretleri oldukça

geniş bir sahada karşılık buluyor; sadeliğin, ortak edebî dilin anlamı ve önemi

anlaşılıyordu. Bu akım, Türk birliği fikrini de gün geçtikçe kuvvetlendiriyordu.

Bununla ilgili olarak Revue du Monde Musulman dergisinin Kasım 1906 tarihli

sayısında Mr. Bouvat, Rusya Müslümanları Matbuatı adlı makalesinde, “Bütün

bu gazetelerin ortaklaşa takip ettikleri fikir ve gaye, Tatarca’nın birleştirilmesi

ve mümkün olduğu ölçüde İstanbul şivesine yaklaşmasını sağlamaktı. Bu gazeteler,

Rusça kelimelerin istilasından mümkün olduğunca kaçınarak, yerlerine bu

kelimelerin Osmanlıcasını kullanmaktaydı.” diyerek bu dergi ve gazetelerin

ortak amacını izah etmektedir.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

İsmail Gaspıralı’nın dilde birlik fikrini yaymasına paralel olarak bu fikre

muhalif olanlar da vardı. Ortak edebî dil fikrine karşı olanlar, her boyun kendi

lehçesiyle edebiyatlarını oluşturmaları gerektiğini savunuyorlar; böylece, medenî

yönden daha çabuk yükseleceklerini iddia ediyorlardı. Böyle düşünenlerin en

büyük destekçileri Rus misyonerleri ve Rus müsteşrikleriydi. Bunlar, her boyun

kendi lehçesiyle birer edebiyat ve dolayısıyla birer dil oluşturmasının, Rusya’nın

o derecede menfaati olduğunu, Rusya Türklerinin topyekûn hareket etmeleri

hâlinde Rusya’yı karanlık bir geleceğin beklediğini biliyorlardı. Bunun için, her

lehçeye ayrı birer dilmiş gibi ayrı alfabeler verilmesi teklif edildi. Bu teklifi

yapan, “Rusya’daki Türkleri Ruslaştırmak ve Hristiyanlaştırmak için büyük

gayret sarf eden ve İsmail Gaspıralı gibi aydınları bu yolda büyük engel kabul

eden Nikolay İlminskiy”24 idi. 25 Mayıs 1876’da çeşitli işaretlerle genişletilmiş

Rus alfabesinin Türklerin kullandığı ayrı lehçelere uygulanmasını teklif eden

İlminskiy, daha da ileri giderek, ortak bir Türk dili yerine, her bir boy için boy

lehçesinin ana dil olarak kabul ettirilmesi gerektiği fikrini ortaya attı.25 Kazak ve

Tatar aydınlarına da tesir eden İlminskiy, onlara da kendi boy lehçelerinde alfabeler,

gramerler ve sözlükler hazırlattı. Öte yandan, Mikola Ostroumov, Türkistan

Vilayetinin Gazeti’ni çıkarıyor; 1883’ten 1917’ye kadar bu gazeteyle şehir

ağzına dayanan Özbekçeyi edebî dil hâline getirmeye çalışıyordu.26

Türkmen Türklerinde önceleri özel bir edebiyat oluşturma fikri ve teşebbüsü

yoktu. Ancak Bolşevikler, oyunun bir parçası olarak bir de Türkmen edebiyatı

oluşturma gayreti içerisindeydi. Bunun sonucu olarak, 1925’te Aşkabat’ta

Emir Hacıoğlu Kakacan başkanlığında Türkmenistan Gazetesi’nin yayımına

başlandı. Gazetenin dili, başlarda Azerbaycan Türkçesiyle Özbek Türkçesi arasındaydı.

Daha sonraları, gazetenin başına komünistleri geçirerek dilini halis

Türkmenceye çevirdiler.27 Bu lehçenin ağızlarından topladıkları kelimelerle

oluşturdukları yapay dil ile Türkmen Türkçesini diğer Türk lehçelerinden uzaklaştırmaya

çalıştılar. Bolşeviklerin bu icraatları Türkmenistan ile sınırlı kalmadı.

Bu işleri, en büyüğünden en küçüğüne varıncaya kadar bütün Türk lehçelerinde

uyguladılar. Böylece, hem her boyun kendisine ait bir millî(!) dili, hem de ayrı

birer alfabesi oldu. Zamanla bu siyasete çeşitli ayak oyunları da katılarak Tatar

Türkü, Başkurt Türküne; Özbek Türkü, Kırgız Türküne düşman edildi. Böylece,

dilde birliğin önünü bütünüyle tıkamaya çalıştılar.

 

Rus müsteşrik ve misyonerlerinin gayretleri bir tarafa, boyların kendi

mensuplarından olanlar da bu çabalar içerisine girmişlerdi. Bunlardan birisi,

Kazan Tatar Türklerinden olan Abdülkayyum Nasırî’dir. O, Kazan Tatarcasının

edebî dil hâline gelmesinde en büyük paya sahip olan kişidir. Kaleme aldığı

sözlükler ve gramer kitaplarıyla bu amaca hizmet etmiştir.

Bolşevik ihtilâlinden sonra “halklara özgürlük” fikriyle birlikte, Orta Asya

Türklüğü aydınları, bütün Türklerin ortak bir edebî dille yazıp konuşmaya

başlayacağını ümit etmiş ve bu yöndeki çalışmalarını arttırmışlardı. Ancak, ihtilâl

beklendiği gibi çıkmamış; bütün Türklerin ortak bir dille yazıp konuşabilmeleri

şöyle dursun, her boya ayrı bir alfabe verilmiş; hatta, biraz daha ileri gidilerek

bütün Orta Asya Türklüğü 3-5 lehçeye değil, yalnızca Azerbaycan 17 değişik

lehçeye ayrılmıştır.28 Hâlbuki, ihtilâlle birlikte yaşanan hürriyet aylarında,

Rusya Türkleri arasındaki Türkçülük cereyanının iyice artmasıyla, Moskova

kongresinde Rusya’daki Türk-Müslüman okullarında Osmanlı Türkçesinin

mecburî bir ders olarak okutulması bile kararlaştırılmıştı.29

Dilde birliğin önünde zaten yeterince engel varken Bolşevik idaresinin

adamlarıyla bu sayı daha da arttı. Artık her hususta sıkı bir denetime giren idare,

Türklüğün tek bayrak altında buluşmasına engel olabilmek için, önce dilde birliğin

sağlanmaması gerektiğini biliyor ve buna engel olmak için de tüm yollara

başvuruyordu. Bu arada, yandaşları dergiler ve gazeteler vasıtasıyla bu hususta

kaleme alınmış yazılar da sık sık sütunları işgal ediyordu.

Bolşevikler, bu mesele hakkında çok hassastılar. “Türk dil birliği” düşüncesine

tahammülleri yoktu. Bu konuda Kırım Eyalet Komitesi kâtibi Çagar,

Komünist Partisinin 17. kongresinde,

“Burjuva emeli taşıyan unsurlar, bilinçli olarak Tatar

dilini, Arap ve Türk kelimeleriyle doldurmakta, Rusça

kelimelerden kaçınmaktadırlar...”30

diyerek, dilde birlik gayesinde olanları suçlamakta, onları Bolşevik idareye âdeta

ihbar etmektedir.

 

Aynı kongrede söz alan Kırım Halk Eğitim Müdürü Aleksandroviç, İsmail

Gaspıralı’yı fakir Tatar halkını Çarlık rejimine satmakla suçlamış, onun bir

inkılâpçı olmadığını ve Kırım’daki dil birliği destekçilerinin -ki başında Hasan

Sabri Ayvazof vardır- Türkiye’ye meylettiklerini, yani pantürkist olduklarını,

Kırım Tatar dilini ve edebiyatını Rus dili ve edebiyatının etkisinden kurtarmaya

çalıştıklarını31 söyleyerek, bunlara karşı önlem alınması gerektiğini ifade etmiştir.

Bolşevikler, Türk dil birliğine karşı takip ettikleri siyaseti hiç bir zaman

değiştirmediler. Türk dil birliğini, başka bir deyişle Türkçülüğün bu en sağlam

temelini ve emelini kökünden baltalamaya devam ettiler. Komünist Partisine

mensup Türklerden ve Rus müsteşriklerden bazıları, gerek mahallî lehçelerin

güçlenmesi ve gerekse her lehçeye ayrı ayrı alfabeler yapılması meselesinde her

boyun kendi kararıyla hareket ettiğini iddia ederler. Ancak bu iddianın doğru

olmadığı, 1926 yılında Bakû’da toplanan I. Türkoloji Kurultayı’nda alınan kararlarla

apaçık ortadadır. Bu kurultaya her boydan ilmî alanda yeterli ve resmî

olarak yetkili kişiler katılmış ve önce ortak bir alfabe, daha sonra da ortak bir

edebî dil oluşturulması kararlaştırılmıştır. Çok geçmeden toplantıya katılan boylar,

birbirinden fazla farklı olmayan ve Lâtin esasına dayanan yeni alfabeye

geçmişlerdir.

Kurultayın ardından, ortak bir alfabede karar kılan ve alfabelerini değiştiren

Orta Asya Türklüğü, faaliyetlerini bundan sonra da sürdürmeye çalışmışlar;

ancak Bolşevik idarenin başına Stalin’in geçmesiyle bu çalışmaları durdurmak

zorunda kalmışlardır. Çünkü, Bolşevik idare eli kalem tutan bu aydınları

pantürkistlik, turancılık fikirleri güttükleri için hapishanelere attırmış, sürgünlere

göndermiştir. Cezasını çekip de hayatta kalmayı başaranlar, tekrar bu fikirler

için çalışabilirler düşüncesiyle, kaza süsü verilen cinayetlere kurban gitmişlerdir.

Çeşitli Türk boylarına mensup edebiyat ve fikir adamlarının hayatları incelenirse,

hep 1937-1941 yılları arasında öldükleri görülür. Stalin, eli kalem tutanları

ortadan kaldırarak dil birliğinin kısa vadede gerçekleşmesini imkânsız hâle

getirmiştir. Bu aydınların ortadan kaldırılmasının akabinde, çok zaman geçmeden

bütün Türk boyları için ayrı ayrı Kiril esasına dayanan alfabeler hazırlatılarak

bu alfabelerin kullanılması mecburî tutuldu.

1990’da bağımsızlığına kavuşan Türk cumhuriyetlerinde ortak edebî dil

oluşturma çabaları, Türkiye Türklüğü bilim adamları önderliğinde, özellikle de

Türk Dil Kurumunun gayretleriyle yeniden başlamakla birlikte, bunun gerçekleşmesi şu güne kadar mümkün olmamıştır. Yapılan toplantılarda, prensipte

böyle bir uygulamaya geçilmesinin gerekli olduğu kararı alınmış; fakat uygulamaya

geçilememiştir. Çünkü, uygulamaya geçilebilmesi için hükûmetlerin adım

atması gerekmektedir. Aydınlar tarafından tartışılan bu husus, nedense devletler

tarafından gündeme getirilememektedir.

 

Bazı cumhuriyetlerin Lâtin esaslı alfabeye geçtikleri görülmekle birlikte,

bu alfabeler birbiriyle önemli farklılıklar göstermektedir. Türkmenistan ve

Azerbaycan bugün fiilen Lâtin alfabesine geçmişlerdir. Ancak, bu cumhuriyetlerin

alfabeleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kullandığı alfabeden, özellikle ünlü sesler

için kullanılan harfler açısından farklıdır. Yine de Kiril esaslı alfabe kullanmalarındansa

böyle bir alfabe kullanmaları, bu iki cumhuriyetle Türkiye Cumhuriyeti’nin

yakınlaşmasını biraz daha kolaylaştırması açısından faydalı olmuştur.

Gaspıralı’nın dilde birlik davası, onun ölümüne kadar ulaşmaya çalıştığı

gayelerden biri oldu. O öldüğü zaman bu gayeye ulaşılamamıştı. Ancak onun bu

fikri, şüphe yok ki hem Rusya Türkleri arasında, hem de diğer Türk yurtlarında

çok büyük ilgi ve kabul gördü. 1905-1925 yılları arasında Rusya İmparatorluğu’nda

yayınlanan Türk lehçelerindeki pek çok gazete ve derginin Tercüman

Türkçesini, yahut ona çok yakın bir dili kullanmaları ve bunun ancak Sovyet

döneminde mecburî olarak son bulması, Gaspıralı’nın ortak edebî dil konusundaki

bir ömür boyu süren gayretlerinin hiç de boşa gitmediğinin delilidir.

1911’den itibaren Tercüman’ın başlığının altında yer alan meşhur, “Dilde, Fikirde,

İşde Birlik” sözü ise, günümüze kadar Türk dünyasındaki en yaygın

uran(slogan)lardan biri hâline dönüşmüştür.

 

Gaspıralı’nın bu yoldaki gayretleri, bütünüyle sonuçsuz da kalmamıştır.

Ölümünden sonra, 1920’lerde dahi çeşitli bölgelerdeki Türk yazı dilleri arasındaki

farklılıkların günümüzdekilere ve Gaspıralı’dan önceki dönemlere göre

çok daha az olması bunun en güzel göstergelerinden biridir.32

Bugün de gayreti içinde olunan dilde birlik fikrini ortaya atan İsmail

Gaspıralı’yı, doğumunun 150. yılında bir defa daha hatırlamak, şüphesiz ki hâlâ

tek bir dille konuşup yazmak heyecanını duyan herkes için ödenmesi gereken

bir vefa borcudur. Onun açtığı çığır, birtakım iç ve dış düşmanlar tarafından engellenmeseydi, öyle tahmin ediyoruz ki bugün başarıyla sonuçlanmış olacaktı.

Türk milleti için hayırlı olan her işte, nedense dahilî ve haricî bedhâhlar olagelmiştir,

bundan sonra da olacaktır. Bize düşen, İsmail Gaspıralı azmi ve sebatını

göstererek bu oyunun tezgâhçılarını, ilmin ve aklın yardımıyla bertaraf etmektir.

Ruhu şâd olsun!

 

Mustafa TOKER

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...