Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
MÜNZEVİ

Sınırsızlık Özlemi

Recommended Posts

8eec38fa57e59b6493.jpg

 

 

 

 

Kürşat Salih YAMAN

Küreselleşen dünyayla birlikte bireysel özgürlüklerin sınırları da sınırsızlık vadedecek kadar genişledi. Kapısı ve duvarı olmayan bir dünya var önümüzde. Sınırlamaların insanın gelişimi karşısında engel oluşturduğu ileri sürülen, şehvetin kutsandığı bir dünya...

 

Artık insanlık ısrarla, özgürlük ve sınırsızlık adına hazlarını hadsizce yaşamaya özendiriliyor. Bu söyleme pek çok alanda rastlamak mümkün. Her yerde karşınıza çıkan reklam sloganlarına bakın: Sınırsız güç, sınırsız eğlence, sınırsız konuşma, sınırsız internet, sınırsız paylaşım... Yeni düşünce, yeni kültür... adına ne dersek diyelim, dünya bir sınırsızlık şarkısıdır tutturmuş gidiyor.

 

Özgürlük mü esaret mi?

 

İnsanlığın sınırtanımazlık gayreti nereden kaynaklanıyor olabilir? Pek çok tahlil yapılabilir elbette. Fakat Kutsalın reddi ya da hayatta dışlanması en temel etken olarak gözüküyor.

 

Hayatı bir varoluş gayesi etrafında algılamamızı ve yaşamamızı öğreten dinin sınırlarını saf dışı bırakan bir dünya görüşü, neyi sınır olarak belirleyecek? Elbette insanın doyumsuz isteklerini. Bize göre söylersek nefsini... İnsan nefsinin hayatın merkezine oturtulduğu bir çağda her türlü hazza kayıtsız şartsız ulaşma talebinden daha doğal ne olabilir ki?

 

Bütün bunlar kutsalı reddeden ya da hayatın dışına öteleyen kültür için bir dereceye kadar anlaşılabilir şeyler. Asıl tuhaf olan, bizlerin müslümanlar olarak bu söyleme kulak vermemiz, Liberalizm başta olmak üzere çağın moda düşünce akımlarına aldanıyor olmamız.

 

Aslında hiçbir şey yeni değil. İnsanlık tarihi esas itibarıyla bir hak-bâtıl mücadelesi. Yani peygamberlerin çağırdığı ilâhi sınırları muhafaza ile bu sınırları iptal ve ilga çabası. Bugüne gelindiğinde, İslâm toplumunun hududullah (Allah’ın koyduğu sınırlar) üzere yeterince sebat etmemesiyle ibrenin -şimdilik- sınırtanımazlıktan yana dönmüş olduğu gözüküyor.

 

Evet; İslâm toplumu yönünü kendi değerleri yerine zevkçiliği esas alan Batı’ya çevirdiği zamandan bu yana hem fikrî hem fiilî açıdan ciddi kırılmalar yaşamış bulunuyor. Yaratıcı mefhumunu ve O’nun sınırlarını insanlığın gündeminden çıkaran, insan egosunu hayatın merkezine oturtan Batı zihniyetinin şeytanî cazibesi, özellikle kompleks sahibi müslüman aydınları adeta peşinden sürüklemiştir.

 

Fakat gerçek şu ki, Batı uygarlığı için de tarih bir kırılma noktasına doğru ilerlemeye başlamış bulunuyor. Bir yandan zevke ve zevkin sınırsız tatminine dayalı anlayış birey açısından beklenen huzur ve tatmini sağlamamış, diğer taraftan tüketim odaklı ekonomik modelin pek çok açıdan sürdürülebilir olmadığı anlaşılmıştır. Dünün gıptayla bakılan toplumları hem bireysel huzur ve tatmin bakımından hem ekonomik açıdan ciddi tehlike sinyalleri veriyor.

 

Allah’ın Sınırları

 

Bu noktada yeniden hatırlıyoruz: İnsan başıboş yaratılmamıştır. Kendine, yaratıcısına, üzerinde yaşadığı dünyaya ve insanlığa karşı mükellefiyetler taşıyan sorumlu bir varlıktır. En büyük sorumluluğu ise yaratıcısına karşıdır. Dolayısıyla sınırları vardır ve bunlar bellidir, hareket sahası çizilmiştir. Sınırlarını zorlamaya, haddini aşmaya teşebbüs etmesi, hem kendisi hem yaşadığı dünya ve insanlık için yıkıcı sonuçlar doğurmaktadır.

 

İlâhi sınırları anlamak ve kabul etmek zorundayız. Her ülkede toplum düzenini sağlamak, hakları korumak için birtakım kanun ve kurallar vardır. Bu kurallar o ülkede bulunanların hukukî sınırlarını, düzenin kırmızı çizgilerini gösterir. Bu sınırları aşan cezaî yaptırımlarla karşılaşır. Mülk Allah’ındır. O’nun koyduğu kurallar, belirlediği sınırlar vardır. Bunlar insanoğlunun kulluk ve birbiriyle olan her türlü münasebetlerinin çerçevesini belirler. İşte bu çizgilere Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Hududullah” yani Allah’ın sınırları deniyor.

 

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde bazı emirlerini açıkladıktan sonra buyurur ki; “Bu söylenenler hududullahtır, Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerdir.” (Mesela; Bakara, 229)

 

Rabbimiz hududullahı aşanları “zalimler” olarak niteliyor. Başka ayetlerde de bu gibi kimselerin ebedi cehenneme müstehak olduklarını beyanla alçaltıcı bir azabın onları beklediğini haber veriyor. (Nisa, 13-14)

 

Müslümanın hareket alanı, sınırları bellidir. Başta ibadetler ve helal-haram çerçevesi olmak üzere Hududullah açık ve nettir. Dünya nereye giderse gitsin, hangi akımlar moda olursa olsun, İslâm toplumu kendini Allah Teâla’nın çizdiği sınırlar çerçevesinde düzenlemeye ve bu sınırları korumaya azami derecede özen göstermek durumundadır. İslâm’ın dışındaki dünya görüşleri bâtıldır, müslümana model olamaz.

Yol ve Etrafındaki Surlar

 

Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz buyuruyor ki:

 

“Allah Tealâ doğru yol (sırat-ı müstakim) için şöyle bir misal verdi:

 

Doğru yolun iki tarafında iki sur ve surlar üzerinde açılmış kapılar var. Kapılar üzerinde ise çekilmiş perdeler bulunmakta. Yolun başında bir davetçi durmuş diyor ki:

 

– Ey insanlar! Hep birlikte yola girin, sapmayın!

 

Yolun ortasında da bir davetçi, birisi o kapılardan birini açmak istediğinde ona şöyle sesleniyor:

 

– Yazıklar sana, onu açma! Çünkü o kapıyı açarsan içeri girersin!

 

(Bu misaldeki) yol, İslâm’dır. Yolun iki tarafındaki iki sur ise Allah’ın çizdiği sınırlardır. Açılmış kapılar Allah’ın haram kıldığı şeylerdir. Yolun başında bulunan davetçi Allah’ın kitabı, ileride bulunan davetçi ise her müslümanın kalbinde bulunan, Allah adına öğüt veren melektir.” (İmam Ahmed b. Hanbel)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu konu hakkında okumuş olduğum bir yazıda tam olarak hatırlayamasam da yaklaşık olarak şöyle bir ibare vardı; batı toplumu (ab ve abd) insanı potansiyel bir tüketici olarak görmekte ve kişinin yaşam hakkına tecavüz etme pahasına kişiler üzerinden tüketim toplumu yaratmaya çalışmaktadır. Yeni bir insanın duygularını hiçe sayarak, onu tüketen bir makine gibi gören ve bu makinenin ihtiyaçlarını da bizzat kendisi belirleyen bir sistem kurulmuş. Kişilerin duyguları, inançları söz konusu bile değil. Dikkat ederseniz hizmet sektörü bu yüzyılın ilk dönemlerinde en çok rağbet gören ve popülerleştirilen sektördür. Bu kadar çok çağrı merkezinin kurulmasının başka bir amacı olabilir mi? Ya da farklı bir örnek verecek olursak tuvaletlerde bile duvarlara ve kapıya elektronik cihazlar (kitap okuma gereçleri, tv vs ) konulmasının başka izahı olabilir mi? Yalnızlaştırdıkları insanı, duygudan yoksun metalarla terapi etmeye çalışıyorlar.

 

Öncelikle insanları duygusuzlaştırdılar ardından ihtiyaçlarının sonsuz olduğuna ikna ettiler ve nihayet tüm dünya olarak tüketim toplumu olduk. Artık intiharlar çok normalleşti. Batı da bir psikologun gördüğü rağbeti ülkemizde doktorluk bile görmüyor. Herkes depresyonda. Her yaşın bir güzelliği kalmadı. Güzellik kalmadı ki! Bütün hayatımız kablolar ve ekranlara sıkıştırılıyor. Çocukluk anıları yerine çocukluk teknolojileri konuşulur herhalde bundan sonra.

 

Çok şükür ki biz de istemeden de olsa bir parçası olduğumuz bu sistemin alternatifini biliyoruz, tanıyoruz. Hak yol İslam. Bu kadar basit. Ölçü belli; Dünyalık işleriniz de sizden düşük seviyedekilere ahiretlik işleriniz de sizden yukarıdakilere bakınız!

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yalnızlaştırdıkları insanı, duygudan yoksun metalarla terapi etmeye çalışıyorlar.

 

Öncelikle insanları duygusuzlaştırdılar ardından ihtiyaçlarının sonsuz olduğuna ikna ettiler ve nihayet tüm dünya olarak tüketim toplumu olduk. Artık intiharlar çok normalleşti. Batı da bir psikologun gördüğü rağbeti ülkemizde doktorluk bile görmüyor. Herkes depresyonda. Her yaşın bir güzelliği kalmadı. Güzellik kalmadı ki! Bütün hayatımız kablolar ve ekranlara sıkıştırılıyor. Çocukluk anıları yerine çocukluk teknolojileri konuşulur herhalde bundan sonra.

 

Çok şükür ki biz de istemeden de olsa bir parçası olduğumuz bu sistemin alternatifini biliyoruz, tanıyoruz. Hak yol İslam. Bu kadar basit. Ölçü belli; Dünyalık işleriniz de sizden düşük seviyedekilere ahiretlik işleriniz de sizden yukarıdakilere bakınız!

 

Evet insanlar yalnızlaştıırldı ve duyarsızlaştırıldı...yazarın bu konudaki diğer bir yazısı bu durumu güzel açıklıyor.

 

 

Duyarsızlaşmış bir insan ve toplum işitir ama duymaz. Bakar ama görmez. Düşünür ama anlamaz. Kalbi çarpar ama vicdanı sızlamaz.

İnsan iki türlü ölür. Ya bildiğimiz şekilde bu dünyadan ayrılma biçiminde ya da olaylar karşısındaki hassasiyetini yitirerek. İkincisinde beden her ne kadar hayat devam ediyor olsa da his ve vicdan etkinliğini yitirmiştir. Böyle hassasiyetini yitirmiş birinin etrafında olan bitenlere tepki vermesini, tavır koymasını beklemek, devenin iğne deliğinden geçmesini beklemekten farksızdır.

Burada hemen sözünü ettiğimiz hassasiyetle her canlıda türlü şekilde var olan doğal refleksleri ayıralım. Hastalığın acı vermesi, acının göz yaşartması, susayınca su içmek… bunlar reflekstir. İnsan bahis mevzu olunca, bu türden basit reflekslere bir de şakanın gülümsetmesi, müjdenin sevindirmesi gibi psikolojik olanları da ilave edelim. Tüm bunlar insanın hissettiğini yani hayatta olduğunu, biyolojik varlığın devam ettiğini gösterir. Böyle biyolojik ve psikolojik refleksler olmasaydı ne avı elinden alınmış vahşi hayvanın öfkesinden söz edebilirdik ne de annenin şefkatinden. His bütün mahlukat için önemlidir, insan için daha da önemlidir. Hislerin tam ve kararında olması, biyolojik ve psikolojik bakımdan sağlıklı olma haline işaret eder.

His ve hassasiyet aynı şey mi?

Peki, hisseden her insan hassasiyet sahibi sayılır mı? Ne yazık ki bu soruya “hayır” cevabı vermek durumundayız. Çünkü hissetmek başka, hassasiyet sahibi olmak başkadır. Hassasiyet sahibi olmaya duyarlı olmak da denilir. Her insan duyabilir, ama duyarlı olamaz. Duyarlı insan, etrafında olan bitene kayıtsız kalmayan, hadiseler karşısında tavrını koyabilen, gaye ve ilke sahibi kimse demektir. Ve bu hal insan olmanın, hele de müslüman olmanın en temel gereklerinden biridir.

Duyarsız insan ise iç aleminde inşa ettiği küçücük dünyasında ağaç kabuğuna tutunmuş mantar gibi yaşayan, basit zevklerin dışında dünyaya kapılarını kapatmış, dünya yansa bir kalbur samanı yanmayan kişilerdir. İlkesiz ve gayesizdirler. Bencillik ve adalet duygusundan yoksunluk, ayırt edici özellikleridir.

Hassasiyet sahibi bir insanı şaşırtacak, derinden etkileyecek nice ibretlik olay, duyarsız kimseyi sinek vızıltısı kadar dahi etkilemez. Onun sırtı pek, karnı toksa gerisi hikâyedir. Hele bir de kendince maddi ya da manevi bir tatmin bulmuşsa daha ne olsun!

İşte bu şekilde etrafta olan biten haksızlığa, zulme, liyakatsızlığa, maddi manevi trajedilere duyarsız biri, herkes açısından bir ziyandır. Çünkü bu tavırlarıyla hassasiyet sahibi insanlara sinir krizleri geçirttikleri gibi, başkalarını da kötü etkilerler. Duyarsızlık salgın hastalık gibidir, hızla yayılır. Bir noktaya geldikten sonra da içine girdiği toplumu son ferdine varıncaya kadar etkilemeden bırakmaz.

Duyarsızlaşmış bir insan ve toplum işitir ama duymaz. Bakar ama görmez. Düşünür ama anlamaz. Kalbi çarpar ama vicdanı sızlamaz. Belki Kur’an-ı Kerim’de sözü edilen “bel hüm edal” (hatta daha şaşkındırlar) ayetinin bir muhatabı da bunlardır. Eğer öyleyse kendileriyle hayvanlar arasındaki çizgi kaldırılmış, hatta hayvandan daha aşağı bir yere itilmiştir.

Biz ne kadar duyarlıyız?

Ne yazık ki kabul ve itiraf etmek zorundayız: Bireyler ve toplum olarak duyarlılığımızı önemli ölçüde yitirmiş durumdayız.

O hale geldik ki gözlerimizin önünde cereyan eden hadiselere, ne kardeşlik, ne akrabalık, ne komşuluk, ne de dindaşlık hatırına el uzatmıyoruz. Sanki vicdanlarımıza narkoz verilmiş, duygularımıza neşter çekilmiş de birbirimizi fark edemez olmuşuz.

Apartman komşumuzun evine ateş düşse, yanıbaşımızda bir kendini bilmez ırza namusa tasallut etse bırakın müdahale etmeyi, dönüp bakma gereği bile duymuyoruz. Haber bültenlerindeki müslüman kıyımı, açlık, şiddet, cinayet haberlerini stand-up seyreder gibi seyredebiliyor, onurumuz ayaklar altına alınırken gülebiliyor, dinî ve örfî değerlerimizi yaşama ve yaşatma noktasında son derece kayıtsız kalabiliyoruz.

Müslüman duyarsız olabilir mi?

Belki bu halin başka toplumlarda görülmesine bir anlam verilebilir. Peki ya müslüman toplumun duyarsızlaşmasına ne demeli? Hamiyyet-i diniyye ya da gayret-i diniyye sadece eski sözlüklerde kaybolup gitmiş birer kelime midir?

“Komşusu aç iken kendisi tok yatan bizden değildir.” (Buharî) diyen, “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğz etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim) diye emreden bir dinle duyarsızlığı bir arada zikretmek mümkün mü?

Değil mi ki gerçek mümin Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Değil mi ki AllahTealâ’nın güzel gördüklerini insanlara duyurmak, kötü gördüklerinden onları sakındırmak için dünyadadır. Ve değil mi ki mahlukata merhamet onun en belirgin özelliği olmalıdır. Şu halde çevresinde meydana gelen hadiselere ilgisiz kalması, kulaklarını, gözlerini, ağzını kapatarak üç maymunu oynaması ona yakışır mı?

Değişiyor muyuz değiştiriliyor muyuz?

Görünen o ki, “İnsan insanın kurdudur” felsefesinden beslenen bugünkü hakim kültür, diğerleri gibi bizi de ben merkezli bir anlayışın içine hızla çekmekte. Hissiyatımızı kısırlaştırmak suretiyle bizi bizden koparmaktadır.

Aslında topu kitle iletişimin üretip yaydığı kirli kültüre atıp kendimizi sütten çıkmış ak kaşık gibi görmek kolaycı bir anlayış olur. Bu noktaya gelmemizde bizim hiç mi suçumuz olmadı? Zorla mı değiştiriliyoruz, yoksa kendimizi mi bırakıyoruz? Samimi bir muhasebe yapmamız lazım.

Şu bir gerçek ki, biz öz değerlerimize gerçekten duyarlı olsaydık böyle olmazdı. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: “Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Siz doğru yolda iseniz sapıtanlar size zarar veremezler.” (Maide, 105)

Niyet ve hamle

Bu seküler ve hazcı kültüre kendimizi bıraktıkça duyarsızlaşıyor, duyarsızlaştıkça dinî ve insanî değerlerimize uzaklaşıp yabancılaşıyoruz.

Halbuki Peygamber Efendimiz s.a.v. egoyu (nefsi) hayatın merkezine alıp, onun tatmini peşinde koşmanın hissiyatı kör edeceğini bakın nasıl haber veriyor:

“Nefsinizin isteklerine (hevâya) uymaktan sakının. Çünkü o sizi sağır ve kör eder.”

Yine Kur’an-ı Kerim, nefsinin tatmini peşinde koşanları:

“Hevâsını (kötü duygularını) kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (Furkan, 43) ayetiyle hayret ve kınamayla anıyor.

O halde şimdi çölleşen vicdanlara su serpmenin, hadiselere karşı duyarlı olmanın, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın ve ortak değerlerimizle yeniden barışmanın tam vaktidir. Hatırdan çıkarmayalım, müminler, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar. (Furkan, 73)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...