Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
mukarrabin

Medarı İftihar!...

Recommended Posts

Atatürk ve Rakı Dosyası

 

 

Atatürkü tanımayan bir rakısever olmadığı için hakkında biyografik ve tarihi bilgi sunmayacağız. Bunun yerine Büyük Atatürkün, rakıyla ilişkisinden; alkol kullanan her medeni insana örnek teşkil eden sofrasından ve o sofrada nasıl rakı içildiğinden bahsedeceğiz. Atatürkün rakı içtiğini bilmeyen yok. Ölüm yıldönümlerinde, vaktinde ziyaret ettiği meyhanede (Cumhuriyet Meyhanesi) rakısı, leblebisi hazır tutularak anılan kaç lider var bu dünyada? Bugün Türkiyede rakının bu kadar saygı görmesinde Atatürkün de rakı içmesinin büyük katkısı vardır. Atatürkün rakıyla tanışması, onu sevmesi-alışması, sofralarını ayrı ayrı inceleyeceğiz.

 

Büyük Keyif (Editör)

 

 

Padişahlar gizli içerdi, ben açık içiyorum!

 

'Moda koyundayız. Sıcak bir yaz akşamı. Sakarya motoruyla bir deniz gezisine çıkmıştık. Mehtabın ilk günleriydi. Koyun manzarası Atatürk'ün çok hoşuna gitmişti.

 

Atatürk bize:

 

- "Buraya geldiğimizi kimse görmesin. Elektrikleri de söndürüp kendi kendimize rahat bir şekilde yeyip içelim. Mehtap da hazır" dedi.

 

Fakat daha on beş dakika bile geçmemişti ki, çevremizin sessiz sedasız sandallarla çevrilmekte olduğunu gördük. Atatürk sarıldığımızı görünce:

 

- "Karanlığın anlamı kalmadı. Elektrikleri yakın" dedi.

 

Ortalık ışıyınca beyaz yazlık elbiseleriyle gecenin içinde Atatürk'ün heybetli vücudu, bir heykel parlaklığıyla ortaya çıktı. O an denizin ortasında bir alkış sesi yükseldi. Bizim orada olduğumuzu öğrenen başka sandallar da kafileye katıldılar.

 

Atatürk, sevgi gösterisinde bulunan kalabalığa, sanki kendi konuklarıymış gibi sormaya başladı:

 

- "Size ne ikram edeyim, ne istersiniz?"

 

Sandallardaki kalabalık arasından sesler yükselmeye başladı:

 

- "Paşam seni isteriz."

 

Görülecek manzaraydı bu. Atatürk bir ara eliyle beni çağırdı:

 

- "Rakı, şarap ne varsa hepsini halka dağıt. Bana da bir şişe bırak" dedi.

 

Ben de ne kadar içki varsa, orada bulunan herkese dağıttım.

 

Bağırış, çağırış gırla gidiyor. O zaman Atatürk, karşısında coşan, sevgi gösterisi yapan halka doğru kadehini kaldırarak şöyle konuştu:

 

- "Vatandaşlarım... Buna rakı derler. Vaktiyle padişahlar gizli içerlerdi. Ben açık içiyorum. Siz de benimle beraber içiyorsunuz. Neticede unutmayın ki, ben de sizin gibi insanım."

 

(Atatürk'ün Uşağı Cemal Granda Anlatıyor / Kristal Kitaplar)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Atatürk ve Neyzen Tevfik

 

 

 

Atatürk Neyzen'in ününü duymuş olacak ki, çağırtmış köşküne sohbet etmişler, uzun uzun aşkla üflemiş Neyzen.. Ardından sormuş Atatürk..

 

- Senin çok fazla içki içtiğini söylüyorlar, benim kadar içer misin ?

Neyzen düşünüyor, içkinin hududu olmaz.

- Ne kadar içersiniz ?

- İki tane kiloluk rakı içerim.

Ata kelimelere basa basa şu sözleri söylemiştir, Neyzen'in gözünü korkutmak istemiştir.

- Nasıl içersiniz ?

- Canım ne isterse; susuz, mezesiz.

Neyzen:

- Ben de iki kiloluk içerim ama, öyle içmem.

Neyzen'in arzusu ile ortaya kocaman bir emaye kase geliyor, iki kiloluk rakıyı neyzen kaseye boşaltıyor. Başını sokup lıkır lıkır içecek zannediyorlar. Fakat Neyzen'in isteği daha bitmemiştir, bir somun ekmek ve irice bir kaşık geliyor. Neyzen ekmeği lokma lokma koparıp kasedeki rakının içine bastırıyo. Lokmalar rakıyı iyice çektikten sonra çalakaşık yanaşıyor.

Yine anlatılanlara göre, Ata:

- Pes, pes, diye bağırarak ayağa fırlamış ve elleriyle yüzünü kapamış, ayrılırken de saygılarını sunmuştur. Yine rivayete göre Ata öldükten sonra Neyzen, evinden haftalarca çıkmamış..

 

(Görsel Vefa Zat'ın arşivinden alınmıştır.)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ata'nın son rakısı

 

İlk gençliğimizi yaşadığımız Haliç Fener'i Vodina Caddesi'nin bizim için önemli yeri vardır. Nüfus kaydımızın burada olmasının yanı sıra pek çok acı-tatlı anımız buradandır. Evimizin otuz metre sağında Tenekeci Şahin Tecim'in dükkânı vardı. Bisikletçi Mehmet Ağabey ile birlikte aynı yerde çalışırlardı. Usta, soba ve boru yapımında uzmandı. Sanatkârdı. Atatürk'le ilgili anlattıklarını yıllar sonra buraya almak istiyoruz:

 

Mustafa Kemal Paşa hasta. Hayatı Dolmabahçe Sarayı ile Savarona arasında geçmekte. O gün arkadaşlarla epey balık tuttuk. Teknede kömür mangalını yaktık. Rakılar dâhil nevale tamamdı. Tercihimizi tekir ve barbunlardan yana kullandık. Meretler piştikçe nefis koku yayıyor. Hafif esinti bunları Boğaz'ın büyük bölümüne taşımakta. Arada demlenip, Kemani Serkis'in bestelerini okuyoruz. Sonra Hacı Arif Bey'den. Böyle devam ederken, bir gambot motoru sesi duyduk. Savarona'dan hareket etti. Durakladık, çünkü üstümüze geliyordu. Mehtabın aydınlatmasıyla Ata'yı fark ettik. Etrafında beş kişi daha vardı. Gelip bize bordoladılar. Paşa, yardımla içinde bulunduğumuz tekneye geçti. 'Hayırlı akşamlar'dan sonra, şişe ve kadehleri gördü. 'Bana da doldurun bakalım' deyince, içlerinden biri 'Aman efendim' diye itiraz etti. Adama öyle baktı ki, neredeyse denize atlayıp, kaçacaktı. Gazi, önce bir tek attı. Ardından, hiç ayıklamadan üç tane tekiri yedi. Sonra geldiği gambota yöneldi. Tam ona geçtiği sırada arkasına dönüp seslendi; 'Afiyet olsun, tekire bayıldım'. O, saraya ulaştı ama şaşkınlığımız devam etmekte. Belki de Büyük Lider, son rakısını bizimle içmişti. Kısa süre sonra koma, vefat haberleri geldi.

 

Burhan Ayeri / Akşam gazetesindeki 10 Kasım yazısından alıntıdır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

İzmir'deki kadar güzel batmaz güneş

 

 

Şansımız varmış... Birkaç kıta gezdik. Şunu iddiayla söyleyebilirim... Dünyanın hiçbir yerinde İzmir'deki kadar güzel batmaz güneş.

 

Yine öyle bir vakit...

Bitmeyen enerji, kavuniçi bir top olmuş, trajik bir yangının küllerinden yeniden doğan şehrin ufuk çizgisinde, körfeze usul usul iniyor.

Rakının dibine vurma saati...

Takvimler, 1923'ü gösteriyor.

 

Adres, numara 248, Kordon...

Naim Palas... İkinci kat...

Cumbada oturuyor Mustafa Kemal.

Sevmez fazla yemeği. Leblebi var yine önünde...

Garson titriyor. Çünkü çocuk, Rum. Sesleniyor gazi, şefkatli bir ses tonuyla...

 

-"Vre dimitri" diyor, "Gel bakayım."

 

Çocuk,

 

-"Buyur pasam" diyor, ş' lere dili dönmeyen, kırık dökük Türkçesi'yle.

 

-"Sizin Kosti" diyor... İşgal sırasında İzmir'e gelen Yunan kralı Konstantin'i kastederek... Sizin Kosti, geldi mi buraya?

 

-Geldi pasam...

 

-Oturdu mu bu masaya?

 

-Oturdu pasam.

 

-Güneş batarken rakı içti mi?

 

-İçmedi pasam.

 

-E o zaman sormadın mı çocuk, ne halt etmeye almış İzmir'i?

 

İşte böyle batar güneş orada...

 

Yılmaz Özdil, Sabah Gazetesi, 09.09.2006

 

 

Ata'nın sofrasında kurallar

 

 

Rakının hayal dünyasını hareketlendirdiğini iyi bilen Mustafa Kemalin, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadelenin ağır disiplin ve gerçekçilik gerektiren şartlarında içkiden uzak durduğu yakın çevresinin defalarca zikrettiği bir konudur. Atatürk hakkındaki eserlerde bu dönemde içki içildiğine dair bir veriye rastlayamıyoruz. Ancak Kurtuluş Savaşının bitişinde, İzmirin kurtuluşundan sonra Atatürkün rakı içtiğini görüyoruz.

 

Falih Rıfkı Atayın aktardığına göre Başkumandan Atatürk, yanında subaylar olmadan, tek başına şehri gezmeye çıkmış. Devrin ünlü oteli Kramere gitmiş. Otelin lokantası bir hayli kalabalıkmış. Garsonlar tek başına gördükleri Mustafa Kemali başta tanıyamamışlar ve yer olmadığını söylemişler. Sonra içeridekilerden biri tanıyınca, ortalığı bir telaş alıyor ve hemen Atatürke yer buluyorlar. Atatürk rakısını söylüyor. Sonra yanındaki şefe soruyor:

- Kral Konstantin, bu otele gelip rakı içti mi?

- Hayır Paşa efendimiz.

- Öyleyse İzmiri niye almak istemiş ki?

 

Görüleceği gibi rakı Atatürkün gözünde de kendi başına bir güzellik değil, bulunduğu mekanı da güzel kılan bir içkidir.

 

(Görsel Vefa Zat'ın arşivinden alınmıştır.)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Atatürkün Muhteşem Sabrı

 

 

Yüce Önder Atatürkün aslında rakı tiryakisi olmasına rağmen zaman zaman diğer içkileri de tercih etmesi, bir bakıma çağdaş eğlence tarzını benimsemesinden kaynaklanır. Zaten bu nedenle Cumhuriyetin ilanıyla birlikte çağdaş yaşam ve eğlence tarzlarının temelleri atılır. Böylece eğlence hayatında yeniden yapılanma, eğlence yerlerinin bazılarında da kimlik değişimi yaşanmaya başlar.

 

Aşağıda dile getirilenler buna güzel bir örnek teşkil edebilir.

 

1926 ile 1932 yılları arasında İstanbul yüksek sosyetesinin en beğendiği çağdaş gece kulüplerinden biri de, hiç kuşkusuz ki Madam Veraın eşi ile birlikte işlettiği Rose Nuar adlı gece kulübüydü. Madam Vera çok çekici ve insanlarla kolay dostluk kurmasını bilen şuh bir kadındı. Kendisi Mütareke yıllarında İstanbula sığınan Beyaz Ruslardan biriydi. Rusyadan gelenlerin çoğu bir süre sonra başka ülkelere göç ettikleri halde, Vera İstanbuldan ayrılmamış, kurduğu gece kulübünü yaşatabilmek için büyük bir mücadeleye girmişti.

 

Atatürk, zaman zaman yakın arkadaşlarıyla birlikte Madam Veranın kulübüne uğrar, müzik ve varyete eşliğinde rakısını yudumlardı. Bir seferinde Madam Veranın işlerinin iyi gitmediğini öğrenir. Sebebi mekânın küçük olması ve sahne masraflarının da oldukça yüklü olmasıdır. Kulübü yaşatabilmek için krediye, yardıma ihtiyacı vardır. Atatürk, Madam Verayı masasına davet eder ve dertlerini dinler. Madam Vera sözünü tamamladığı zaman, Niçin bankaya başvurmuyorsunuz diye sorar. O da, Başvurdum Gazi Hazretleri, fakat bizim işimizi bankalar hafife alıyor ve kredi açmak istemiyorlar. Oysaki bize verilecek kredinin geniş bir karşılığı var. Ama nazlanıyorlar der. Atatürk bir kâğıt kalem ister ve İş Bankasına bir not yazarak söz konusu kulübe on beş bin liralık kredi açılmasını buyurur.

 

Atatürkün çağdaş eğlence tarzının ülkemizde yaygınlaşabilmesi için ne kadar istekli ve kararlı olduğu Madam Veraya gösterdiği bu yakın ilgiden kolayca anlaşılır.

 

Kendisinin muhteşem sabrına gelince.

 

Atatürk çağdaş eğlence tarzını severdi ama, içki sofrasında fazla konuşulmasını pek sevmezdi. Masasına da çok özel insanları davet ederdi. Bunları söyleyen zatı, 1980li yılların başlarında Pera Palasın efsanevi Orient barında tanıdım. Söz konusu barın yöneticisiydim o günlerde. Mümtaz konuğum 80 yaşını aşkın tonton bir ihtiyardı ve Pera Palasın en kıdemli müdavimlerinden biriydi. Aynı zamanda da kendisi çok münevver bir rakı tiryakisiydi. Hemen her akşam bara gelir, genellikle de Atatürkle ilgili konuları seçerdi hep.

 

Onun anlattığı ve hiç unutamadığım bir olayı sizlerle paylaşmak isterim.

 

Pera Palasın balo salonunda büyük bir kuruluşun yıldönümü daveti vardır. Atatürk, şeref misafiri olarak kendisine ayrılan yerde otururken, rakısını da sakince yudumlamaktadır. Ancak, hemen yan tarafında oturan kuruluşun genel müdürü, sürekli olarak Ben başkan olarak kısa vadede şöyle projeleri hayata geçireceğim, orta ve uzun vadede de böyle projeleri uygulamaya koyacağım. Ben başkan olarak kuruluşumuzu ilk on yılda şuralara, ikinci on yılda buralara getireceğim. Ben başkan olarak der durur. Atatürk çok sıkılmıştır ama sabırla dinler başkanı. Bu arada şef garson gelerek elinde değişik türde balıkların bulunduğu fayansla masaya yaklaşır ve Atatürke, Efendim, size hangi balığı hazırlamamı istersiniz? diye sorar. Atatürk, balık fayansını yaklaştırmasını söyler şef garsona ve fayanstaki balıklardan birinin kuyruğunu tutup koklar. Bunu gören başkan, Efendim, balık kokarsa baştan kokar, siz kuyruğunu kokluyorsunuz der. Atatürk gayet sakince, Efendi, ben sayenizde her şeyin baştan koktuğunu öğrenmiş bulunuyorum. Onun için de bu kokuşmuşluğun kuyruğa kadar sirayet edip etmediğini kontrol ediyorum der. Daha sonra da sertçe, Teminden beri sözünü ettiğiniz o kısa, orta ve uzun vadedeki işletme projelerinizi yarın sabah saat dokuzda masamın üzerinde görmek istiyorum der ve şef garsona balık siparişini verir. Böylece, başkan gecenin sonuna kadar bir daha Atatürkü rahatsız edemez.

 

(Görsel Vefa Zat'ın arşivinden alınmıştır.)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Atatürkün bir akşam sefası...

 

 

İngiltere Kralı Edwardın ülkemizi ziyareti sırasında, İstanbula geldiği zaman, Ulu Önder Atatürk kendisini ve refakatında bulunan Bayan Simpsonu protokol dışı olarak Florya Deniz Köşküne davet etmişti. Ziyafet masasında İngilterenin Ankara Büyükelçisi Sir Percy Lorainenin yanı sıra, Ulu Önderimizin sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy da bulunuyordu. Ziyafet başlamış, viskiler ikram edilmiş ve gayet dostane ve samimi konuşmalara geçilmişti. Bu samimi konuşmalar sırasında İngiltere Kralı: Zannedersem Türkiyede daha ziyade rakı içiliyor, benim için itiyadınızı bozmasaydınız. Ben de rakı içerdim diyor. Ulu Önderimiz hafifçe gülümseyerek: Doğrudur, bizde daha çok rakı içilir, fakat ben ve gerekse huzurunuzda bulunan yakın ve eski arkadaşım Ali Fuat Paşa, daha okul sıralarında iken muhtelif vesilelerle viski içmiş ve zamanla buna alışmıştık karşılığını verir.

 

Atatürkün farklı bir yönü olan viski içme alışkanlığına gelince: Ali Fuat Cebesoy, Ulu Önder Atatürkle birlikte Harp Akademisinin üçüncü sınıfındayken, 1904 yılı Ağustos ayının sıcak bir akşamında şöyle bir ayaküstü Taksim bahçesine uğrarlar. Bahçenin orta bölümündeki sahnede bir Macar orkestrası nefis bir vals çalmaktadır. Bahçe oldukça kalabalıktır. Bu güzel ve zevkli manzaradan etkilenip oturup felekten bir gece çalmaya karar verirler. Ancak, o dönemde padişahın subaylara ve öğrencilere içki yasağı iradesi vardır. Ayrıca, daha önce Con Paşanın lokantasına uğramış, birkaç kadeh viski içmişlerdir. Bu nedenle aynı içkiye devam etmek isterler. Emellerine ulaşmak için garsonun eline bir miktar bahşiş sıkıştırarak limonata bardaklarına viski-soda koydurup limonata kamışlarıyla içmeye başlarlar. Keyiflerine diyecek yoktur artık. Ancak bir süre sonra zamanın azılı hafiyelerinden Fehim Paşa da gazinoya çıkagelir. Yanında okul nazırı Ali Rıza Paşa ve zorlu hafiye Albay Gani Bey de vardır. Bu, Ali Fuat Cebesoy ve Mustafa Kemal için büyük bir talihsizliktir. İstanbulu titreten, birçok ocakları söndürmüş, rezaletleri ayyuka çıkmış Fehim Paşanın şerrine uğrama endişesine kapılırlar. Onlar masalarına oturduktan sonra, Ali Rıza Paşa kendilerini masalarına davet edince büsbütün paniğe kapılırlar. Ancak sonuç düşündükleri gibi çıkmaz. Ali Rıza Paşa, Cebesoyun babasından övgü ile söz eder ve onları masalarına oturtur. Bu arada Fehim Paşa, Siz ne içiyorsanız bize de ondan getirtin der. Endişeleri tekrar canlanır. Bu, bir suçüstü tuzağı olabilir. Ancak kafa dengi arkadaşlar garsona lazım gelen talimatı verir, limonatalı viskiler kamışla birlikte servis edilir. Fehim Paşanın ilk yudumu aldıktan sonra gözleri parlar, memnun kaldığı her halinden anlaşılır. Ayrıca, bu hileli yolu da çok beğenmiştir. Ardından peşpeşe viskiler gelmeye başlar. Okulda yoklama saati yaklaştığı için izin isterler paşalardan. Ali Rıza Paşa, Olmaz, merak etmeyin, benimle beraber olduğunuza dair size kağıt veririm der. Bu arada Ali Rıza Paşa, Fehim Paşanın kulağına bir fısıldadıktan sonra, Haydi çocuklar şimdi bizi Kristal Palasa götürün der.

 

Kristal Palas, 1861de Edouard Salla tarafından balo salonu olarak yaptırılmıştır. Tamamen camla kaplı olan salon, havagazı lambalarıyla aydınlatılır. Adını mekânın iç mimarisinde kullanılan cam ve aynalardan alır. Salonun sağında bir dans salonu, ayrıca büfe, sigara salonu, oyun salonları bulunmaktadır. Buradan bir geçitle büyük salona çıkılır.

 

Akademi öğrencisi iki kafadar, Kristal Palastan pek hoşlanırlar. Zevkle döşenmiş büyük bir salon, lüks, konfor, müzik ve varyete... Hasılı her şey mükemmeldir. Halinden oldukça memnun olduğu belli olan Fehim Paşa, Haydi çocuklar içeriye gidin, şef garsona söyleyin, Taksim bahçesinde içtiğimiz şerbetten getirsinler. Ama daha sert olsun der. Bu arada Ali Fuat Cebesoy, Bahçede içtiğimiz içkinin adını bilmedikleri için bizi buraya getirmişler der içinden. Burada gece yarısına kadar yenilip içilir ve sonra Ali Rıza Paşanın verdiği bir kartla Akademi kapısından girerler. İçeriye girerken de yaşadıkları hoş ve eğlenceli gece hakkında espriler yaparlar, gülüşürler birbirlerine.

 

Sözü geçen Con Paşanın lokantasına gelince... Rakı tiryakisi olmasına rağmen, Atatürkün viski alışkanlığı da vardı. Atatürk, Con Paşanın lokantasında alışmıştı viskiye. Tipik bir İngiliz lokantasıdır burası. Daha önceleri Deniz Yolları müdürlüğü yapmış olan Con Paşa, aslen Ermenidir. Tünelin Galata kapısından çıkıldıktan sonra köprü yönüne giderken sol köşesindeki üç katlı binanın ikinci katındadır mekân. Binanın ürünlerinin satıldığı bir bakkaliye dükkânı vardır. Bakkal dükkânının içindeki merdivenlerden çıkılır lokantaya. Burada sadece öğlen yemeği servisi yapılır, içki olarak da yalnızca viski soda verilir. Con Paşanın mekânı tanınmış bir yer olmadığı için kimsenin dikkatini çekmez, inzibatlar hiç uğramaz. Bu nedenle huzurlu ve sakin bir yerdir. Atatürk Harp Akademisinde iken izinli olduğu günler genellikle buraya gelir, burada İngiliz sodası ile İskoç viskisi içerdi. Hasılı, daha akademi yıllarında iken, Con Paşanın bu şirin mekânında viski alışkanlığı edinmişti.

 

Söze, Atatürkle başlamanın o anlamlı coşkusunu yaşadım doya doya, umarım siz de keyfi almışsınızdır.

 

Vefa Zat (Eskilerden)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Paşadan gizli rakı yerine su içince...

 

 

Çankaya Köşkü'nde hemen her akşam kurulan sofra devletin idare salonu gibiydi. Şükrü Saraçoğlu ile Gazi'nin arasında epey mesafe vardı. Bu mesafe ilginç bir durumu da gizliyordu. Şükrü'nün gençliğinden beri içkiyle arası yoktu. Ama Gazi'nin sofrasında itiraz etmenin imkânı yoktu. Mustafa Kemal, muhakkak içki teklif ediyordu. Şükrü bu duruma pratik bir çözüm bulmuştu. Garsonlara rakı yerine her iki bardağına da su koymasını istemişti. Böylece sek rakı niyetine suyu yudumluyordu. Gazi durumun farkında değildi. Şükrü de bu durumdan rahatlayarak, suyu rakı niyetine bardak bardak devirmeye başladı. Ne zaman sonra Gazi'nin seslenmesiyle sofradaki herkes başını Şükrü'ye çevirdi.

 

- Saraç saat kaça geldi? Şükrü bu soruya şaşırmıştı. Saatine bakıp cevap verdi.

- On biri çeyrek geçiyor paşam.

- Peki beni atlatma saati geldi mi dersin?

 

Şükrü başına geleni anlamıştı. Gazi bu küçük hilenin farkına varmış kendine özgü üslubuyla Şükrü'ye laf atıyordu. Şükrü hemen bulunduğu yerden kalkarak Gazi'nin yanına geldi. Garsonların getirdiği bir sandalyeyle yanına oturdu. Muzip bir çocuk gibi yüzünde hafif bir gülümsemeyle;

 

- Afederseniz paşam, dedi.

 

Gazi kolundaki saati çıkarmaya başladı. Oldukça pahalı olan Vaşara Konstantin marka saatini kolundan çıkarıp Şükrü'ye doğru uzattı.

 

- Al tak bakalım. Bundan böyle beni atlatma saatini kaçırmazsın!...

 

Şükrü iyice şaşkındı. Saati heyecanla koluna taktı. Mustafa Kemal Paşa bir yandan gözünün ucuyla ona bakarken bir yandan da kahkahalarla gülmemek için kendini zor tutuyordu.

 

- Evet şimdi sen de vaziyeti telafi et bakalım. Garsona işaret etti.

- Saraç'a bir rakı doldur çocuk.

 

Gürkan Hacir, "Efe Başvekil, Şükrü Saraçoğlu'nun Romanı"

Share this post


Link to post
Share on other sites

Atatürkün sevdiği rakılar

 

 

Konumuza Tekel İdaresinin kuruluş dönemiyle başlamamızın daha doğru olacağına inanıyorum. Çünkü, Tekel İdaresi, geleneksel rakımızın karakteristik özelliklerinin oluşmasını sağlamış, bu kuruluşun üstün çabaları sayesinde bütün özelliklerini koruyarak günümüze kadar gelebilmiştir. Bugün de aynı çabalar Mey İçki Sanayi tarafından büyük bir hassasiyetle sürdürülmektedir.

 

Tekel İdaresinin kuruluş öyküsüne gelince. 1 Haziran l926 tarihinde yürürlüğe giren, 26 Mart l926 günlü ve 790 sayılı yasanın 30. maddesi ile 22 sayılı Men-i Müskirat Yasası (Alkollü içkileri yasaklayan kanun) tümüyle yürürlükten kaldırılmış oldu. (Bilindiği gibi, Ulusal Kurtuluş Savaşımız sırasında her türlü alkollü içki üretimini ve tüketimi yasaklanmıştı.) Böylece, her türlü alkol ve alkollü içkilerin devlet tekeline bırakan bu yasa, Tekel İdaresine iki yıl içinde alkollü içki üretim tesisleri kurma görevini vermişti. 1 Haziran l932 tarihinden itibaren de, değişik alanlara, ayrı ayrı müesseseler halinde faaliyette bulunan İnhisar İdareleri 1980 sayılı yasanın 2. maddesi uyarınca bir Genel Müdürlük altında birleştirildi. İşte, Tekel Genel Müdürlüğünün kısa geçmişi böyle.

 

O yıllara Alâ ve Aliyülâlâ rakılar imzasını atmıştır. Örneğin, Hususi ve Fevkalâde Hususi rakı âliyülâlâ rakılardır. Ve bunların etiketleri altın varak olup taş baskıdır. O yıllarda rakı şişelerinin ölçüleri 10, 15, 25, 50 ve l00 cl. idi. Küçük hacimli 10 ve 15 cl.lik şişeler daha sonraki yıllarda Sağlık Bakanlığının ısrarlı talepleri üzerine üretimden kaldırıldı. 1955 yılında da standart hacimlerde 35, 50 ve 70 cl.lik şişeler kullanılmaya başlandı. Daha sonraki yıllarda 50 cl.lik şişeler de piyasadan kaldırıldı. Ancak, 5 cl.lik minyatür şişe rakılar devreye sokuldu. Bu arada Âlâ İstanbul Rakısı ve Âlâ Boğaziçi Rakısı rakı tutkunlarının beğenisine sunuldu. Âlâ Boğaziçi Rakısı yaş üzüm suması ve çeşme anasonundan üretiliyordu. Bunları Âlâ Nazilli ve Âlâ Aydın rakıları takip etti. Ulu Önder Atatürkün bu Âlâ ve Aliyülâlâ rakılardan içmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

 

Tekel Genel Müdürlüğü yasal olarak yapılanmaya başladığı yıllarda, Hikmet Feridun Es, Bir Şişenin Tarihi başlıklı ilginç yazısında dönemin Hanım, Keyif, Baküs, Dem ve Âlem rakılarından bahsetmiştir. O dönemin rakılarından biri Ruh ve diğeri de Jale rakısıdır. Dönemin diğer kaliteli rakıları ise, Stafilina (düz etiket), Stafilina (horoz amblemli), Bahçe, Üzüm Kızı, Harika, Ankara, Memur, Bilecik ve Dimitrikopulo rakılarıdır. Bu rakıların hepsi özel sektör tarafından üretilir.

 

O dönemde kaliteli rakı üretimi için çekirdeksiz kuru üzüm ve Çeşmede yetiştirilen anason tercihen kullanılıyordu. Özel sektör rakı üreticileri daha sonraki yıllarda ürettikleri rakının sumasını yasa gereği Tekel Genel Müdürlüğünden almaya başladılar. O dönemde Tekel Genel Müdürlüğü yasaların verdiği yetki çerçevesinden özel rakı imalathanelerinin ürünlerini üretiminden tüketimine (satışına) kadar denetlemeye başlamış, bu sıkı denetim sayesinde geleneksel rakımızın karakteristik yapısı ortaya çıkmıştır. Daha sonraki yıllarda da geleneksel içkimiz Avrupa Konseyi Yüksek Alkollü İçkiler Komitesi tarafından Türk Rakısı olarak tescil edilmiştir.

 

Yukarıda sözünü ettiğim rakılardan Bilecik ve Dimitrikopulo rakıları Atatürkün en sevdiği rakılardan ikisidir. Pek tabii ki bir üçüncüsü de Atatürke maledilen Efsanevi etiketli Kulüp Rakısıdır. İçki kültürümüzde büyük değişim ve gelişimler yaşanmış olmasına rağmen, Kulüp Rakısının etiketinde hiçbir değişim olmamıştır. Olmamalıdır da İki kişi vardır efsanevi etikette. Bu iki kişi kim olabilirdi ki? Ayrıca, Ulu Önder Atatürk dahil, kimlere benzetilmedi ki? Tekel Genel Müdürlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü Ekber Yeşilyurt, 1980li yılların başlarında efsanevi ekiteki çizen (grafik sanatımızın piri ) İhap Hulusi Hocaya saygı ziyaretine gidiyor. Sohbet sohbeti açıyor, sohbet gönülleri açıyor ve sıra geliyor efsanevi etikete. Lebonun (bugünkü Markizin) her akşamki müdavimlerinden biri olan İhap Hulusi, Ahmet Haşim, Mithat Cemal, Orhan Seyfi, Yahya Kemal, Yusuf Ziya Ortaç ile rakılarını yudumlarken, o doyumsuz anı bir tablo ile ölümsüzleştirmek istemiş. İhap Hulusinin dile getirdiklerine göre, resimdekilerden biri İhap Hulusi, diğeri ise, devrin önde gelen edebiyatçı ve şahsiyetleriyle çok iyi diyaloğu olan, şair ve fikir adamı Fazıl Ahmet Aytaç beydir. Ancak, bu açıklamaya rağmen bugün hâlâ efsanevi etiketteki kişilerin kim olduğu merak ediliyor.

 

Atatürkün hizmetkârı Cemal Granda, Atatürkün sevdiği rakıyı bir ifadesinde şöyle dile getirir. Atatürk o gece çok neşeliydi. Boğaz dönüşü Marmarada ikinci bir gezinti daha yapıldı. Sabaha kadar içildi. Hepsini hesaplamıştım; üç şişe bira ve yarım kilo (50 cl.) Dimitrikopulo rakısı (üç kadeh de fazlası vardı). İşte bütün milletin ve benim de merak ettiğim içki miktarı bu kadardı.

 

Atatürkün sevdiği bir diğer rakı olan Bilecik rakısı altın madalyalı bir rakıdır. 1930lu yıllarda Fransada düzenlenen bir içki yarışmasında almıştır altın madalyasını ve 80Xl00 berat diplomasını. O yıllarda Cumhuriyet Almanağının birinde yer alan Bilecik Rakısının, Medhüsenasına lüzum görülmeyen (Övgüye gerek duyulmayan), Fevkalâde Bilecik Rakısı ilanı oldukça iddialıdır. Ayrıca, Mideyi bozmaz! Başı ağrıtmaz! Susatmaz! Halis üzümden çekilmiş ve uzun müddet dinlendirilmiş, rakıları en iyisi Bilecik Rakısıdır ilanı ise, oldukça ilginçtir. Bilecik rakısının imalathanesi Galata Mumhane Caddesi 67 numarada bulunuyor. Adı, aile Bilecikli olduğu için Bilecik Rakısı. Üreticisi ise, İstepan Berberyan. İstepan bey her sabah imalathaneye gelir, imbiklerin içini beyaz bir mendille silermiş, en ufak bir toza, pisliğe tahammülü yokmuş. O kadar işine titiz biriymiş yani.

 

Ulu Önder Atatürkün sevdiği rakılar hakkında dile getirebileceğim bilgiler bunlar. Pek tabii ki sadece bunlarla sınırlı değil

 

Vefa Zat (Eskilerden)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kemal, hayat kuru bir kestanedir

 

 

Samet Ağaoğlunun Babamın Arkadaşları isimli kitabında Atatürkün, Selanikte subayken başından geçen bir olay anlatılır.

 

İkisinin de parasız oldukları bir gün içkili bir lokantaya gidiyorlar. Yalnız birer rakı ısmarlayabiliyorlar. Meze için paraları yok. Etraftaki masalarda bol bol yeniliyor, içiliyor. Bu sırada içeri bir kuru kestaneci giriyor. Atatürk arkadaşına paran varsa kestane alarak meze yapalım diyor. O ceplerini karıştırıyor, on para buluyor. Aldıkları kestanelerden birisini Atatürk ısırmak istiyor. Fakat kuru meyve o kadar sert ki muvaffak olamıyor ve arkadaşına hayat nedir diye soruyor. Ötekisi yüzünde hazin bir tebessümle, Kemal, hayat şimdi kuru bir kestanedir cevabını veriyor.

 

Atatürke bu cevabı veren arkadaşı, İttihat ve Terakki döneminin Milli Hatipi Ömer Nacidir. Ömer Naci, İttihat ve Terakki içinde de halk arasında da heyecanı ve gözünü budaktan sakınmayan samimi yurtseverliği ile sevilen bir şahıstı. Atatürk ile olan dostluğu daha Manastırdaki öğrencilik yıllarından başlar. Atatürk'e edebiyatı sevdiren kişi de odur. 1916 yılında İran Azerbaycanında kurduğu milis kuvvetleriyle Rus ve İngiliz birliklerine karşı savaşan Ömer Naci, Kerkükte tifüsten öldü.

 

Samet Ağaoğlu, bahsettiğimiz kitapta yukarıdaki anıyı aktardıktan sonra şöyle der: Evet, babamın bu arkadaşı için hayat hakikaten bir türlü ısıramadığı bir kuru kestaneden farksız oldu.

 

Büyük Keyif (Editör)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Keşke daha dikkat etseydi

 

 

Buraya kadar aktardıklarımızın tamamı içki içen herkese örnek olabilecek, uygulanabildiği oranda rakı sofralarının seviyesini yükseltecek davranışlar. 2002 yılında Gülhane Askeri Tıp Akademisinde görevli Dr. Aytekin Ertuğrul, Dr. Şakir Coşkuner, Prof. Dr. Sait Kapıcıoğlu ve arkadaşları, Atatürkün alkole bağlı sirozdan değil savaşlar sırasında yakalandığı sıtmanın tedavisinde kullanılan ilaçların bir komplikasyonu neticesinde vefat ettiğini ıspatladılar.

 

Tanıklıklardan Atatürkün bırakın alkolden siroz olmayı, sarhoş olacak kadar bile içmediğini biliyoruz. Fakat yine de Atatürkün, rakı içme konusunda ne yazık ki bir hatası vardı. Yukarıda alıntı yaptığımız eserlerde ve diğerlerinde Atatürkün rakıyı mezesiz içtiği, yanında sadece leblebi yediği de anlatılmaktadır. Sofraya ise yemek yemeden oturup, içki faslı bitene kadar yemek yemediği söyleniyor. Genel olarak da çok yemek yemediğini biliyoruz. Aç karnına içki içmenin karaciğere iyi gelmediği biliniyor. Atatürk rakı içerken aldığı gıdalara da dikkat etseydi karaciğerini daha iyi koruyabilirdi.

 

(Görsel Vefa Zat'ın arşivinden alınmıştır.)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Akla yol açan sofralar

 

 

İsmet Bozdağın Atatürkün sofra anılarını derlediği kitabı şu ismi taşır: Atatürkün Fikir Sofrası. Gerçekten de Atatürkün sofrası dönemin her konudaki uzmanlarının davet edildiği ve her türlü kültürel, bilimsel konunun tartışıldığı, konuşulduğu sofralardır. Bu yönüyle eskiçağ filozoflarının evlerinin bahçelerinde diyalog yöntemiyle düşünce üretmelerini andırır. Maksat yemekten, içmekten çok sohbet etmek, fikir alış-verişinde bulunmaktır. Yine de Atatürkün bu sohbetler esnasında rakıyı tercih etmesi bizim için anlamlıdır. Bu sofralarda her zaman yanında bulunan birkaç kişi dışındaki konuklar her zaman değişir. Gazeteciler, bilim adamları, milletvekilleri, komutanlar, elçiler davet edilirdi.

 

Bu konuda yine Falih Rıfkı Atayın tanıklığına başvuruyoruz:

Dostları ile akşamları sofra başında buluşmak ve geç vakitlere kadar konuşmak adeti idi. Pek azı zevk ve eğlence meclisi olmuştur. Bunlar da, hani okullarda tatil saatleri vardır, öyle bir şeydi...

Bilmediklerini sofralarında bilenlerden öğrenirdi. Davetliler daima pek çeşitli olmuştur...

Türk dili ve Türk tarihi meseleleri, Onun sofrasında tam bir fakültelik zaman tutmuş olduğunu tahmin ediyorum. Tebeşirli kara tahta, karşısında idi. Bakanlar, profesörler, milletvekilleri hep o tahtaya kalkmışızdır...

İş başından artan ömrü, sofrada geçmiştir. Bu bir içki ve cümbüş sofrası değildi. Dostları ile, hatta düşmanları ile sohbet ve tartışma meclisi idi...

Sofra bir imtihan meclisi idi de! Hiç söylemeksizin, hissettirmeksizin, bir vazifede kullanacağı adamları, içki aleminin pek elverişli ortamında türlü yönlerden yoklardı...

(Çankaya, s. 510)

 

Kılıç Ali de bu sofradan şöyle bahseder:

Sofrasının karşısında daima büyük bir karatahta, üzerinde tebeşiriyle, silgisi ile hazır bir halde bulunurdu. Bu sofradan iç politika, dış politika, iktisadi politika, tarih, dil, coğrafya vb. çeşitli ilmi mevzular, günün önemli sorunları, inkılâp hareketleri ve her çeşit milli meseleler tartışılır idi...

Bununla beraber sofra, bazılarının sandığı ve telkin ettirmek istedikleri gibi, bütün devlet işlerinin müzakere yeri değildi. Bu mühim noktayı fark edemeyerek sofrada devlet işleri hallolunuyor! diye günün birinde Atatürke karşı gelenler, ağır mesuliyetlerle etekleri tutuştuğu zaman, o sofraya içinden çıkamadıkları devlet işlerini getirirler ve onları orada Atatürke hallettirerek sofradan ferahlık ve neşe içinde çekilirlerdi...

Atatürke sofralarında konuşulmayan, konuşulmasına müsaade etmedikleri tek şey, dedikodu mevzuları idi...

(Atatürkün Hususiyetleri, Cumhuriyet Gazetesi Yayını, s. 100)

 

Hasan Soyak da yukarıda bahsettiğimiz anılarında davet edilen müzisyen ve şarkıcıların uzayan konuşmalar yüzünden sanatlarını icra edemeden gittiği gecelerin olduğundan bahseder.

 

Bu sofraları zaman zaman şarkılarıyla süsleyenler ise Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Denizkızı Eftelya, Hafız Saadettin Kaynak ve Münir Nurettin Selçuk'tur. Bu ses sanatçılarına Selahattin Pınar, Necati Tokyay, Mesut Cemil, Nubar Tekyay, Vecihe Daryal ve Aleko Bacanos gibi ünlü müzisyenler eşlik ederdi.

 

Büyük Keyif (Editör)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ata'nın sofrasında kurallar

 

 

Vatan kurtulduktan, ülke bir düzene kavuştuktan sonra Atatürk rakı içmeye başlar. Ancak hiçbir zaman bağımlı olduğu söylenemez. Bu durumuna ispat olarak Nutuk'un yazıldığı süre boyunca içki içmemesi de gösterilebilir. Sarhoşluktan hoşlanmayan, sarhoş olanları kibarca uyararak sofradan uzaklaştıran, hatta bir keresinde sofrayı kendisi terkeden Atatürk'ün sofrasında rakının saati ve usulü bellidir.

 

Atatürk döneminde Özel Kalem Müdürü ve daha sonra Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri olan Hasan Rıza Soyak'ın aktardığına göre Atatürk gündüz içilmesine ve vazife başındayken içilmesine, siyasi ve önemli konular hakkında konuşulacağı, kararlar alınacağı durumlarda içilmesine kesinlikle karşıdır. Sofrada uzun süre oturur, ancak fazla içmez. (Bkz. Atatürkten Anılar, YKY) Sofrada her şey konuşulur ancak dedikodu yapılmaz. Sofra'da çatal-bıçak, tabaklar, örtüler düzenli olmalıdır. (Bkz. Atatürk'ün Hususiyetleri, Cumhuriyet Gazetesi Yayını)

 

İlk kez 2005 yılında yayımlanan yazının görseli Vefa Zat'ın arşivinden alınmıştır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mustafa Kemal misafir ağırlıyor

 

 

Kurtuluş Savaşı zaferle sona erdikten sonra ünlü olacak sofraların temeli ise tarihimizin güçlüklerle geçen bu döneminden önceye denk düşer. Gençliğinde arkadaşlarıyla birlikte rakı içen Mustafa Kemalin dikkate değer ilk davetleri Bulgaristanda Ateşemiliterken verdiği davetlerdir.

 

Lord Kinrosun Atatürk isimli kitabında bu davet şöyle anlatılır:

Bir süre sonra Mustafa Kemal, arkadaşı Şakir'le birlikte, Elçiliğe yakın bir ev bulup taşındı. Evin döşenmesi tamam olunca, iki arkadaş, Bulgar Adliye Nazırına bir ziyafet verdiler. Yemekte havyar, Türkiye'den özel olarak getirtilmiş en iyi cins rakı, en sonunda da şampanya vardı. Yemeğin güzelliği ve gecenin çok başarılı geçtiği, İkinci Balkan Savaşında Mustafa Kemal'e karşı savaşmış olan Harbiye Nazırı General Kovaçev'in kulağına gitti. General daha önce, Makedonyalı olan karısıyla birlikte, Türk ataşemiliterini evinde ağırlamıştı. Kendisi de ailesiyle birlikte, Mustafa Kemal'in evine davet edilmek istediğini bildirdi.

 

O tarihte, Avrupa kültürünün ve modalarının yakından takip edildiği Sofyada, seçkin misafirlere verilecek bir ziyafette şampanya ve havyar bulundurmak bir nevi zorunluluktan, Türkiyeden getirtilmiş rakı bulundurmak ise davet edilen sofranın bir Türk sofrası olduğunun altını çizmek ihtiyacındandır. Atatürkün yeniçeri kostümlü fotoğrafının da Sofyadaki görevi sırasında katıldığı bir kıyafet balosunda çekildiği hatırlanırsa, Atatürkün ülkesini temsil konusunda ne kadar usta olduğu daha iyi anlaşılabilir.

 

Büyük Keyif (Editör)

Share this post


Link to post
Share on other sites

İnsanın şair olası geliyor

 

 

Atatürkün rakıyla tanışması dönemin ünlü yazarı Falih Rıfkı Atayın Çankaya isimli eserinde aşağıdaki şekilde anlatılır:

 

Genç Mustafa Kemal arkadaşları ile Beyoğlu eğlence yerlerine giderdi. İyi giyinmeyi ve yaşamayı severdi. İstanbul'a gelinceye kadar biradan başka içki kullanmamıştı. Bir gün arkadaşı Ali Fuad'la (Cebesoy) beraber Büyükada'ya gitmişler. Ne lokantada yiyip içecek, ne de otelde geceleyebilecek paraları yok. Ali Fuad bir şişe rakı, bir şişe bira, ekmek ve yemiş almış ve beraber çamlığa yürümüşler. Mustafa Kemal bir şişe birayı bitirince:

- Şimdi ne yapacağım? demiş.

İlk defa rakıyı o akşam denemiş. Başı bir hoş dönmüş. Güneş batmak üzere; sigara paketinin altına resimler çizmiş, sonra:

- Fuad, demiş, ne iyi içki imiş bu... İnsanın şair de olası geliyor.

 

Görüleceği gibi Harbiye Öğrencisi Mustafa Kemal, rakıyla daha ilk tanışmasında bu içkinin hoşluğunu teslim etmiş, etkisini anlamış ve o günden sonra en çok tercih edeceği içkiyi keşfetmiştir.

 

Büyük Keyif (Editör)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Maşallah epeyce yazmışsın kardeşim. İşte yeni Türk Kültürü! Zaten başka bişeyde beklenmez ya neyse. Bu dünyada ata gibi rakı sofrasında leblebiyle anılan kaç kişi vardır bilemem ama herhalde rakının bu kadar muteber olmasında atanın büyük katkısı vardır. Ne diyelim "Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz" Anlayana sivrisinek saz...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Estağfirullah kardeşim...

Türk genci olarak görevimiz...

Hem Mustafa'yı, Kemal'i, Ata'yı, Türk'ü seviyoruz...

Herkes tanısın diye yazdık bu kadar...

Tanısın bilsin ki sevsin!...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Estağfirullah kardeşim...

Türk genci olarak görevimiz...

Hem Mustafa'yı, Kemal'i, Ata'yı, Türk'ü seviyoruz...

Herkes tanısın diye yazdık bu kadar...

Tanısın bilsin ki sevsin!...

 

 

Tanısın sevsin!

Seveni çok olur kardeşim...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Elhamdülillah...

Neyse ki kişi sevdiği ile beraber olacak öldükten sonra da...

Yarın bir gün kavuşacağız, sevdiklerimize!...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...