Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Cihandar

Şeriat Gelmez, Yaşanır!

Recommended Posts

Öncelikle bu iddia bana ait değildir ve benimseyip benimsemediğim hususunda bu başlığı açtım diye fikir sahibi olunamaz, olunmamalı. Bu lafa en son Hekimoğlu İsmail'in bir kitabında denk geldim, kitabın içerisindeki bir başlıklardan biriydi bu, bilenler bilir, bilmeyenler de araştırıp öğrensin.

 

Sonra derken kendimce fikir yürütmeye çalıştım, nihayetinde bir kısım cemaat ehli tarafından savunulurken bir kısım tarafından reddedilen çok popüler bir konuydu. Gelip n-f-k.com'da bu başlığı açabileceğimi ve bu hususta fikir sahibi arkadaşların, seviyeli bir şekilde delilleriyle birlikte tartışacağını düşündüm. Biz elbette alim, ülema değiliz. Allah bizleri bilmeden edeceğimiz ve bizi iman dairesinden uzaklaştıracak her tür hareket ve sözden korusun.

 

Daha fazla uzatmadan, aynı iddiayı google'a sorup karşıma çıkan iki yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum, konu her daim güncel, en azından bakalım kim ne demiş, ne düşünmüş. Site açısından herhangi bir problem olacağını sanmam, inşallah olmaz yani :) Bir de sizlerden ricam, bu konuyu detaylı düşünmeniz. Misal bu iddia sosyolojik olarak nasıl bir tepki doğurur, yahut savunucuları hangi noktalar bakımından savunuyor olabilirler vs. Özellikle ehl-i sünnet alimlerinin görüşlerini okumak beni daha bir mutlu eder. Neyse buyrun o iki yazıya;

 

1. yazı : A. Raif Öztürk-26.08.2010 tarihinde yazmış, kimdir nedir bilmem..

 

Son çeyrek asırda yüce dinimize yapılan sataşmaları az buçuk takip edenler, "..Allah bizi 'Şeriattan' korusun" cümlesini ve bu cümlenin sahibini çok iyi hatırlayacaklar.

O yıllarda bu ünlü kişi ve onun bu saçma sözü çok tartışılmıştı. Semavi dinleri iyi bilenler ise bu cümlenin komikliğine, sadece katıla katıla gülmüşlerdi.

Nüfus kâğıdında 'Dini: İslam' yazdığı halde İslam dinini, şartlarını ve prensiplerini öğrenemeyenlerin bir kısmı bu cümleyi benimsemişler, bir kısmı ise oldukça temkinli yaklaşmışlardı. Polemiğe girmemek ve hiç kimseyi incitmemek için, o isimi vermeden, sadece bu garip cümleyi tahlil edeceğiz.

*Çok önemli olan bu konuyu bu gün ele almamın sebebi; son aylarda da buna benzer cahilce sözlerin çokça kullanılır olmasına seyirci kalmamak içindir. Çünkü, şeriat cahillerinin bu tür cümlelerini, dinleyip de farkında olmadan kabullenen Müslümanların, imanları tehlikeye düşmektedir. Bizim görevimiz ise sadece doğruları hatırlatmaktır

Şimdi, öncelikle 'ŞERİAT' sözcüğünü tanımlayalım:

Geniş kapsamlı lügatlerden aynen alıyorum. Şeriat; Arapça kökenli bir sözcük olup; "yol, mezhep, metod, âdet, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol" anlamına gelir. İslam dinindeki terimsel anlamı ise "ilâhî emir ve yasaklar toplamı", "İslam'ın kutsal kitabı Kur'an'ın âyetleri, İslam'ın son peygamberi olan Hz. Muhammed'in söz ve fiilleri (sünnet/hadis) ve İslâm bilginlerinin görüş birliği içinde bulundukları hususlara dayanan ilâhî kanun"dur. Kısaca, dini hükümlerin bütünü ve dinin dünyevi ve maddi yönü olarak tanımlanabilir

Çok net olarak görülüyor ki, Şeriat=Allah'ın c.c. emir ve yasaklarıdır

Yukarıdaki açıklamada görülen Kur'ân ayetleri de, Allahın c.c. buyrukları da, Sünnet ve hadisler de, Allah'ın c.c. görevlendirdiği Peygamberin sözleri ve fiilleri de, her biri yüce Allah'a c.c. ait fermanlardır.

Şimdi bilinçli bir şekilde, yukarıdaki cümleye tekrar dönelim.

"..Allah bizi Şeriattan korusun!..."

Şu çelişkiye bakınız: Allah'tan c.c. bir şey talep etmek, şeriatın bir hükmüdür. Şeriat de Allahın c.c. hükümleridir. Bu anlı, şanlı ve unvanlı kişi, Şeraitin hükmü ile aynı Allah'a c.c. sığınıyor ve Allah'u tealanın hükümlerinden de korunmak istiyor

Yani askerlikten kaçan bir kişinin, jandarma komutanlığına sığınıp "beni şu askerlikten koru" demesi kadar saçma ve gülünç bir olay

Demek ki; otuz yıl değil 130 yıl da okusa, insan yine bazı konuların cahili olabiliyor.

Keşke insanlar, cahili oldukları konularda hiç konuşmasalar. Değil mi?...

Ne demiş atalarımız: Hiç olmazsa 'sus' da, millet seni bir şey biliyor zannetsin

(İslam'ın zenginliklerinden nasibi olmayan bazı siyasilerin, abuk sapık 'fetva' vermeleri, bu günkü konumuzun dışındadır.)

*******

Bazı okurlarımın kafasına takılabilir düşüncesiyle, 'Şeriat ile idare' konusunu da bir nebze açmak istiyorum.

Şeriatı bilmek ve yaşamak ayrı bir şey, 'şeriat ile idare' ise apayrı bir şeydir.

Bu ikisini o makamlara gelen kişiler mutlaka bilirler. Ancak, halk tarafından bilinmesini hiç istemezler. Onun için yetkileri olduğu ölçüde, bunların öğretilmesini yasaklarlar

Çünkü onlar veya o zihniyettekiler sadece 'şeriatla idareye' karşı değiller, şeriata yani 'Allahın tüm hükümlerine', daha da açıkçası İSLAMA tümüyle karşıdırlar

58 seneden beri "şeriat geliyooor", "irtica hortluyor", "rejim elden gidiyoor" gibi çığırtkanlıklarla, milleti korkutup durdular. Yarım asır geçti, ne gelen vaar, ne de giden...

Alt yapı olarak, öncelikle dini eğitimi yasakladılar. Halkı, bu konuda bilinçsiz bıraktılar.

İslam'a direkt olarak saldıramadıkları için, 'uyduruk sloganlarla' ve bir takım devletlerdeki o yörelerin an'aneleriyle karışan ve batıl âdetleriyle bulaşan şeriat düzenlerindeki haksızlıkları göstererek, yüce dinimize hâlâ saldırmaktadırlar

O ülkelerdeki bizlerden farklı olan 'zorla namaz kıldırma' ve 'zorla çarşaf giydirme' gibi uygulamalarını, sürekli nazara verirler. Oysa bu durum da, oradaki insanların örflerine göre, şefkatten kaynaklanan bir baskıdır. Ebedi Cehennemden zorla kurtarma baskısıdır.

Bize göre ise bu baskı, yüce dinimizce bildirilen 'imtihan sırrına' ters bir davranıştır.

*Yani herhangi bir sınavda olan bir öğrenciye, hocası "sen şurayı yanlış yazıyorsun, şöyle yazacaksın" diyebilir mi? Hele hele zorla, "şu doğruyu kesinlikle yazacaksınız" diye onu azarlayabilir mi? İmtihanın, yani sınavın prensiplerine ters bir davranıştır bu

İşte aynen bunun gibi, Yüce Allah teala bizleri sınamak için bir takım emirler ve yasaklar ferman edecek, sonra da zorla uygulatacak. Olur mu böyle bir imtihan?...

Eğer Allah c.c. öyle olmasını dileseydi, kâfirlere ve kendisine isyan edenlere bir kaşık su bile vermezdi. Üstelik kâfirlerin ve müşriklerin durumlarına üzülen habibi Muhammedi s.a.v. Yüce Allah şu âyeti kerime ile teselli ediyor. "Habibim, bırak onları kendi hallerine. Yesinler, içsinler, eğlensinler, dünya nimetlerinden nasiplerini alsınlar, emelleriyle oyalanadursunlar. Sonra bilecek (!) onlar" (15. Sure, 3. Âyet. 263. S.)

*******

Bu gün ülkemizde, bizler halk olarak, Şeriatın % 95'ten fazlasını zaten yaşıyoruz ve uyguluyoruz. (Bazı önemli kurum ve kuruluşlar hariç.)

Namaz, oruç, iftar, bayram, hac, zekât, kurban, cami, ezan, yardımlaşmak, ilim tahsil etmek, askerlik, sünnet olmak, çalışmak, asrın gerektiği teknolojiye ulaşmak için gayret sarf etmek, seçim yapmak, adalet ile hareket etmek ve sair uygulamalarımızın her biri, şeriatın hükümleridir. Tarihi kaynakları inceleyenler göreceklerdir ki "ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR" sözünün esas kaynağı Hz. Ömer'dir. Yani İslam halifesidir

M. Kemal Atatürk'ün de teyid ettiği (onayladığı) ve tüm adli mercilerde asılı olan bu cümle de, kesinlikle bir Kur'ân ve şeriat hükmüdür ve prensibidir (Bu ayet, her Cuma hutbede okunuyor.)

*******

ÖNEMLİ BİR NOT: Bazı kurum ve kuruluşlarda, 'yasaklanan dini prensipler için' gerekçe olarak gösterilen 'LAİKLİK' nedir? Ya da ne değildir?... Söz buraya kadar gelmişken, bir nebze temas edelim. Evet, diğer ülkelerde uygulanan gerçek Laiklik, bu prensiplere karşı değildir. Problem, ülkemizdeki keyfi uygulamalarda ve yanlış tanımlamalardadır

Laikliğin kaynağına inelim ve nasıl ve niçin uygulamaya alındığını araştıralım.

Ortaçağın sonlarında; kiliselerin taassubu nedeniyle devlet işleri yürütülemiyordu. Papazlar, işlerine gelmeyen devlet adamlarını aforoz ederek, azlediliyorlardı. Devletlerin kalkınmasına engel oluyorlardı. Galilei olayını hatırlayınız. Dünyanın döndüğünü iddia eden bu bilim adamı bile, engizisyon mahkemelerine toslamış ve idam ile yargılanmıştı. On altıncı yüzyılda bu yanlış gidişe 'dur' demek için LÂİKLİK ilkesi, yani "dinin, devlet işlerine müdahale etmeme prensibi," kabul edilerek yürürlüğe sokuldu. Dini faaliyetler ise, devletin koruması ve güvencesi altına alındı

Ülkemizde ise bu ilke, dini koruma ve kollamayı bırakınız, maalesef dine ve dindarlara 'baskı ilkesi' olarak uygulanıyor. İşte yanlış buradadır ve mutlaka düzeltilmelidir

 

2.yazı: Prof. Dr. Alaaddin BAŞAR- 12.01.2007 tarihinde yazmış, yine tanımadığımı belirtmek istiyorum.

 

Doğru islamiyeti ve İslam layık doğruluğu anlatmak ve yaşamak zorundayız. Bu nedenle İslam adına yapılan ama islama uymayan bazı uygulamalar islamiyete ve müslümanlara zarar vermektedir.

 

Birisiyle karşılaşıyorsunuz. Namaz kıldığından, oruç tuttuğundan söz ediyor. Sohbetiniz sürüyor ve sonunda, şeriatın en önemli iki emrini yerine getiren bu adamın, şeriata karşı olduğunu görüyor ve hayret ediyorsunuz.

 

Bir başkasıyla görüşüyorsunuz. Şeriatı hararetle savunuyor. İç âlemine, ibadet dünyasına iniyorsunuz, İslâm’ın ceza hükümlerinin tatbiki için gösterdiği heyecanın yüzde birini, ibadet hayatında göstermediğine şahit oluyorsunuz. Yine hayrete düşüyorsunuz.

 

Bu iki farklı adam hakkındaki kanaatiniz aynı oluyor: Bunlar şeriatı bilmiyorlar!.

 

Şeriat ne demektir?

 

Şeriat: “Din”, “Allah’ın emri”, “İlâhî emir ve yasaklar” gibi mânâlara geliyor.

 

Bir çekirdeğe ağaç olma kâbiliyeti yükleyen, onu meyve verebilecek şekilde programlayan Allah, bu gayenin tahakkukunu birtakım şartlara bağlamış. Bu şartlar manzumesine şeriat-ı fıtriye deniliyor. O çekirdek, toprağını bulacak, suyuna kavuşacak, güneşle sohbet edecektir ki ağaç olabilsin.

 

İnsanın mahiyeti de o çekirdek gibi. Cennet hayatını netice verebilecek bir çekirdek. İşte şeriat, bu insan mahiyetinin rıza beldesi olan cennete lâyık olabilmesi için uyması gereken kanunlar manzumesi.

 

Akıl, O’nun koyduğu sınırlar içinde düşündüğü takdirde, mârifetullaha eriyor. Dil, hayır söylediği ölçüde o ebed ülkesinde ulvî sohbetler yapmaya aday oluyor. Beden, Allah için yorulduğu nispette o saadet beldesinin maddî nimetlerinden faydalanmaya hak kazanıyor.

 

Sevgi, korku, şefkat, merhamet gibi hislerden, göze, kulağa, ele, ayağa kadar her şey ancak Allah’ın emir dairesinde çalışmaları hâlinde terakki ediyor, ulvîleşiyor ve ulvî âlemlere yöneliyorlar. Şeriat, hakikate giden yolun ismi. Lügat mânâsı, “Su membaından su almak için girilen yol.”

 

Hakk’a ermenin ve hakikati bulmanın yolunu, Yunus’umuz ne güzel özetler: Şeriat, tarikat yoldur varana, Hakikat meyvesi andan içerü.

 

Yola girmeden, menzile erişilemez. Şeriatsız, hakikate erme iddiaları, sahibini oyalamaktan öte bir işe yaramayan kuruntulardır.

 

Tarikat, nâfile ibadetlerin simgesi. Şeriat yolunda sağlam yürüyebilmek, nefis ve şeytana karşı daha güçlü olabilmek için konulmuş bir terbiye ameliyesi. Kulu, Rabbine daha fazla yakınlaştırmaya vesile. Nefsini daha tesirli bir şekilde terbiye etmesine yardımcı.

 

Kısacası, hakikate ulaşmak için öncelikle İlâhî emirlere harfiyen riayet etmek ve bu vadide kalbini daha sağlam, ruhunu daha güçlü kılmak için de nâfile ibadetlere devam etmek gerek.

Büyük müceddid İmam-ı Rabbani’yi dinleyelim:

 

“Dilin yalan söylememesi ve doğru konuşması şeriattır. Kalpten yalan düşüncesini uzaklaştırmak, eğer zorlayarak ve çalışarak olursa tarikat, eğer zorlanmaksızın müyesser olursa hakikattir.”

 

Büyük İmamın bu güzel misalinden şunu anlamıyor muyuz? Doğru sözlü olmak, Allah’ın razı olduğu güzel bir ahlâk, yâni hakikat. Kul, bu hakikate ermek için, ilk olarak, şeriatın “yalan söylemeyiniz” emrine uyar; dilini bu günahtan uzak tutar. Daha sonra kalbine yalan söyleme arzusu gelmemesi için ruhunu tedavi etmeye başlar. Bu vadide bir gayretin, bir faaliyetin içine girer. Sonunda kalp hiçbir zorlamaya, çalışmaya lüzum kalmaksızın yalan söylemekten nefret eder hâle gelir. Artık o kalbe, yalan yanaşamaz olur. Konuştu mu mutlaka ve büyük bir rahatlıkla doğruyu söyler. İşte bu adam doğru söylemenin hakikatine ermiştir.

 

Büyük imamın bu ifadelerinden hakikate ermenin, bu mutlu neticeye kavuşmanın tarikatsız da olabileceği anlaşılıyor. İnsan, doğrudan, şeriattan hakikate geçebilir. Ama, bu ermenin, bu varmanın şeriatsız olmayacağı muhakkaktır.

 

Burada bir tasavvuf tahlili yapmak istemiyorum. Bunları sadece şunun için yazdım. Şeriat denilince, sadece, İslâm’ın ceza hukukuna dair hükümlerini anlamak eksik olur.Yalan söylememek de şeriattır. Yalan söylemeyen, gıybet etmeyen, başkasının malına, canına, ırzına, namusuna kötü nazarla bakmayan, helâl kazanç peşinde olan bir insan da şeriat üzeredir ve hakikat yolundadır. Böyle birinin şeriata karşı çıkması, kendisiyle tenakuza düşmesi demektir.

 

Dinin temeli, şeriatın esası, insanın yaratılışına dayanır. Karşımızda bir cansızlar âlemi mevcut. Bu âlemde her zerre, her yıldız, hava, toprak, su, ziya her şey Allah’ın küllî iradesine tâbi. O’nun koyduğu İlâhî kanunlara uygun hareket etmede. Ama bu uymada, irade söz konusu değil. Her şey O’nun emrine, yine O’nun iradesiyle boyun eğiyor. Melekler âlemi de bu hakikatin bir başka görüntüsünü sergiliyorlar. İbadet için, tesbih için, hamd için yaratılan bu varlıklarda da insandaki mânâsıyla bir irade mevcut değil. Onlar, Allah neyi emrederse onu işliyorlar.

 

İnsana gelince o, hilkat tablosunda apayrı bir manzara sergiler. Her şeyiyle Allah’ı tesbih eden şu kâinatın bu şuurlu meyvesinin de her hücresi, her organı daima tesbihte, daima ibadettedir. Zaten bunların idaresi ona verilmiş değil. Ne ciğerini kendisi çalıştırıyor, ne kanını kendi iradesiyle deveran ettiriyor. İşte, hepsi Allah’a itaat üzere bulunan bu beden ülkesine, bir sultan tayin ediliyor: Ruh. Bu ruha, büyük bir lütuf ve yine büyük bir imtihan olarak irade takılıyor.

 

İnsan ihtiyar ve irade sahibi bir varlık. Parmağıyla dilediği yöne işaret edebiliyor, yüzünü istediği tarafa dönebiliyor. Kendisindeki bütün duyguları dilediği gibi kullanabiliyor. Nereye isterse oraya gidiyor, neyi arzu ederse onu yiyor, neden hoşlanmazsa ondan kaçıyor.

Bu iradenin önüne teklif çıkarılmış, bu iradenin önüne imtihan çıkarılmış ve netice itibariyle bu iradenin önüne cennet ve cehennem çıkarılmış.

 

İşte, şeriat insan iradesinin Allah’ın razı olduğu sahalarda dolaşmasını emreden ve O’nun razı olmadığı sahalardan kaçınmasını ikaz eden bir emir ve yasaklar zinciri. Kul bu İlâhî ipe sımsıkı sarılmakla emrolunuyor.

 

İnsan iradesinin önünde iki ayrı saha var. Biri dünya, diğeri ise Âhiret işleri. Ama şu var ki, İslâm’da dünya işlerinin hepsi için de getirilmiş kanunlar, kaideler mevcut. Kul, bunlara uyduğu takdirde hem ibadet etmiş, hem de dünya hayatını daha rahat, daha mesut yaşamış oluyor.

 

Şeriat üzerinde yapılan münakaşaların daha çok bu ikinci grupta merkezleştiğini görüyoruz. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılıyor. Biri muamelât, diğeri ceza. Ve şeriat üzerindeki tartışmaların ağırlık merkezi, bu son kısım. Elbette, ceza hukuku yönünden de İslâm’ın koyduğu birçok hükümler mevcut. Bunlar da şeriat ve bunlara da inanmak farz.

 

Her emir gibi bunlara riayet etmeyen de mesul olmakta. Böyle bir emre uymayış, ona karşı bir vurdumduymazlık, bir isyan mahiyeti taşıyorsa sahibini günahkâr eder. Şayet, o İlâhî emri, o Kur’anî hükmü inkâr etmek, onu reddetmek tarzında ortaya çıkıyorsa küfre sokar. Ama, İslâm sadece bu hükümler değil ve din sadece bunlardan ibaret değil. Meseleyi yalnız bu sahaya çekmek, kısır bir değerlendirme, yanlış bir anlayış olur.

 

İslâmî hükümler şu üç ana gruba ayrılırlar. Biri, ferdin kendi nefsine karşı vazifeleri. Diğeri, ailesine karşı vazifeleri. Üçüncüsü de cemiyet hayatındaki vazifeleri. Şeriatın bunların her üçüne de getirdiği ölçüler, hükümler var. Her birinin inkârı küfür ve her birine karşı isyan etmek günah. Ama bunlar arasında öncelikli olanlar, ferdin kendi nefsine ait vazifeleri. Bunların başında da ibadet geliyor. İnsanın kendi nefsine ve ailesine ait mükellefiyetleri hususunda, bütün semâvî kitaplarda hükümler mevcut. Hepsinde ibadet emredilmiş, hepsinde günahlardan sakınma esas tutulmuş.

 

Bu ibadetlerin şeklinde, vaktinde, miktarında farklılıklar var, ama ibadeti emretmeyen, ahlâkı emretmeyen bir hak din göstermek mümkün değil. Lâkin, sosyal kaideler, hele devlet yönetimine dâir hükümler, dinlerin en mükemmeli ve en sonuncusu olan İslâm’da kemâliyle yer almış.

 

Şunu özellikle ifade etmek isteriz: İnsanın yaratılış gayesi, bütün dinlerde müşterek. Bu gaye, Kur’an-ı Kerim’de:“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” âyetiyle ifade buyurulmuş. Bir de belli şartların tahakkukuna bağlı emir ve yasaklar var. Bunlardan biri de ceza hukukuna dair hükümler. Bu hükümler şarta bağlı. Bugün Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da yaşayan Müslümanların bu emirleri tatbik güçleri yok. Ve bunlardan sorumlu da değiller.

 

Bu konuda yapılan tartışmalarda, muhatabı olan mü’mini İslâm’ın bir kısım emirlerini kabul etmiyormuş gibi göstermek ve onu insafsızca tenkit etmek, tek kelimeyle zulüm olur. İslâm kardeşliğini baltalayan ve âhirette cezası pek büyük olan bu tarz ithamlardan hassasiyetle kaçınmak gerek.

 

Bütün insanları fakir bir ülke hayal ediniz. Siz bu ülkenin fertlerini, İslâm’ın zekât farîzasını yerine getirmemekle suçlayabilir misiniz? Elbette ki hayır. İslâm’ın ceza hükümlerine inandığı halde bunu tatbike gücü yetmeyen bir Müslüman da böyle değil midir? Bunları tatbik etmek devletin vazifesidir, ferdin değil. Dolayısıyla da ferde herhangi bir sorumluluk terettüp etmez.

 

İslâm’ın temel hükümleri, hangi beldede olursa olsun, ferdin uymak zorunda olduğu İlâhî emirlerdir.

 

Devlet yönetimiyle ilgili hükümler de İlâhîdir, onlara inanmak da her mü’mine farzdır; ama onların uygulanmasından sorumlu değildir.

 

 

“Şeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulûl-emirlerimiz düşünsünler.” Bediüzzaman

 

İslâmî hükümler hakkında getirilen bir sınıflandırmayı da burada nakletmek isterim. İlâhî hükümler iki kısma ayrılıyor: Bir kısmı sadece Müslümanlara uygulanan hükümler, diğeri ise bir İslâm beldesinde yaşayan herkese tatbik edilen hükümler. İşte bu ikinci kısım, “muamelât” ve “ceza” hükümleri. Bir gayr-i müslim cizye vererek İslâm beldesinde yaşıyorsa, o beldenin bir vatandaşı olarak bütün muamelat ve ceza hükümlerine muhatap olur.

 

Hırsızlık ederse eli kesilir, birisine zina iftirasında bulunursa cezalandırılır. Bazı çevreler meseleyi ters değerlendirerek, İslâm’ın ceza hükümlerinin uygulanmadığı bir ülkede namaz kılmanın, oruç tutmanın da bir mânâ ifade etmeyeceği gibi çok saptırıcı ve bir o kadar da mesuliyetli sözler söylüyorlar. Kendilerine karşı çıkan mü’minleri de Allah’ın hükümlerinden bir kısmını dikkate almamakla suçluyorlar.

 

Halbuki bu iddia asıl kendileri hakkında geçerli oluyor. Şeriatın yüzde doksan dokuzunu teşkil eden ve dinin temeli olan hükümleri hafife almak ve dinde sadece müslim - gayr-ı müslim herkese uygulanan ve cemiyetin huzur ve saadetini temin eden muamelât ve ceza hükümlerine ağırlık vermek gibi bir hatanın içine düşüyorlar.

 

Namazın her rekâtında Fâtiha’yı okuyan ve Rabbinden “sırat-ı müstakime” hidayet talebinde bulunan bir mü’minin, çok dikkatli olması gerek. Aşırılığın her türlüsü, yâni ifratı da tefriti de insanı istikametten uzaklaştırır.

 

Bu noktada düşülen iki aşırılığa kısaca temas edeceğiz: Bazı insanlar, bu asırda İslâmî hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslâm hükümleriyle hükmetmeyen herkesi, niyetlerine bakmaksızın, hemen küfürle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır, diğeri tefritte. Yâni ikisi de aşırı, ikisi de istikametten sapmış.

 

Önce birinci yanılmadan söz etmek isteriz. Meşhur bir kaide vardır. “Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur.” El dendi mi, parmaklar onun lâzımıdır. Eli, parmaksız düşünemezsiniz. Ve böyle bir elden istifade edemezsiniz. Yüz dendi mi, gözü ondan ayıramazsınız. Gözsüz bir yüzün önemli bir yanı eksik demektir. Gözün de akını karasından ayıramazsınız. Parmak elin, göz yüzün, gözbebeği de gözün lâzımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak düşünürseniz bir fayda elde edemezsiniz. İslâmî hükümler de öyledir. Bir bütün olarak düşünülmelidir. Ve ancak o zaman, ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura, saadete kavuşturur.

 

İslâm’ın temel şartlarının ihmale uğradığı, ferdî ve ailevî hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece muamelât ve ceza hükümlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin, böyle bir cemiyete tatbiki mümkün olmayabilir. Olsa bile, birçok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka düşer. Müslüman görünür, ama bir İslâm düşmanı olarak yaşar.

 

Şeriatın bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğine bir misal vermek isterim. İslâm’da faiz haramdır, yasaktır. Bu yasağı getiren âyet-i kerimeyi “Müminler ancak birbirinin kardeşidirler” âyetiyle birlikte düşünmek gerekir. O zaman şu hakikat ortaya çıkar: “Bir mü’min, ihtiyaç içinde kıvranan ve kendisinden borç isteyen bir kardeşine borç verirken, şer’î ifadesiyle ona karz-ı hasende bulunurken, bu parayı fazlasıyla geri alma talebinde bulunamaz. Bunun kardeşlikle bağdaşması mümkün değildir.”

 

İslâmî kardeşliğin son derece zayıfladığı, kişinin kendi öz kardeşine oyunlar oynadığı, tuzaklar kurduğu, devlet malının acımasızca yağmalandığı bir cemiyette, İslâm’ın faiz yasağı icra edilemiyorsa, kabahat o bozulan bünyenindir; ilâcın, yahut gıdanın değil.

 

Gelelim, istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette, İslâm’ı tam tatbik etmeyen, hükmünü ona göre vermeyen veya veremeyen bir insana hemen kâfir damgası vurmak da insaf değildir. Zira, iman küfre zıttır. Bir insan İslâm’a zıt bir hüküm veriyor, bir icraat yapıyorsa, bunu İslâm’ı reddederek yapacaktır ki küfre girsin. Aksi halde onun küfründen değil günahından, isyanından söz edilebilir.

 

İman gibi küfürde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak, “İslâm’ın şu husustaki hükmü şöyle ama, ben onu kabul etmiyor ve şöyle hareket ediyorum” derse küfre girer. Böyle bir niyeti ve iradesi yoksa, işlediği hata, verdiği yanlış hüküm tamamen bilgisizliğinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa, yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa bu adama kâfir demek Ehl-i Sünnet itikadınca mümkün değildir.

 

Bunu ancak, büyük günah işleyenin kâfir olduğuna hükmeden “Haricîler”, yahut böyle bir kimsenin imanla küfür arasında kalacağını savunan “Mûtezile” iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalâlet olduklarında bütün Ehl-i Sünnet âlimleri müttefiktir.

 

Çok dikkatli olmamız gerekiyor. İslâm’ı savunuyorum derken, bilmeden dalâlet ehlinin yoluna girebiliriz..

Share this post


Link to post
Share on other sites

"Şeriat Gelmez, Yaşanır!"

 

Benimseyip benimsemediğini bilmem cihandar kardeşim ama laf boş hemde bomboş bir laf.

Yani saçmalardan seçmeler derler ya tam o hesap

Share this post


Link to post
Share on other sites

şöyle düzeltilmeli bence "şeriat yaşanınca gelir".

 

her insanın bedeni kendi ülkesidir. malumunuzdur ki Allah rasulu sav , Tebük seferinden dönerken, ki tebük seferi kıtlık zamanında çok zor şartlar altında yapılmış olduğundan zorluk seferi diye adlandırılır, şimdi küçük cihaddan büyük cihada gidiyoruz demiştir. Ashabı kiram rae bu duruma şaşırmış ve "Ya rasulallah sav. Biz zaten şimdi büyük bir savaştan dönmüyor muyuz? Eğer bu savaş küçükse büyük cihad nedir?" diye sual etmişler ve Peygamber Efendimiz sav "Büyük cihad kişinin kendi nefsi ile olan savaşıdır" demiştir. yani öncelikli olarak insan nefsi ile cihad etmeli, kendi nefsine, kendi bedenine yani kendi ülkesinde ilk olarak İslamı yaşamalı ardından ailesine ve sonra çevresine ve en nihai hedef olarak da şeriatın hakimiyeti altında bir idarede yaşama yolunda çaba sarfetmelidir. kendi hayatında islamı yaşamayıp, oturduğu yerden ülke namına ahkam kesmek samimiyetsizliktir. biz şayet o müslümanlar olabilirsek , o durumda güzel günleri görmemiz yakın olacaktır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

O gün yazıya yalnızca göz atabildim, şöyle çalakalem bir şeyler karalamakta işime gelmedi açıkçası. Neyse, başlık hakkındaki fikrim sabit, ikinci yazı nispeten etliye sütlüye dokunmayan bilinen hakikatler üzerine bina edilmiş. Yazının içerisinden cımbızla bir şeyler devşirmekte adilane olmayacak, fikir sahibi olmak için müellifin diğer yazılarınıda okumak lazımgeliyor. Şu halde konu başlığıyla pek ilgisini kuramadığımı belirtip geçiyorum.

 

Birinci yani müellifi A. Raif Öztürk olan yazı ise tek bir sıfatı hak ediyor;

“SOYTARILIK”

Yazının başlangıcında şeriata aleni küfredenlerden örnekler verip onları yererek ayağına yer yapan zat-ı muhterem(!)in devamda söyledikleri yenilir yutulur cinsten değil. Öncekli söylediklerine yaslanararak diğerlerini yutturma gayreti beyhûde kaçmış. Sanki yazının yüzde sekseninde sahip olduğu ve savunur gözüktüğü doğru fikirlerin hatrına geriye kalanları yiyeceğiz…

 

Gelelim:

Yani herhangi bir sınavda olan bir öğrenciye, hocası "sen şurayı yanlış yazıyorsun, şöyle yazacaksın" diyebilir mi? Hele hele zorla, "şu doğruyu kesinlikle yazacaksınız" diye onu azarlayabilir mi? İmtihanın, yani sınavın prensiplerine ters bir davranıştır bu…

Bunların şu teşbihlerine bayılıyorum zaten.

Uhrevi bir hadiseyi Newton fiziğine kadar indirgeme eskiden sadece bir güruha aitti şimdi herkeste var. Allah(c.c.) sonumuzu hayreyleye…

Peki sormazlar mı adama; madem bu dünya bildiğin yazılı sınav, namazını terkedene idam hükmünü veren İmam-ı Şafî Hazretlerini pedegojik formasyonda hangi tip öğretmen sınıfına dahil edeceğiz? Hem bu gayret ne diye arkadaşım? İllada İslam’ı birşeylere ekleyip (haşa) sahihleştirmek zorundamısınız?

 

Daha ne var?

Neymiş ülkemizde şeriatin %95’i zaten yaşanıyormuşmuş...

Bababa!..

Yazısının başında İslam’ı ve Şeriat’ı bilmeyenlerden yakınan elemanımıza bakarmısınız, Şeriat’i nasılda hemencecik birkaç maddeye indirgeyiverdi.

Evet Şeriat senin bahsettiğin o birkaç madden ibaret olsaydı belki verdiğin oran tartışılabilirdi(dikkat et kabul edilebilirdi demiyorum, zira saydıklarının birçoğu hala ülkemdeki hemen hemen heryerde hiç yaşanamıyor.) Ama malesef sayın müellif, Şeriat onlardan ibaret değil. Mesela size ne kadar (milyon defa haşa) gaddarca gözüksede hırsızın elinin kesilmeside Şeriat’in hükmüdür ve haktır.

 

Asıl;

Hekimoğlu; Minyeli Abdullah’tan ötürü çocukluğumdan beri saygı duyduğum bir şahsiyet, yakın zamanda diyalogculara dahil olması saygımın büyük bir bölümünü kaybetmesine sebep olsada aleyhine konuşmak yerine sadece Minyeli Abdullah ile hatırlamayı muradettiğim ve icraatlarına yer yer kayıtsız kalmaya gayret ettiğim bir kalem. Görünen o ki, ben kaçsamda o beni buluyor.

(Benimkide laf; adamın bilmem kaç videosuna rastladım Gülen’i ve pektabi diyalogu öven. Ne beklersin ki???)

 

Neymiş? Şeriat gelmezmiş yaşanırmış...

Hayır efendim; "Şeriat gelmeden yaşanılamaz", çünkü şeriat dışındaki hiçbir sistem şeriatin yaşatılmasına gözyummaz. O’na tahammül etmez. Günümüzün modern dünyası buna misal vermeye usanırmı?!, En adil, özgürlükçü ülkelerde bile sürekli karşılaştığımız haberler buna şehadet etmiyor mu yıllardır?

Hakılılarda!.. Çünkü Şeriat, devletin hiç bir noktasını kendinden berî tutmaz, hiçbir şeyi kendi hükmünün dışına çıkartmaz…

Şeriat müminin herşeyi, hatta her vaktidir, hayatının tamamına müdahildir. Mümin varsa Şeriat’de vardır. Terside doğrudur; mümin Şeriat'le asli hüviyetini kazanır, var olur.

 

Bunlar Şeriat’in ucundan kulağından kırparak kalanla iktifa etmenin-ettirmenin derdindeler. Bu aslında İslam’ı “şurası füturat” “burası zamana uygun değil” diye traşlayıp diğer semavi(!) dinlerle aynı heybeye doldurmanın başka bir jenerasyonu.

 

Evet kabulediyorum bu konuda hassasım, hemde önyargılı... Tahammülüm yok bu adamlara.

Hayret etmemek elde değil, vahhabilik türkiyede hemen hemen heryerde çadır kurmuş, şia misyonerleri müthiş maddi desteklerle ülkemde cirit atıyor, aleviler desen hiç durmadılar, Teymiyye’yi, Cevziyyeyi hakkaniyet(!) üzre savunan ilahiyat profları türedi.

Geçen okuduğum bir kitapta adam(!) hiç utanmadan İmam-ı Rabbani hz. ile ilgili başlığı Teymiyye’ye bağlamış.

Sübhanallah!..

 

Bu diyalog meselesi ehl-i sünnet kadar hiçbir birlikteliğe darbe olmadı. Sadece diğer dinlerle İslam'ın değil ehl-i sünnet ile diğer sapık itikadi görüşlerin arasınada köprü kurmaya çalışıyor-kuruyor.

Hepimiz kardeşiz teraneleriyle yıpratılan ve yıkılmaya çalışılan bizim değerlerimiz, bizim dinimiz, biziz…

 

Hasılı bu söz; yani “şeriat gelmez yaşanır”, söyleyenine bakılmaksızın bence hazmedilebilir telakki edilemez.

  • Like 2

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ohoooo… Daha neler var, neler!..

Efem ne de olsa Hac zamanı da hep Kurban Bayramına rastlıyor… Bu şeriatçılar var ya bu şeriatçılar, bu rastlantıları bilerek yapıyorlar, gizli gündemleri var bunların! Sahi Hac’a gitmeye ne gerek var ki? Boşuna paralarımızı Araplara niye kaptıralım, değil mi ama… O Mukaddes Emanetleri İstanbul’a getirmeyi bildik de kimsenin aklına Kâbe’yi İstanbul’a getirmek gelmedi, iyi mi? Hem böylelikle Hac ibadeti için Mekke’ye gitmeye gerek kalmaz, Araplara da para yedirmezdik…

Hem zaten Cuma namazını vaktinde kılamayanlar üzülmesinler… Üzülmesinler efem, çünkü çaresi var: Cuma namazını kazaya bıraksınlar… Hem ne olacak canım, Cuma namazını evinde tek başına kılanlar bile var bu memlekette… Mesela öğle namazı var ya, şafilere göre 4 rekâttır… Hanefilere göre kaç rekâttır pekâlâ? Onu bilmeyecek ne var, 5 rekâttır tabi ki de… Bir de şu var ki; bazı namazlarda cemaat dağınık bir şekilde kılıyor. Kimisi kıyama kalkerken, kimisi de secdeye varıyor… Bu ne dağınıklık, ne dağınıklık!.. Bazıları da o kadar uyanık ki, anlatamam doğrusu… Ülke dışına çıktıklarında bozuk fikirleri hemen gün yüzüne çıkıyor ve farzları iki rekâta indiriveriyorlar… Şu ülkemizin kıymetini bilelim… Laiklik ilkesini çiğnememek için Allahaısmarladık gibi ifadeleri kullanmayan çok duyarlı büyüklerimiz var… Gerçi bir tanesi kürsüde halka karşı kullandı bu kelimeyi ama olsun o kadar olacak… Böyle duyarlı ve dinimizi çok müthiş, fevkalade, fevkin fevkinde, enfes bir şekilde tanıyan insanlarımız oldukça bu ülkede, laik sistemimizi Nuh Tufanı bile yıkamaz… Gerçekten…

Dinimizi çok iyi bilen bu insanlarımızın bazı fetvaları da var ki, devlet bandrollü dini hükümlerdir… Sakıncası yok, bu hükümleri doya doya kullanabilirisiniz… Hacerül esved İyon şeylerinden kalma bize, atası da bizim ege canım, Efes civarları… Kâbe mesela tavla zarına benziyor… Hem Mekke’den Medine’ye kaçma olayının doğrusunu bandrollü dini hükümlerden çıkartınız ortaya, bandrollü bilgi her zaman en iyisidir… Zaten ayetler de uzun bir tefekkürün neticesinde ortaya çıkmış ifadelerdir, değil mi ama!.. İslam ananesi diye bir kavram vardır mesela… Bu ananeye göre Cebrail adında bir melek, ayetleri Peygambere ilham yolu ile iletir, öğrenin bunları öğrenin…

Bandrollü dini bütün insanlarımız işin teorik kısmını bitirdiler ve bizi çeşitli uygulamalarla aydınlığa çıkarıverdiler… Müteşekkiriz efem… Tabiki de ezanın Türkçe okutulması bizim için yapıldı… Sırf söylenenleri anlayalım diye… Ezan okunduğunda hemen camilere koşalım diye… Zaten Cumhuriyet dönemi ile camiler de külliye nizamından kurtarıldı ve insanların vicdanlarına kapattığı dini hükümleri yaşadığı mekânlar oluverdi… Türkçe Kuran, Türkçe hutbe filan beşi beşine gelen hayırlı devrimler oldu… Elifba eğitimine yasaklamalar getirildi, çok isabetli oldu… Hani çevrilen bazı filmlerde yobaz hoca sahneleri de çok bilimsel gerçekleri gün yüzüne çıkardı, aydınlandık… Kara cüppeli, sarı dişli, çarpık suratlı, yalancı, sahtekar hocaları, şıhları bu filmler sayesinde tanımış olduk… Hani bunun için başta Halide Edip’e teşekkürler… Yahu bu hocalar var ya, siz bunları bilmezsiniz… Bu filmlerden öğrendik ki, bu insanlar Kurtuluş Savaşımıza bile karşı gelmiş, Yunanlılarla işbirliği bile yapmışlar… Sonra hacı, hoca filan demek bizi bağlayan yasalarımıza göre hala yasak yahu… Ha ne diyorduk, elifba eğitimini zapturapt adlına almıştı jandarmalarımız, ne güzel…

Ah, ahhh ah… Bunların yanında meclisimizde müzakeresi yapılan ama uygulanamayan çok pozitivist, moderin, bilimsel dini ahkâmlar da vardı… Camilere sıralar koyacaktık, ayakkabılarla girecektik sonra bu kutsal mekanlara… Müzik aletleri için bir sahne de yapacaktık camilerimize… Ah neler kaçırdık, neler… Devrim hareketini başlattık ama devamını getiremedik. Salladık ama yıkamadık, ne çare… Vurduk ama öldüremedik…

Mevlana ve müritleri soytarıdır mesela… Bu bilgi bandrollüdür, karşı çıkamazsınız… ‘Ümmet leşi’ ifadesi de bandrollü hükümlerimizdendir mesela… Osmanlı bile kendilerini Allah’ın gölgesi sanan sultanların idaresindeydi… Bu sultanların kimisi baykuş, kimisi de simsardı… Niye? Bu sultanlar yobazdı da ondan… Gerçekten bu rejim olmasaydı, gerçekleri öğrenemeden geçip gidecektik…

Şimdi size has bandrollü bilgiler sunayım da görün…

  • Ey Büyük ….! Ey Tanrının oğlu…
  • Ben ….’ün çocuğu, yurdun ve ulusun kuluyum…
  • Onun yolu bizi yalancı ahret cennetine değil, hayata kavuşturacaktır…
  • Göklere yükseliyor ilah gibi bir heykel…
  • Bu taş daha kutsidir o kabenin taşından…
  • Sana güneş mi desem, Tanrı mı desem sana?
  • Se…’ten yükseldi ilahların bir eşi…
  • Kurtulmak, kurtarmakta hacet yoktu Allaha!
  • Yaratmak, işte budur Allahların elinde…
  • Yılda bir borcumuzdur Cumhuriyete tapmak…
  • Her varlığın, her kutretin üstünde o…

Artık yeter bu kadar bandrollü bilgi… Bu enfes dini ifadelerin tarihi ise 1938…

 

Nur hanım var, CHP milletvekili hanım… Ne demişti Cumhuriyet mitinglerinde bu kadın… ‘sen adı konmamış bir peygambersin!’ Hem zaten ‘Allah bizi şeriattan korusun!’ şeyi de böyle bir mitingte söylenmedi mi?

Her şey aşikar, ne diyelim daha…

Neyse… Şimdilik bu kadar yeter… Bu konu başlığına bunları niye yazdım, bende bilmiyorum…

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hacegan usta; seni okuduğum zaman iki cümle arasındaki naif geçişlerini takibederken boynum tutuluyor desem bilmemki bana gücenirmisin. :)

Bazen anlayamıyorum bile ne yalan söyleyeyim.

Ama nereye yazarsan yaz antikemalist damarlarımı bir şekilde kabartıyorsun

 

Selametle kal emi :)

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Gücenmek mi? Biraz düşüneyim...

Ama burada sorular sormadım pek... Demekki biraz geliştirdim kendimi...

Sonra ben antikemalist değilim, bizzat onları çok seviyorum... İnsan sevdiğini döver, ben de o yüzden biraz takılıyorum...

Antikemalist olabilirsin de... 301 mi neydi, ha onu unutma...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...