Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
MÜNZEVİ

Edep Ya Hu!

Recommended Posts

1y9v3.jpg

Edep Yâ Hû!

Selçuk Eraydın

Hemen hemen bütün dergâhların, tekkelerin, âsitânelerin, zâviyelerin giriş kapısı üstünde veya iç duvarlarında hattâtların eskimez yazıyla yazdıkları Türkçe şu cümleleri ihtivâ eden levhalarla karşılaşırız: Bu da geçer yâ Hû!, Âh teslîmiyet!, Edeb yâ Hû!

Edeb, insanla hayvan arasındaki en mümeyyiz vasıftır. Peygamber (s.a.v) Efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde “Mekârim-i ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyuruyor. Bir şâir edebi şöyle târif etmiştir:

“Edeb tâcest ez nûr-î ilâhî-Binih ber ser birev hercâ ki hâhî Yâni Edeb Allah’ın nûrundan bir tâcdır, başına koy ve istediğin yere git!”

Ahlâkî değerler olarak bilinen şeref, nâmûs, iffet, hayâ, mukaddesât, adâlet v.s. gibi vasıflar hayvanlarda bulunmaz. Hayvanlara iffetli veya iffetsiz, nâmûslu veya nâmussuz diyemiyeceğimiz gibi, âlîm veya câhil, âdil veya zâlim de diyemeyiz. Hayvanlar içgüdüleriyle hareket ederler, onların hayrı şerden ayıran mümeyyizeleri yoktur.

Ahlâkî değerlerin kaybolmaya yüz tuttuğu toplumlarda insânî özellikler de zayıflar. Bizim cemiyetimizde Kur’ân-ı Kerîm’in îkâzına rağmen çok eskiden beri devam eden bir yanlış değerlendirme, fuhşun yayılmasına ve çoğalmasına sebep olmuştur.

Nûr sûresinin bir âyetinde Allâh Teâlâ önce, mü’min erkeklerin gözlerini haramdan korumalarını ve iffetlerini muhâfaza etmelerini emreder. Bu hususta kadınlar erkeklerden sonra zikredilmiştir. Bu âyet-i kerîme bize, kadınların iffet ve nâmûslarının, erkeklerin iffet ve nâmûslarına bağlı olduğunu, erkekler iffetlerini koruduğu müddetçe, kadınların da iffetlerinin korunmuş olacağını açıkça ifâde buyurmaktadır. Fakat esefle belirtmek gerekirse, müslümanlar arasında bile bu iffet ve nâmûs sorumluluğu erkeklerden alınarak, sâdece kadınlara yüklenmiş erkeğin elinin kınası, kadının yüzünün karası tarzında değerlendirilmiştir.

Hz. Mevlânâ’ya göre edeb, insanın bedenindeki rûhtur; enbiyâ ve evliyânın göz ve gönül nûrudur, şeytânın kãtilidir, insanla hayvanı birbirinden ayıran en önemli vasıftır.

Allâh Teâlâ’nın bütün isimleri Esmâu’l-Hüsnâ, aynı zamanda O’nun vasfıdır. Fakat insanların kullandıkları pek çok güzel isimler, vasıf olmayıp, sâdece alem olabilir. Temennî niteliği taşıyan bu isimlerin, bilhassa ticârî müesseselere farklı bir mülâhaza ile konması istismâra yol açabileceğinden, bu hususta hassas olmamız gerekir.

Asl olan bu güzel isimlerin insanlarda ma’kes bulmasıdır. Muhsin, Mükrim, Hâmid, Vecdî, Kâmil, Sâlih, Fâzıl, v.s. isimler vasıf olmadıkça bir değer taşımazlar. Yâni yüce dinimizin kendi değerinden çok, bizdeki değeri önemlidir; aksi takdirde onu temsil etmiş olamayız. Meselâ peygamberlere âit olan sıdk, tebliğ, emânet, fetânet, ismet isimleri aynı zamanda onların vasıflarıdır. Cenâb-ı Hak, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz için: “Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin”1 buyurarak, O’nun bu özelliğini belirtmişlerdir. Ayrıca Resûlullah’ın bizler için güzel örnek üsve-i hasene oluşu da yine O’nun, edebî vasıfların tecessüm ettiği mercî olduğunu gösterir.

Gerçekte edeb mücerred bir mefhumdur. Bilkuvve müşâhade edilmez; o kişinin hareket ve davranışlarında ortaya çıkar. İnsanın vücûdu edebin ve edebsizliğin sergilendiği yerdir. Baygın veyâ uyuyan bir insanı, boş bir sergiye benzetebiliriz. Bu yüzden sergide gösterilen dostluk veya düşmanlık, sevgi veya nefret, o sergide sergilenen edeb ve edebsizliğe göredir. Peygamber (s.a.v) Efendimiz sarımsağın kendisinden değil, kokusundan rahatsız olduklarını belirtmişlerdir.

Maddî güzellikler veya çirkinlikler, zaman ve mekânla mukayyettir. Meselâ gülün veya kötü kokan bir şeyin kokuları belirli mesâfelere kadar ulaşabilir. Edeb ve edebsizliğin bıraktığı râyiha ise zaman ve mekânla mukayyed olmayıp, uzak mesâfelere, berzah ve âhiret âlemine ve gelecek zamanlara doğru uzayıp gider. İnsanın malı, mülkü, kendisi ve kendisinde mevcût kãbiliyyetler hep âriyet ve emânettir. Ana rahminden îtibâren başlayan şehâdet sürecinde bize emânet olarak verilen beden elbisesi, tedrîci istihâleler geçirerek, ölünceye kadar bizimle berâber kalır. Çocukluğumuzu geçirdiğimiz bu emânet elbisede gücümüz, kuvvetimiz, pekçok kãbiliyetlerimiz henüz ortaya çıkmamıştır. Zaman geçtikçe o bedende meknûz olan isti’dâdlar, imkân buldukça gelişirler.

İnsanın güzelliği, sesi, mahâretleri, bütün kâbiliyetleri dâd-ı Hak’tır. Çocukluğumuzda bunların pek çoğunu ızhâr edemediğimiz gibi, ihtiyarladığımız zaman da onların pek çoğunu kaybederiz. Vaktiyle güzelliği dillere destan olmuş bir kadının, bir müddet sonra bu özelliğini kaybetmesi ve îtibardan düşmesi, henüz hayatta iken unutulması bizler için ibret olmalıdır. Bir şâirin dediği gibi:

“Âfitâb-ı hüsn-i hûbân âkıbet eyler ufûl,

Ben muhibb-i lâ yezâlim, “lâ uhibbu’l-âfilin.”

Allâh’ın kendisine lutfettiği ni’metleri, O’nun rızâsına uygun bir tarzda kullanmak şükür olduğu gibi, aynı zamanda dünyâ ve âhiret saâdetine de nâiliyettir. Kendisine verilen emânetler sâyesinde toplumda îtibar kazandıklarını zanneden kimseler, onları kaybedince aynı îtibârı görmüyorsa, bu şahsa âit bir değer değildir. Emânetler elinden alındığı zaman, yalnızlığa itilen bir kimse hiçliğin geç farkına varmış olur.

Zenginlik, mal, mülk, mevki, güzellik, bunların hepsi birer âriyettir. Bunlara güvenmek, hayal kırıklıkları yaratır. Bu emânetleri iyi kullanmamak, ihânet olur. Ebediyet, rahmetle anılmaktır.

İnsan sûret ve mânâdan ibârettir. Sûret ve mânâ bütünlüğü olmayan bir iş meydana gelmez; çünkü mânâ sûretsiz görülmez ve hissedilmez. Hz. Mevlânâ insanın tenini ata, dünyâyı da ahıra benzetir. Kendi hâline bırakılan at, doğru ahıra girer. Zîrâ tenin murâdı yemek, içmek, mülk ve maldır. Canın temennâsı ise kesb-i kemâl ve seyr-i cemâldir. Aziz Mahmûd Hüdâî (k.s) hazretlerinin dediği gibi: “Yâni ten dünyâ ve can ukbâ sever.”

Amel ve fiil, görünen şekiller değildir; şekiller o amelin sûretidir. Münâfığın ibâdeti sâdece sûretten ibâret olduğu için değersizdir.

Dünyâ ve âhiret, ten ve can iki ortak hanım gibidir; onları bir arada tutmak hemen hemen imkânsızdır. İnsanın gönlünde iki sevdâya yer olmadığı için, tevhîd şirk kabûl etmez. Nitekim Allâh Teâlâ bu hususta şöyle buyuruyor: “Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız; kim de dünyâ kârını istiyorsa, ona da dünyâdan bir şeyler veririz; fakat onun âhirette bir nâsibi olmaz.2 Gözle gördüklerimiz kabuk ve posttur, kalıcı olan ise görülmeyen fakat hissedilen insânî rûhtur. İnsân-ı kâmil, Allâh Teâlâ’nın ahlâkıyla mütehallık olup, onun yeryüzündeki halîfesidir. Bu mertebenin bi’l-asâle sâhibi Peygamber (s.a.v) Efendimiz’dir. Onun makãmı Ferdiyyet-i Muhammedîdir. Peygamberler ve onların vârisleri olan kümmelîn-i evliyâ bu mertebenin bi’l vekâle sâhipleridir.

İnsan sûret îtibâriyle kadehlere benzer. Hakk’ın bu kadehlerde sergilediği isti’dâtlar, hünerler, kadehlerdeki nakışlardır. Kadeh çatlar veya kırılırsa, nakışlar da eksilir veya kaybolur.

İnsan cemâdî, nebâtî, hayvânî rûhların yanı-sıra bir de insânî rûha sâhiptir. Mevlânâ’ya göre bu insânî rûh, hayvânî ruhta gizlidir. Ayranı hayvânî rûh olarak kabul edersek, içindeki gizli ve göze görünmeyen yağ, insânî rûhtur. İnsanın unsurî olan cismini yayığa, hayvânî rûhunu ayrana ve insânî rûhunu da yağa benzetirsek; Hak Teâlâ bu ayranı çalkalayan peygamberler ve onların vârisleri olan velîler göndermiştir. Yapılan mücâhede ve riyâzetlerle, bâtın olan insânî rûh, çalkalanan ayran içindeki yağ gibi ortaya çıkmış olur.

Terbiye eğitimle gerçekleşir, Allâh’ın sıfatları illetlerden münezzeh olduğu için, ta’lîme muhtâç değildir. Peygamberlerin muallimi Hak Teâlâ’dır. Peygamber (s.a) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde: “Beni Rabbim terbiye etti ve benim te’dibîm ne güzel oldu!” buyurmuşlardır. Peygamberler de eğitimlerinde bir muallime ihtiyâç duymuşlardır. Nâbi yazdığı bir na’t-ı şerîfinde bu husûsu şu tarzda ifâde etmiştir. v “Oldu zânûzede-i medrese-i mâ evhâ

Olmadıysa nola zânûzen-i pîş-i üstâd.”

Yânî O Peygamber mâ evhâ medresesinin diz çökeni olmuştur. Bir üstâdın önüne diz çökmediyse, bunda şaşılacak ne var!

Tâat, hizmet, kulluk ve edeb Hakk’ın lutfudur. Allâh Teâlâ bize bu kãbiliyetleri vermemiş olsa idi, bizde meknûz olan bu güzellikler ortaya çıkmazdı. Nitekim Allâh Teâlâ bu husûsda şöyle buyurur: “İşte sana gelen iyilik Allah’dandır, kötülük ise nefsindendir.” 3

Allâh Teâlâ, rızâsına istiyerek sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendisine verdiği rızıklardan infak eden, kötülüğü iyilikle savan kimselerin hüsn-i hâtime ile âhiret yolculuğuna uğurlanacağını müjdeliyor.4 Bu edebî yükselişe ermiş olan mü’minlerin gönülleri Allâh’ın zikriyle sükûn, kalbleri O’nu anmakla huzûr bulur.5 Bu dünyâda güzel davranışlara, güzel mükâfât vardır.6 İyilik edenlere Rab’leri indinde diledikleri her şey vardır.7 İyilikler, kötülükleri siler, yok eder.8

Hulâsa edebli olmak Hakk’ın hoşnutluğunu ve sevgisini gerektiren davranışlar sergilemek, sevmedikleri şeylerden de kaçınmaktır. Meselâ Allâh Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde: Muttâkîleri, tevbe edip temizlenenleri, mütevekkil olanları, muhsinleri, öfkesini tutanları, insanları afvedenleri, sabredenleri sevdiklerini; bozguncuları, haddi aşanları, küfür ve günahta ısrâr edenleri, zâlimleri, kendini beğenen ve böbürlenenleri, hâinliği meslek edinenleri, fâsidleri de sevmediklerini ifâde buyurmuştur.

Edebî değerlere sâhip olmanın sırrı ihlâs, samîmiyet ve tevâzu’dur. Peygamber (s.a.v) Efendimiz “Hikmetin başı Allâh korkusudur” buyurmuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de takvâ, ittikã, kalb-i selîm, birr kelimelerine çok rastlanır. Alçak gönüllülük, mânevî yükselişin sırrıdır. “Kim mütâvâzi olursa, Allâh Teâlâ onun kadrini yükseltir hadîsi” bunun delîlidir.

“İrtifâ-ı kadr için lâzım tevâzu âdeme

Şemsi gör kim sâyesin salmış ayaklar altına.”

Dipnotlar :

1- K. Kerim, 68/4,

2- K. Kerim, 42/20,

3- K. Kerim, 4/79,

4- Bkn. K. Kerim, 13/22; 28/54,

5- Bkn. K. Kerim, 13/28,

6- Bkn. K. Kerim, 16/30,

7- Bkn. K. Kerim, 39/34,

8- K. Kerim, 11/114

Share this post


Link to post
Share on other sites

İnanmış Kalbin Süsü: Hayâ

Selim GÜNEŞ

“Peygamberlerin insanlığa söylediği ilk sözlerden biri şudur: Utanmazsan dilediğini yap!” (Buharî; Ebu Davud; İbn Mace)

Hayâ, yani utanma duygusu müslüman kimsenin süsüdür. Bu duyguya sahip kimse, elini ve dilini kötü şeylerden sakınır. Ashab-ı Kiram’ın büyüklerinden, Dört Halife’nin üçüncüsü Hz. Osman r.a. ve dördüncüsü Hz. Ali r.a. üstün hayâ sahibi oluşlarıyla Efendimiz s.a.v. tarafından övülmüşlerdir. Hz. Ali r.a.’ı tazim için söylediğimiz “kerremallahu vechehu” ifadesi de onun yüksek hayâ hali dolayısıyla söylenegelmiştir.

Yazımızın başına aldığımız hadis-i şerif, keskin bir üslupla hayânın önemini işaret ediyor. Hadis-i şerifteki “peygamberlerin insanlığa söylediği ilk sözlerden biri...” ifadesi, hayânın insanlığa inen ilk ilahi emirlerden biri olduğunu gösteriyor. Yani hayâ ilk çağlardan beri bütün insanlığın yükümlü bulunduğu temel ahlâkî erdemlerden biridir.

Hadis-i şerifteki “Utanmazsan dilediğini yap!” ifadesi, kişiye aklına eseni, canının istediğini yapabileceğini söylemiyor. Aksine, bir kınama ve yasaklama manası taşıyor. Yani “Eğer utanmıyorsan, sende hayâ yoksa dilediğini yap. Gör bakalım, utanmazlığın bedeli ne olacak!”

Kur’an-ı Kerim’deki şu ayetler de aynı üslupla sert uyarı taşır:

“Dilediğinizi yapın! Kuşkususuz o, yaptıklarınızı görmektedir.” (Fussilet, 40)

“(Ey Allah’a eş koşanlar!) Siz de O’ndan başka dilediğinize tapın.” (Zümer, 15)

Hadis-i şeriften anladığımız bir diğer mana da şöyledir:

“Hayâsı olmayan kişi dilediğini yapar. Çünkü çirkin işleri yapmaya engel olan hayâdır. Edepsizliklerden ancak hayâ sahibi uzak durur.”

Nitekim Fahr-i Kainat Efendimiz s.a.v. buyurmuştur:

“Allah bir kula gazaplanınca ondan hayâyı çekip alır. Hayâyı çekip alınca da onunla sadece nefret edilen kişiler karşılaşır. Sonra ondan emanet (güvenirlik) vasfını çekip alır. Emanet vasfını çekip alınca rahmetini de çekip alır. Rahmetini çekip aldığı zaman İslâm bağını da ondan söküp almış olur. İslâm bağını aldığı zaman artık onunla azgın şeytandan başkası karşılaşmaz.” (Suyûtî, el-Camiu’l-Kebîr, 1/31)

İbn Abbas r.a. da şöyle buyurmuştur:

“Hayâ ve iman yan yanadır. Hayâ çekilip alındığı zaman diğeri de (iman da) onu takip eder.”

İbn Ömer r.anhüma anlatıyor:

“Rasulullah s.a.v. ‘Sen fazla hayâ sahibi birisin!’ diyerek kendisini ayıplayan birinin yanından geçti. Adam bu sözleriyle hayânın ona zarar verdiğini söylemek istiyordu. Bu sözler üzerine Rasul-i Ekrem s.a.v. şöyle buyurdu:

– Bırak onu, şüphesiz hayâ imandandır.” (Buharî; Müslim; Ebu Davud)

Yine Efendimiz s.a.v. buyuruyor: “Hayâ hayırdan başka bir şey getirmez.” (Buharî; Müslim)

Hayâ iki türlüdür. İlki Allah vergisidir. Yani kişinin karakterinde hayâ vardır ve bu çalışma ile elde edilmez. Hayânın bu kısmı Allah’ın ihsan ettiği üstün bir ahlâkî meziyettir. Bu meziyet çirkin işleri işlemekten kişiyi alıkoyar, güzel ahlâklı olmaya ve güzel ahlâkın yüceliklerine erişmeye teşvik eder.

Hayânın ikinci türü ise kişinin kendi niyet, gayret ve çabasıyla elde ettiğidir. Bu da Allah’ı tanımak ve onun yüceliğinin, kullara ne kadar yakın olduğunun ve her şeyi bildiğinin ve gördüğünün farkında olmak ve buna göre davranmaktır.

Hz. Ömer r.a. şöyle buyurmuştur: “Hayâ eden saklanır. Saklanan kişi ise sakınır, sakınan kişi de Allah tarafından korunur.”

Dinimiz bizi hayâ sahibi olmaya, Allah’tan utanmaya çağırıyor. Sapkınlıkların had safhaya ulaştığı çağımızda hayâ, bir istikamet ışığı olarak yolumuzu aydınlatıyor. Bütün dünyevî ve nefsanî arzuları bir tarafa bırakarak hakikatin farkında olmamızı ve buna göre davranmamızı telkin ediyor. Haramları terk etmemizi, gizli veya açık her halükârda Allah’ın huzurunda olduğumuzu bilmemizi istiyor.

Sözü yine Efendimiz s.a.v.’in bir hadisi ile bitirelim:

“Aşiretin içinde itibar sahibi bir kişiden nasıl hayâ ediyorsan Allah’tan da öyle hayâ et.” (Taberânî; Heysemî)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Edeplerin başı dili gözetmektir.Düşünerek konuşan adamın sözü sözün iyisidir.Agzın ve dilin ziyneti doğru sözdür.Doğru söz bal yalan söz soğan gibidir.Soğan yiyip ağzı acılandırma,bal ye .Yalan söz hastalık doğru söz şifa gibidir..Sözü düşünerek söyle acele etme ,sözünü saklaki sonra başını saklamayasın.

Edib Ahmed.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

HZ. EBÛBEKİR (R.A.)’İN SÜKÛTU TERCİH ETMESİ

Bir gün Hz. Ebû Bekir (r.a.), âlemin övüncü, âdemoğullarının efendisi, Nebiyyi Muhterem ve Habîb-i Mükerrem (s.a.v.)’in huzûr-ı şerîflerinde, mes’ud bir halde otururlarken; bir bedbaht, kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hz. Server-i Kâinât (s.a.v.); o edebsiz, Ebû Bekir (r.a.)’e edebsizlik ettikçe; bir şey söylemez, bazen de tebessüm eder idi.

Hz. Ebû Bekir (r.a.); o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak sinirlenip, birkaç söz söyleyince; Hz. Fahr-i kâinât (s.a.v.), saâdetle ve devletle yerinden kalkıp gitti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) Sultân-ı Enbiyâ (s.a.v.)’in ardına düşüp, yetişti ve dedi ki:

“Yâ Resûlullah (s.a.v.)! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken, susup, bir şey söylemediniz de şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gittiniz; sebebi nedir?

Hz. Fahr-i Kevneyn ve Resûl-i Sakaleyn (insan ve cinlerin resûlü) (s.a.v.) buyurdu ki:

“Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmaya başladığı zamân, Allâhü Teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeye başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. Lânetli iblîsin olduğu yerde, ben durmam.”

Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) ondan sonra, vakitli vakitsiz söz söylememek için, mübârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zamân söz söylemek lâzım gelse, önce düşünür, tefekkür eder; sonra, mübârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyleyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mübârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayırdan ve şerden dünyâ kelâmı söylemez, eğer çok gerekli ve çok fazîletli ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olur idi.

(Ahmed Şemsüddin İznikî, Menâkıb-i Çihâr Yar-i Güzin, 34-35.s.)

29 Ocak, Mevlana Takvimi

Share this post


Link to post
Share on other sites

asrısaadetten edeb örnekleri

Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Hz. Ömer, kızı Hafsa’nın dul kaldığı zamandan bahisle dedi ki: – Osman İbni Affân ile karşılaştım ve ona Hafsa’dan söz ederek “İstersen sana Hafsa’yı nikâhlayayım” dedim. Osman: – Hele bir düşüneyim, cevabını verdi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra karşılaştığımızda, “Şimdilik evlenemeyeceğim” dedi. Sonra Ebû Bekir’e rastladım. Ona da: – İstersen sana kızım Hafsa’yı nikahlayayım, dedim. O ise sustu; ağzını açıp da bir söz söylemedi. Bu sebeple ona Osman’a gücendiğimden daha fazla kızdım. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hafsa’ya Nebiyy–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem talip oldu. Ben de kızımı ona nikâhladım. O sıralarda Ebû Bekir’le karşılaştığımızda bana: – Hafsa’yla evlenmemi istediğin, benim de sana cevap vermediğim zaman herhalde bana gücenmişsindir, dedi. Ben: – Evet, diye cevap verdim. Ebû Bekir şunları söyledi: – Bana bu konuyu açtığında sana bir cevap vermeyişimin sebebi, Hz. Peygamber’in Hafsa ile evlenmekten söz etmesidir. Elbette Resûlullah’ın sırrını ifşâ edemezdim. Şayet Nebiyy–i Muhterem Hafsa ile evlenmekten vazgeçseydi, elbette onunla evlenirdim. Buhârî, Nikâh 33, 36, 46, Megâzî 12. Ayrıca bk. Nesâî, Nikâh 30

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

SEMERKAND

 

İnsanın özünden uzaklaştığı kendine yabancılaştığı ve insanlık hasletlerinden birer birer koptuğu bir zaman diliminde bize kendimizi hatırlatan bir kavram olarak öne çıkıyor hayâ...

Sahip olduğu geniş ve derin anlam çerçevesi üzerinde duracağımız bu kavramın günümüzde çağrıştırdığı tek anlam “utanma”dır ve o da bir “kişilik arızası” olarak algılanmaktadır.

 

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki insanın kendisini başkalarına ispat etmesi toplum tarafından beğenilip takdir görmesi kıyafetinden yeteneklerine ve hatta vücuduna kadar nesi varsa her şeyini büyük bir “cesaretle” sergilemesi teşhir etmesi başkalarını geride bırakarak öne geçebilmek için hak-hukuk tanımadan her fırsatı değerlendirmesi özendiriliyor.

 

Böyle yapanlar paraya şöhrete konfora ve her türlü maddi imkana kestirmeden ulaşıyor; toplumun önüne “örnek” olarak konuyor.

Günümüz toplumlarına hakim olan değer yargılarının dayattığı bu hayat tarzı şüphesiz ki ancak “ar damarı”nı çatlatmakla mümkündür. Modern hayat tarzında kişi ne kadar “arsız” ise işinde ve mesleğinde o kadar başarılı oluyor.

 

Talebenin hocadan küçüğün büyükten gencin yaşlıdan... hayâ etmesinin “medeniliğe” aykırı görüldüğü bir hayat tasavvurunda tabiatıyla yaratılanın Yaratıcı'dan hayâsı da söz konusu olmayacaktır.

 

Tıpkı zühd takva güzel ahlâk vb. gibi hayâ da imandan gelir.

İmandan kaynaklanan hasletlere adeta savaş açmış bulunan modern hayat tarzı elbette bütün peygamberlerin ortak özelliği ve mirası olan hayâyı da hayatın dışına itecektir.

Hayâsını kaybetmiş bir insanın diğer dinî hasletleri yaşatamayacağı açıktır. Zira bir müslüman için hayâ müslümanlığın en temel göstergesidir. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz bu gerçeği;

“Her dinin bir ahlâkı vardır. İslâm'ın ahlâkı da hayâdır.” (İbn Mâce: Muvatta) buyurmak suretiyle dile getirmiştir.

 

Hayâ nedir?

Sözlüklerin “utanma çekinme vaz geçme tevbe” gibi anlamlara geldiğini söylediği hayâ peygamberlerden (hepsine salât ve selam olsun) tevarüs edilen en temel insanlık ölçülerinden biridir.

Kur'an'da da bu kavramın türevleriyle üç yerde geçtiğini görüyoruz: Bakara 26 Kasas 25 Ahzab 53... A'raf Suresi'nin 26. ayetinde geçen “libâsu't-takvâ” (takva elbisesi) ifadesinin insanın ruhunu bezeyip ahlâkını güzelleştiren ve koruyan hayâ anlamına geldiği hemen bütün müfessirler tarafından ifade edilmiştir.

 

Günlük dilde genellikle “utanma” anlamında kullanıldığı halde “hayâ”nın bundan çok daha geniş ve derin anlam boyutlarına sahip olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in “Allah'tan hakkıyla hayâ edin” buyruğuna Sahabe'nin (Allah onlardan razı olsun) “Ey Allah'ın Rasulü! Allah'a hamdolsun; biz Allah'tan hayâ ediyoruz” demesi üzerine şu çarpıcı ifadeyi kullanması hayânın anlam ağırlığını açık biçimde göstermektedir:

“Kasdettiğim bu (sizin anladığınız) değil… Allah'tan hakkıyla hayâ etmek başı ve onun taşıdıklarını karnı ve onun ihtiva ettiklerini muhafaza etmen; ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim ahireti dilerse dünya hayatının (aldatıcı) süsünü terk etmeli ahiret hayatını dünya hayatına tercih etmelidir. Kim bu söylediklerimi hakkıyla yaparsa Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur.” (Tirmizî)

 

Bu hadiste geçen “başı ve onun taşıdıkları” ifadesinden maksat başta bulunan göz kulak dil gibi maddi ve zahirî; hafıza hayal tefekkür gibi manevi hassalardır. “Karnı ve onun ihtiva ettikleri” cümlesinden kasıt ise kalp mide cinsel organ el ayak gibi zahirî ve batınî organlardır.

 

Müslümanca hayatın temeli

Bu nebevî uyarı bize hayânın aslında müslümanca yaşamanın temeli olduğunu öğretiyor. İnsan bütün benliğini maddi ve manevi varlığını hayâ duygusu ile donatmak suretiyle yüzü ahirete dönük bir hayat yaşamadıkça Allah Tealâ'dan hakkıyla hayâ etmiş sayılmayacaktır.

Hayânın “utanma”yı da ihtiva etmekle birlikte müslüman için onun çok ötesinde bir ağırlık ve fonksiyona sahip olduğuna dikkatimizi çeken bir diğer peygamberî ihbarda da şöyle buyurulur:

“İman yetmiş küsur (bir diğer rivayette altmış küsur) şubedir. Hayâ da imandan bir şubedir.” (Buharî Müslim Ebu Davud Tirmizî Nesaî İbn Mace)

 

Şu halde hayânın imanın ayrılmaz bir parçası olduğunu ve imandan kaynaklandığını söylememiz gerekiyor. Dikkat edilirse görülecektir ki modern hayat tarzının dayatmalarına direnemeyen insanın ilk kaybettiği haslet hayâ olmaktadır. Hayâ duygusunu kaybetmeden bir kimsenin Allah Tealâ'nın çizdiği sınırları dışına çıkmayı göze alması mümkün değildir.

Peygamberlerin önderi s.a.v. bu gerçeği şöyle ifade buyurmuştur: “İlk nübüvvet sözlerinden insanlığa ulaşan öğütlerden biri şudur: Eğer hayân yoksa dilediğini yap!” (Buharî İbn Mace Ahmed b. Hanbel Taberanî İbn Hibban)

 

Ulema bu hadisi açıklarken şöyle der: Gerçek hayâ Allah Tealâ'dan utanmak ve yapıldığı takdirde ayıplanılacak şeylerden kaçınmakla elde edilir. Bunun aslı da İslâm'a göre değerli olmayan şeyleri (mâlâyânîyi) terk ve anlamlı değerli şeylerle iştigal etmektir. Kim bu söyleneni yerine getirirse Allah Tealâ ona gerçek hayâya ulaşmayı kolaylaştırır. Hayânın birçok mertebesi vardır. En üst mertebesi kişinin zahirde ve batında Allah Tealâ'dan hayâ etmesidir. İşte bu kişiye müşahede makamı kazandıracak olan murakabe makamıdır.

 

Bu anlamdaki bir diğer hadiste de şöyle buyurulur: “Dört haslet peygamberlerin sünnetindendir: Hayâ güzel koku sürünmek misvak kullanmak ve evlenmek.” (Tirmizî Ahmed b. Hanbel)

Şu halde hayâ peygamberlerin insanlığa kadim bir mirasıdır. Ve ancak onlara inananların şahsiyetinin ayrılmaz bir parçası olarak tebarüz eder.

 

Cenab-ı Allah'tan ve meleklerden utanmak

Efendimiz s.a.v.'in “bütünüyle hayr” olarak nitelendirdiği hayâ duygusunun canlı bir timsali olarak kendisinin de yüksek bir hayâ duygusuna sahip olduğunu (Buharî) ve evinde oturan bir genç bekâr kızdan daha hayâlı olduğunu görüyoruz (Buharî Müslim).

 

Hayâ timsali olmakla diğer sahabîlerden ayrılan Hz. Osman r.a. bu özelliği sebebiyle Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in özel itinasına mahzar olmuştur. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.anhuma) yanına girdiğinde normal oturuşunu değiştirmediği halde Hz. Osman r.a. yanına girdiğinde toparlandığını görenler bunun sebebini sorduğunda şöyle buyurmuştur:

“Meleklerin bile hayâ ettiği bir kimseden benim hayâ etmemem doğru olmaz.” (Müslim Ahmed b. Hanbel)

Yukarıdan beri yaptığımız açıklamalardan ortaya çıkan odur ki hayâ sadece utangaçlık olmadığı gibi sadece başkalarına karşı izhar edilen bir duygu da değildir. Temeli iman olan hayâ en başta Allah Tealâ'ya karşı gösterilir.

Bu noktada İslâm'a özgü bir diğer kavramla karşılaşıyoruz: Mürüvvet... İslâm uleması mürüvveti “açıktan yapıldığında hayâ duyulan bir işi gizli olarak da yapmamak” olarak tarif etmiştir. Şu halde İslâm'ın çizdiği çerçeve içinde ahlâkî ve ruhî olgunluk ancak kâmil anlamda hayâ duygusuna sahip olmakla elde edilebilir.

 

Hud Suresi'nin “Bilin ki onlar Kur'an okunurken gizlenmek için iki büklüm olurlar. Bilin ki elbiselerine büründükleri halde bile Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Çünkü O kalplerde olanı bilendir.” mealindeki beşinci ayetinde kimlerin kastedildiği İbn Abbâs r.a.'a sorulduğunda şöyle demiştir:

“Burada anlatılan kimseler helada avret yerlerini açtıklarında o durumlarının semaya ulaşmasından hanımlarıyla birlikte olma esnasında soyununca çıplak hallerinin semaya ulaşmasından korkup hayâ eden (ve hicap duyan) kişilerdir.” (Buharî)

 

Buradaki “semaya ulaşmak” tabirinden maksat meleklerin o duruma muttali olmasıdır. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in şu beyanı bu noktayı açıklığa kavuşturmaktadır: “Çıplaklıktan sakının! Zira sizin yanınızda sadece helâya girdiğiniz zaman ve erkek hanımına sokulunca ayrılan melekler vardır. Onlardan hayâ edin onlara karşı saygılı olun.” (Tirmizî).

 

Utangaçlık hayâ mı?

Din-hayâ ilişkisi konusunda akla şöyle bir soru gelebilir: Acaba hayâ duygusu insanın bir kişilik özelliği olarak yaradılışında mı mevcuttur yoksa ona dinin kazandırdığı bir haslet midir?

 

Bu soruya cevap olarak şunları söyleyebiliriz: Her ne kadar bazı insanlar yaratılış olarak utangaç iseler de onlardaki bu duygu dinin arzu ve itibar ettiği sınırlar çerçevesinde şekillenmedikçe makbul değildir. Din'in makbul saydığı hayâ sadece insanlar karşısında değil Allah Tealâ'ya meleklere ve diğer mahlukata karşı da yaşatılması gereken bir duygudur.

 

Şu halde dinimizin itibar ettiği hayânın imana niyete ve bilgiye dayalı olması gerektiğini söylemeliyiz. Aksi halde hayânın imandan olduğunu ifade eden nebevî haberi doğru anlamamız mümkün olmaz. Nefsiyle baş başa kaldığında hayâ duygusuyla bağdaşmayan işler yapabilen ya da böyle yapmasa bile niyetini halis kılmayan bir kimsenin utangaçlığının İslâm'ın aradığı hayâ olmadığı açıktır.

 

Hayâ duygusunun kalbî ve ruhî bir haslet olduğunu kalp ve ruhun da ancak iman ile hayat bulabileceğini düşünürsek ortaya şu çarpıcı gerçeğin çıktığını görürüz: “Hayâ” kelimesi “hayat” kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. Bu da hayânın ancak hayat ile mümkün olduğunu gösterir. Şu halde hayâ ancak iman ile hayat bulan bir kalp ve ruhta vücut bulabilir.

Muvatta şarihi Zürkânî rh.a. bu konuda Hakîm Tirmizî'den naklen şöyle der:

“Kalp Allah'a imanla hayat bulduğu zaman onda hayâ da artar. Görmez misin ki hayâ duygusuna sahip bir kimse bir şeyden hayâ ettiği zaman terler. Bu ter ruhta coşan hayânın hararetinden ileri gelir. Hayânın coşmasından ruh da coşkuya kapılır ve kişinin bedeni ve alnı terler. Çünkü hayânın hakimiyeti yüzde ve göğüste tezahür eder. Bu kişideki İslâm'ın kuvvetinden kaynaklanan bir durumdur. Zira İslâm nefsin teslimiyetidir; din de nefsin boyun eğmesi ve inkıyad etmesidir. Bu sebeple hayâ İslâm'ın ahlâkı olmuştur. Müslümanın hayâ ve tevazu sahibi olması da bundandır.” (Şerhu'z-Zürkânî ale'l-Muvatta 4/323)

 

Hayânın mertebeleri

Yukarıda hayânın birçok mertebesi olduğunu ve bunların en üstününün kişinin zahirde ve batında Allah Tealâ'dan hayâ etmesi olduğunu belirtmiştik. Ebu Süleyman ed-Dârânî k.s. şöyle der:

“İnsanlar şu dört derece üzere amel eder: Korku ümit ta'zim ve hayâ. Bunlar içinde en şerefli mevki hayâ üzere amel eden kimsenin mevkiidir. Zira bu kimse kendisini Allah Tealâ'nın her halükârda gördüğünü yakinen bildiği için hasenatından günahkârların günahlarından hayâ ettiğinden daha fazla hayâ eder.” (Sühreverdî Avârifu'l-Meârif 516)

Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz'in hayâyı “Kavminden (iyi tanıdığın ve seni iyi tanıyan) salih bir kimseden hayâ ettiğin gibi Allah Tealâ'dan hayâ etmendir.” (Irakî: el-Muğnî -Tahrîcu Ahâdîsi'l-İhyâ- 1/172) şeklinde tarif etmesi şüphesiz ki hayânın en yüksek mertebesini ifade etmekten çok başlangıcını anlatmaktadır. Zira daha önce zikrettiğimiz bir hadiste Allah Tealâ'dan hakkıyla hayâ etmenin nasıl olması gerektiği izah edilmişti.

 

Kullar karşısında hissedilmesi gereken hayâ duygusu amelî ve kalbî hayatta kemalâta doğru yükselişte yakîn arttıkça gerçek anlamını bulur ve sahibini az yukarıda Ebû Süleyman ed-Dârânî k.s.'den naklettiğimiz mertebeye taşır.

Yine Ebû Süleyman ed-Dârânî k.s.'nin şu sözü bu noktayı işaret etmektedir: “Kul Rabbinden hayâ ettiği zaman hayrı tamamlamış olur.” (Ebû Nu'aym: Hilyetu'l-Evliya 9/270)

 

Hayâ güzellik hayâsızlık çirkinliktir

Hayâ sahibi bireylerden oluşan toplumsal hayatta faziletin en geçer akçe olduğunu belirtmeye gerek duymuyoruz. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde toplumları derinden etkileyen her türlü bunalımın ve küresel felaketin temelinde çıkarcı fırsat düşkünü utanmaz ve uslanmaz bireyler bulunduğunu görmek zor değildir.

 

Hayatın hayâ ile ilişkisi koparıldığından beridir ki aileden başlayıp bütün toplum kesimlerine yayılan çürüme kalpleri ve ruhları öldürüyor. Adına “modernlik” dediğimiz bu savrulma insanı kendisinden çevresinden ve hatta Yaratıcısı'ndan uzaklaştırıyor.

 

Bilenler bildikleriyle cahiller cehaletleriyle hayâyı hayattan kovuyor; zira onlara bu hayatta var olmanın fırsatçılıkla yırtıcılıkla ve “medeni cesaret”le mümkün olduğu söyleniyor. Böyle bir ortamda güzellikten faziletten esenlikten ve huzurdan söz etmek elbette mümkün değildir.

Kollarımızı makas gibi açarak haykırmanın vaktidir:

“Edepsizlik ve çirkin söz girdiği yeri çirkinleştirir. Hayâ ise girdiği yeri güzelleştirir.” (Tirmizî)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Edep bir tac imiş Nur-u Hüda’dan

Giy ol tacı, emin ol her beladan...

Mevlâna Celaleddin Rumî k.s. Hazretleri, Mesnevî’sinde şöyle diyor:

“Allah’tan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah’ın lütfundan mahrumdur.

Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.?”

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...