Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
The Spirit of Islam

İz Bırakanlar

Recommended Posts

Selamün aleyküm arkadaşlarım, abilerim, ablalarım ... Biz büyüklerimizin de görüşüne danışaraktan böyle bir konu açmaya karar verdik. Elimizden geldiğince Evliyalarımızın , Alimlerimizin ve Yolumuza ışık tutanların hayatlarını anlatmaya çalışacağız bu bölümüzde. Sizler de bize destek olursanız seviniriz. Sizler de elinizden geldiğince bu konu ile alakadar olursanız seviniriz(paylaşım)...

 

Selam ve dua ile kalalım.

 

Saygılarımla.

 

Vesselam.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Es Seyyid Eş Şerif Ahmed Rufai Hz.

 

 

1.jpgDedesi Seyyid Yahya, Abbasi halifesi tarafından Basra'da bulunan Şiiler ve Sünniler arasındaki kavgalara son vermek üzere görev verilmiş o da bu görevi en iyi şekilde yerine getirerek Basra, Vâsıt ve Batâih bölgelerinde huzuru sağlamayı başarmıştı. İşte Ahmed er Rufâi'nin babası olan Seyyid Ali bu zatın oğludur. Ahmed-er Rufâi, Bağdat ile Basra arasında Bataih (bataklık yerler) bölgesinde Ümmüabide köyünde dünyaya teşrif etmiştir.

 

Seyyid Ahmed-er Rufâi Hazretleri, yedi yaşına kadar babası Seyyid Ali'nin nezdinde kaldı. Yedi yaşında iken babası vefat edince, devrin büyük mutasavvıflarından olan dayısı ve şeyhi Mansur el Batâihi, annesi ve kardeşleri ile birlikte Onu himayesine aldı. Küçük yaşta hafızlığını tamamladıktan sonra Peygamber Efendimiz'in manevî işareti üzerine dinî ilimlerini tahsil için Şeyh Ali Ebu'l fazl el Vasıtî'ye teslim edildi. Şey Aliyyül Vasıtî hazretleri Peygamber efendimizin manevî emrine imtisalen Ahmed-er Rufâi'nin tahsil ve terbiyesinde büyük bir dikkat ve titizlikle hareket ederek son derece ihtimam ve gayret gösterdi. Ahmed-er Rufâi aklî ve naklî ilimlerde çok üstün bir gayret ve başarıyla ilim kariyerine sahip oldu.

 

Hakiki bir fıkıh, hadis, tefsir alimi ve hakiki bir mutasavvıftı. Ayrıca çok mükemmel bir hatipti de... Seyyid Ahmet Rıfai (r.a.); orta boylu, nur yüzlü ve buğday benizli idi. Saçları siyah, sakalı seyrek, alnı açık ve geniş idi. Gözlerine sürme çeker, devamlı tebessüm eder halde bulunurdu. Öyle güzel konuşurdu ki, kalpleri harekete geçirir, sohpetine doyum olmazdı. Hatta bir keresinde cemaate vaaz-ü nasihat ediyordu. Cemaatte bulunan alimlerin Ahmet Rıfai Hazretlerine çok fazla soru sorduğunu gören Ebu Zekeriyya (r.a.) onlara müdahale etti. Bunun üzerine Ahmet Rıfai (r.a.) tebessüm edip, "Ey Ebu Zekeriyya! Bu dünya fanidir. Bırakınız ben hayatta iken sorsunlar." buyurdular. "Bu dünya fanidir" buyurduğunda, cemaat fevkalade heycana kapıldı, içlerinden beş kişi orada vefat etti. Orada hazır bulunanlar içinden, ibadetlerini tam olarak yapamayan binlerce kişi tövbe edip doğru yola geldi.

 

Ahmed-er Rufâi, Şeyh Aliyyül Vasıtî Kuddise Sirruhu'dan hem icazet aldı, hem de hırka giydi. Vasıtî Onun için : "Herkes üstadıyla, ben ise talebem Rufâi ile iftihar ederim" demiştir.

 

Ahmed-er Rufâi, Şeyh Aliyyül Vasıtî Kuddise Sirruhu'nun vefatından sonra dayısı Mansur el Batâihî'nin terbiye ve irşad halkasına girdi. 27 yaşına kadar dayısından tasavvuf dersleri alarak çok kısa zamanda seyr-i sülûkunü tamamladı. Daha sonra dayısı tarafından Ona "Şeyhü'ş-şüyûh" unvanı ile birlikte halifelik vererek kendisine bağlı bütün tekkelerin şeyhliğini verdi. Dayısı'nın vefatı üzerine bu yaşta posta oturdu. Kuddise Sirruhu, bütün tekkelerin şeyhliğine getirilince, Onu çekemeyenler, iftira atanlar eksik olmadı.

 

Yıllar geçtikçe müritlerin sayısı artıyor, şanı şöhreti her tarafa yayılıyordu.Bu durum Irak'taki bazı şeyhlerin Onu kıskanmalarına sebep oldu. Bir çok iftira, itham ve dedikodu ortaya atıldı. Neticede Abbasi Halifesi el Muktefî'ye, erkek ve kadın müritlerini aynı zikir meclisinde bir arada bulundurduğu iddiasıyle hicrî 550 yılında şikâyet ettiklerinde, halife durumu yerinde incelemek üzere bir müfettiş gönderdi. Durumu araştıran ve inceleyen insaf sahibi müfettiş inceleme sonunda kanaatlerini bir rapor haline getirerek şöyle demişti: "Bu Seyyid ve müritleri sünnet yolunda değillerse, yeryüzünde sünnet üzere hareket eden hiç kimse kalmamış demektir." Bunun üzerine Halifesine, yaptırdığı tahkikattan dolayı özür dileyen bir mektup göndermiştir.

 

Misafirler için verdiği yemek haricinden başka bir şey yemezdi. Kendisine ait olan misafirhane, devamlı olarak dolup boşanırdı. Eli ayağı olmayan veya cüzzam gibi ağır hasta olan kimseleri yanına alır, onları bizzat kendi elleriyle yıkar, temizler ve elbiselerindeki yırtıkları yamardı. Çok mütevazi idi. Daima az konuşurdu ve "Sukutla emrolundum." buyururdu. Namaz kılarken benzi sararır, kendinden geçerdi. Bir gün kendisi, "Namaza kalktığım zaman sanki ALLAH Teala bana Kahhar sıfatıyla tecelli edecek diye korkuyorum." buyurdu. Ahmet Rıfai Hazretleri hayvanlara karşı çok şevkatliydi. Kimsenin bakmadığı temiz olmayan ve cüzzamlı bir köpeğe baktı, onu yıkadı ve besledi. Bir gün paltosunun eteğinde evin kedisi uyuya kaldı. Namaz vakti geldiğinde kediyi uyandırmaya kıyamadı ve bir müddet onu şevkatle seyretti. Uyanmayacağını anlayınca kedisinin yattığı yeri kesti. O haliyle namaza gitti. Geri geldiğinde kedi uyanıp oradan gitmişti. Kesik parçayı paltosuna tekrar dikti.

 

Aşırı derecede alçakgönüllü ve takva sahibi idi. Bir gün, "İçinizde benim ayıbımı, kusurumu görüpte söylemeyen var mıdır? Varsa lütfen söyleyiniz." buyurdular. Orada bulunanlardan bir tanesi dedi ki: "Efendim, ben sizde bir kusur görüyorum." Bunu işiten Seyyid Hazretleri hiç üzülmedi, söyleyeni kınamadı ve, "Ey kardeşim, lütfen kusurumu söyleyiniz." buyurdu. O kimse, "Bizim gibi, size layık olmayan kimseleri huzurunuza kabul buyurmanızdır."deyince, başta Ahmet Rıfai (r.a.) olmak üzere oradakiler ağlamaya başladılar. Bir ara Ahmet Rıfai Hazretleri, "Hepinizden daha aşağı olduğumu biliyorum ve ben sizlerin hizmetçinizim." buyurdu. İbrahim Besti isminde birisi, bir gün Ahmet Rıfai Hazretlerine hakaretlerle dolu bir mektup yolladı. Bu mektubu alan Ahmet Rıfai (r.a.), yanında bulunan birisine mektubu okuttu. Her türlü iftiranın içinde bulunduğu bu mektup okununca, Seyyid Hazretleri sükunetle dinlediler ve, "Doğru söylemiş. Eğer ALLAH Teala'nın indinde şüpheli bir durumum yoksa, insanların bana ettiği iftiralara hiç aldırış etmem." buyurdular ve mektuba cevap olarak şunları yazdırdılar: "Muhterem İbrahim Besti Hazretleri, ALLAH Teala beni dilediği gibi ve istediği yerde yarattı. Sizin doğruluğunuza güveniyorum. Hayır dualarınızdan beni mahrum bırakmamanızı ve haklarınızı helal etmenizi yüksek zatınızdan istirham ediyorum."

 

Ahmed er Rufâi Hazretleri, Hicri 555 senesinde hacca gitmiştir. Hac dönüşü Medine'de Ravzaı Mutahhara'yı ziyaret etmiştir. Peygamber Efendimizin kabri önünde şu nidada bulunmuştur. "Esselâmü Aleyke ya Ceddi!" Peygamber Efendimizin kabrinden: "Aleyküm Selam Ya Veledi" cevabı duyulmuştur.. O sırada orada bulunan bütün ziyaretçiler bu sesi işitmişlerdir. Bunun üzerine vecde gelen Seyyid Ahmed-er Rufâi" Hazretleri, titreyerek diz çöküp şunları söylemiştir. "Uzakta iken ruhumu gönderiyordum. Bana, vekâleten toprağını öpüyordu, şimdi ise huzurundayım şu mübarek elini uzatıver de dudaklarım onunla haz duysun !.." Peygamber Efendimiz'in kabrinden nuranî eli dışarıya uzanmış ve bütün ziyaretçilerin gözleri önünde O, bu eli öpmüştür.

 

Bu hadise (Burhan) bir tevatür derecesinde hacılar arasında yayılmış, bütün İslâm ülkelerinde duyulmuştur. Şahidler arasında devrin tanınmış sofileri de vardır. Abdukadir Geylâni Hazretleri, Seyyid Ahmed-er Rufâi Hz.leri için : "Sahabe-i Kiram, müçtehidinden mada tabakat-ı evliyadan hiç kimse Ahmed er Rufaî Hazretlerinin makamına vasıl olamamıştır." Demiştir.

 

Hicri 560 yılında Abbasi halifesi olan el-Müstencid, kendisini Bağdat'a davetinde karşılamak üzere oğlunu vazifelendirmiştir. Sarayda davetliler arasında devrin ileri gelen Şeyhleri- mutasavvıfları da hazır bulundular. Her biri sırayla sohbet eder, söz sırası Ahmed-er Rufâî hazretlerine gelince bir konuşma yapmış Halife el Müstencid, Ahmed-er Rufâî'nin sohbetini ağlayarak dinlemiştir. Daha sonra Seyyid Ahmed-er Rufâî babasının Bağdad'taki türbesi civarında zikir meclisi tertip ederek, Halifenin de bizzat bu mecliste bulunmuştur. Kaynaklarda Rufâî hazretlerinin, ikinci bir defa daha hacca gittiği , arafatta Hızır (a.s) ile karşılaştığı ve Hızır'ın kendisine tac ve hırka giydirdiği ifade edilmektedir.

 

İlk eşi Hatice binti Ebi Bekir el Vasıt- en Neccavi'den Fatıma ve Zeynep adlı iki kızı olmuş, eşinin vefatından sonra evlendiği ikinci eşi Rabia'dan sonra Salih isminde bir oğlu olmuş ve küçük yaşta vefat etmiştir. Nesli iki kızı ile devam etmiştir. Fatıma'dan İbrahim Azeb (609) ve Ahmed-el Ahdar (645) adlı devrainde meşhur olan iki Sûfî, Zeyneb'den ise ikisi kız, altısı erkek torunları olmuştur. Bunlardan İzzeddin AHMED Sayyad (574-670) Rurâîye'nin Sayyadiye kolunun kurucusu olup, Rufâî Tarikatının İslâm âlemine yayılmasında tesiri olmuştur.

 

Ahmed-er Rufâî Hazretleri, Hicrî (578), Miladî (23 Ağustos 1182) tarihinde şiddetli bir ishal hastalığı sonunda vefat etmiştir. Vefatından önce ; "Beni dilenci keşkülü yerine koymayın, tekkemi bugün harem, öldükten sonra mezar etmeyin. Ben Hakk Tealâ'dan tek olarak yaşamayı diledim. O beni toplum içinde yaşattı. Öldükten sonra belki o muradıma erişirim. Toprak üstünde her ne varsa eninde sonunda yine toprak olacaktır." Bu sözü ile keramet buyurmuşlardır. Türbe-i Saadetleri yanında kimse yoktur. Kırın ortasında tenha bir yerde Bağdad'ın güneyinde Vasıt yakınlarında bulunmaktadır.

 

Ahmed-er Rufâî Hazretleri'nin tasavvuf ve Tarikat anlayışı, kitap ve sünnete tabi olan bir anlayıştır. Onun ifadeleri içerisinde İslâm dini, zahir ve batını ile bir bütündür.

 

Kalp cesetsiz olmaz, Kalbi olmayan bir cesed ise çürür. Tasavvuf ilmi, kalbin ıslahından ibarettir. Tarikat şeriat demektir. Hakikat, Şeriata muhalefet etmez. Tasavvuf, söz konusu ettiği Tarikat, şeriatın bizatihi içinde taşıdığı mana ve hikmetlerdir. Tasavvuf, Yün hırka ve taç giymek değildir.

 

Tasavvuf; hüzün hırkası, sıdk tacı, tevekkül elbisesinde bürünmektedir. İnsanın kalbi haşyet, bedeni edep, nefsi........,, benliği yokluk ve dili de zikir örtüsü ile örtündüğü takdirde tasavvuf yolunda bulunmuştur.

 

Mükemmel sofi her halde Hz. Peygamber (a.s)'a tabi olan ve kulluk derecesini en yüksek derecede olarak benimseyen kimsedir. Kul ancak Allah'dan gayri herşeyin kulluğundan kurtulduğu ve hürriyet makamına ulaştığı vakit, mükemmel bir kul olabilir.

 

Tasvvuf edeptir. Bu da Peygamber'in sünnetine tabi olmakla kazanılır. Derviş olmak için cemiyet hayatından uzaklaşmak gerekmez. Müridler, dünyevi meşguliyetlerini terk etmeksizin helâl ve harama dikkat ederek gafletten uzak kalmak suretiyle Hakk yolunda ilerleyebilir. Bütün iş, kalbi temizlemek ve temiz tutmaktır. Kerametlere rağbet etme. Çünkü veliler bundan kaçınmışlardır. Müritler için ne bir noksanlıktır, ne de Allah'ın kapısından ayrılma Kalbini Rasulullah'a yönelt, şeyhin ve mürşidin vasıtalarıyla O'nun yüce kapsından yardım iste..

 

Karşılıksız, garazsız şeyhine hizmet et. Ona karşı son derece terbiyeli ve edepli ol. Gıyabında dahi onun şerefini koru. Kendini onun hizmetine ver, evinde hizmeti arttır. Huzurunda az konuş. Ona tanzim ve vakarla bak. Ona sakın küçümseyici bakışlarla bakmayasın. Kardeşlerine öğüt ver, kalplerini kazanmaya çalış. İnsanların arasını bul. İnsanları Allah'a yöneltmeye bak. Sadakat ve ihlasla dervişlerin yolundan gitmelerini sağla.

 

Kalbini Zikir ile, kalıbını da fikirle tamir edip güzelleştir. Gayen su üstünde yürümek, havada uçmak olmasın. Bunları balıklar ve kuşlar da yapıyor. Himmet kanatlarıyla sonsuzluklara uçabiliyor musun ? Sen ona bak...

Ahmed-er Rufâî hazretleri, kendisinin tevazu, zül, inkisar yoluyla matlubuna vasıl olduğunu, bunları tarikinde bir esas olarak tercih ve tespit ettiğini söylemektedir.

 

Menkıbeler içinde fevkalede tevazuunu gösteren örnekler vardır. Bunlardan birinde kendisine iftira, hakaret ve küfür dolu sözler sarf eden bir şeyhe karşı, "Efendim, sizin hilminiz büyüktür, affınız geniştir. Ben neyim ki, ne kıymetim var ki bu kadar hiddete kapılıyorsunuz. Ben, sadece hizmetkarlarınızın en miskiniyim, ayaklarının tozuyum." Şeklinde yumuşak ve mütevazi bir söz ile mukabele etmesi üzerine, Ahmed-er Rufâî Hazretleri"ni kızdıracak başka bir söz bulamayan Şeyh "Görüyorum ki siz nefsinizden sıyrılıp çıkmışsınız. Şimdi mülk sizindir., nimet sizindir ve sizin neslinize aittir. Beni de bağışlayın" demiş ve müritleri arsına girmiştir. Bu nevi menkıbeler ve eserlerindeki ifadeler Onun şahsiyetini ve tarikat pirleri arsındaki hususiyetini gösteren çizgilerdir.

 

Şu nokta dikkat çekicidir ki birkaç keramet olayı istisna ondan bahseden menkıbeler daima Onun davranış ve ahlâkını, insanlarla münasebette tevazu ve hoşgörüsü ve ağırbaşlılığını anlatmaktadır. Bu özelliği ile Tasavvuf Güzel Ahlaktır. Tarifinin müşahhas bir örneği olarak görülmektedir.

 

Ahmed-er Rufâî Hazretleri, dört büyük kutuptan biridir. Abdülkadir Geylani Hazretlerinden sonra Kutbiyet makamına yükseldiğini kaynaklar belirtmektedir. Gavsiyet ve Kutbiyet âlemi kendisine bundan önce de bir kere daha tevdi edildiği ve onun bu vazifeden af dilediği, bunun üzerine Abdulkadir Geylani'ye verildiği, O'nun ölümü üzerine tekrar kendisine tevdi edilince bu vazifeyi kabul ettiği ve onaltı sene birkaç ay bu makamda bulunduğunu ifade etmektedirler. Kendisine Ebül Alemeyn (iki sancak sahibi) künyesinin bu duruma işret olarak verildiği kaydedilmektedir.

 

Ahmed-er Rufâî Hazretleri müritlerini şöyle müjdeliyor:

"Rabbim bana lütf'ü ihsanınla gözlerin göremediği, kulakların işitmediği, beşerin akıl ve hayaline gelmediği, bir çok nimetler ihsan etti. O'nun kerem elçisi Rasulullah, (s.a.v.) beni temin edip söz vermiştir ki Müridlerimi, sevenlerimi, zürriyetimi sevenleri, yerinde kaim olanları ellerinden tutup kaldıracak ve kurtaracak. Bu hal, kıyamete kadar böyle sürecek. İşte ruhen biat böyle hasıl oldu. "Allah (c.c) verdiği sözden dönmez." Şu halde Onun yolunda gidenlerin sahip oldukları büyük nimet ve müjdeyi bütün açıklığı ile ifade eder.

 

Ahmed-er Rufâî Hazretleri, Mecal bin Yunus ve Abdül Mü'min adında iki müridi ile sahrada geziyorlardı. Birbirlerine olan sevgi ve muhabbetleri pek ziyade idi. Onların bu yakınlığı ve duydukları manevi haz, her ikisini de sarhoş etmişti. Bu durum onları zaman zaman kendilerinden geçiriyordu.. Cezbeye tutuluyorlardı. Hatta müridlerden biri;

-Sana bu kadar zamandır Ahmed-er Rufâî Hazretleri'nin yakınlığından sana ne erişti?

Diğeri:

-Ne dilersem kabul edilme lutfu.

-Dile bakalım Allah (c.c) lutfedecek mi ?

-Ya Rabbi ateşten azad olduğuma dair şu aciz kuluna bir ferman göster.

Diye niyaz etti.

-Allah (c.c)sonsuz kerem sahibidir. Fazlına nihayet yoktur. Ve iki müridin önüne bir yaprak sağa sola yalpa yaparak bir kâğıt düştü. Kâğıda baktılar, Kâğıt bembeyazdı. üzerinde hiçbir yazı yoktu. Alıp Seyyide götürdüler. Ve hiçbir şey söylemediler. Seyyid bu bembeyaz kâğıda baktı ve hemen şükür secdesine kapandı. Secdeden başını kaldırınca:

- "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun ki bağlılarımın cehennemden kurtuluşunu bana dünyada gösteriyor." Buyurmuş. "Bunun üzerinde yazı bulunmayan beyaz kâğıt" diyen oradakilere:

- "Evlatlarım kudret eli siyahla yazmaz, bu nurla yazılmıştır." Cevabını vermiştir.

 

Ahmed-er Rufâî Hazretleri, çok farklı özelliklere sahipti.

Peyamber Efendimize çok yakın idi. Ona her şeyi ile tutkundu.Cenab-ı Hakk, yaradılışında onunla kader birliği içinde yaratmış, bir takım hikmetlerle onun isminin müsemması kılmıştır. Dünyaya gelmeden annesi ve dayısı Mansur el-Bataîhi'ye rüyalarında isminin Ahmed olması müjdelenmiş ve emredilmiştir. Küçük yaşta Peygamber Efendimiz gibi yetim kalmıştır. Nesli kız evlatları ile devam etmiş, erkek evladını küçük yaşta kaybetmiştir. Hayatında kendisine hakaret edilmiş, eziyet görmüş, O ise PEYGAMBER Efendimiz gibi sabırla, dua ile mukabelede bulunmuş, hasımlarına karşı tevazu göstermiştir.

 

Eserleri

 

 

 

 

 

 

 

el-Hikemü'r Rufaiyye

 

en-Nizamü'l-Has li-Ehli'l-İhtisas

 

Hadis-i Erbain Şerhi

 

el-Burhanü'l-Müeyyed

 

el-Mecalisü's-Seniyye

 

el-Eş'ar

 

el-Ahzab ve'l-Evrad

 

Mecalis-i Ahmediyye

 

Kitabü'l Hikem

 

Ahzabu'r Rufaiyye

 

es-Sıratu'l-Müstakim

 

er-Rivaye

 

et-Tarik İlallah

 

el-Akaidü'r-Rufaiyye

 

Şerhü Tenbih

 

Tefsirü Sureti'l Kadir

 

Rahiku'l Kevser

 

el Bahçe fi'l Fıkh

 

 

 

Nasihatları

 

 

 

 

 

İlminin fazla, amelinin çok olması ile gurura kapılan kimse, marifet sahibi değildir. Çünkü şeytan da pek fazla bilgiye sahipti. mantık yürütmek suretiyle, ateşin topraktan daha hayırlı olduğunu iddia etti. Halbuki meleklere hocalık yapıyordu. Sonunda kendi nefsinin üstün olduğunu söyleyip kibirlendi. Böylece Allahü tealanın gadabına uğradı ve lanete müstehak oldu. Ebedi olarak rahmet dergahından kovuldu. Ey oğlum! Sakın! Çok sakın! iyi ibadetlerine, yüksek ilmine aldanma. Çünkü Bel'am-ı Baura ve Bersisa en çok ibadet edenlerdendirler. Fakat sonunda, nefs ve şeytana uyarak dünyaya bağlandılar. Ahiretlerini ziyan ettiler. Rezil rüsva oldular.

 

Ey oğlum! Kalbinde ufak bir leke görürsen, oruç tut. Gitmezse, az konuşmaya bak. Gitmezse, günahlardan şiddetle kaç. Yine gitmezse, her hali iyi bilen Allahü tealaya yalvarmaya, sızlanmaya başla.

 

Bilgisizlik ölümdür. Allahü teala ilim verdikçe canlanmaya başlar. Her bilgi bir vebaldir. Bu vebalden kurtulmak amel etmekle mümkün olur. Her amel fayda vermez. Fayda vermesi Allahü teala için yapılmaya bağlıdır. İhlas elde edilmedikçe, kurtuluşa erilmez.

 

Salih müslümanlar, Allahü tealanın hükmüne boyun eğerler, gelen şiddet ve belalara sabrederler, aza kanaat ederler. Allahü tealadan başkasından korkmazlar ve kimseden bir şey beklemezler. Ancak Allahü tealadan isterler. İnsana, yüksek makamları veren, aşağı düşüren aziz ve zelil edenin Allahü teala olduğunu bilirler.

 

Salih müslümanlar, Peygamber efendimizin sünnet-i şerifine tam uyarlar. Onların korkusu, son nefes içindir. Onlar, az konuşurlar. Öfkelerini tutarlar, şehvetlerini yenerler. Nefislerinin arzularını yapmazlar. Allahü tealayı unutturacak bütün engelleri ortadan kaldırarak. hep o'nunla beraber olmaya bakarlar. Böylece nefislerini alçaltıp, ruhlarını yükseltirler.

 

Nefse, Allahü tealanın kaza ve kaderine rıza göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur. çünkü, kadere razı olmak, Allahü tealanın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıttır. Nefs bunları istemez. Saadete kavuşmak, nefsin rızasını terk edip, Allahü tealanın rızasına koşmakla mümkündür. Saadete kavuşanlara müjdeler olsun.

 

Menkıbeleri

 

 

 

 

Ahmed er Rufaî Hz.leri fakîh idi, seyyid idi. İltifat-ı nebevîye'ye mahzar idi. Peygamber Efendimizin iltifatına nasıl mahzardır ? diyeceksiniz..

555 Hicrî (Miladi 1160) tarihinde Doksan bin hüccacın gözleri önünde cereyan eden bir hadise size bu gerçeği gösterecektir.

 

Dünyanın muhtelif yerlerinden insanlar, ziyaret için Ravza-i Mutahhara'ya toplanmışlardır. Bu esnada derinden gelen bir inilti şöyle terennüm ediyordu:

 

Fiy hâletil bu'di ruhu küntu ursilihe

Tukabil-ul arda inni vehiye naibeti

Vehezihi devlet-ül eşbehu kad haderat

Femdut yemiyneke key tahza bihe şefeti..

 

"Arada uzak mesafeler varken saygıyla elinizi öpmek için vekâleten ruhumu gönderiridim. Şimdi ise cismanî varlığını görmek gözle nasip oldu. Mubarek elini uzatasın ki şu hasretli dudaklarım haz ve sevinçle dolsun.!"

 

Nefesleri kesecek bir hadise , elektriklenmiş vücutların derin bakışları utulmayacak bir tabloyu seyrediyordu.

Bunun üzerine Nebiler nebisinin mübarek eli nuranî cismiyle Merkad-i şerifinin altından uzandı. Ve Rufaî Hz. O yılki hacılardan çokça kalabalık şahitler huzurunda onu öptü..yeri ve göğü velveleye boğmuş bir halde sarhoş bakışların önünde Seyyid Rufaî (k.s.) mübarek başını Ravza-i mutahhara'nın eşiğine koyarak "Bu mukaddes eşiğe yüzümü koyuyorum, beni çiğneye çiğneye geçiniz" Bunun üzerine alimler, arifler başka kapılardan çıtılar, Müridan kendisinden geçti Ellerine o anda ne geçti ise vücutlarına sokmaya başladılar. Çivi, şiş, bıçak, kama vs. neye ve nerye rastlarlarsa sapladılar.

 

Bir kısım müptedi ise O'nu çiğneyerek çıkarlarken büyük Veli şöyle diyordu:

-"Allah'ım manevî gücümü, îmanımı zât-ı Ecelli-Âla-na ve bilgimi de peygamberine karşı arttır. Bu hali yoluma bir hüccet kıl.."

Bu hadiseye Abd'ül Kadîr Geylanî (ks.) Cenab Zağferanî,Şeyh Adi b.Müsafir., Şeyh ve Aliyyul Heyti b.Kays, Şeyh Ali b.Umeys, Şeyh Ali Taberi şahid olmuşladır.

 

Bu vak'a o kadar doğrudur ki, bir çok ulemanın şu şekilde bir fetva vermesine sebep teşkil etmiştir.:

"Her kim bu kerameti inkâr ederse .. delâlete düşer ve sapar"

Bu vak'a aynı zamanda Dönemin Tasavvuf akımları arasında büyük dalgalanmalara yol açtı. Bu olay üzerine pek çok şeyh dergâhını kapatıp Ahmed-er Rufaî 'ye mürid olarak geldi. Seyyid ile aynı yıllarda yaşamış Gavs'ul Azam Abdulkadir Geylanî (Ks.), O'nu evliya üzerine hüccet-i ilahî olduğunu söyledi.

 

Ahmed_er Rufaî'nin haline nigahban olan Abdulkadir Geylani hazretleri O'nu en güzel şekilde tarif ediyordu. Ashab-ı Güzin Al-i Beyt-Rasûl-ül Emîn ile cümlesi müctehidin hazeratından maada tabakat-ı evliyada Ahmed-er Rufaî mertebesine kimse vâsıl olmadı. Buyurdukları mervîdir..

 

Nesebi

 

 

 

turbe.jpg

 

Peygamber efendimizin soyundan olup seyyiddir.

Anne tarafından da nesebi hazreti Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari'ye dayanır.

Bu yüzden kendisine Ebu'l Alameyn, iki sancak sahibi künyesi verilmiştir. Ebu'l Abbas da denir.

Beni Rufae kabilesine mensub olduğu için Rufai nisbeti ile tanınmıştır.

Ali bin Ebu Talib (r.anhüm)

Hüseyin bin Ali

Ali Zeynel Abidin bin Hüseyin

Muhammed Bakır bin Ali Zeynel Abidin

Caferi Sadık bin Muhammed Bakır

Musa Kazım bin Caferi Sadık

İbrahim Murteza bin Musa Kazım

Musa bin İbrahim Murteza

Ahmed Salih bin Musa

Hasan bin Ahmed Salih

Muhammed bin Hasan

Mehdi bin Muhammed

Rufae Hasan bin Mehdi

Ali İşbili bin Rufae Hasan

Ahmed Murteza bin Ali İşbili

Ebu'l Fevaris Hazım Ali bin Ahmed Murteza

Sabit bin Ebu'l Fevaris Hazım Ali

Yahya bin Sabit

Seyyid Ali bin Yahya

Ahmed (Rufai) bin Seyyid Ali

 

 

Kaynak : http://www.rufai.com/

Share this post


Link to post
Share on other sites

bismill0.gif

 

HASAN-I BASRİ

 

Tâbiînin büyüklerinden. Zâhid, muhaddis, fakîh ve müfessir.

Adi, Ebû Sâid el-Hasan b. Ebi'l-Hasan Yesâr el-Basrîdir. Babasi Yesâr, Irak'in bir kasabasi olan Meysânlidir. Yesâr, Meysan'in fethedilmesi sirasinda esir düsmüs ve buradan efendisinin kendisini âzâd ettigi, daha sonra da Hasan-i Basrî'nin annesi Hayrâ ile evlendigi Medine'ye götürülmüstür. iste, Hasan-i Basrî, burada Hazreti Ömer'in halifeliginin son ikinci yili olan Hicrî 21 senesinde dogmustur (21/641).

Annesi Hayrâ, Peygamberimizin hanimi Ümmü Seleme'ye hizmette bulunmustur. Bu arada, Ümmü Seleme'nin Hasan'i emzirdigi ve ondaki hikmet ve belâgatin bundan dolayi oldugu söylenir. Ayrica, Ümmü Seleme'nin, kendisini Ömer'e götürdügü ve onun için söyle dua ettigi de rivâyetler arasindadir; "Yâ Rabbi, onu dinde fakîh kil ve insanlara sevdir (Ibn Sa'd, Tabakât, VII/I, 114).

Hasan, Vâdi'l-Kurâ'da büyümüs ve çocuklugu orada geçmistir. Gençliginde Dogu iran'in fethine (43/663) katilmis, bundan kisa bir müddet sonra, Horasan vâlisi Rebi' b. Ziyâd'in kâtipliginde bulunmustur. Bundan sonraki hayatinin geri kalanini çogunlukla Basra'da geçirmistir. En son vefât edenleriyle birlikte üç yüz sahâbe ile görüstügü rivâyet edilir. Bu bakimdan tâbiînin önde gelenlerinden olup ilim ve fazileti, zühd ve takvâsi ile meshurdur. Ebû Tâlib Mekkî, Hasani Basrî'nin tasavvuf yolunda imamlari oldugunu söylemistir. Enes b. Mâlik, kendisine bir mesele soruldugunda, onun Hasan-i Basrî'ye de sorulmasini, onun derin ilim sahibi oldugunu söylerdi (Ibni Sa'd, a.g.e., s. 128).

Insanda bir irade hürriyetinin mevcudiyetini, buna bagli olarak da hayir ve serrin islenmesinde kisinin tamamen hür oldugunu kabul eden zühd ve takvâ önderi Hasan-i Basrî, persembe aksami vefat etmis ve cuma günü defnedilmistir (110/728). Halkin cenazesine katilmasi muhtesem olmus ve rivâyete göre o gün camide ikindi namazi kilinamamistir (Osman Karadeniz, Hasan el-Basrî ve Kelâmî Görüsleri, D.E. Ü.ilâhiyet Fak. Dergisi, II, izmir- 1985).

Hasan-i Basrî'nin çesitli konulardaki görüslerini söylece özetleyebiliriz:

Hasan-i Basrî, "Allah, mahlûkati ve tabiati yaratti. Hersey yaratilisina uygun olarak hareket eder" demekle kadere inancini açiklayip, Kaderiyye gibi düsünmedigini belirtir ve günâhkâr mü'minin, münâfik oldugunu söyler.

Ibâdet hayatinda bütün kaide ve emirlerin siki sikiya tatbik edilmesini ister. Nifak ve riyâya siddetle düsman olup, amelde ihlâsin bulunmasi gerektigini söyler. "Biz insanin dindarligini sözleriyle degil, fiiliyatiyla anlariz" diyerek de uygulamaya önem verdigini belirtir.

O'nu da "eski"ye özlem içinde görmekteyiz. "Eskiden dünya ehli fânî mallarini, ilimleri için âlimlere sarfediyorlardi. Bugün âlimler, ilimlerini ehl-i dünyanin menfaati, onlarin fânî mallari için kullaniyorlar. Dünya ehli mallariyla, alimlerden yüz çevirdi ve onlarin ilimlerinden mahrum kaldi. Çünkü alimlerin verdigi hükümlerde talihsiz sonlarini gördüler" der.

Gerçek fakîhin, takvâ sahibi oldugunu, kimseden himmet beklemedigini, kimseye hakaret nazariyla bakmadigini, ilmine karsilik bir dal bile beklemedigini, çesitli sözlerinde belirtmektedir.

Hasan-i Basrî, sûf giyenleri tenkid eden bir sûfî olup, Basra'dakilerin ilki degildir. O'nun zühd anlayisi, tefekkür, nefs muhasebesi, dünyadan uzaklasma ve Allah askina dayanmaktadir. "Tefekkür, sana iyi ve kötü fiillerini gösteren bir aynadir";

"Mü'min, daima nefsinin hâkimidir. Onu Allah için inceler. Dünyada nefsini murâkabe edenlerin hesabi, âhirette kolay olacaktir. Kendilerini murâkabe ve muhâsebe etmeyenlerin hesabi da zor olacaktir" dedigi bilinmektedir.

O, karsisindakileri egitmek için sorular sorar, gerçekleri bizzat kendilerinin bulmasini isterdi. Çünkü kisilerin yalniz ölüp, yalniz gömüleceklerini, yalniz dirilip, yalniz baslarina hesap vereceklerini beyanla herkesin kendisine dönmesinin önemine isaret ederdi. Ona göre, düsüncesini âhiret üzerine yogunlastiranlarin, dünyadan ve fânî seylerden sevgisini kesmeleri ve her iste Hazret-i Peygamber'in yolunu izlemeleri sarttir.

Hasan-i Basrî, hüzünlü olmayi kendine siâr edinen bir sûfi olarak temayüz etmistir. Dünyadan kaçis, zâhidâne bir hayat, nefsinden hiçbir zaman emin olmama, iste bunlarin hepsi, O'ndan hükmün kaynagini teskil etmektedir. Hüznü savunan bir sözünde "uzun hüzün, iyi amellerin kaynagidir" demektedir" "Yaptiklarinin cezasi olarak, bundan böyle az gülsünler, çok aglasinlar" (et-Tevbe, 9/82) âyetinin isaret ettigi emir çerçevesinde fazla gülmemeyi ögütler, fazla gülmenin kalbi öldürdügünü söylerdi. Kisi bir bütün olarak Kur'ân-i Kerîm'e uygun hareket ederken, en küçük kötülükten çekinir, her konuda çok titiz olursa o, verâ sahibi olmus olur. Bunu, Hasan-i Basrî'de su ifadelerle billurlasmis görüyoruz.

"Amellerine bak, onlari incele. Çünkü birbirinden kesin sinirlarla ayrilan hayir ve ser tartilacak. En küçük bir hayiri degersiz bulma, âhirette o sana fayda verecek. En küçük bir kötülügü zararsiz sayma, ahirette aleyhinde olacaktir." Hasan-i Basrî'de Allah aski (muhabbettullah) zirvededir. Bunu, hadîsi kudsîden aldigi güçle saglamistir. "Bana, kendilerine farz kildigim seyleri edâ ettigi gibisi ile yaklasani yoktur. Eger kul, bana nâfile ibadetlerle yaklasirsa ben onu severim. Ben onu sevince de, onun kulagi, gözü, eli, dili ve ayagi olurum. Benimle duyar, benimle görür, benimle konusur, benimle tutar ve benimle yürür" (Buhârî, Rikak, 38). O'na göre Allah aski manevî hayatin en yüksek noktasidir. Çünkü bu ask, Allah'a dogru yükselisin meyvesidir.

Cennette Allah'in zâtinin ihatasiz olarak görülebilecegini kabul eder. iyiligi emir kötülügü nehyetmek kurali, O'nun hareket noktasini olusturmaktadir.

Tefsîr ve hadîste tenkid edici fakat gerçekçi bir görüse sahiptir. Müslümanlarin ibâdetlerinde mevcûd Israiliyyat'i biliyor ve onlari bu yanlis inançlardan kurtarmak için, korkusuzca mücâdelesini sürdürüyordu. Bunun yaninda isyan etmeden, halifelere bile açikça hatalarini söylemekle, cesaret örnegini göstermistir. Haccâc b. Yûsuf'un zulmüne karsi, ona kafa tutmustiir. Rûhu sâd olsun... (Hayranî Altintas, Tasavvuf Tarihi, Ankara Üniversitesi, ilâhiyet Fakültesi,1986, s. 61-65).

Hasan Fehmi KUMANLIOGLU

Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi

by Muhammed Faruk

Share this post


Link to post
Share on other sites

kaaba2.jpg

MUHAMMED BIN HASAN es-SEYBANI

 

Hanefi mezhebinin üç büyük Imamindan biri. Eserleriyle Hanefiligin sistemlesmesinde ve yayilmasinda etkili oldu. Ebu Yusuf'la birlikte, kendisine Hanefi mezhebinin iki Imami anlaminda "Imameyn" denir.

Adi Muhammed, künyesi Ebu Abdullah'dir. Babasi Hasan b. Farkad'dir, Benî seyban'larin azatlisi oldugu rivayet edilir. Hasan b. Farkad, sam dolaylarinda Haksati köyündendir. Daha sonra Irak'a yerlesti. Oglu Muhammed, 132/749 da Vasit'da dogdu. Kufe'de yetisti. O tarihlerde Kufe, fikih, dil ve gramer ilimlerinin merkezlerinden biriydi. Muhammed b. Hasan'in kültürünün olusumunu hazirlayan bu çevre, onun dil, fikih, siir ve hadis'e yönelmesine de neden olmustu.

Babasindan otuz bin altin miras kalmasi, bu ilimleri tahsil etmesini kolaylastirmis ve bütün servetini bu ugurda kullandi. Muhammed b. Hasan, birçok bilginden ders aldi. Küçük yasta Ebu Hanife'nin derslerini takibe basladi. 150/767'de Ebu Hanife'nin ölümü üzerine, fikih tahsilini Ebu Yusuf'tan tamamladi. Imam Muhammed b. Hasan, Ebu Hanife'nin öldügü tarihte on sekiz yasindaydi. Ali el-Kâri, Imam Muhammed'in Ebu Hanife'nin akrabasindan oldugunu rivayet eder (Sava Pasa, islâm Hukuku Nazariyati, I, 97-100).

Muhammed b. Hasan, çesitli yerlere seyahatlerde bulunarak birçok bilginle görüstü. sam'da Evzai'nin, Mekke'de Süfyan b. Uyeyne'nin, Horasan'da Abdullah b. Mübarek'in yanina giderek bunlardan ilim tahsil etti. Basra'da da birçok ilim ehlinden ders aldi. Bu seyahatlarinin en önemlisi, Medine'ye olanidir. Imam Muhammed burada üç yil Imam Malik'in derslerine devam etmis ve defalarca Muvatta'yi kendisinden dinlemisti.

Medine'deki bu tahsiliyle Muhammed b. Hasan, Rey ehlinin usulüyle, hadis ehlinin usulünü birlestirdi. Irak'a döndügünde söhreti her tarafa yayildi ve kendisine talebe akini basladi. Bu talebelerin en önemlilerinden biri Esed b. Furat'tir. Daha önce Imam Malik'den ders alan Esed, Imam Muhammed'e gelerek talebelik yapti. Daha sonra Afrika'ya dönüp Muhammed b. Hasan'in etkisiyle Afrika ve Magnb'de Ebu Hanife'nin fikhî ictihatlarini ve görüslerini halka anlatti. Bir diger önemli talebesi ise, Imam safiî'dir. Imam safiî, Imam Muhammed'den ilim tahsil etti ve onun eserlerini istinsah etti (Siyeri Kebir Ter. ve serhi s.12). Diger önemli talebeleri ise, Ebu Hafs el-Kebir, Süleyman el-Ctircani, Ebu Ubeyd Kasim b. Sellam, Yahya b. Eksem, ismail b. Tevbe gibi bilginlerdir. Hanefi mezhebi ilk yayilmasini Imam Muhammed b. Hasan ile Imam Ebu Yusuf'a borçludur. Çaginda yayginlasan problem ve tartismalara Imam Muhammed de katilarak, görüslerini açikladi. Imam Muhammed'in kültürü, Arap dilindeki mahareti ve fikihtaki derinligi bütün açikligiyla eserlerinde kendini gösterir.

Imam safiî, Imam Muhammed'den çok istifade ettigini belirtip, ondan aldigi ilim ile bir çok kitap yazdigini ifade eder (ibn Nedim, el-Fihrist, s. 295). Nafi de, Imam Muhammed'in insanlarin en fasihi oldugunu söyleyerek, onun dil sahasindaki bilgisine dikkat çeker (ibn Abdilber-el-intika, s.174).

Imam Muhammed'in Abbasi halifeleri ile iliskisi olmakla beraber, kendisinin ve ilmine haysiyetini daima korudugu belirtilir. Hükümdarlarin önünde egilmezdi ve onlara yüzsuyu dökmezdi (Hatib el-Bagdadi- Tarihu Bagdad, II, s.173).

Harun Resid, baslangiçta kadilik görevini kabul etmedigi için Imam Muhammed'i iki ay hapsetti. Daha sonra Imam Muhammed bu kararindan vaz geçince, geçici bir müddet için bassehir yapilan Rakka'ya kadi tayin edildi (Sava Pasa, islâm Hukuku Nozariyati, I, 97-98).

176/792'de Zeydi Imam Yahya b. Abdullah'in isyani meselesinde, Harun Resid, Imam Muhammed'le istisare etti. Bu istisarenin sonucu olarak Halifenin güvenini kaybetti ve Ali ogullari taraftari olmak süphesi altinda kaldi. Eserleri teftis edilerek, isyana sürükleyen parçalarin olup olmadigi kontrol edildi ve bu arada da kadilik görevinden de azledildi (Taberi, Tarih, el-Ümam..., III, 619).

Imam Muhammed, kadiliktan azledildikten sonra,189/805 yilina kadar Bagdad'da kaldi. Bu arada Halifeyle aralari düzeldi ve yeniden göreve getirilerek Horasan kadiligina tayin edildi. Ayni yil içinde de Rey civarinda vefat etti (el-Kerderi-Menakibu'l-Imamil-A'zam, II,187). Ayni gün Kisaî de vefat etmisti. Harun Resid; "Bugün Arapça ve fikih defnedildi" diyerek kaybin büyüklügünü dile getirdi (Hayreddin Karaman, islâm Hukuk Tarihi, s. 96).

Imam Muhammed'in Fikihtaki degeri özellikle iki yönde ortaya çikar. Birincisi; eserleri ile Ebu Hanife'nin mezhebinin yayihnasinda talebelerinin en etkilisi olmasi ve ikinci asir fakihleri arasinda en çok eser vermesidir. (Imam Muhammed'in görüslerindeki asalet, onu özel bir mezhep sahibi haline getirmektedir.) ikincisi ise, bir çok büyük bilgini etkilemesidir. Sözgelisi el-Müdevvene, el-Esediye, el-Ümm ve el-Hücce gibi Fikih kitaplarinin sahipleri ondan etkilenmisler, eserlerini onun kitaplari isiginda yazmislardir.

Hanefi mezhebi usulünde, Imam Muhammed ile Imam Ebû Yusuf'un görüsü bir konuda birlestiginde, Imam Ebu Hanife'nin görüsü tercih edilerek, o konuda Hanefi mezhebinin görüsünü temsil eder.

Imam Muhammed'in fakihler tabakasindaki yeri hakkinda farkli görüsler ileri sürülür. ibn Âbidin fakîhleri yedi tabakaya ayirarak, Imam Muhammed'i ikinci tabakadan sayar. Buna göre Imam Muhammed mezhepte müctehiddir. Fakat bu görüs umumiyetle kabul görmemistir. Çünkü Imam Muhammed, Ebu Hanife'y,i veya bir baska müctehidi taklid etmemistir. Görüslerinde tamamen müstakil oldugu için mutlak müctehid kabul eden bilginler daha çoktur (M. Ebu Zehra. Ebu Hanife, s. 653-657).

Kadilik yaptigi için fikhi pratik alanda uygulama imkâni bulmustur. Irak ve Hicaz ekolüne mensup ilim adamlarindan ders aldigi için bu iki ekol arasindaki görüs ayriliklarini azaltmistir. Fikha büyük hizmeti geçmis hatta, "fikhi Abdullah b. Mes'ud 32/652 ekti, Alkame (62/681) biçti, ibrâhim en-Nehaî (ö. 95/713) harman yapti, Ebû Hanîfe ögüttü, Ebû Yusuf hamurunu kardi, Imam Muhammed pisirdi. Diger insanlar hazir yiyorlar" sözü meshur olmustur (Osman Keskioglu, Fikih Tarihi ve islâm Hukuku, Ankara 1980, s. 106).

Eserleri:

Imam Muhammed'in lisani kuwetli ve kalemi akici idi. Kolay yazardi. Hanefi fikih meselelerini toplayip sonraki nesillere aktaran o olmustur. Degerli eserler birakmis, hemen hepsi de zamanimiza kadar intikal etmistir. Eserleri genel olarak iki kisma ayrilir:

A- Zâhiru'r-Rivâye: Bunlar alti tanedir.

1- el-Mebsût, buna "el-Asl" da denir.

2- ez-Ziyâdât,

3- el-Câmiu's-Sagîr

4- el-Câmiul-Kebîr

5- es-Siyeru's-Sagîr

6- es-Siyeru'l-Kebîr.

Bunlarin hepsinde fikih (islâm Hukuku) ile ilgilidir. Bu kitaplari Imam Muhammed tevâtür yoluyla Ebû Hanife veya Ebû Yusuf'tan rivâyet ettigi için "açik rivâyetli, rivâyetinde süphe olmayan" anlaminda "Zâhiru'rrivâye" denilmistir. Kendisinin görüsleri de bu kitaplarda bulunmaktadir. Bu alti kitab içindeki konular Hanefi fikhinin temelini teskil ettigi için bunlara "el-Usûl" ismi de verilmistir (Bu eserlerine dünya kütüphanelerinde bilinen nüshalari için Brockelmann'in "Gal"ina ve Fuad Sezgin'in, "Gas''ina bk.).

Zâhiru'r-Rivâye kitaplari, Hakim es-sehîd Ebul-Fadl Muhammed el-Mervezî (ö. 334/945) tarafindan kisaltilarak bir araya getirilmis ve eser "el-Kâfi" adini almistir. Bu kitap, kendi devrinde Hanefi mezhebinin görüslerini, fürû meselelerini ögrenmek isteyene yeterli kabul edilmistir. Bu müellifin "el-Müntekâ"adinda bir eseri daha vardir ki, nevâdir meselelerini de içine alir.

"el-Kâfi", daha sonra, Ebû Bekr Muhammed semsü'l-Eimme es-Serahsi (ö.490/1097) tarafindan serhedilmis ve el-Mebsût " isimfi bu eser otuz cilt halinde basilmistir. es-Serahsi, bu eserinin bir bölümünü zindanda iken ögrencilerine yazdirmistir.

Hanefi mezhebinde el-Mebsût adini tasiyan baska eserler de vardir. Diger Mebsûtlar sahibinin adlariyla anilirlar. Bunlar, Imam Muhammed'in el-Mebsût isimli eserinin serhidir. Diger mezheplerde de Mebsût isimli eserlere rastlanir. es-Serahsî'nin el-Mebsût'u Hanefi fikhinin en muteber kitaplarindan biridir. Meselelerin dayandigi deliller zikredilir, münakasasi yapilir. Önemli noktalarda diger mezhep görüsleriyle karsilastirmali incelemeler yer alir. Konularin islenisinde görülebilen daginiklik, son yillarda çikarilan el-Mebsût Fihristi ile giderilmeye çalisilmistir.

B- Nâdiru'r-Rivâye Kitaplari:

1- Keysâniyyat kitabi. Imam Muhammed'den suayb b. Süleyman el-Keysâni rivayet ettigi için bu ad verilmistir.

2- Hârûniyyât. Harûn er-Reside takdim edildigi için bu ad verilmistir.

3- Cürcâniyyât. Cürcan'da yazildigi veya Ali b. Salih el-Cürcânî rivayet ettigi için bu ad verilmistir.

4- Rakkiyât. Imam Muhammed Rakka kadisi iken kendisine gelen meseleleri içine almaktadir.

5- Ziyâdetü'z-Ziyâdât ez-Ziyâdât'in tamamlayicidir.

Bu kitaplara Nevâdiru'r-Rivaye veya Gayru Zâhiri'r-Rivâye denilir, çünkü bu kitaplarin rivayeti tevatür derecesine ulasmamistir.

Bu kitaplarda da Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve kendisinin görüsleri bulunmaktadir.

Bunlarin disinda

1- Er-reddû alâ Ehlil-Medîne. Ebû Hanife'nin reyleriyle Medine'lilerin reylerinin münakasasini yapar.

2- Kitâbu'l-Asâr: Bu eserinde, Ebû Hanîfe'den rivayet etmis oldugu merfû, mevkûf ve mürsel hadisleri toplamistir (M. Ebu Zehra, Tarihu'l-Mezâhibi'l-islâmiyye, Kahire, t.y., s. 171,172; ez-Zühaylî, el-Fikhu'l-islâmî ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, I, 30; Osman Keskioglu, a.g.e., s. 95, 96; Ali safak, Islam Hukukunun Tedvini, Erzurum 1978, s. 87 vd.; islâm Medeniyeti Dergisi (Muhammed es-seybânî Özel Sayisi)sy: 20; Hamdi Döndüren, Delilleriyle islâm Hukuku, istanbul 1983, s. 74, 75; i.A. "es-seybanî" mad.).

Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi

Share this post


Link to post
Share on other sites

bismi2.gif

KÂDI BEYDÂVÎ

 

Abdullah ibn Ömer ibn Muhammed Nâsiruddin el-Beydâvî Iran'da yetismis H. VII. asrin meshur müfessirlerinden biri. Siraz yakinlarindaki Beydâ'da dogmus, tahsil ve terbiyesini burada tamamlamis, yetistikten sonra Siraz'da kadi olmus ve burada baskadiliga kadar yükselmistir. Rivayete göre daha sonra seyhi Muhammed ibn Muhammed Kethânî'nin tavsiyesiyle kadiligi terketmis (Ömer, Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, Ankara 1960, II, 350) ve 650/1252 senelerine dogru Tebriz'e gelip yerleserek 685/1286'da vefatina kadar orada kalmistir.

el-Gâyetu'l-Kusvâ adli eserinin mukaddimesinde belirttigine göre birinci derecede hocasi Siraz baskadisi olan babasi Ömer ibn Muhammed'dir. (Mahmud Besyunî Fûde, Nes'etu't-Tefsîr ve Menâhicuhû, Kahire 1986, s. 211).

Eserleri ve bu arada tefsîri Islâm âleminde çok meshur olmasina ragmen hayati, hocalari ve talebeleri hakkinda kaynaklarda yeteri kadar bilgi yoktur. Yalniz onun, Tebriz'e geldigi sirada bir mecliste gösterdigi maharet ve ilmi seviye anlatilmaktadir ki bu sayede o mecliste hazir bulunan bir vezir tarafindan itibar gördügü kaydedilir. (Davudî, Tabakâtu'l-Müfessirîn, Beyrut, t.y. I, 248-249).

Tefsir, Hadis, Fikih, Usûl-i Fikih, Kelâm, Mantik ve Dil konularinda te'lif etmis oldugu eserlerden önemli olanlari sunlardir:

1. Minhâcul-Vusûl ilâ ilmi'l-Usûl: Fikih usulüne dairdir.

2. Serhu Mesâbîhu's-Sünne: el-Begavî (ö. 516/1122)'nin hadise dair Mesâbîhu's-Sünne adli eserinin serhidir.

3. Nizâmu't-Tevârîh: Farsça olan bu eseri Hz. Âdem'den baslayarak 674/1275 yilina kadar gelen genel ve özet bir tarihtir.

4. el-Gâyetu'l-Kusvâ: Sâfiî mezhebine göre kaleme alinmis olan bu eser furûu'l-fikha dairdir.

5. Tavâliu'l-Envâr min Metâlii'l Enzâr. Kelâm ilmine dairdir.

6. Envârü't-Tenzîl ve Esrâru't Te'vil. Kâdî Beydâvî "Kadî Tefsiri" diye de bilinen bu eseri ile söhret bulmus, ilim erbabinca çok degerli bir tefsîr olarak kabul edilen bu tefsir asirlar boyunca ehl-i sünnet dünyasinda medreselerde okutulagelmis, üzerinde 250'den fazla serh, hasiye ve ta'lîka yazilmistir. Fikihta Sâfiî, akaidde Es'arî mezhebine göre te'lif edilmis olan bu tefsîri özellikle Osmanli medreselerinde asirlarca ders kitabi olarak okutulmustur. Osmanli âlimlerince Hanefî-Maturudî mezheblerine uygun Nesefî tefsiri "Medâriku't-Tenzîl ve Hakâiku't-Te'vîl"in degil de Kâdî'nin bu eserinin medreselerde okutulmak üzere seçilmis olmasi ger çekten önemini ve degerini ortaya koymaktadir.

Envârü't-Tenzîl doguda ve batida defalarca basilmis olmakla birlikte yazmalari karsilastirilarak ilmî bir nesirle simdiye kadar yayinlanmamistir.

Bu eserin hâsiyeleri arasinda Muslihiddin ibn Temcîd (ö. 890/1485), Muhammed ibn Mustafa Seyhzâde (ö. 950/1543) Abdülhakîm es-Siyalkûtî (ö. 1067/1485) Sihâbuddîn el-Hafâcî (ö. 1069/1659) ve Ismail Ibn Muhammed el-Konevî (ö. 1195/1781)'nin hâsiyeleri basilmistir. Bunlar içinde de Sihâb, Seyhzâde ve Konevî hâsiyeleri çok meshurdur.

Kâdî tefsîrini -hemen bütün müfessirlerde oldugu gibi- hayatinin sonlarina dogru Tebriz'de kaleme almistir. 650/1252 yillarina dogru buraya geldigine göre tefsîrin yazilisi H. VII. asrin ikinci yarisindadir.

Tefsirinin basinda Kâdî Beydâvî bir müfessirde bulunmasi gereken sartlari ve tefsirinin özelliklerini söyle açiklar: "Tefsir ilmi dînî ilimlerin baskani ve basi, seriat binasinin temelidir. Onun hakkinda konusmaya ancak usul ve fürûu ile dini ilimlerin hepsinde yüksek bir mertebeye ulasmis, Arap dil ve edebî sanatlarin bütün çesitleri üzerinde bütün akranlarinin üstünde olanlar lâyiktir. Uzun zamandir bu sahada bir kitap yazmayi düsünmekteydim. Bu kitab Sahâbe, Tâbiûn ile onlardan sonraki selef ve halef âlimlerinin büyüklerinden bana ulasan tefsire dair sözlerin özünü, parlak nükteleri, parlak lâtifeleri, gerek benim, gerekse benden önceki faziletle müteahhir âlimlerin Kur'ân'dan çikardiklari hükümleri ihtiva edecek, meshur sekiz imama nisbet edilen kirâat vecihlerine, muteber kurradan rivâyet edilen sâz kirâatlere yer verecekti." (Mecmau't-Tefâsîr, Istanbul 1984, I, 7-13). Gerçekten Kâdi tefsirinde, bu giristeki sartlarina uymus, söylediklerini ihtiva eden kisa, öz bir tefsir meydana getirmistir.

Kâdî tefsirinin en önemli kaynaklari Zemahserî (ö. 538/1144)'nin el-Kessâf adli tefsîri ile Fahruddîn er-Râzî (ö. 606/1210)'nin Mefâtihu'l Gayb (el-Tefsîru'l-Kebîr)'idir. Zaman zaman Râgib el-Isfahânî'nin el-Müfredât fî Garîbi'l-Kurân'indan da istifade etmistir.

Bir âyetin tefsîrinde büyük çogunlugunu el-Kessâf'tan naklederek muhtelif te'villeri sirayla vermekle yetinmeyip bunlar arasinda tercihler de yapar. Bir de bu te'villerin eserde, sihhat derecelerine göre siralandigi; kuvvetli sayilari te'vil, açiklama ve rivâyetlerin önde zikredildigi görülür.

Kâdî tefsirinde Isrâiliyyâta rastlanir. Özellikle sûrelerin faziletlerine dair surelerin sonlarinda verdigi hadisler ihtiyatla karsilanmalidir. Çünkü çogunlugu ya zayif, ya da uydurma hadislerdir. Mâturîdî mezhebine uymayan te'villeri görüldügü zaman da bu eserin Es'arî mezhebi kelâm ekolünün görüslerine uygun olarak yazildigi hatirlanmalidir. Ahkâm âyetlerinin tefsirinde de hep kendi mezhebi olan Sâfiî mezhebini teyid edecek te'vil ve açiklamalara yer verir. Hadislerden istifade ederken bu mezhebin görüslerinin delilleri olan hadisleri verir. Bu tefsir bir rivâyet tefsîri olmadigi için tefsirde malzeme olarak kullanilan hadislerin isnâd zincirleri zikredilmemistir.

Envârü't-Tenzîl, kelâm ilmi konulari itibariyle Es'arî mezhebinin görüslerini aksettirmekle beraber -belki de farkina varmadan- Mu'tezile mezhebinin görüslerine uygun te'villere girmistir. Bunda, tefsirin el-Kessâf'tan kisaltilarak alinmasinin etkisi olmalidir. Yani Kâdi, el-Kessâf'tan alintilar yaparken ondaki Mu'tezile mezhebini destekleyen görüs ve te'villeri ayiklayarak almaya çalismis ama bunda pek basarili olamamistir. Bu özellik maalesef el-Kessâf'in tesîrinde kalan pekçok ehl-i sünnet müfessirinde görülmektedir.

Bu özelliklerine ragmen Kâdi tefsiri sahabe, tabiûn ve kendinden önceki müfessirlerin Kur'ân tefsirine dair açiklamalarini kisa ve özlü bir sekilde toplayan, bu açiklamalarin degerlendirmelerinin de yer aldigi, Kur'ân-i Kerim'in dil yapisi, belagati ve icâz yönlerini açiklamaya öncelik veren, bunun yaninda arapça ibaresi oldukça dügümlü bir tefsirdir.

Bedreddin ÇETINER

Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi

by Muhammed Faruk

Share this post


Link to post
Share on other sites

ABDÜSSELÂM BİN MEŞÎŞ HASENÎ

 

Fas evliyâsından. Ebü'l-Hasan Şâzilî'nin hocası. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Peygamber efendimizin mübârek soyundandır. Hazret-i Hasan'ın soyundan olduğu için Hasenî denmiştir. Doğum târihi bilinmemektedir. 1228 (H. 625) senesinde şehîd oldu. Hayâtı hakkında bilgi azdır.

Yedi yaşında mânevî hâller görülmesinden sonra kendini ilme ve ibâdete verdi. On altı yıl dolaştı. Bu sırada bir mağarada kalırken, yanına, evliyâdan Abdurrahmân bin Zeyyât geldi. Yedi yaşından beri mânevî terbiyesi ile meşgûl olduğunu, kavuştuğu hâlleri tek tek söyleyince ona intisâb etti, bağlanıp talebe oldu. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuştu.

Talebelerinin büyüklerinden olan Ebü'l-Hasan eş-Şazilî şöyle anlatır:

Irak'a vardığım zaman, sâlih bir zât olan Ebü'l-Feth el-Vâsıtî hazretlerinin huzûruna gittim. Çünkü, Irak'ta birçok âlim olmasına rağmen, onun gibisi yoktu. Ben, zamânın büyüğünü arıyordum. Yanına girince bana; "Sen, Irak'ta zamânın kutbunu, büyüğünü arıyorsun. Hâlbuki o, senin memleketindedir. Onu orada bulabilirsin." dedi. Bunun üzerine hemen memleketime döndüm ve evliyânın büyüğü Ârif-i billâh el-Kutb el-Gavs Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Meşîş hazretlerinin bulunduğu yere vardım. Bir dağ eteğinde, bir dergâhda ikâmet ediyordu. Huzûruna çıkmadan önce gusl abdesti aldım. Sonra niyetimi hâlis kılıp; bilgim, amelim her neyim varsa kalbimi tamâmen boş bulundurup, istifâde niyetiyle huzûruna yöneldim. Bulunduğu yere çıkarken onunla karşılaştım. Bana; "Merhabâ, hoş geldin ey Ali bin Abdullah bin Abdülcebbâr." buyurup, Resûlullah efendimize kadar ulaşan ceddimi (dedelerimi) saydı ve; "Ey Ali! Gönlünü boş bulundurup, her şeyini terk edip bize geldin. Biz de, dünyâ ve âhiret ile ilgili ne zenginlik varsa sana verdik." dedi. O anda beni bir dehşet kapladı. Allahü teâlâ, kalb gözümü açıncaya kadar orada kaldım. Hocamdan, târifi imkânsız kerâmetler gördüm.

Bir gün huzûrunda oturuyordum. Kucağında küçük bir çocuk vardı. O esnâda İsm-i âzamı sormak hatırıma geldi. O çocuk kalktı ve elini kuşağıma uzatıp; "Ey Ebü'l-Hasan, sen, İsm-i âzamı sormak niyetindesin, o, senin kalbine emânet edilmiş bir sırdır." dedi.

Zamânın Kutbu Abdüsselâm bin Meşîş; "Bu çocuk, bizim yerimize sana cevap verdi." buyurdu. Daha sonra Ebû Muhammed Abdüsselâm bin Meşîş bana; "Ey Ali, şimdi Afrika'ya git. Şâzile denilen yere yerleş. Allahü teâlâ, bundan sonra senin eş-Şâzilî diye çağırılmanı nasîb eder. Oradan Tunus'a git. Tunus'ta pek çok kimse sana tâbi olur. Daha sonra Meşrık beldelerine gidersin. İnsanları irşâd edersin doğru yolu gösterirsin." buyurdu. Bunun üzerine ben; "Efendim, bana vasiyette bulunur musunuz?" deyince; "Allahü teâlâdan kork. İnsanlardan sakın. Dilini insanların boş sözlerinden koru. Kalbini onların kötü düşüncelerinden muhâfaza et. Âzâlarını gözet ve onları harama düşmekten, günah işlemekten koru. Ne için yaratılmışlar ise, onları o vazîfede kullan. Allahü teâlânın farz kıldığı işleri zamânında yap. Böyle yaparsan, Allahü teâlânın hıfz u himâye ve korumasında olursun. Allahü teâlânın sana emrettiği işleri yaparsan, verâ sâhibi (haramlardan sakınan) olursun. Şöyle duâ et: Yâ Rabbî! Senden alıkoyan her şeyden beni koru. İnsanların şerlerinden beni muhâfaza et. Senin rızân ile kalbimi zenginleştir. Sen her şeye kâdirsin" buyurdu.

Yine biri ona; "Efendim! Bana bâzı vazîfeler verseniz de onlarla meşgul olsam." dedi. Buyurdu ki: "Farzları yerine getir, mâsiyetleri, günahları terket. Kalbini dünyâyı istemekden, kadın ve makam sevgisinden, nefsin arzu ve isteklerinden koru. Allahü teâlânın sana verdiği ile kanâat et. Allahü teâlânın beğendiği bir şeye kavuşursan şükret."

Buyururdu ki:

"Dünyâ kirinden temizlen. Arzu ve isteklerine meylettiğin zaman onu tövbe ile düzelt. Allahü teâlânın sevgisine yapış. Allah sevgisi öyle bir şeydir ki, her iyilik, hayır ve üstünlüğün esası odur.

Sevaba kavuşamayacağın yere ayağını koyma. Günah işlemeyeceğin yere otur. Başka yere oturma.

Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmakta yardım isteyeceğin kimseden başkası ile oturup kalkma.

En güzel nasîhatçı seni Mevlâ'ya sevk edendir.

Kendisi hatırlanınca, Allahü teâlâyı hatırlatanlarla berâber ol."

Abdüsselâm bin Meşîş sünnet-i seniyyeye dînin emir ve yasaklarına çok bağlı, yalnız olarak hep ibâdetlerle meşgûl olurdu. Muhammed bin Ebû Tevâcîn peygamberlik iddiâsında bulununca, inzivâyı, yalnız bir köşede kendi hâlinde yaşamayı bırakıp, onunla mücâdele etti ve bu sırada şehîd oldu. "Şehîd kutb" diye meşhûr oldu. Benî Arûs mıntıkasındaki Cebelialem denilen yere defnedildi. Türbesi Fas'taki önemli ziyâret yerlerindendir. Çocuklarına ve torunlarına dâimâ hürmet edilegelmiştir.

Okumuş olduğu Salevât günümüze kadar gelmiş ve yirmiden fazla açıklaması yapılmıştır.

KAYNAKLAR

1) Câmiu-Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.69

2) Tıbyân-ul-Vesâil; c.3, s.124-129

3) Brockelman; Gal-1, s.569, Sup-1, s.757

4) El-Kutb-üş-Şehîd Sîdî Abdüsselâm bin Meşîş (Abdülhalîm Mahmûd, Kâhire, 1976)

Share this post


Link to post
Share on other sites

EBÜ'L-ABBÂS SEBTÎ

 

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed olup, babasınınki Câfer'dir. Künyesi Ebû Abbâs olup, Sebtî diye bilinir. 1130 (H.524) senesinde Sebte'de doğup, 1204 (H.601) târihinde Merrâkûş'ta vefât etti. Merrâkûş'un dışında bir yere defnedildi. Sebtî, Muvahhidîn sultanlarından Yâkub bin Mensûr'un zamânında yaşadı. Çok meşhûr idi. Menkıbeleri herkesin arasında yayıldı. İnsanları, fakirlere ve muhtaçlara sadaka vermeye teşvîk ederdi. Garîb bilgilerden olan ve hesâb ilmine benziyen "Zâyırce" ilmi ona nisbet edilir. Bu ilim, Sehl bin Abdullah'a da nisbet edilmiştir. Şihâb el-Mukrî, Nefh-ut-Tayyib ismindeki eserinde, onun hayâtını anlatmış, büyük âlimlerin onu övdüğünü, en büyük velîlik derecesinde bulunduğuna şehâdet ettiklerini bildirmiştir.

Ebû Abbâs Ahmed Sebtî'nin yakınlarından olan Ebû Hasan Senhâcî, Ebû Abbâs Ahmed Sebtî'den, başlangıcından sonuna kadar hâllerini anlatmasını isteyip, Allahü teâlânın izni ile eşyâ üzerinde nasıl tesirli olduğunu, yaptığı duâların kabûl olma sebebinin, hâlinden şikâyette bulunanlara ve dileklerini elde etmek istiyenlere niçin sadaka vermesini ve îsâr sâhibi olmasını emrediyorsun? diye sorunca, ona şunları anlattı: "Ben, insanlara sâdece faydalarına olan şeyleri tavsiye ediyorum. Yirmi yaşında iken, Kâdı İyâd'ın talebesi olan büyük âlim Ebû Abdullah Fahhâr'ın yanında, ahkâmla ilgili kitapları okudum. Yirmi yaşıma geldiğimde Nahl sûresi 90'ıncı âyetine rastladım. Bu âyet-i kerîme üzerinde düşündüm. Kendi kendime; senden, adâlet ve ihsân sâhibi olman isteniyor, dedim. Bu âyet-i kerîme üzerinde yine düşünmeğe devâm ettim. Bundan sonra elime geçen az çok ne olursa olsun, üçte birini kendime bırakıp, geri kalan üçte ikisini Allah rızâsı için fakirlere ve muhtaçlara sarfetmeye karar verdim. Sonra Allahü teâlânın ihsân makâmında olan bir kimseye, ilk önce farz kıldığı şeyin ne olduğunu araştırınca, bunun, nîmetine şükür olduğunu anladım.

Ebû Abbâs Ahmed Sebtî, bir gece ilim ile meşgûl olan talebelerin yanında bulunuyordu. Derslerini müzâkere ettikleri için, fazla gürültü oluyordu. Bu sırada bekçiler, talebelerin kaldığı evin kapısını çaldı. Talebelerin hizmetleri ile uğraşan hizmetçi, onları karşıladı. Bekçiler, hizmetçiye; "Geceleyin gürültü yapanların cezâlandırılacağını bilmiyor musunuz?" dedi. Sonra bekçilerden ikisi, sabah olunca oradaki talebeleri karakola götürmek için, medresenin kapısı önünde beklemeye başladı. Hizmetçi, bu durumu talebelere haber verince, çok korktular. Eğer götürürlerse, bizi mutlakâ öldürürler, diyorlardı. Bu sırada orada hazır bulunan Ebû Abbâs gülüyor ve talebelerin endişe ettikleri husus için hiç aldırmıyordu. Seher vakti bir müddet yalnız kaldıktan sonra, talebelere; "Hiç korkmayın! Ben, Allahü teâlâdan sizi muhâfaza buyurması için duâ ettim. Onlar size hiçbir şey yapamıyacaklar." dedi ve dediği gibi çıktı. Bekçiler, bir şey yapmaya muvaffak olamadılar.

Bâzıları Ebû Abbâs Ahmed bin Âfir'e evliyânın kerâmeti hakkında sordular. O da şöyle cevap verdi: Ölüm ile velînin kerâmeti kesilmez. Merrâkûş'da defnedilmiş bulunan Ebû Abâs Sebtî'yi işâret ederek; fakirlere sadaka verdikten sonra, onun kabrinin yanında, onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ eden kimsenin ihtiyâcının nasıl giderildiğine bak!" dedi."

Nefh-ut-Tîb kitabının sâhibi Makkarî şöyle anlatır: "Ebû Abbâs Ahmed Sebtî'nin kabrinin yanında birkaç defâ durup, Allahü teâlâdan dileklerde bulundum. Dileklerimden birisi de; ilim sâhibi olmam ve öğrenmek istediğim bazı kitapları bana anlamayı nasîb etmesi idi. Ebû Abbâs Sebtî'nin kabrinin yanında duâ ettim. Allahü teâlâ benim bu duâmı kısa zamanda kabûl etti."

Abdurrahmân bin Yûsuf Hıstî, Ebû Abbâs Sebtî'nin aleyhinde konuşan biri idi. Bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü: "Ey Allah'ın Resûlü! Sebtî hakkında ne buyurursun?" diye sordu. Resûlullah efendimiz tebessüm ettikten sonra, Sebtî'nin iyi kimselerden olduğunu, buyurdu. "Yâ Resûlallah! Bana bunu açıklar mısın?" dedi. O zaman Resûlullah efendimiz onun Sırat köprüsünden şimşek gibi, pek süratli bir şekilde geçeceğini buyurdu.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

 

SUYA KANDI

 

Ebû Hasan Habbâz, Ebû Abbâs Sebtî'ye; "İnsanlar kuraklık ve pahalılık sebebiyle büyük bir sıkıntı içerisindeler" deyince, ona; "Cimriliklerinden dolayı, Allahü teâlâ onlara yağmur vermiyor. Eğer siz, elde ettiğiniz mahsûllerin zekâtı ile fakirlere sadaka verseydiniz, buna karşılık Allahü teâlâ da size yağmur verirdi." dedi. Ebû Abbâs'ın bu sözleri üzerine Ebû Hasan Habbâz, fakirlere sadaka verip, yardımda bulundu. Güneş pek kızgın, hava çok sıcaktı. Yağmurdan, ümîdini kesmişti. Ağaçların ve diğer bitkilerin kurumaya yüz tuttuğunu gördü. Bir müddet sonra, öyle bir yağmur yağdı ki, bütün her taraf suya kandı.

KAYNAKLAR

 

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.303

2) El-A'lâm; c.1, s.107

3) Keşf-üz-Zünûn; s.748

4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.201

Share this post


Link to post
Share on other sites

İBN-İ ÂRİF

Endülüs evliyâsının büyüklerinden. Kırâat ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Ahmed bin Muhammed, künyesi Ebü'l-Abbas'dır. Mağrib'den gelip Endülüs'e yerleşen Berberîlerden Senhâce kabîlesine mensûb olduğu için Senhâcî, Meriyye şehrine yerleştiği için Meriyyî ve Endülüsî diye de meşhûr olmuştur. 1088 (H.481) senesinde doğdu. 1142 (H.536) senesinde Merrakeş'te vefât etti. Kabri oradadır.

Küçük yaşta Kur'ân ilimlerini öğrenmeye başlayan İbn-i Ârif; Mevla-i Mu'tasım Ebû Hâlid Yezîd, Ebû Bekr Ömer bin Ahmed, Ebû Muhammed Karvî, Ebü'l-Kâsım Arabî, Kâdı İyâd ve daha birçok âlimin ilminden istifâde etti. Kâdı İyâd ve İbn-i Beşküvâl'le mektuplaştı. Değişik ilimlerde söz sâhibi oldu.Bilhassa kırâat ilmine karşı ayrı bir arzu ve isteği vardı. Yedi kırâat imâmının kırâatlarını, rivâyet ve tuttukları yollarını, aralarındaki farklılıkları ve okunuş şekillerini çok iyi bilirdi. Kırâat râvîlerinin bütün husûsiyetlerine hakkıyla vâkıf oldu. Mâlikî mezhebî fıkıh bilgilerinde ve târih ilminde husûsî ihtisas sâhibiydi. Zamânındaki velîlerin sohbetlerinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi.

İlimde ve fazîlette yüksek, velî bir zât olan Ebü'l-Abbâs Ârif insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. İnsanlar onun sohbetlerine uzaktan ve yakından gelerek ilim ve feyzinden istifâde ettiler. Pekçok talebe yetiştirdi. Ebû Abdullah Gazâlî, Ebû Rebî', Kefîf-i Mâlikî gibi büyükler onun talebelerindendir. Çok güzel şiirler söyleyen, tatlı ve hoş sohbetleriyle insanları peşinden sürükleyen İbn-i Ârif kıymetli eserler yazdı. Ehl-i sünnetin savunuculuğunu yaparak İbn-i Hazm gibi doğru yoldan ayrılan kimselerin sapık fikirlerini kuvvetli delillerle çürüttü. Keskin zekâsı, kuvvetli delilleri ve engin deniz gibi ilmi karşısında tutunamayan bozuk düşünceli kimseler, onun aleyhinde çeşitli dedikodular yayarak, hîle ve tuzaklar hazırlayarak susturmak istediler. Fakat o, hak bildiğini söylemekten çekinmedi.

İlimde çok yüksek, ibâdette gayretliydi. Dünyâ malına hiç kıymet vermez, eline geçenleri fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. Bir şeye başkasının ihtiyâcı varken, kendi ihtiyâcına harcamazdı. Haram ve şüpheli şeylerden kaçar, günâha düşerim korkusuyla mübahları da zarûret mikdârı kullanırdı. Vaktini, namaz kılmak, Kur'ân-ı kerîm okumak, ilim öğrenmek ve insanlara emr-i mârûf yapmakla geçirirdi. YalnızAllahü teâlânın rızâsını kazanmak için gayret eder, O'nun dîninin yayılması için çalışırdı.

Güzel ahlâkı, hoş sohbetleri ve derin ilmiyle insanlara örnek olarak onların dünyâ ve âhirette mutluluğa, saâdete kavuşmaları için çırpınan İbn-i Ârif hazretlerinin pekçok kerâmetleri görüldü. Onun sohbetinde yetişen zâtlar da pekçok yüksek hallere kavuştular.

Talebelerinden Ebû Abdullah el-Gazâlî şöyle anlattı: "Hocamız Ebü'l-Abbâs ibni Ârif'in sohbetinde hazır bulunuyorduk. Onu dinleyenler arasında hiç konuşmayan ve hiç soru sormayan biri vardı. Ben kendi kendime; "Bu kimdir?" diye sorup onunla tanışmak ve nerede kaldığını öğrenmek istedim. Akşam olup meclisden ayrıldıktan sonra o zâtı onun anlayamayacağı bir sûrette geriden tâkib ettim. Şehrin bâzı sokaklarını geçtikten sonra gökyüzünden elinde bir ekmek ve yanında katık bulunan bir kimse inip, elindekileri o kimseye verdi ve ayrılıp gitti. Bu hâdise benim daha çok dikkatimi çekti, yanına yaklaşıp selâm verdim. Beni tanıdı ve selâmıma cevap verdi. O kimseye, kendisine ekmek verenin kim olduğunu sordum. Benim kimseye anlatmayacağıma dâir söz aldıktan sonra bana; "O bir melektir. Her gün bana Allahü teâlânın takdîr buyurduğu rızkımı getirir. Allahü teâlâ bu hâli bana tasavvuf yoluna yönelip, İbn-i Ârif'in sohbetleriyle şereflendiğim zamandan beri ihsân etti. Nafakam bittiği zaman gökyüzünden, içinde ihtiyâcım olan şeylerin bulunduğu bir zenbil iner, ben onların bir kısmıyla ihtiyâcımı giderir, geri kalanını ihtiyaç sâhiplerine dağıtırım. İşte böyle bir haldeyken o melek gelip bunları bana getirdi." dedi. Fakat o kimse benim gözümden kayboldu, ben onu göremez oldum."

Ebü'l-Abbâs ibni Ârif'in bir sohbeti sırasında talebelerinden biri bir kimseye sadaka olarak bir şeyler vermek istedi. Bir diğeri; "Sadakayı akrabâna vermek daha evlâdır." dedi. Bu hâli gören Ebü'l-Abbâs ibni Ârif; "Sadakayı Allahü teâlâya yakın olanlara vermek daha iyidir." buyurdu.

İbn-i Ârif hazretlerinin üstünlüğünü çekemeyen, onun kuvvetli delilleri ve engin ilmi karşısında tutunamayan sapık kimseler, insanların, onun etrâfında toplanmasına hased ettiler.

Onu, Sultan Ali bin Yûsuf bin Taşfîn'e şikâyet ettiler. "Etrâfına halkı toplayıp, senin saltanatına göz dikiyor." dediler. Sultan, adamlarını gönderip onu gemiyle Merrakeş'e getirtti. 1142 (H.536) senesinde yolda veya Merrakeş'e ulaştığı günün akşamı vefât etti. Sultan, İbn-ül-Ârif'in böyle bir şeyle ilgisi olmadığını anlayıp, kendisinin aldatıldığını öğrenince, yaptıklarına pişman oldu. İftirâcıların elebaşısı olan Meriyye şehri ileri gelenlerinden Ebü'l-Esved'i cezâlandırdı. İbn-ül-Ârif, sultanın da katıldığı kalabalık bir cemâat tarafından kılınan cenâze namazından sonra Merrakeş'te toprağa verildi.

Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve talebe yetiştirmekle geçiren İbn-i Ârif hazretleri kıymetli eserler de yazdı. Bunlar; Metâliu'l-Envâr ve Menâbiü'l-Esrâr ile Mehâsinü'l-Mecâlis olup, Mehâsinü'l-Mecâlis adlı eserinin el yazması Süleymâniye Kütüphânesi Fâtih kısmı 2650/2 numarada, Bâyezîd Kütüphânesi Veliyyüddîn Efendi kısım 1821/20 ve 1828/4 numaralarda kayıtlıdır.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

FİLAN HASTALIĞA İYİ GELİRİM

Talebesi Ebû Abdullah Gazâlî anlatır: "Bir gün hocam İbn-i Ârif'in huzûrundan dışarı çıktım. Boş bir arâzide yürümeye başladım. Gördüğüm her ağaç, yaklaştığım her ot dile gelip bana; "Beni kopar! Ben filan hastalığa iyi gelirim. Filanca hastalığın şifâsı bendedir." demekteydi. Bu hâle hayret ettim. Geri dönüp durumu hocama anlattım. Bana; "Biz seni böyle diyesin diye mi terbiye ettik. Allahü teâlâ takdîr etmedikçe, hiçbir şey sana fayda ve zarar veremez. Sana fayda veririz diyen otların ve ağaçların sana bir faydası oldu mu?" buyurdu. "Efendim! Tövbe ettim." dedim. Devâm ederek buyurdu ki: "Hak teâlâ seni imtihan etmiştir. Ben sana Allahü teâlânın yolunu gösterdim. Seni O'ndan başkasına ısmarlamadım. Eğer gerçekten tövbe ettiysen, geri dön, o ağaç ve otlar sana söz söylemezler." Geri dönüp, ot ve ağaçların yanından geçtim. Hiç bir kelime işitmedim. Allahü teâlâya şükredip, hocamın huzûruna gelerek durumu arzettim. "Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, sana kendi yolunda bulunmayı nasîb etti. Seni, bir kısım insanlar gibi yanlış yollara saptırmadı." buyurdu.

KAYNAKLAR

1) Nefehâtü'l-Üns; s.607

2) Ravdü'r-Reyyâhîn; s.254, 271

3) Vesâyay-ı İbn-i Arâbî; s.316

4) Mu'cemü'l-Müellifîn; c.2, s.164

5) Vefeyâtü'l-A'yân; c.1, s.168

6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.231

7) Brockelman; Gal.1, s.434

Share this post


Link to post
Share on other sites

CEZÛLÎ

 

Fas'ta yetişen velîlerden ve hadîs âlimi. İsmi Muhammed, babasının ki ise Süleymândır. Künyesi Ebû Abdullah olup, Cezûlî nisbesiyle meşhur oldu. Şerîflerdendir. Doğum târihi bilinmemektedir. Fas'ın Sus şehrinde doğdu. 1465 (H.870) senesinde zehirlenerek şehîd edildi. Fas'ın Fugal bölgesinde yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Seneler sonra Merrâkûş'e nakl edilerek, kendisi için yaptırılan türbeye defn edildi. Türbesi günümüzde ziyâret yeridir.

Muhammed Cezûlî, önce memleketinde bir süre sonra da Fas şehrine giderek, Saffârin Medresesinde tahsîline devâm etti. Tahsîlini tamamladıktan sonra tekrar memleketine döndü. Fakat yeniden ayrılmak zorunda kaldı. Bu hâdise şöyle anlatılır: "Muhammed Cezûlî'nin bulunduğu bölgede, iki kabîle arasında şiddetli kavga olmuştu. Bu kavga sırasında bir genç öldürüldü. Her iki kabîle, bu gencin kendileri tarafından öldürülmediğini iddiâ etti. Aralarındaki bu iddiâlaşma o kadar ileri gidince, tekrar kavga edecek duruma geldiler. Bu arada oraya gelen Muhammed Cezûlî, kan dökülmesini önlemek için, o genci kendisinin öldürdüğünü söyledi. O beldenin âdeti; bir adam öldüren kişi, kabîleden kovulurdu. Onlar da bu âdet üzerine, Muhammed Cezûlî'yi aralarından çıkardılar. Bunun üzerine Muhammed Cezûlî memleketinden ayrılarak, Arabistan yarımadasına gitti. Orada uzun bir müddet kaldı; Mekke, Medîne ve Kudüs şehirlerini dolaştı. Buralarda çeşitli âlimlerin sohbetinde bulundu.

Bir süre sonra memleketine dönen Muhammed Cezûlî, Tit şehrinde bulunan Ebû Abdullah Muhammed'in sohbetlerine katılarak, Şâzilî tarîkatına girdi. On dört sene müddetle halvete, yalnızlığa çekildi. Sonra talebe yetiştirmeye başladı. Talebelerinin sayısının on binleri bulduğu rivâyet edilen Muhammed Cezûlî, bir gün bir kuyu başına abdest almak için uğradı. Kuyunun yanında su çekmek için kova ve ip yoktu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Bir kız, onun bu hâlini yüksekçe bir yerden gördü ve ona şöyle dedi: "Sen kimsin ve niye şaşırdın?" Muhammed Cezûlî, onun kova getireceği ümîdi ile kendisini tanıttı ve hâlini bildirdi. Kız bunun üzerine ona; "İnsanlar seni hayır ve kerâmetle överler. Sen ise kuyudan su çıkarmaktan âciz kaldın ve şaşırdın." dedi ve gelip kuyuya seslendi. Allahü teâlânın izni ile su, kuyudan taşıp dışarıya akmaya başladı. Muhammed Cezûlî abdest aldıktan sonra kıza; "Sen bu kerâmete hangi amelin sebebi ile nâil oldun?" dedi. Kız da; "Resûl-i ekreme salevât-ı şerîfeyi çok getirmekle ve salevât okumaya devâm ederek kavuştum." diye cevap verdi. Muhammed Cezûlî, bu duruma hayret ederek; "Acabâ hangi salevât-ı şerîfeyi okumaya devâm etsem?" diye düşünmeye başladı. O gece, bu düşünceden dolayı uyuyamadı. Bu düşünce içerisinde yatakta yatarken, hanımı yatağından kalktı. En güzel elbisesini giyip, örtüsünü örtüp evden dışarı çıktı. Bunu görünce, hanımının bu saatte nereye gittiğini merak ederek arkasından dışarı çıktı ve onun deniz kıyısına doğru gittiğini gördü. Önünde ve ardında bir arslan ona bekçilik ediyordu. Merakı daha fazla arttı. Hanımı kıyıya varınca denize girdi ve yürümeye devâm etti, sonunda küçük bir adaya ulaştı. Arslanlar denizin kıyısında yattılar. Orada abdest alıp, namaz kılmaya başladı. İbâdetten sonra, yine su üzerinde yürüyerek kıyıya geldi. Arslanlar da kalkarak, biri önde, diğeri arkada yürümeye başladılar. Muhammed Cezûlî daha önce eve gelip, uyuyor göründü. Hanımı, eve gelip elbiselerini değiştirip, yattı. "Hanım bunu her gece mi yapıyor?" diye düşünerek, üç gece onu gözetledi. Hanımının her gece böyle yaptığını gördü.Üçüncü gecenin sabahında, bu durumu hanımına sordu. Hanımı ona; "Siz, bu işe şimdi mi vâkıf oldunuz? Uzun senelerdir ben böyle yapıyorum." dedi. Bunun üzerine Muhammed Cezûlî; "Acabâ, bu kerâmete ne sebeple kavuştunuz?" diye sorunca, hanımı; "Resûl-i ekreme salevât-ı şerîfe okumayı hiç bırakmadım. Nîmete bu yüzden kavuştum." dedi. Muhammed Cezûlî; "Devâm ettiğiniz bu salevât-ı şerîfe hangisidir?" diye suâl etti. Hanımı cevap vermedi. Isrâr edince; "Bu gece istihâre edeyim, izin olursa, cevap veririm." dedi. Sabahleyin hanımı; "Açıkça söyleyeyim, haber vermeye izin yoktur. Ancak salevât-ı şerîfeleri topla, onların içinde varsa, "Vardır" diye haber veririm." dedi. Bunun üzerine Muhammed Cezûlî, birçok kitaplarda bulunan salevât-ı şerîfeleri topladı ve bir kitap yazdı. Hanımına, yazdığı bu kitabı okuduğu zaman, hanımı; "İçinde birkaç yerde vardır." dedikten sonra; "Bu kitabı okumaya devâm edenin, Allahü teâlânın rahmetine kavuşacağında şüphe yoktur." dedi. Muhammed Cezûlî bu eserine; Hayırlara deliller ve nûrların doğuşu mânâsına gelen Delâil-ül-Hayrât ve Meşârık-ul-Envâr ismini verdi.

Cezûlî'nin kabrinin bulunduğu belde küffâr eline geçince, talebesinin talebesi, hocamızı orada bırakmıyalım diyerek kabrini açtırdı. Aradan yetmiş sene geçmesine rağmen, mübârek bedeninin nasıl defnedilmiş ise o hâlde olduğunu gördüler. Onu sevenlerden birisi, Muhammed Cezûlî'nin alnına parmağını bastırdı. Alnındaki kan dağıldı. Parmağını kaldırınca, yine toplandı. Sanki canlı idi. Oradan mübârek bedenini alıp, Merrâkûş'a getirip defnettiler. Kabrinin üzerine bir de türbe yaptırdılar.

Muhammed Cezûlî'nin Delâil-ül-Hayrât'tan başka eserleri de vardır. Fakat en meşhûru bu eserdir. Hizb-ül-Felâh ve Hizb-i Sübhân ed-Dâim yazmış olduğu eserlerdendir.

Delâil-ül-Hayrât'ta toplanmış olan salevât-ı şerîfelerden bâzıları şunlardır:

"Allahümme salli alâ Muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyyâtihî kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve bârik alâ Muhammedin ve ezvâcihî ve zürriyyâtihî kemâ bârekte alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd."

"Allahümme salli alâ Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme inneke hamîdün mecîd."

"Allahümme salli alâ Muhammedin-in-nebiyy-il-ümmiyyi ve alâ âli Muhammed."

"Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd. Allahümme ve terahham alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ terahhamte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd. Allahümme ve tehannen alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ tehannente alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd. Allahümme ve sellim alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ sellemte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîme inneke hamîdün mecîd."

"Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ bârekte alâ İbrâhîme inneke hamîdün mecîd."

"Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âlihi ve eshâbihî ve evlâdihî ve ezvâcihî ve zürriyyetihî ve ehl-i beytihî ve eshârihî ve ensârihî ve eşyâihî ve muhibbihî ve ümmetihî ve aleynâ maahüm ecmaîne yâ erhamerrâhimîn."

"Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve alâ ehl-i beytihî."

KAYNAKLAR

 

1) Neyl-ül-İbtihâc

2) Brockelmann; Gal-2, s.252

3) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1042

4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.12, s.313

Share this post


Link to post
Share on other sites

EBÛ ABDULLAH-I RODBÂRÎ

 

Evliyânın büyüklerinden. Onuncu yüzyılda Bağdât ve Şam diyarlarında yaşamıştır. İsmi Ahmed bin Atâ'dır. Büyük velî Ebû Ali Rodbârî hazretlerinin kız kardeşinin oğludur. Ebû Abdullah künyesiyle ve Rodbârî nisbesiyle meşhur olmuştur. Bağdât'ta doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 979 (H.369) senesinde Sûr şehri yakınlarındaki Menvas köyünde vefât etti. Kabri Sûr şehrindedir.

Bağdât'ta doğup büyüyen Ebû Abdullah-ı Rodbârî küçük yaşından îtibâren ilim öğrendi. Hadîs, fıkıh ve tefsîr gibi zâhirî ilimlerde yüksek ilim sâhibi oldu. Uzun müddet Bağdât'ta kaldıktan sonra Şam taraflarına gitti. O bölgenin âlimlerinin ilim meclislerinde ve velîlerin sohbetlerinde bulundu. Ebü'l-Kâsım el-Begâvî, Ebû Bekir bin Ebî Dâvûd, Kâdı el-Mehâmilî, Yûsuf bin Yâkub bin İshak bin Behlûl ve daha pek çok âlimden hadîs-i şerîf öğrenip, rivâyet etti. Tasavvuf yolunda yüksek dereceye ulaştı. Şam'ın sâhil tarafında bulunan Sûr şehrine geldi. Buradaki âlim ve velîlerle de görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Zâhirî ve mânevî ilimlerde yükseldikten sonra insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya başladı. İlim meclislerinde talebe yetiştirdi. Vâz ve nasîhatlarda bulunup insanların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmaları için gayret etti. Hikmet dolu sözleriyle kalplere tesir edip insanların kurtuluşuna vesîle oldu.

Yaşadığı devirde Şam bölgesinin en büyük velîsi olarak tanınan Ebû Abdullah-ı Rodbârî bir sohbeti sırasında buyurdu ki: "Sâdece ilim öğrenmek için evinden çıkan kimse, öğrendiği ilimden faydalanamaz. Öğrendikleri ile amel etmek isteyerek ilim öğrenen kimse, ilmi azalsa bile faydasını görür. İlim kendisiyle amel edilince kıymetlidir. Amel ise, ihlâs ile kıymetlenir. İhlâs, bir işi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır. Bu, Allahü teâlânın anlayış ihsân etmesine sebeb olur."

Güzel ahlâklı kimselerle oturup kalkmanın lüzûmunu ve herkese sır verilemeyeceğini bildiren Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki:

"Ahlâkı ve anlayışları birbirine zıt olanlarla oturup görüşmek, ruhlar için kurtlardır. Bunlar insanın içini kemirirler. Huyları ve anlayışları iyi olanla oturup kalkmak ise, ruhların gıdâsı, akılların aşısıdır. Aklın bereketlere kavuşarak artmasına bunlar sebeb olur."

"Berâberce oturup kalkılan her kimse ile, ülfet ve muhabbet üzere olmak uygun olmaz. Her ülfet ve yakınlık duyulan kimseye de, sırların kapısı açılıp söylenemez. Yalnız emin olan, sırları saklayacak kimseye sırlar açılır, vesselâm!"

Ebû Abdullah-ı Rodbârî hazretleri bir vâzı sırasında namazın mâhiyeti ve huşû içerisinde bulunmanın önemini bildirerek şöyle buyurdu:

"Namazda huşû, namaz kılanın kurtuluşunun alâmetidir. Nitekim Allahü teâlâ, Mü'minûn sûresi başında; "Muhakkak ki, müminler kurtuluşa erdiler. O müminler ki, namazlarında huşû (tevâzu ve korku) sâhipleridir." buyurmaktadır. Peygamber efendimiz de buyurdu ki: "Bir müslüman doğru olarak ve huşû ile iki rekat namaz kılınca, geçmiş günahları affolur." Yâni, Allahü teâlâ onun küçük günahlarının hepsini affeder. Huşûu terketmek ise, münâfıklık alâmetidir ve kalbin harâb olmasıdır. Nitekim Allahü teâlâ, Mü'minûn sûresi 117. âyetinde meâlen; "Gerçek şudur ki: Allah'tan başkasına tapınan kâfirler, felâha, kurtuluşa kavuşamazlar." buyurmaktadır."

Namazda huşû ve hudû: Bütün âzâların hareketsiz kalıp tevâzu hâlinde bulunması ve kalbin de Allahü teâlâdan korku üzere olması demektir. Hadîs-i şerîfte; "Kalbin hazır olmadığı namaza Allahü teâlâ bakmaz." buyruluyor. İbrâhim aleyhisselâm namaz kıldığı zaman, kalbinin hışırtısı çok uzaklardan duyulurdu. Hazret-i Ali namaz için kalktığı zaman, vücûdunu bir titreme alır, yüzünün rengi değişirdi ve; "Yedi kat göklere ve yere arzedilen ve onların taşıyamadıkları emânetin zamânı geldi." derdi. Süfyân-ı Sevrî de; "Namazı huşû ile kılmayanın, namazı doğru olmaz." derdi. Bunun için namazda tumânînete ve tâdîl-i erkâna dikkat etmelidir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "En büyük hırsız, kendi namazından çalan kimsedir." buyurdu. "Yâ Resûlallah! Bir kimse, kendi namazından nasıl çalar?" diye sordular. "Namazın rükûunu ve secdelerini tamam yapmamakla." buyurdu. Bir defâ da; "Rükûda ve secdelerde, belini yerine yerleştirip biraz durmayan kimsenin namazını, Allahü teâlâ kabûl etmez." buyurdular. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir kimseyi namaz kılarken, rükûunu ve secdelerini tamam yapmadığını görüp; "Sen namazlarını böyle kıldığın için, Muhammed'in (aleyhisselâtü vesselâm) dîninden başka bir dinde olarak ölmekten korkmuyor musun?" buyurdu. Yine; "Sizlerden biriniz, namaz kılarken, rükûdan sonra tamam kalkıp, dik durmadıkça ve ayakta, her uzuv yerine yerleşip durmadıkça, namazı tamam olmaz." buyurdu. Bir kere de; "İki secde arasında dik oturmadıkça, namazınız tamam olmaz." buyurdu. Bir gün Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem birini namaz kılarken, rükûdan kalkınca dikilip durmadığını ve iki secde arasında oturmadığını görüp; "Eğer namazlarını böyle kılarak ölürsen, kıyâmet günü sana, benim ümmetimden demezler." buyurdu. Bir kere de; "Altmış sene, bütün namazlarını kılıp da, hiç bir namazı kabûl olmayan kimse, rükû ve secdelerini tamam yapmayan kimsedir." buyurdu. Zeyd ibni Vehb, birini namaz kılarken rükû ve secdelerini tamam yapmadığını gördü. Yanına çağırıp; "Ne kadar zamandır böyle namaz kılıyorsun?" dedi. "Kırk sene." deyince; "Sen kırk senedir namaz kılmamışsın. Ölürsen, Muhammed Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dîni olan İslâmiyet üzere ölmezsin." dedi.

Bir mümin, namazını güzel kılar, rükû ve secdelerini tamam yaparsa, namaz sevinir ve nûrlu olur. Melekler, o namazı göğe çıkarır. O namaz, namazı kılmış olana, iyi duâ eder ve sen beni kusurlu olmaktan koruduğun gibi, Allahü teâlâ da, seni muhâfaza etsin, der. Namaz güzel kılınmazsa, siyah olur. Melekler o namazdan iğrenir. Göğe götürmezler. O namaz, kılmış olana, fenâ duâ eder. "Sen beni zâyi eylediğin, kötü hâle soktuğun gibi, Allahü teâlâ da seni zâyi eylesin." der. O halde, namazları tamam kılmaya çalışmalı, tâdîl-i erkânı yapmalı, rükûu, secdeleri, kavmeyi yâni rükûdan kalkıp dikilmeyi ve celseyi yâni iki secde arasında oturmayı iyi yapmalıdır. Başkalarının da kusurlarını görünce söylemelidir. Din kardeşlerinin namazlarını tamam kılmalarına yardım etmelidir. Tumânînet ve tâdîl-i erkânın yapılmasına çığır açmalıdır."

Yüksek ilmi, güzel ahlâkı yanında birçok kerâmetleri de görülen Ebû Abdullah Rodbârî hazretleri, hac ibâdetini yerine getirmek ve sevgili Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmek için Hicâz'a gitti. Bu yolculuğu sırasında şöyle bir kerâmeti görüldü:

Yolculuk esnâsında kervandaki develerden biri, Allahü teâlânın kudretiyle dile gelip konuştu. Ebû Abdullah Rodbârî hazretleri kendi kendine develere ağır yükler yüklendiğini düşünüyordu. Bu sırada develerden biri boynunu uzatarak; "O yüklere tahammül ettiren zâtı tesbîh ederim." dedi. Bir başka deve de; "Allahü teâlânın şânı yücedir. Allahü teâlânın şânı yücedir." dedi. Bu hal karşısında Ebû Abdullah-ı Rodbârî Allahü teâlâya şükredip secdede bulundu.

Ebû Abdullah Rodbârî hazretleri temizlik hususunda titizlik gösterirdi. Bir gece, gusl, boy abdesti alırken titizliği sebebiyle çok su kullandığını düşünerek kalbi daraldı. Allahü teâlâya yalvarıp; "Yâ Rabbî! Beni affet." diye duâ etti. Bu sırada gâibden bir ses; "Sen affedildin." dedi. Bundan sonra kalbindeki sıkıntı gidip, şükretti.

"Edebe riâyet etmeksizin evliyâya hizmet eden kimse helâk olur. Ondan istifâde edemez."

"Sultanlara akılsızca hizmet eden kimsenin câhilliği, kendisini ölüme götürür."

"Vaktini Allahü teâlâyı zikirle geçiren kimse, belâ ve sıkıntılara düşmez."

İnsanlara söylediği şiirleriyle de nasihat eden Ebû Abdullah Rodbârî'nin bir beytinin mânâsı şöyledir: İnsanlarla arkadaşlık yaptığın zaman her arkadaş için, sanki kölesi olan bir genç ol. Susuzluktan ciğeri yanan her arkadaş için tatlı ve serin suyun tadı gibi ol."

Hayâtını, İslâm dînini öğrenmek, öğretmek ve insanların iki cihanda kurtulmalarına sarf etmekle geçiren Ebû Abdullah Rodbârî hazretleri 979 (H.369) senesinin Zilhicce ayında Sûr şehri civârındaki Menvas adlı köyde vefât etti ve Sûr şehrinde defnedildi. Kabri orada olup, sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

 

EN ÇİRKİN ŞEY

 

Bir gün dervişlerin peşi sıra gidiyordu. Sofîleri arkadan tâkib etmek âdeti idi. Hepsi bir dâvete gidiyordu. Bunları gören bir bakkal; "Bunlar halkın malını yemeyi helâl sayıyorlar." diyerek sofîler hakkında ileri geri konuştu. Devam ederek; "Dervişlerden biri benden yüz dirhem aldı, fakat getirip vermedi. Adamı nerede arayacağımı da bilmiyorum." dedi. Dâvet yerine vardıklarında, sofîleri seven ev sâhibine Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki: "Kalbim sükûn ve huzur içinde olsun dersen, bana yüz dirhem getir." Ev sâhibi derhal istenen parayı getirdi. Ebû Abdullah Rodbârî talebelerinden birine; "Bu parayı al, falan bakkala git. Bu parayı arkadaşlarımızdan biri sizden borç almış, zamânında ödemesine mâni olan bir mâzereti çıkmış, parayı ancak şu anda gönderebildi. Özrünü kabûl et, de." buyurdu. Talebe hemen gidip Ebû Abdullah Rodbârî hazretlerinin dediklerini yaptı. Dâvetten dönerken dervişler bakkal dükkanının önünden geçtiler. Bakkal, sofîleri medhetmeye başladı. "Bunlar emin, güvenilir ve sâlih insanlardır." diyordu. Bunun üzerine Ebû Abdullah Rodbârî buyurdu ki: "Bütün çirkinliklerden daha çirkin olan bir çirkin şey vardır. O da bir sofînin, velînin cimrilik yapmasıdır. Yâni hem kendisi iyilik etmez, hem de iyilik edene mâni olur. Bu hal herkes için çok kötü bir huydur. Hele tasavvuf ehli için fenâlıkların en fenâsıdır. Bu hâlin kötülüğü sırf cimrilik olsun diye yapıldığı zamandır. Ancak bir hikmet bir fayda düşünüldüğü için yapılıyorsa, o zaman iş değişir. Çünkü bâzı kimselere vermemek, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesindendir. Bunu iyi anlamak lâzımdır. Rabbimiz işin doğrusunu en iyi bilendir."

KAYNAKLAR

 

1) Tabakâtü's-Sûfiyye; s.497

2) Netâicü'l-Efkâr el-Kudsiyye; c.2, s.131, c.4, s.555

3) Mîzânü'l-Îtidâl; c.1, s.56

4) Sefînetü'l-Evliyâ; s.154

5) Hazînetü'l-Asfiyâ; c.2, s.204

6) Nefehâtü'l-Üns; s.248

7) Hilyetü'l-Evliyâ; c.10, s.383

8) Risâletü'l-Kuşeyriyye; s.29

9) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.293

10) Tabakâtü'l-Kübrâ; c.1, s.123

11) Şezerâtü'z-Zeheb; c.3, s.68

12) Târih-i Bağdâd; c.4, s.336

13) El-Bidâye ve'n-Nihâye; c.11, s.296

14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.13

Share this post


Link to post
Share on other sites

ABDURRAHMÂN BUCEYREMÎ

 

Evliyânın büyüklerinden. Doğum târihi belli değildir. Mısır'ın Buceyrem köyünde doğdu. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Devrin âlimlerinden ilim öğrendi. Halvetî tarîkatı büyüklerinden Şeyh Ömer Yâfî ile arasında dostluk ve yakınlık vardı. Sık sık mektuplaşırdı. Sonraları Hayfa'nın Tantura köyüne yerleşti ve burada insanlara doğru yolu anlattı. Hayfa bölgesinde büyüklüğü ve kerâmetleri ile meşhûr oldu. Mısır Hidivi İbrâhim Paşa Şam'a kadar olan bölgeyi ele geçirdikten sonra sık sık Abdurrahmân Buceyremî'yi ziyâret etti ve nasîhatlerini dinledi. Abdurrahmân Buceyremî on üçüncü hicrî asrın ortalarında vefât etti. Kabri Tantûra köyündedir.

Yûsuf Nebhânî'nin babası İsmâil Nebhânî humma hastalığına yakalandı. Tantûra'ya, Abdurrahmân Buceyremî'den hastalıktan kurtulmak için duâ istemeye gitti. Huzûruna girip elini öptü ve durumunu arz etti. Abdurrahmân Buceyremî; "Sen odanın kapısından içeri girerken, o hastalık da senden geçti. Seninle beraber odaya girmedi." buyurdu. Gerçekten onda hummadan hiçbir eser kalmamıştı. Elini öpüp huzûrundan sevinçle ayrıldı.

KAYNAKLAR

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.67

Share this post


Link to post
Share on other sites

EBÛ ABDULLAH EL-KUREŞÎ

 

On ikinci yüzyılda Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış olan büyük velîlerden. İsmi Muhammed bin Ahmed bin İbrâhim'dir. Hazret-i Hasan'ın soyundan olup, Kureşî ve Hâşimî nisbeleriyle bilinir. Ebû Abdullah künyesiyle meşhûr olmuştur. 1150 (H.544) senesinde Endülüs'te doğdu. 1202 (H.599) senesinde Kudüs'te vefât etti. Kabri orada olup ziyâret yeridir.

Endülüs'te dünyâya gelen Ebû Abdullah el-Kureşî, küçük yaşından îtibâren ilim tahsîline başladı. Memleketinin âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsîl etti ve velîlerin sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. Hem zâhirî hem de mânevî ilimlerde yükseldi. Fıkıh, tefsîr, hadîs gibi ilimlerde yüksek âlim, tasavvuf yolunda ise, üstün bir velî oldu.

Büyük velî Ebû Yezid el-Kurtubî'den feyz aldı ve uzun müddet hizmet ve sohbetinde bulundu. Hocası Ebû Yezîd el-Kurtubî'den tasavvuf yoluna girişini sordu. O da buyurdu ki: "Beni bu yola sevk eden şu hâdisedir: "Ticâretle meşgûl oluyordum ve benim ıtır ve koku sattığım bir attar dükkanım vardı. Bu dükkânda kıymetli ve pahalı şeyler satıyordum. Giydiğim elbiselerim de kıymetliydi. Bir gün sabah namazını kılmak için câmiye girmiştim. Namazı bitirir bitirmez büyük bir halka hâlinde insanların toplanmaya başladıklarını ve bir şeyler okuyup anlattıklarını gördüm. Bir kenara çekilip dinlemeye başladım. Topluluktan biri bir kitaptan sâlihlerin hal ve menkıbelerini okuyordu.

Kendi kendime yanımdaki kimsenin işitebileceği kadar hafif bir sesle; "Sübhânallah, bu kitaba şu hikâyeleri de almışlar. Hayret edilecek şey doğrusu." dedim. Yanımda bulunan bir kimse; "Ya bu kitapta neler anlatılmasını beklerdin?" dedi. Ben; "Bu anlatılan şeyler yalan veya çok abartılmış sözlere benziyor. Adam bir sene müddetle su içmiyor, fakat yaşıyor." dedim. O kimse; "Bu anlatılanları inkâr etme. Çünkü ben buradaki insanlar arasında sâlih ve velî kimseler görüyorum." dedi. Bu sırada halkada oturan zayıf, elbisesi yıpranmış bir kimse başını kaldırıp bana baktı ve; "Sâlih kimseler hakkında böyle konuşmaktan sıkılmıyor musun" dedi. Ben; "Nerede o senin dediğin sâlih kimseler?" dedim.

Bu konuşmalardan sonra oradan ayrılıp şaşkın bir hâlde dükkanıma geldim. Öğleye yakın, dükkanda her zaman olduğu gibi oturuyor, alış-verişe devâm ediyordum. Bakınca câmide gördüğüm o kimsenin dükkanın önünden geçtiğini gördüm. Beni görmeden geçti. Az sonra geri dönüp geldi. Beni arıyordu. Selâm verdi, selâmına cevap verdim. Bana; "Senin ismin nedir?" diye sordu. Ben de; "Abdurrahmân'dır." dedim. "Beni tanıyor musun?" diye sordu; "Evet tanıyorum. Sen câmide konuştuğum kimsesin." dedim. Bana; "Sâlih kişiler hakkında hâlâ aynı düşünce ve inanışa sâhip misin? Yoksa tövbe ettin mi?" dedi. Ben ona; "Benim inanışımda tövbe edilecek bir yer yoktur." dedim. O kimse dükkanın masasına dayandı ve bana;

"Ey Ebû Yezîd! Sâlih kimseler hakkında ne diyorsun?" dedi. Ona; "Nerede senin dediğin sâlih kimseler?" dedim. O da; "Çarşıda yürüyorlar. Eğer onlardan birisi, şöyle şöyle söylese" derken dükkanın boşluğundaki taşa işâret etti. Onun işâreti ile dükkan sarsılmaya başladı. Dükkanın depo kısmının duvarında iki yarık meydana geldi. Hayretle o yarıklara bakıp; "İnsanların böyle yapabilmek gücü var mıdır?" dedim. O kimse; "Bu gördüklerin,Allahü teâlânın sâlih ve velî kullarına verdiği kerâmetler yanında nedir ki." dedi. "Bundan daha büyük hâller de mi var?" dedim. O kimse; "Eğer o kimseler senin bu dükkanın tamâmen sarsılmasını dileseler, bu dükkanın içinde cam ve kap cinsi bir şey kalmazdı." dedi. O kimsenin bu sözleri karşısında hayret ve şaşkınlık içinde bakıp kaldım. Sonra yanımdan ayrılıp gitti.

Olanlar karşısında korku ve dehşete düştüm. Kendi kendime; "Benim gibi bir adamın ömrü o sâlih kimselerin bir işâretiyle yıkılabilecek olan bu dükkanı beklemekle geçiyor. Halbuki sâlih kimseleri her zaman bulmam mümkün değildir." dedim. Ertesi gün câmiye gidip o zâtın ders halkasına dâhil oldum. Sonra dinlemeye başladım. Dinlediğim şeyler benim hâlimde büyük değişikliklere yol açtı. Dükkana gidecek hâlim kalmadı. Sonunda gidip anahtarları dayıma verdim. Dükkanın sâhibi dayım oldu. Dayım bana; "Nereye gidiyorsun?" diye sorunca; "İnşâallahü teâlâ geleceğim." deyip ayrıldım. Dayım asıl maksadımı bilmiyordu. Bundan sonra dükkana dönmedim. Böylece dünyâ işlerini terk edip tasavvuf yoluna yöneldim. Kısa bir müddet içinde yüksek hâl ve derecelere kavuştum."

Ebû Abdullah el-Kureşî bir müddet sonra Mısır'a gidip âlim ve velî zâtların sohbetlerinde ve ilim meclislerinde bulundu. İnsanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatıp, onların kurtuluşu için çalışmaya başladı. Mısır'da bulunduğu sırada pekçok kimse onun ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Kâdıl-Kudât İmâdüddîn bines-Sükkerî, Allâme Şihâbüddîn Ebü'l-Hasan, Ebü'z-Zâhir Muhammed el-Ensârî, Ebü'l-Abbâs Ahmed bin Ali el-Ensârî el-Kastalânî ve daha birçok âlim ve velî ondan ders aldılar.

İnsanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatarak onların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmalarına vesîle olan Ebû Abdullah el-Kureşî, birçok âlim ve velî yetiştirdi. Güzel ahlâkı, güler yüz ve hoş sohbetleriyle insanların gönüllerini fethetti. Herkes onun yüksek bir velî olduğunu kabûl edip, uzaktan yakından gelerek sohbetlerinden istifâde ettiler. İlim ehline son derece saygılı olan Ebû Abdullah el-Kureşî halk arasında hikmetli sözleriyle onların kalplerine şifâ akıttı. İnsanlar onun hikmetli sözleriyle ilim ve ihlâs sâhibi oldular.

Sohbetlerinde Allahü teâlânın velî kullarına karşı edepli olmayı ve kusur etmemeyi tavsiye etti. Bir defâsında buyurdu ki:

Evliyâya dil uzatan, onlara karşı edep dışı harekette bulunan ve onları inkâr eden kimse, en kötü hâl üzere ölür.

Talebeye tövbeden sonra ilk emredilen, kötü arkadaşları terk etmesi, maksaddan uzaklaştıracak şeylerden uzak durmasıdır.

Verâ yâni şüphelilerden kaçmak, amellerin, ibâdetlerin esâsı, temelidir.

Bir işin başı, sonuna delildir, alâmettir.

Dünyâ mezbelelik gibidir. Hiç bir kıymeti yoktur. Bunun içindir ki, sâdık mümin, dünyânın ne sevgisi, ne buğzu ile uğraşmaz.

Dostlarının, arkadaşlarının hukûkunu gözetmeyen, onlarla sohbetin, berâber olmanın bereketine kavuşamaz.

Ömrü uzadığında iyi amelinin artması, ihtiyâcı çoğaldığında cömertliğinin artması, ilmi arttıkça tevâzûunun artması, evliyânın alâmetlerindendir.

Kul, ibâdetlerinde doğru olursa, ummadığı yerden yardımlara kavuşur.

Mâsiyetin, günâh işlemenin sebebi gaflettir. Yâni Allahü teâlâyı unutmaktır.

Rehberi olmayan yolunu şaşırır.

İhtiyâcın olmadıkça, kimseden bir şey isteme.

Her makâmın kendine mahsus bir ilmi, her hâlin riâyet edilmesi gereken bir edebi vardır.

Kalben hocasını beğenmeyen, hocasından gelen hiç bir feyze kavuşamaz.

Allahü teâlânın velî kullarını hakîr görmek, kötü işleri yapmaya bir vesîledir.

"Her kim Allahü teâlânın ârif bir kulunu veya bir velîsini üzerse, onun kalbi mühürlenir. Onları üzmeye devâm eden, îtikâdı bozulmadıkça ölmez."

Allahü teâlâya kulluk vazîfelerini ihmâl etmemek ve O'na tevekkül etmek husûsunda da buyurdu ki:

"Allahü teâlâya kullukta edepten ayrılma! O'na karşı haddini aşma! Seni isterse kendisine ulaştırır."

"Allahü teâlâya kavuşturan doğru yoldan ayrılmayınız. Çünkü O'na bu yoldan başka bir yolla kavuşulamaz."

Fıkıh âlimi Ebû Tâhir şöyle anlatır: "Bir gün Kudüs'te bir medresenin önünden geçtim. Fıkıh âlimleri medresenin kapısında, üzerlerinde süslü elbiseler olduğu hâlde toplanmışlardı. Oradan geçip Ebû Abdullah el-Kureşî hazretlerinin yanına döndüm. Geceyi orada geçirdim. Ertesi gün Ebû Abdullah Kureşî bana; "O medreseye git. Orada hoca ol!" dedi. Bu, büyük ve olması imkânsız bir işti. Oraya gidince, kapıcıların beni içeri almayacaklarını zannettim. Fakat hiçbiri, içeri girmeme mâni olmadı. İçeri girdim. Müderrisin bir yere oturduğunu ve etrâfında birçok zâtın dâire hâlinde ders halkası teşkil ettiklerini gördüm. Ben de onların arasına katılmak istedim. Beni hakîr görerek yer açmadılar. Bunun üzerine arkalarına oturdum. Sonra medreseye bir zât geldi. Müderris onu görünce, yüzünün rengi değişti ve ona doğru giderek karşıladı. Oradakiler de peşi sıra gittiler. Ben, orada birisine gelenin kim olduğunu sordum. Ondan, münâkaşa ve münâzarası çok kuvvetli biri olduğunu, o gelince kimsenin ona cevap yetiştiremediğini, herkesin ondan korkup çekindiğini öğrendim. O kişi baş köşeye oturup konuşmaya başlayınca, bende birşeyler olduğunu hissettim ve sorularına cevap vermeye başladım. Neticede, söyleyecek bir şeyi kalmadı. Oradakiler ve müderris, benim böyle ona hiç zorlanmadan cevap vermeme çok şaşırdılar. Sırf bu yüzden hürmet ve saygı göstermeye başladılar. Münâzara eden o zât, müderrise dönerek benim kim olduğumu sordu. Müderris bilmediğini söyleyince; "Medreseler bu gibiler için inşâ edilmiştir." dedi. Müderris buna çok sevindi ve yanıma gelerek benim kim olduğumu sordu. Ben de söyleyince; "Sizi bu medreseye hoca kabûl ettik." dedi. Ben, Ebû Abdullah el-Kureşî'nin yanına gitmek üzere kalkınca, hepsi kalkarak bana; "Bizim âdetimiz medresemize hoca kabul ettiğimiz kişiyi, evine kadar uğurlarız." dediler. Medreseden çıkınca, büyük bir kalabalık arkamdan yürümeye başladı. Gelmemelerini söyleyince geri döndüler. Ebû Abdullah Kureşî'nin huzûruna varınca; "Ey Tâhir! Niye onların gelmelerine mâni oldun? Âdetlerini yerine getirselerdi." buyurunca; "Efendim, zâtı âlinizin hatırını düşünerek onlara mâni oldum." dedim. Bu olanlar onun kerâmetiydi. Ebû Abdullah Kureşî'nin vefâtına kadar o medresede hocalık yaptım."

Hanımı şöyle anlatır: "Bir gün onun yanından çıkmıştım. Odada yalnız idi. Sonra bulunduğu odadan bâzı sesler işittim. Birisiyle konuşuyordu. Konuşmaları bitinceye kadar bekledim. Sonra odaya girerek kiminle konuştuğunu sorduğumda; "O Hızır aleyhisselâm idi. Bana uzak bir yerden meyve getirmiş. Onu yememi istedi ve şifâ olacağını söyledi. Ben de, bu hâlimle daha iyi olduğumu belirterek ona teşekkür ettim ve o meyveye ihtiyâcım olmadığını söyledim." buyurdu."

Ebû Abdullah Kureşî oturduğu şehrin vâlisi ile bir yerde yemek yerken, vâli yemekten elini çekti. Ebû Abdullah; "Eğer elinizi çekmeniz, benim şu yaralı elim sebebi ile ise mesele yok." buyurdu ve eli gümüş gibi parlayan bir el oldu. Onda hiç bir hastalık kalmadı.

Ebû Abdullah el-Kureşî hazretleri duâsı makbul bir zât idi. Mısır'da bulunduğu sırada büyük bir kıtlık olmuştu. Rüyâsında ona; "Bu hususta sizin hiçbirinizin duâsı kabûl olmaz." denildi. Bunun üzerine Mısır'dan ayrılıp Kudüs'e gitti. Filistin'deki Halîlürrahmân denilen yerdeki İbrâhim aleyhisselâmın makamını ziyâret etti. Ziyâret sırasında İbrâhim aleyhisselâmın makâmı yanında uyuya kaldı. Rüyâsında İbrâhim aleyhisselâm tarafından karşılandı. Ebû Abdullah el-Kureşî, İbrâhim aleyhisselâma; "Ey Halîlullah! Mısır'da büyük bir kıtlık var. Duâ buyurunuz." diye arz etti. Hazret-i İbrâhim de kıtlığın kalkması için duâ etti. Ebû Abdullah el-Kureşî daha sonra uyanıp Kudüs'e döndü. Çok geçmeden kıtlığın kalktığı haberini öğrendi.

Ebû Abdullah bin Es'ad, Ebû AbdullahKureşî'nin şöyle anlattığını nakletti: Bana hocam Ebü'r-Rebî bir gün şöyle dedi: "Sana bitmek tükenmek bilmeyen bir hazîne öğreteyim mi?" Ben de; "Evet." deyince, Ebü'r-Rebî bana; "Şu duâyı devamlı oku." dedi.

Okumamı istediği duâ şöyle idi: "Yâ Allah, yâ Vâhid, yâ Mûcid, yâ Cevâd, yâ Bâsit, yâ Kerîm, yâ Vehhâb, yâ Ze't-Tavl, yâ Ganî, yâ Mugnî, yâ Fettâh, yâ Razzâk, yâ Alîm, yâ Hayy, yâ Kayyûm, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Bedîassemâvâti vel-ard, yâ Ze'l-celâli vel ikrâm... Yâ Hannân, yâ Mennân infehnî minke bi nafhat-i hayrin tugnînî bihâ ammen sivâk... in testeftihü fekad câekümü'l-feth... İnnâ fetehnâleke fethan mübînâ... Nasrun minellahi ve fethun karîb... Allahümme yâ Ganî, yâ Hamîd, yâ Mubdî, yâ Muîd, yâ Vedûd, yâ ze'l-arşil-Mecîd, yâ Fe'âlen limâ yürîd, ikfinî bihelâlike an harâmike ve agninî bi fadlike ammen sivâke ihfaznî bimâ hafizte bihizzikr... Vensurnî bimâ nasarte bihirrusül... İnneke alâ küllî şey'in kadîr..." Sonra bana şöyle dedi."Her kim bu duâyı namazlardan özellikle Cumâ namazından sonra okursa, Allahü teâlâ onu her türlü kötülükten muhâfaza eder. Düşmanlarına karşı muzaffer kılar, ona ummadığı yerlerden rızıklar verir, geçimini kolaylaştırır. Borcu dağlar kadar büyük ve kabarık olsa dahi, Allahü teâlânın lütfu keremi ve inâyeti ile öder."

Kendisi şöyle anlatır: "Bir gün Abdullah el-Muâvirî'ye gittim. Bana; "Ey şerîf! Başın darda kaldığı zaman, yapacak olduğun bir duâ öğreteyim mi?" diye sordu. Ben de; "Evet." dedim. Bunun üzerine şu duâyı öğretti: "Yâ Vâhid, yâ Ehad, yâ Vâcid, yâ Cevâd, İnfehnâ minke bi nefhati hayrin inneke alâ külli şey'in kadîr..." Abdullah el-Muâvirî bu duâyı bana öğretmek için okuduktan sonra başım hiç darda kalmadı, rızkım çoğaldı."

Ebû Abdullah el-Kureşî hac için Mekke-i mükerremeye gitmişti. Minâ'da bulunduğu sırada çok susamıştı. Fakat su bulamadı. Su alacak parası da yoktu. Bir kuyunun yanına gitti. Kuyunun başında bâzı insanlar vardı. Su kabını uzatarak, biraz su vermelerini istedi. Onlar ona ezâ edip, su kabını uzak bir yere fırlattılar. Kırık bir kalp ve üzgün olarak kabını almak için oraya gittiğinde içi tatlı su dolu bir havuz gördü. Kanıncaya kadar o sudan içti ve kabını doldurdu. Başka yerde olan arkadaşlarına haber verdi. Onlar da gelip o havuzdan içtiler. Sonra başından geçen hâdiseyi onlara anlattı. Daha sonra, önceden gittiği kuyunun yanına hep berâber gittiler. Orada sudan hiç bir eser yoktu. O zaman bunun Allahü teâlânın bir imtihanı olduğunu anladı.

Ebû Abdullah el-Kureşî hazretleri çok cömert ve hayır sâhibi idi. Çarşıdan kendi evinin ihtiyâcı için un satın alır, eve getirirken de ihtiyaç sâhibi kimselere verirdi. Fakat eve geldiğinde un kesesinden hiç eksilme olmadığı görülürdü. Bir gün yine çarşıdan un satın alıp geliyordu. Yolda muhtaç birine rastladı. Bu kimse kendisinden un isteyince, her zamanki gibi verdi. Yolda giderken; "Eve vardığımda un isterlerse ne diyeceğim?" diye düşünerek gidiyordu. Elinde bir şeyin var olduğunu hissetti. Avucuna baktığında fakire verdiği unun değeri kadar para vardı. Tekrar çarşıya dönüp o parayla un aldı ve evine götürdü.

Bir kişinin, gece devamlı ağlayan bir çocuğu vardı. Annesi ile babası, Abdullah Kureşî hazretlerinin huzûruna gelerek dört yıldır durmadan ağlayan çocuklarının durumunu anlattılar. Bunun üzerine Abdullah Kureşî, çocuğun annesi ve babası ile evlerine gidip, çocuğa; "Ey Yûsuf! Bu gece ağlama." dedi. Çocuk o günden sonra hiç ağlamadı.

Ebû Abdullah Kureşî hazretlerinin, vefâtına yakın gözleri görmez oldu. Hanımının yanına girince cüzzam hastalığından kurtulduğu gibi, gözleri de açılıyordu. Bir gün gözleri açılmış, vücûdu cüzzam hastalığından kurtulmuş bir hâlde, gümüş gibi bembeyaz bir tenle dostlarının yanına girdi. Onlar Abdullah Kureşî'nin bu hâline çok şaşırdılar. Sonra; "Bu hâl ne?" diye sormaktan kendilerini alamadılar. Bunun üzerine Abdullah Kureşî; "Allahü teâlâ bana önce âfiyet, sonra da, beni imtihân için, hastalık elbisesini giydirdi. Şimdi ise gördüğünüz gibi, yine âfiyet elbisesini giymiş bulunuyorum." diye îzâh etti.

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçiren Ebû Abdullah el-Kureşî hazretleri 1202 (H.599) senesinde Kudüs'te vefât etti. Orada defnedildi. Eski Kudüs'de olan kabri hâlen sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir. Burada yapılan duâların kabûl olduğu çok tecrübe edilmiştir.

Ebû Abdullah el-Kureşî'nin sohbetleri ve hâllerini talebeleri Fusûl adlı eserde toplamışlardır.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

 

İHTİYAÇ KADAR

 

Kendisi şöyle anlatır: "Bir arkadaşımla berâber gemiyle bir yere gidiyorduk. Arkadaşım çok susadı. Su alacak paramız yoktu. Yalnız bende, kadifeden bir ihram vardı. Onu verip, su satın almak istedik. Gemidekilerden hiç kimse su satmadı. Arkadaşıma ihrâmı verip; "Bunu geminin kaptanına götür." dedim. Arkadaşım gitti ve üzüntülü bir hâlde geri geldi. Kaptanın kendisini yanından kovduğunu ve elindeki su testisini fırlattığını söyledi. O zaman; "Allahü teâlâ bizlerin yardımcısıdır." dedim. Su kabını alıp, denize daldırıp çıkardım ve arkadaşıma verdim. Allahü teâlânın izniyle deniz suyu tatlı bir su olmuştu. Arkadaşım kanıncaya kadar içti. Sonra ben içtim. Sonra yanımızda suyu olmayan bir başkası da içti. İkinci sefer daldırdığımda, Allahü teâlânın ihsânıyla su kabı, un ve et ile dolu çıktı. Unu ve eti pişirerek yedik. Üçüncü defâ kabı denize daldırdığımda, bildiğimiz tuzlu deniz suyu çıktı. Anladım ki, bizim ihtiyâcımız tamam olmuştu."

BENİ EBÛ ABDULLAH KUREŞÎ İLE EVLENDİR

 

Ebû Abdullah el-Kureşî'yi sevenlerden bir kişi bir gün evinden işine giderken, hanımına bir arzusu olup olmadığını sordu. Hanımı; "Kızına sor." dedi. O zât kızına dönerek; "Ne arzu ediyorsan söyle." deyince, kızı; "Benim isteğime senin gücün yetmez." dedi. Bunun üzerine o zât kızına; "Allah'ın izniyle dediğini yapmaya çalışırım, istersen bin altın olsa bile." deyince, kızı; "O hâlde beni Ebû Abdullah Kureşî ile evlendir." dedi. O zât buna çok şaşırdı. Çünkü, Ebû Abdullah Kureşî cüzzamlı olduğu için, dış görünüşüne göre hiç bir kadın onunla evlenmeye râzı olmazdı. Bunun üzerine, kızına söz verdiği için Ebû Abdullah Kureşî'nin yanına gitti ve durumu ona anlattı. Ebû Abdullah Kureşî o zâta; "Kâdıyı çağır." dedi. Adam kâdıyı çağırdı. Kâdı geldi ve kızla nikâhlarını kıydı. Kızı, Ebû Abdullah Kureşî'nin yanına girmesi için hazırladılar. Bütün hazırlıklar bitince, herkes evden ayrıldı. Ebû Abdullah Kureşî ile kız evde yalnız kaldıklarında, Ebû Abdullah Kureşî hamama girdi. Hamamdan çıktığı zaman, uzun boylu ve yakışıklı bir sûret almıştı. Üzerinde güzel bir elbise vardı. Değişik bir hâlde gören kız onu tanıyamadı. Kendine yakın olmamasını söyledi. Ebû Abdullah el-Kureşî; "Benden çekinme, ben yabancı değilim. Nikâhlın Ebû Abdullah el-Kureşî'yim." deyince, kız; "Sen Kureşî değilsin." dedi. Bunun üzerine Ebû Abdullah el-Kureşî;

"Allah adına yemin ederim ki, ben Kureşî'yim." deyince, kız inandı ve;"Bu ne hâldir?" diye sordu. Ebû Abdullah Kureşî, "Bundan sonra, seninle olduğum zaman böyle kalacağım. Ama başkaları ile berâber olunca, öbür şeklimle, yâni cüzzamlı olacağım. Fakat bu durumu, ben ölünceye kadar kimseye söyleme." dedi. Bunun üzerine gelin hanım;"Kimseye söylemeyeceğime söz veriyorum. İstersen benim yanımda dururken de cüzzamlı olarak kalabilirsin." dedi. Ebû Abdullah Kureşî, onun kendisiyle dış görünüşü için değil de, ilmi ve takvâsı için evlendiğini anlayarak; "Allahü teâlâ sana bolca hayırlar ihsân etsin." diye duâ etti. Hanımı bu durumu, Ebû Abdullah Kureşî hazretleri ölünceye kadar kimseye anlatmadı.

ELLİ ALTINIM VAR

 

Annesinden kendisine bir ev mîrâs kalmıştı. Bu evi elli altına sattı. Altınları bir keseye koyup beline bağladı ve hacca gitmek üzere yola çıktı. Yolda eşkıyâ yolunu kesip; "Neyin var?" dedi. "Elli altınım var." buyurdu. Eşkıyâ; "Altınları ver!" deyince; çıkarıp verdi. Eşkıyâ altınları eline alıp bir müddet düşünceye daldı. Sonra geri verip, devesini çöktürdü ve; "Buyurunuz efendim, deveme bininiz!" dedi. Ebû Abdullah hayret edip; "Sana ne oldu?" buyurdu. O kimse; "Siz, bu altınların bulunduğunu inkâr etmeyip doğruyu söylediğiniz için kalbimde size karşı muhabbet hâsıl oldu. Ben şimdiye kadar yaptıklarıma pişman olup tövbe ettim. Sizinle berâber gelmek istiyorum." dedi. Berâberce hacca gittiler. O kimse, hazret-i Ebû Abdullah ile olan bu berâberliği ve sohbetinde bir müddet bulunmasıyla Allahü teâlânın velî kullarından oldu.

KAYNAKLAR

 

1) Tabakâtü'l-Kübrâ; c.1, s.159

2) Ravdu'r-Reyyâhîn; s.33, 247, 248, 255, 269, 270

3) Nevâdirü'l-Âlem; s.58

4) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.114

5) Kalâidü'l-Cevâhir; s.123

6) El-A'lâm; c.5, s.319

7) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.342

8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.6, s.162

9) Mu'cemü'l-Müellifîn; c.8, s.226

10) Füsûl (Fâtih Kütüphânesi numara 5375)

11) Brockelman; Gal.1, s.461, Sup.1, s.833

Share this post


Link to post
Share on other sites

EBÛ ABDULLAH MAĞRİBÎ

 

Evliyânın büyüklerinden. Adı Muhammed bin İsmâil Mağribî, künyesi Ebû Abdullah'tır. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 892 (H.279) veya 911 (H.299) senesi Tûr-i Sinâ'da vefât etti. Hocası Ali bin Ruzeyn'in kabri yanına defnedildi.

Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Hasan Ali bin Ruzeyn hazretlerinin sohbetlerinde ilim ve edeb öğrenerek yükseldi ve zamânının en büyüklerinden oldu. Talebe yetiştirmekte fevkalâde mâhir idi. Pekçok büyük zâtın yetişmesine vesîle oldu. İbrâhim bin Şeybânî, İbrâhim bin Havvâs, Ebû Bekr Bîkindî bunlardandır.

Çok az yemek yerdi. Yediği şeyler ise insan eli değmemiş, yemeği âdet hâline getirdiği bâzı ot kökleriydi. Yolculuğa talebeleriyle berâber çıkar, devamlı ihramlı durmaya çalışırdı. Onu yakından tanıyanlar; "Elbisesi hiç kirlenmez, saçı sakalı hep aynı halde durur, büyümezdi." dediler. Dört oğlu vardı. Herbirine bir sanat öğretti. "Hepsinin, sanat sâhibi olması için niçin bu kadar gayret ediyorsunuz, sebebi nedir?" diye soranlara; "Vefâtımdan sonra geçim sıkıntısına düşerler. Sonra da, bizi sevenlere; "Ben falanın oğluyum." deyip, onlardan bir şey isteyip, üzerler, korkusuyla herbirinin sanat sâhibi olmasını istedim. Böylece, ihtiyaç ânında geçimlerini temin edip güçlük çekmezler." buyurdu. Güzel halleri ve kerâmetleri çoktu.

Talebelerine ve sevdiklerine çoğu zaman dünyâ sevgisinin kötülük ve zararlarından anlatırdı. Bu hususta; "Kalbini dünyâya bağlamayan, nefsine bu yolda bir varlık tanımayan fakir bir kişi, faziletli işlerden pek azını yapsa dahi şu dünyâ hırsını kalbinde taşıyıp, âdeten ibâdet edenlerden daha kıymetlidir. Bu fakir kişinin çok az bir ameli, dünyâ sevgisine kapılmış kimselerin dağlar gibi yapacağı amelden çok daha kıymetli ve fazîletlidir." buyurdu. Sonra da; "Bir kimse, samîmî olarak, dünyâdan yüz çevirir, Allahü teâlâya yönelirse, o kimse, dünyânın şerrinden ve âfetlerinden, sıkıntılarından emin olur, kurtulur." buyurdu.

Ebû Abdullah Mağribî zâhir ve bâtın (kalp) ilimlerinde Allahü teâlâya tevekkül etmekte, güvenmekte çok yüksek bir derecede olup, şaşılacak sözler sâhibi idi. Vakitlerini Allahü teâlânın rızâsına uygun bir şekilde geçirir, bu hususta; "Amellerin en kıymetlisi, vakitlerini, Allahü teâlânın rızâsına uygun olarak değerlendirmektir." buyururdu.

Herkese karşı çok şefkatli idi. Talebelerine bir gün; "Mâsiyet günah irtikâb etmiş, işlemiş olan müslümanlara rahmet gözüyle bakmayan kimseler, bizim yolumuzdan ayrılmış sayılır." buyurdu.

Kendisine insanların en aşağısı kimdir? diye sordular. O; "İnsanların en aşağısı, zengine zengin olduğu için, kıymet verip, onun karşısında zelîl olan kimsedir. İnsanların kıymetlisi de, fakirlere hürmet edip tevâzu gösteren zenginlerdir." buyurdu.

Fakir fukarâya merhâmetli olmayı anlatırdı. Bu hususta; "Allahü teâlânın takdirine râzı olup sıkıntılara sabreden fakirler, yeryüzünde, Allahü teâlânın emin kullarıdır. Onlar hürmetine, Allahü teâlâ diğer insanları belâlardan muhâfaza eder." derdi.

Kulun, Allahü teâlânın emirlerine göre hareket etmesi gerektiğini söylerdi.

"Kul olduğunu iddiâ edip, şahsî arzuları da bulunan kimse bu iddiâsında yalancıdır. Çünkü, kulun arzuları bulunmamalı, sâhibinin irâdesi istikâmetinde hareket etmelidir." buyurdu.

Gurbete çıkanları üç şeyin süslediğini anlatırdı; "Bunların birincisi güzel edep, ikincisi güzel ahlâk, üçüncüsü şüpheli kimselerden uzak kalmaktır." derdi.

İbrâhim bin Şeybân anlatır: "Hocam Ebû Abdullah Mağribî hazretlerinin sıkılıp rahatsız oldukları bir gün gördüm. O da Tûr Dağına çıktığımız gündü. Orada bir ağacın altına oturup sırtını o ağaca dayadı ve bize; "Kişi ancak yalnız kalmak sâyesinde Rabbiyle olmakla rahata kavuşur." buyurdu. Sonra titredi ve sarsıldı. O zaman etraftaki kayalar da bir müddet titredi. Hocamın bu hâli geçince, sanki kabirden kalkmış gibi bir hâli vardı."

KAYNAKLAR

 

1) Tabakât-us-Sûfiyye; s.242

2) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.335

3) Risâle-i Kuşeyrî; s.130

4) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.142

5) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.130

6) Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.94

7) Tabakât-ı Evliyâ; s.402

8) Tabakât-ı Ensârî; s.204

9) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.101

10) Sıfat-üs-Safve; c.4, s.276

11) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.161

12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.132

13) Nefehât-ül-Üns; s.91

Share this post


Link to post
Share on other sites

ABBÂS BİN HAMZA EN-NİŞÂBÛRÎ

 

Hadîs âlimi, hatîb ve velî. Künyesi Ebü'l-Fadl'dır. Evliyâdan Ebû Bekr Hafîd'in torunudur. 900 (H. 288) senesinde vefât etti. Zünnûn-i Mısrî ve Bâyezîd-i Bistâmî ile sohbet etmiştir. Hadîs-i şerîf öğrenmek için memleketleri gezerdi. Evliyânın meşhûrlarından ve Şam'ın güzel kokulu çiçeği diye meşhur Ahmed bin Ebi'l-Havârî hazretlerinden hadîs-i şerîf okudu. Gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılardı. İnsanlara doğru yolu gösterir, İslâmiyetin emirlerine sıkı sarılmaları için çok gayret sarfederdi. Vâz ve nasîhatlar ederdi. Bu sebeple "El-Vâiz" lakabıyla meşhûr oldu.

Hasan bin Muhammed Nişâbûrî annesinden şöyle nakletti: Annem vefât etmeden önce bana; "Sana hâmile iken babandan izin alıp Abbâs bin Hamza'nın sohbet ettiği yere gittim. Münâsib bir yere durup, onu dinledim. Sohbetini bitirince; "Ayağa kalkınız" dedi.Herkes kalktı ve hep birlikte ellerini açıp duâ etmeye başladılar. Ben de el açıp; "Yâ Rabbî! Bana ilim sâhibi sâlih oğul ihsân et" diye duâ ettim. Sonra eve döndüm. Gece bir rüyâ gördüm, bir zât bana; "Müjde Allahü teâlâ senin duânı kabul buyurdu. Sana bir erkek evlâd verecek. Oâlim ve uzun ömürlü olacak" dedi.

Hasan bin Muhammed bunu anlattıktan dört gün sonra vefât etti. Annesinin rüyâsında müjdelendiği gibi âlim ve uzun ömürlü bir zât idi...

Abbâs bin Hamza hazretleri, hocasıZünnûn-i Mısrî'nin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"İnsanlar neyi istediklerini bilselerdi, arzu ettikleri şey için verdikleri onlara zor gelmezdi."

"Ey Allahım! Ben nasıl senin rızân için çalışmayayım, çünkü sen beni yoktan vâr ettin ve İslâmiyetle şereflenmemi nasîb ettin."

Abbâs bin Hamza (r.aleyh) buyurdu ki: "Hocam Ahmed bin Ebi'l-Havârî, hocası Ebû Süleymân Dârânî'den nakletti: "Bir vaktin insanlarının bozulduğuna alâmet, o insanların korkudan çok ümid içinde olmalarıdır."

"Ârif olana, devamlı olarak Rabbinin emirlerine itâattan başka bir hâl yakışmaz."

Yine hocası Ahmed bin Ebi'l-Havârî'den nakleder: "Dünyâyı tanıyan ondan vazgeçer, âhireti tanıyan ona sarılır, Allahü teâlâyı tanıyan da O'nun rızâsına kavuşmak için çalışır."

KAYNAKLAR

1) Tabakât-üs-Sûfiyye; s. 25,26,139

2) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.3, s. 26

3) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s. 121

4) Tabakât-üs-Sûfiyye (Ensârî); s. 119

5) Hazînet-ül-Meârif; c.2, s.165

6) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.43

7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.54

Share this post


Link to post
Share on other sites

AHMED BİN İSHAK

 

Şâfiî mezhebi âlimlerinden. Fıkıh ve hadîs âlimlerinin ve evliyânın büyüklerindendir. İsmi, Ahmed bin İshak bin Eyyûb bin Yezîd bin Abdurrahmân bin Nûh en-Nişâbûrî'dir. Sıbgî (veya Dubaî) adı ile meşhûr olmuştur. Künyesi, Ebû Bekr'dir. İmâm-ı Süyûtî, onun soyunun Bekr bin Vâil ve Rebîa bin Nizâr bin Mea'd bin Adnân'a kadar ulaştığını bildirdi. 871 (H.258) senesinde doğdu. Nişâbûr halkındandır. İlim öğrenmek için Horasan, Bağdat, Basra, Mekke ve daha başka yerleri dolaştı. 57 sene Nişâbûr'da ikâmet etti. 953 (H.342) senesinde vefât etti.

Meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden olan Ahmed bin İshak, Fadl bin Muhammed eş-Şa'rânî, İsmâil bin Kuteybe, Yâkûb bin Yûsuf el-Kazvînî, Muhammed bin Eyyûb, Bağdat'ta Hâris bin Ebî Üsâme ve İsmâil el-Kâdî, Basra'da Hişâm bin Ali, Mekke'de Ali bin Abdülazîz ve daha birçok âlimden ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf dersleri aldı. Kendisinden de Ebû Ali el-Hâfız, Ebû Bekr el-İsmâilî, Ebû Ahmed el-Hâkim, Ebû Abdullah el-Hâkim, Muhammed bin İbrâhim el-Cürcânî ve daha pek çok âlim ilim tahsil etti ve hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundular.

Ahmed bin İshak, ilim öğrenmek ve öğretmek için çok yer dolaştı. Hadîs-i şerîfte derin, fıkıh ilminde derecesi yüksek, elli sene fetvâ veren, âbid (çok ibâdet eden), sâlih, aklı ve görüşü kuvvetli bir âlimdir. Hadîs, fıkıh ve akâid (kelâm) ilminde, bir çok meseleyi içine alan kitaplar yazdı. İnsanlar, kendinden ve eserlerinden çok istifâde ettiler.

Muhammed bin Hamdûn şöyle anlatıyor: Ebû Bekr bin İshak ile senelerce sohbet ettim. seferde olsun veya olmasın, hiçbir zaman gece namazını terkettiğini görmedim.

Hakîm en-Nişâbûrî şöyle bildiriyor: "Aklı ve re'yi (görüşü) darb-ı mesel olmuştur. Fetvâlarında şüpheli hiçbir şeye rastlanmadı. İlmine kitapları delîldir. Çok güzel namaz kılardı. Ezân ile ikâmet arasında çok duâ eder, sonra ağlardı."

Yine Hakîm şöyle anlatıyor: Sıbgî'ye, İbn-i Abbâs'dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîften suâl ettiler. İki kişi Resûlullah efendimiz ile namaz kıldı. Resûlullah onlara; "Abdestinizi iâde ediniz!" buyurdular. İki kişi sebebini sorduklarında, Resûlullah efendimiz; "Falan kişiyi gıybet ettiniz." buyurdular. Sıbgî bu konuda; "O iki kişiye abdestin emredilmesi, mâsiyetlerine keffâret ve günahlarının temizlenmesi içindi. Zîrâ Resûlullah efendimiz; "Abdest hatâları giderir." buyurdular.

Kendisi şöyle anlatıyor: Fedâîl kitabını yazmağa başladığım zaman, şöyle bir rüyâ gördüm: Bahçeli bir evde bulunuyordum. Bahçeye çıkmak istedim. O sırada hazret-i Ebû Bekr göründü. Benimle kucaklaştı. Yüzümü öptü ve bana duâ etti. Kitabı bitirince şöyle bir rüyâ daha gördüm: Bir evin önünde bulunuyordum. Evden, Resûlullah efendimiz ile yanında hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman veya hazret-i Ali (r.anhüm) göründüler. Hepsinin dört kişi olduklarını iyi hatırlıyorum. Yaklaşıp Resûlullah efendimize selâm verdim. Selâmımı aldılar. Sonra hazret-i Ebû Bekr'e yaklaştım. Gözlerimin arasından öptü ve; "Allahü teâlâ sana, Peygamberi ve bizim tarafımızdan hayırlı karşılıklar versin!" buyurdu. Sonra yüzüğümü parmağımdan çıkarıp, Resûlullah efendimizin mübârek parmağına taktım. Sonra diğer zâtların parmaklarına da taktım. Sonra: "Yâ Resûlallah! Bu yüzüğün bereketi büyük oldu. Zîrâ parmaklarınıza takıldı." dedim. O sırada uyandım.

Yazmış olduğu eserlerinden bâzıları şunlardır:

1) Kitâb-ül Esmâ ves-Sıfât, 2) Kitâb-ül-Îmân vel-Kader, 3) Kitâbü Fedâil-il-Hulefâ-il-Erbe'a.

KAYNAKLAR

1) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.3, s.9

2) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.361

3) El-A'lâm; c.1, s.95

4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.1, s.160

5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.365

Share this post


Link to post
Share on other sites

ŞÂH ŞÜCÂ KİRMÂNÎ

 

Büyük velîlerden. Adı Şâh bin Şücâ, künyesi Ebü’l-Fevâris’tir. Kirman pâdişâhının oğlu olup zamânının büyüğü, hakîkat yolunun önderi idi. Firâseti keskindi. İşi evliyâyı bulup, onunla sohbet etmekti. Ebû Türâb Nahşebî, Ebû Hafs, Ebû Ubeyd Busrî ve Yahyâ bin Muâz gibi âlimlerle sohbet etmiştir. Ebû Osman Hîrî talebesi iken, Şâh Şücâ’nın izniyle Ebû Hafs’ın talebesi olmuştur. Şâh Şücâ 889 (H.276) da vefât etti.

Tövbesinin sebebi şöyle anlatılır: “Şâh Şücâ dünyâya geldiği vakit, göğsünün üzerinde yeşil bir hatla “Allah celle celâlühü” yazılıydı. Gençlik zamanında gezip tozmayı, eğlenmeyi kendine iş edinmişti. Saz çalıp, şarkı söylerdi. Bir gece, bir mahallede, saz çalıp şarkı söylüyordu. Bir kadın evinden çıkıp, onu seyretmeye gitmişti. Kocası uyanıp karısını evde göremeyince, dışarı çıkıp karısını Şâh Şücâ’yı seyrederken görünce, Şâh Şücâ’ya; “Ey zâlim! Tövbe etmenin zamanı gelmedi mi?” diye sordu. Şâh Şücâ’ bunun etkisinde kalarak; “Geldi, geldi...” deyip elbisesini yırttı ve sazı kırdı. Eve gelip gusül abdesti alarak, kırk gün dışarı çıkmadı ve bir şey yemedi. Bunun için babası; “Bize kırk yılda vermediklerini ona kırk günde verdiler.” demişti.

Şâh Şücâ kırk yıl uyumadı. Uyumaması için gözüne tuz sürerdi. Gözleri bu yüzden devamlı

kızarık olurdu. Bir gece uyuduğunda, rüyâsında anlatılması güç, çok güzel şeyler gördü. Bundan sonra onu nerde görseler, yanında bir yastığa dayanır uyurdu. “Belki öyle bir rüyâ görürüm diye uyuyorum.” derdi. Uyumağa âşık olmuştu. “Böyle rüyânın bir ânını, bütün âlemin uyanıklığına değişmem.” buyururdu.

Şâh Şücâ ile Yahyâ bin Muâz arasında iyi bir dostluk vardı. Aynı bölgede bulundukları halde, Şâh Şücâ, Yahyâ bin Muâz’ın meclisinde bulunmazdı. "Niçin Yahyâ bin Muâz’ın sohbetlerine katılmıyorsun?” dediklerinde, “Doğrusu budur.” derdi. Isrâr etmeleri üzerine, bir gün gidip bir köşede oturdu. Yahyâ bin Muâz konuşamadı ve; “Burada, konuşmaya benden lâyık birisi vardır.” dedi. Şâh Şücâ, “Benim buraya gelmem uygun olmaz demedim mi?” dedi.

Ebû Hafs, Şâh Şücâ’ya bir mektup yazarak: “Nefsime, amelime ve kusuruma bakıp ümitsizliğe düştüm.” dedi. Şâh Şücâ ona cevap yazarak şöyle dedi: “Mektubunu kendi gönlüme ayna yaptım. Eğer hâlis bir şekilde nefsimden ümit kesecek olursam, saf bir şekilde Allahü teâlâya ümid bağlamış olurum. Şâyet Allahü teâlâya saf bir şekilde ümit bağlarsam, Allahü teâlâdan saf bir şekilde korkmuş olurum. O zaman kendi nefsimden ümit keserim. Nefsimden ümit kesince, Allahü teâlâyı zikredebilirim. Ben Allahü teâlâyı zikredince, Allahü teâlâ beni affeder. Allahü teâlâ beni affedince halktan kurtulur, Allah dostları ile berâber olurum.”

Şâh Şücâ Kirmânî buyurdu ki: “Evliyâyı sevmekten daha kıymetli ibâdet olamaz. Evliyâyı sevmek, Allahü teâlâyı sevmeğe yol açar. Allahü teâlâyı seveni Allahü teâlâ da sever.”

“Âbidlerin yaptığı nâfile ibâdetler arasında, evliyâya olan muhabbet gibisi yoktur.”

“Güzel ahlâk, başkalarına eziyet etmemek ve güçlüklere katlanmaktır.”

“Gözünü harama bakmaktan, nefsini isteklerinden koruyup, kalbini devamlı murâkabe, bedenini sünnete uygun amellerle mâmur edenin, firâsetinde hiç hatâ olmaz.”

“Sabrın alâmeti üçtür: Samîmî bir rızâ, şikâyeti terk, kaderin tecellîsini gönül hoşluğuyla kabûllenme.”

“Tövbe etmiş olmak için dünyâyı, murâda ermek için de nefsinin arzu ve isteklerini terk et.”

“Takvânın alâmeti verâ; verânın alâmeti, helâl olduğu şüpheli olan şeylerden geri durmaktır.”

“Yalan söylemekten, gıybet etmekten ve hıyânette bulunmaktan uzak durunuz.”

"Rabbini tanıyan O'ndan başka her şeyi unutur. O'nu tanımayan O'ndan başka her şeye tutulur."

Şâh Şücâ Kirmânî’nin Mir’ât-ül-Hukemâ isimli bir kitabı ile tasavvufa dâir birçok küçük risâlesi vardır.

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

 

ŞÂH’IN KIZI

 

Şâh Şücâ Kirmânî’nin bir kızı vardı. Kirman vâlileri ona tâlibdi. Şâh onlardan üç gün mühlet istedi. Bu üç gün içinde mescidleri dolaştı. Güzel namaz kılan bir genç gördü. Namazı bitirinceye kadar onu seyretti. Sonra yanına gidip: “Ey genç, evli misin?” diye sordu. Genç; “Hayır.” deyince, ona; “Kur’ân-ı kerîm okuyan, takvâ sâhibi ve güzel bir kızla evlenmek ister misin?” dedi. Genç; “Bana kim kız verir ki, dünyâda üç dirhemden başka hiç bir şeyim yok.” dedi. “Ben veririm, bu üç gümüşün biri ile ekmek, biri ile katık, biri ile güzel koku satın al.” dedi. Şâh Şücâ kızını o genç ile evlendirdi. Kızı, o fakir gencin evine girdiğinde, bir kuru ekmek parçası gördü. “Bu nedir?” diye sorunca, genç; “Senin nasibindir. Yarın sabah yemek için ayırmıştım.” dedi. Şâh’ın kızı babasının evine doğru gitmeye başlayınca, genç; “Ah! Ben Şâh’ın kızının, benim yanımda durmayacağını bilmiştim.” dedi. Kız bunu işitince; “Ben senin fakirliğin sebebiyle gitmiyorum, îmânının zayıflığı için gidiyorum. Sen akşamdan, sabahın ekmeğini hazırlıyorsun. Ben ise babama şaşıyorum, bunca senedir yanındayım, bana seni haramlardan kaçan, dünyâyı hiç düşünmeyen birine vereceğim derdi. Bugün öyle birine verdi ki, Rabbine îtimâd etmiyor, rahat içinde bulunmuyor. Bu evde ya ben kalırım, ya bu ekmek. Sen karar ver.” dedi. Genç ekmeği bir fakire verdi. Şâh’ın kızı geri döndü ve onunla mesûd olarak yaşadı.

MİSÂFİR KÖPEK

 

Hâce Ali Sirgâhî, Şâh’ın türbesinin yanında yemek verirdi. Böyle bir gün; “Yâ Rabbî! Bir misâfir gönder!” dedi. Âniden bir köpek geldi. Hâce Ali köpeği kovaladı. Köpek kaçtı. Sonra Şâh’ın kabrinden bir ses geldi: “Misâfir istiyordun. Gönderdik, kovdun.” dedi. Derhal kalktı, dışarı koştu. Köpeği aradı bulamadı. Şehrin dışına gitti. Köpeği orada bir ağacın altında yatıyor halde buldu. Yemeği onun önüne koydu. Köpek yemeğe dönüp bakmadı. Hâce Ali utandı ve istigfâra başladı. Tövbe etti. Köpek; “Ey Hâce Ali, şimdi iyi ettin. Misâfir çağırıp kovmak ne demektir. Dikkatli ol! Eğer Şâh Şücâ orada olmasaydı, göreceğini görmüştün.” dedi.

KAYNAKLAR

 

1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.237

2) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.192

3) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.105

4) Nefehât-ül-Üns; s.137

5) Keşf-ül-Mahcûb; s.286

6) Kıyâmet ve Âhiret; (5. Baskı) s.333

7) Tezkiret-ül-Evliyâ; s.202

8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.306

Share this post


Link to post
Share on other sites

SİRÂCEDDÎN ÖMER HALVETÎ

 

Büyük velîlerden. İsmi Ömer bin Ekmelüddîn, künyesi Ebû Abdullah, lakabı Sirâcüddîn'dir. Geylan kasabalarından Labîcan'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1397 (H.800) târihinde Tebriz yakınlarında Mîr Ali Kapısı ile anılan yerde vefât etti ve oraya defnedildi.

Ömer Halvetî, Harezm'e gelip orada Muhammed Harezmî hazretlerinin sohbetlerinde yetişti. İcâzet, diploma alıp, Tebriz'den Herat'a giderek tâliblere ilim ve edep öğretti.

Evliyâlık yoluna girişi şöyle anlatılır: Gençliğinde ata binme hevesi vardı. Âlim ve velî bir zât olan babalarının yolu üzere değil de asker olmak sevdâsında idi. Bu sebeple bir müddet askerle birlikte seferlere katıldı. Bir harpte birliği dağıldı ve herkes bir tarafa kaçtı. Kendisi de atını bilmediği bir yöne sürdü. Giderken bir kısım eşkıyâ peşine takılıp etrâfını kuşattı. Ölümle karşıkarşıya kalmıştı. Birden velîlerden olan ceddi, karşısında beliriverdi ve ona hitâben; "Ey Ömer! Ya yolumuzda olursun veya bu eşkıyâlar senin başını keser. İkisinden birini seç!" buyurdular. Ömer Halvetî yaptıklarına pişman olup, ilim ve edep yolunu seçtiğini bildirdi ve ceddinden yardım istedi. O sırada haydutların bir kısmı anlaşılmayan bir şekilde yere yıkıldı. Diğerleri selâmeti kaçmakta buldular. Ömer Halvetî o gece sabaha kadar at sürdü. Seher vakti bir şehir kenarında bağlık ve bahçelik bir yere geldi. Bahçenin içinde bir zât, talebeleriyle birlikte sohbet ediyordu. Yanlarına gitti. Talebelerin arasına oturdu. Tam o sırada o zât ona döndü ve; "Elhamdülillah, seni bize bağışladılar. Biz de seni velîliğe lâyık gördük." buyurdu. Talebeliğe kabûl edip ona nefsiyle mücâdele yollarını öğrettiler.

Ömer Halvetî hocasının emrini can ve başla dinledi. Nefsinin arzu ve isteklerini yapmadı. Nefsiyle uğraşması o dereceye ulaştı ki, insanlardan uzaklaşıp dağlara gitti. Bir ağaç koğuğunu kendisine mekân edinip orada ibâdet ve tefekkürle meşgûl oldu.

Necmüddîn Hasan anlatır:

"Ömer Halvetî hazretleri, birbiri ardınca kırk erbaîn yâni kırk kere kırk gün bir yere kapanıp ibâdetle meşgûl oldu. Bu sırada rüyâda kendisine, Resûlullah efendimiz tarafından mânevî taçlar giydirildi. Pîr Ömer Halvetî hazretleri tevhîd kelimesini dâimâ söylerdi. Ne zaman tevhîd kelimesini okusa, dağlardaki vahşî hayvanlar ve kuşlar dergâhının etrâfına gelip halka olur, onun tevhîd okuyuşunu dinlerlerdi.

Muhammed Harezmî hazretleri vefât edeceklerinde yerine Pîr Ömer Halvetî'yi tâyin etti ve; "Yüksek sırları ve mânâları bilen ve akranından önde olan Pîr Ömer Halvetî vekîlimizdir." buyurdular.

Pîr Ömer Halvetî hazretleri hocasının vefâtından sonra, insanlara hak yolun bilgilerini öğreterek kalplerine Allah aşkını yerleştirdi. Nefisle ilgili şu nasîhatını çok söyler; "Kişi dâimâ nefsine muhâlefet etmeye devâm etmeli ve onun arzularını yerine getirmemeli, sıkıntılara göğüs germeli, açlığı sevmelidir. Hak yolun yolcusu kendisine lâzım olanı bilmeli, lâzım olmayanı terk etmelidir." buyururdu.

Şehrin vâlisi ava çıkmıştı. Vâlinin önüne bir ceylan çıktı. Vâli avı görünce, ardına düştü ve atını peşinden sürdü. Bir zaman tâkib etti. Fakat yakalayamadı. Önüne bir ırmak çıktı. Avını yakalamak için atını ırmağa sürdü. Irmağı geçmek üzereyken sular yükseldi ve vâli boğulmak tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. O esnâda kıyıdan Ömer Halvetî, vâliye seslenerek; "Bize âid olan yerlerde hayvanları niçin incitirsiniz. Bir daha böyle yapmayın." deyip elini uzattı. Tuttuğu gibi vâliyi atıyla birlikte çıkarıverdi. Vâli bunu görünce, af dileyip talebeleri arasına girdi.

Pîr Ömer Halvetî hazretlerine hak yolun yolcusunda ne gibi özellikler olur diye soruldu. O; "Kişi akıllı ve idrâk sâhibi olmalı. Sükût etmeli. İnsanlarla az görüşmelidir." buyurdu.

Ömer Halvetî hazretleri bir ara Mısır'a gidip, orada kaldı. Yedi kerre hac yaptı. Mısır SultanıFerec bin Berkuk kendisine çok hürmet ederdi. Celâyirli Sultânı Üveys'in arzusu üzerine Tebriz'e geldi.Çok talebe yetiştirdi. Talebelerinin önde gelenleri Seyfeddîn, Ebû Yezîd, Zâhirüddîn ve Ehî Mîrîm'dir. Vefâtlarından sonra yerlerine Ehî Mîrîm geçmiştir.

 

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

 

ODUN TAŞIRDI

 

Ömer Halvetî hazretleri talebeliği yıllarında hocasının dergâhına odun taşırdı. Bir gün yine erkenden dağa gitti. Ormanda yemyeşil çimenli bir yer bulup; "Buradan daha güzel namaz kılacak bir yer yoktur." diyerek orada birkaç rekat namaz kıldı. O sırada gönlüne bir düşünce gelip; "Elhamdülillah! Nice kimseler vardır ki, şu anda gaflet uykusundadır. Onlar ne ibâdet eder, ne Allahü teâlânın emirlerine uyar, ne de haramlardan sakınırlar. Biz ise çok şükür gücümüz yettiği kadar ibâdet yapıyoruz." deyiverdi. Sonra kalkıp bir müddet gezindi. Birden kulağına Allahü teâlâyı zikreden sesler geldi.Etrâfı dinledi.Bu sesler çok hoşuna gitti. Hemen sesin geldiği tarafa yöneldi. Gördü ki, bir adam baş aşağıya durmuş diliyle Allahü teâlâyı anıyor, zikrediyor. Onun yanına yaklaştı, selâm verdi ve böyle durmaktaki maksadını sordu. O kimse; "Vücûdum bir zaman kıyam üzere ayakta idi. Lâkin ona alıştı. Sonra rükû üzere kaldım, ona da alıştı. Bir zaman da secdede kaldım. Onun da lezzetini alamaz oldum. Şimdi ben ibâdet ediciler ve hamdedenler zümresine katılmak için bu şekilde zikir ve hamdetmeyi bedenime lâyık gördüm. Ben yatsı namazını kıldıktan sonra buraya gelir, bu hâlimle Rabbimi zikrederim." buyurdu. Ömer Halvetî bunları işitince, kendini beğenme hâlini hatırlayıp, tövbe etti ve; "Allahü teâlânın zikreden nice sâlih kulları varmış." diyerek pişmanlık içinde hocasının dergâhına döndü. Hâlini hocasına anlatmak istedi. O sırada hocası talebelere vâz etmeye başlamıştı. Bu durumu kendisi şöyle anlatır:

"Hocam bir müddet vâzla meşgûl oldu. Benim hâlimi anlamış olacak ki: "Bâzı insanlar vardır ki, hemen kendisinin yetiştiğini ve çok ibâdet ettiğini söyler. Bir-iki rekat namaz kılmakla öğünür, mânevî dereceler ümîd ederler. Halbuki öyle Hak âşıkları vardır ki, onlar akşamdan sabaha başı üzere durup Rabbini tahmîd (Elhamdülillah), tekbir (Allahü ekber) ve temcîd (Lâ havle velâ kuvvete illâ billah) ederler." buyurdu." Sonra Ömer Halvetî, hocasının yardımı ile dağlarda bu hâl ile hallenip, Allahü teâlâyı zikreder oldu.

 

KAYNAKLAR

 

1) Lemezât, Üniversite Kütüphânesi, No: 1894, v.128

2) Tıbyân-ül-Vesâil

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

SEYYİD ŞERÎF CÜRCÂNÎ

 

Büyük âlim ve velî. İsmi Ali bin Muhammed bin Ali Cürcânî, künyesi Ebü’l-Hasan’dır. Soyu Peygamber efendimize ulaştığından Seyyid Şerîf ismiyle tanınıp meşhur oldu. 1339 (H.740) târihinde Cürcan şehrine bağlı Tâku nâhiyesinde doğdu. 1413 (H.816) tarihinde Şîrâz’da vefât etti. Türbesi, Savahan mahallesinde Vâkib Kabristanında olup, ziyâret mahallidir.

Seyyid Şerîf Cürcânî küçük yaşından îtibâren Cürcan’da ilim öğrenmeye başladı. Nûreddîn Tuvâsî, Ömer el-Buhaymânî, Muslihiddîn bin Ebi’l-Hayr Ali ve başka âlimlerden okudu. Tahsîlini devâm ettirmek üzere seyâhatlere çıktı. Bu maksatla Hirat, Anadolu ve Mısır’a gitti. Hirat’ta Mevlânâ Kutbuddîn Şîrâzî, Mevlânâ Ebû Abdullah’ı ziyâret etti. İlim öğrenmek ve talebe olmak arzusunu bildirince, kendisini Mısır âlimlerinin en üstünlerinden Mübârek Şah’a gönderdiler.

Seyyid Şerîf Cürcânî’nin yolu Anadolu’ya uğradığında zamânın büyük âlimlerinden Muhammed Aksarâyî hazretlerini ziyâret etmek istedi. Aksaray yakınlarına geldiğinde onun vefât haberini aldı. Lâkin talebeleriyle tanışıp sohbet etti. Sonra da Aksarâyî hazretlerinin en meşhûr talebesi olan Şemseddîn Muhammed Fenârî (Molla Fenârî) ile de tanışıp, birlikte Mısır’a gittiler.

Mısır’a varınca, Mübârek Şah’ın medresesini arayıp buldu. Mübârek Şah’a hâlini ve maksadını anlatıp, hocasının gönderdiği mektubu verdi. Mübârek Şâh, hürmetle ayağa kalkarak, mektubu alıp öptü. Sonra; "Seni okuturum. Fakat sâdece dinlemekle iktifâ edeceksin. Derste soru sormana ve konuşmana müsâade yok" dedi. Seyyid Şerîf Cürcânî buna râzı oldu. Bu sırada Mübârek Şah, Mısır’ın ileri gelenlerinden birinin çocuğuna Şerhu Metâlî’yi okutuyordu. Böylece o da derse katılıp, dinlemeye başladı. Mevlânâ Mübârek Şah, bu kitabı gâyet iyi ve üstün bir mahâretle okuyor, ağır mevzûları açıyor, mevzûları derinlemesine îzâh ediyor ve talebeye öğretiyordu.

Derslere bu şekilde devâm eden Seyyid Şerîf Cürcânî, geceleri kendisine ayrılan medrese odasında derslerine çalışıyor, çok az uyuyordu. Mübârek Şah, geceleri medresede dolaşarak, talebelerinin durumunu teftiş ediyordu. Bir gece medresenin avlusunda dolaşırken, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin odasından gelen sese kulak verdi. Okudukları Şerhu Metâlî kitabı üzerinde; "Şerhte şöyle yazılı, hoca böyle söylüyor, ben de şöyle diyorum." diyerek, meselenin incelemesini yapıyordu. Hocası Mübârek Şah bunları işitince, çok sevindi ve son derece memnun oldu. Şâhid olduğu bu hâdiseden sonra, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin artık bundan sonra derste konuşmasına ve soru sormasına müsâade etti. Bu husûsa Seyyid Şerîf Cürcânî çok memnun oldu. Derslere şevkle devâm edip, okuduğu Metâlî Şerhi'ne, genç yaşında mükemmel bir hâşiye, açıklama yazdı.

Seyyid Şerîf Cürcânî, Mısır’da Mübârek Şah’dan Metâlî Şerhi'nin yanısıra, aklî ilimleri de öğrendi. Ayrıca o sırada Mısır’da bulunan devrin meşhûr âlimlerinden naklî ilimleri okudu. O zamânın en meşhûr âlimi olan Ekmelüddîn Bâbertî’den de din ilimlerini öğrendi. Seyyid Şerîf Cürcânî, bu şekilde Kâhire’de dört sene kaldı.

Seyyid Şerîf Cürcânî, ilim tahsîlini tamamladıktan sonra memleketine döndü. Hükümdar Celâleddîn Şah Şücâ bin Muzaffer, onu Şîrâz’da bir medreseye müderris tâyin etti. Sonra hükümdâr Şah Şücâ ile yakından tanışıp, çok hürmet ve ikrâm gördü. Şah Şücâ ile tanışması şöyle nakledilmiştir: "Şah Şücâ ordusuyla Esterâbâd’daki Kasr-ı Zerd’e gelip, bir müddet orada kalmıştı. Bu sırada Seyyid Şerîf Cürcânî, kendi eserini hükümdâra takdim etmek üzere bir asker elbisesi giyip, hazırlandı. Şah Şücâ ile iyi görüşen ve zamânın en meşhûr âlimi olan Sâdüddîn-i Teftâzânî'nin yanına giderek; "Ben garib bir kimseyim. Ok atmakta mehâretliyim. Sultan ile görüşmemi sağlamanızı ricâ ediyorum." dedi. Bunun üzerine Sâdüddîn-i Teftâzânî onu yanına alıp, sultânın otağına götürdü. Kapıda beklemesini söyleyip, içeri girdi. Onun hâlini sultâna anlattı. Sultan, Seyyid Şerîf Cürcânî’yi huzûruna çağırdı. "Ok atmakdaki mehâretini göster bakalım" dedi. Sultan böyle söyleyince, Seyyid Şerîf Cürcânî koynundan yazdığı kitabı çıkararak; "Benim oklarım ve mehâretim budur." diyerek, eserini sultâna verdi. Aynı zamanda ilim ehli olan Sultan Şah Şücâ, eseri alıp inceledi. Onun ilimde yüksek derecede bir âlim olduğunu görerek, çok tâzim ve hürmet gösterdi. Çok mikdarda para verip, elbise ve binek hayvanı hediye etti. Sultan Şah Şücâ, Kasr-ı Zerd’den Şîrâz’a dönerken, Seyyid Şerîf Cürcânî’yi de yanında götürdü. Onu Şîrâz’da yeni yaptırdığı Dâr-uş-şifâ Medresesine müderris tâyin etti. Seyyid Şerîf Cürcânî, bu medresede on sene müderrislik yaptı. Bir taraftan da kıymetli eserlerini yazdı. Zamânının en meşhûr âlimi olarak tanınıp sevildi.

Tîmûr Hân, 1387 târihinde Şîrâz’ı fethedince, Seyyid Şerîf Cürcânî’ye çok hürmet gösterdi. Kapısına bir ok astırmak sûretiyle, emân alâmeti koydu. Onun evine sığınanlara da emân verdi. Tîmûr Hân’ın bir vezîri, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin fazîletli büyük bir âlim olduğunu Tîmûr Hân’a anlatmıştı. Tîmûr Hân onunla karşılaşınca, kendisine bahsedilenden daha üstün bir âlim olduğunu görerek, hürmeti ve sevgisi arttı. İlminden istifâde etmek için, onu Semerkand’a dâvet etti. Bu dâvet üzerine Semerkand’a gitti. Tîmûr Hân, fethettiği; İran, Irak, Sûriye ve Anadolu gibi İslâm bölgelerinde bulunan zamânın seçkin âlimlerini Semerkand’a topladı. Başta Teftâzânî ve Seyyid Şerîf Cürcânî olmak üzere, çok değerli âlimler orada bulundu.

Tîmûr Hânın âlimlere büyük sevgisi olduğundan, Sa’düddîn-i Teftâzânî ile Seyyid Şerîf Cürcânî’ye huzûrunda ilmî münâzaralar yaptırırdı. Tîmûr Hân, Seyyid Şerîf Cürcânî’yi daha çok sevdiği için, münâzaralardan sonra; "Kabûl edelim ki, ikisi de din ve mârifet bilgilerinde aynıdır. O zaman Seyyid’in nesebi üstündür. Çünkü Resûlullah’ın soyundandır." derdi. Seyyid Şerîf Cürcânî, on sekiz sene Semerkand’da kalıp, Tîmûr Hân’dan çok büyük alâka ve hürmet gördü. Semerkand’da kaldığı müddet içinde, medreselerde ders verip, yüzlerce kıymetli âlim yetiştirdi. Ayrıca çok değerli eserler yazdı. Tîmûr Hânın vefâtından sonra, Semerkand ve Mâverâünnehr’de çıkan karışıklıklar sebebiyle, Semerkand’dan ayrılıp, Şîrâz’a döndü. Vefâtına kadar Cürcân’da kalıp, ders vermek ve eserlerini yazmakla meşgûl oldu. Burada da, vefâtına kadar pekçok âlim yetiştirdi ve kıymetli eserler yazdı.

Seyyid Şerîf Cürcânî, evliyâlık yolu bilgileri adı verilen tasavvuf ilmini, evliyânın büyüklerinden olan Alâüddîn-i Attâr hazretlerinden öğrendi. Semerkand’da Tîmûr Hân’ın medresesinde ders verdiği sırada, Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetine devâm ederek, tasavvuf ilmini öğrenmeye başladı. Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetlerinde bulunmak için, soğuk, şiddetli kış günlerinde dahî, seher vaktinde kalkıp onun medresesine gider, kapıda bekler, müsâade edilince içeri girerdi. Ona büyük bir sevgi ve derin bir muhabbetle bağlı idi. Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin teveccühleri ile kısa zamanda kemâle gelip, olgunlaştı. Tasavvuf hâllerinde daha da ilerlemek için, hocasından bir sohbet arkadaşı istedi. Alâüddîn-i Attâr da onu, en başta gelen talebelerinden olan Nizâmüddîn Hâmûş’a gönderdi. Bu zâtın sohbetlerinden de çok istifâde etti.

Bir gün Nizâmüddîn Hâmûş'un huzûrunda iken, tasavvufta murâkabe denilen hâle dalıp, kendinden geçmişti. Bu hâlde iken, Seyyid Şerîf Cürcânî’nin başından sarığı düşmüş, Nizâmüddîn Hâmûş kalkıp sarığını alarak başına koymuş, hâlini sormuştu. Bunun üzerine Seyyid Şerîf Cürcânî; "Çok zamandan beri levh-i müdrikemin (hâfızamın) nukûş-i ilmiyeden (ilimden) pak ve temiz olmasını istiyordum. Allahü teâlâya hamdolsun buna sohbetiniz bereketiyle kavuştum. Az zamanda mâlûmât endişesinden halâs olup, murâdım hâsıl oldu. Onun lezzet ve zevkinin galebesinden kendimden geçtim ve benden böyle bir hâl sâdır oldu." demiştir.

Seyyid Şerîf Cürcânî, ilimdeki çok yüksek derecesine rağmen, asıl kemâlâta, Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetinde bulunduktan sonra, ondan feyz alarak kavuşmuştur. Bu hâlini bizzat kendisi şöyle anlatır; "Hocam Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetine kavuşunca, Rabbimi tanıyabildim."

Seyyid Şerîf Cürcânî, talebelerine verdiği dersleriyle ve yazdığı eserleriyle, Selef-i sâlihînin yâni Eshâb-ı kirâm ve onları gören tâbiînin yolunu ihyâ etti. Selef-i sâlihîne halef-i sâdıkîn oldu. Hem yaşadığı asırda, hem de sonraki asırlarda eserlerine mürâcaat edilen bir âlimdir. Sonraki asırlarda yetişen âlimler, onun talebelerinden ilim almakla iftihâr etmişlerdir.

Talebelerinin en meşhûrları şunlardır: Başta kendi oğlu Nûreddîn Muhammed gelmektedir. Diğer bir talebesi de, din ve fen ilimlerinde âlim olan meşhûr Osmanlı âlimi Mûsâ Paşa Kâdızâde Rûmî’dir. Fethullah Şirvânî; Kastamonu medreselerinde müderrislik yapmıştır. Seyyid Ali Acemî; bu zât da meşhûr talebelerindendir. Aslen İranlı olup, ilim tahsîlini tamamladıktan sonra Anadolu’ya gelmiş, Bursa’daki Yıldırım Hân Medresesinde müderrislik yapmıştır. Fahreddîn Acemî; bu talebesi de, sonradan Anadolu’ya gelip, meşhûr Osmanlı âlimi Molla Fenârî’ye muîdlik, ders vekilliği yaptı. Ayrıca çeşitli medreselerde ders verdi. Sultan Murâd devrinde de Şeyhülislâm oldu. Hâce Alâeddîn Ali es-Semerkandî; bu talebesi de, ilimde yetiştikten sonra; Semerkand, Türkistan ve Hirat’ta müderrislik yaptı. Sonra Anadolu’ya gelip, Lârende adı ile anılan Karaman’a yerleşti.

Seyyid Şerîf Cürcânî’nin talebelerinden Afîfüddîn el-Cerhî, onun hakkında şöyle demiştir: "Asrının bir tânesi, âlimlerin sultânı, müfessirlerin iftihârı, ahlâk ve fazîletin nümûnesi, çok mütevâzî ve fakirlerin hâmisi idi."

Yine talebelerinin meşhûrlarından Kâdı-zâde Rûmî ve o devrin meşhûr âlimlerinden Gıyâseddîn Cemşîd, Uluğ Bey, Muînüddîn-i Kâşî ve Alâüddîn-i Tûsî gibi âlimler, Seyyid Şerîf Cürcânî’ye, insanların üstâdı mânâsına gelen "Üstâd-ül-beşer vel-akl-ül-hâdî aşer" ünvânını vermişlerdir. Yine âlimler arasında, ilimdeki üstünlüğünü ve îtimâd edilen bir âlim olması sebebiyle "Es-Seyyid-üs-Sened" ünvânıyla tanınmıştır.

Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri buyurdu ki:

"Evliyânın sûretleri, öldükten sonra da talebesine gözüküp feyz verirler. Fakat, bunları görebilmek ve rûhlarından feyz alabilmek kolay değildir. Ehl-i sünnet îtikâdında olmak, İslâmiyet’e uymak ve onları sevmek, saygılı olmak lâzımdır."

"Aklı olan, iyi düşünen bir kimse için, astronomi ilmi, Allahü teâlânın varlığını anlamağa çok yardım eder."

Âlim ve velî bir zât olan Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleri yazdığı eserleriyle insanlara hak yolun bilgilerini öğretti. Eserlerinin sayısı yüzden fazla olup, bâzıları şunlardır: 1) Tercümân-ül-Kur’ân, 2) Mişkât-ül-Mesâbîh Hâşiyesi, 3) Muhtasar-ül-Câmi, 4) Telvîh Hâşiyesi, 5) Şerh-us-Sirâciyye, 6) Hidâye Hâşiyesi, 7) Hâşiye alâ Şerh-it-Tecrîd, 8) Şerh-ul-Mevâkıf vb.

 

KAYNAKLAR

 

1) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.7, s.216

2) Bugyet-ül-Vuâd; c.2, s.196

3) Ed-Dav-ül-Lâmi’; c.5, s.328

4) Fevâid-ül-Behiyye; s.125

5) Miftâh-üs-Se’âde; c.1, s.167

6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49 Baskı) s.1143

7) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.728

8) Şakâyik-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.41

9) Keşf-üz-Zünûn; s.12, 41, 139, 193

10) Kâmûs-ul-A’lâm; c.4, s.2857

11) Rehber Ansiklopedisi; c.15, s.186

12) Reşehât; s.160

13) Hadâik-ül-Verdiyye; s.149

14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.33

Share this post


Link to post
Share on other sites

AHMED BERKÎ

 

Afganistan'da yetişen velîlerden. Berk kasabasından olduğu için Berkî nisbetiyle tanındı. Doğum târihi bilinmemektedir. Evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin, önde gelen talebelerindendir. Halîfesi, vekîli olmakla şereflenmiştir. Zamanının büyük evliyâsındandı. 1617 (H.1026) senesinde memleketinde vefât etti.

Ahmed Berkî, aslında âile olarak Kabil ile Kandehâr arasında bulunan Vâd kasabasındandır. Babası, buradan Berk'e hicret edip Kankrit beldesine yerleşti. Ahmed Berkî burada yetişti ve tefsîr, hadîs, fıkıh gibi yüksek din bilgilerini ve zamânın fen ilimlerini öğrenerek büyük bir âlim oldu.

Ahmed Berkî ilim öğretmekle meşgûlken tanıdıklarından ve hemşehrilerinden bir tüccar Hindistan'a gitmiş evliyânın en büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetlerini dinlemişti. Dönüşünde de İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin insanları hak yola sevk eden kıymetli mektuplarından getirmişti. Ahmed Berkî bununla görüşünce Hindistan'ın büyük âlim ve evliyâlarını sordu. O da İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh etti ve; "Sözlerinden bir kısmını yanımda getirdim." dedi. Ahmed Berkî büyük bir merakla mektupları alıp zevkle okudu. Bu sözleri söyleyenin dirâyet ve üstünlüğünü anlayıp hemen Hindistan'a gitti.

Ahmed Berkî, İmâm-ı Rabânî hazretlerine kavuşunca, talebesi olmakla şereflenmek istediğini, bunu kabûl buyurmasını istirhâm etti. Hazret-i İmâm onun kalbinin tercümanı olan bu isteklerini kabûl etti. Ona husûsî teveccühlerde bulunarak kalbinden Allahü teâlâdan başka her şeyi, dünyâ sevgisini, günah lekelerini temizleyip; ilim ve hikmetle, mânevî ilim, iyilik, bereket ve faydalarla doldurup, yüksek derecelere kavuşturarak evliyâlıkta yüksek mertebelere çıkardı. Mevlânâ Ahmed Berkî de, hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek huzur ve hizmetlerinde, ihlâsla edeb üzere, hizmet etti.

Edebleri gözetmesi, yaptığı hizmetlerin kabûlü sebebi ile, hazret-i İmâm'ın husûsî tasarruf ve inâyetlerine, kavuştu. Huzurlarında kaldığı bir hafta içinde kemâl ve evliyâlık derecelerine ulaştı. Tasavvufu, mânevî ilimleri anlatmak üzere hocasından icâzet, diploma alınca memleketine dönmesine izin verildi. Emre uyarak, irşâd, insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu.

Ahmed Berkî hazretleri dönüşünden sonra zaman zaman hocasına kendi ile yetiştirdiği talebelerinin hâllerini yazarak nasîhatlarını istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de bu çok sevdiği talebesine kıymetli mektuplar göndererek istediklerini yerine getirdi. Bir mektubu şöyledir:

Allahü teâlâya hamd ve Resûlullah'a salât ve selâm ederim. Size de iyi duâlar eylerim. Şeyh Hasan ve arkadaşları iki mektubunuzu getirdi. Bizleri çok sevindirdi. Bir sayfasında Hâce Uveys'in halleri yazılıydı. İkinci sayfasında, kabûl edilip edilmediğinizi soruyorsunuz. Bunu okuyunca, sizin hâlinizi araştırdım. Oradaki insanların size doğru koştukları ve size sığındıkları göründü. Sizi, oradaki insanların saâdete kavuşmaları için vâsıta yaptıkları ve o yerleri size bağladıkları anlaşıldı. Bunun için, Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun! Bu görüşümüzü, rüyâ, hülyâ, sanmayınız! Rüyâ ve hülyâ şüpheli olur. İkisine de güvenilmez. Bizim yazdıklarımızı gözle görülür, elle tutulur gibi sağlam biliniz! Sizin bu nîmete kavuşmanız, İslâmiyet bilgilerini öğretmekle ve fıkıh hükümlerini yaymakla olmuştur. Oralara cehâlet yerleşmiş ve bid'atler yayılmıştı. Allahü teâlâ, sevdiklerinin sevgisini size ihsân etti. İslâmiyeti yaymaya sizi vesîle kıldı. Öyle ise, din bilgilerini öğretmeye ve fıkıh ahkâmını yaymaya, elinizden geldiği kadar çalışınız. Bu ikisi bütün saâdetlerin başı, yükselmenin vâsıtası ve kurtuluşun sebebidir. Çok uğraşınız! Din adamı olarak ortaya çıkınız!Oradakilere emr-i mârûf ve nehy-i münker yaparak, doğru yolu gösteriniz! Allahü teâlâ, Müzzemmil sûresinin 19. âyetinde meâlen; "Rabbinin rızasına kavuşmak isteyen için, bu elbette bir nasîhattir." buyurdu.

Kalp ile zikr yapmak için size izin verilmişti. Buna çalışmanız da, ahkâm-ı şer'iyyeye yapışmanız ve nefs-i emmârenin azgınlığını gidermeniz için yardımcı olur. Bu vazîfenizi de, elden bırakmayınız. Kendi hâllerinizi ve sevdiklerinizi ve sevdiklerinizin hâllerini bilmediğiniz için üzülmeyiniz. Hâlleri bilmemek, hiçbir şey ele geçirmemek olacağını sanmayınız! Sevdiklerinizin hâlleri, sizin yüksekliğinizin aynalarıdır. Sizin hâlleriniz onlara ışık salmakta ve görünmektedir. (Gece karanlıkta taşların aydınlanması, ışık kaynağı sâyesinde olur. Işık kaynağı olmazsa, taşlarda hiçbir şey görülmez.)

Şeyh Hasan, sizi durduran direklerden biridir. Sizin kıymetli yardımcınızdır. Eğer Mâverâünnehr veya Hindistan'a gitmek isterseniz orada yerinizi tutacak Şeyh Hasan'dır. Ona elinizden gelen yardımı yapınız. Onu gözetiniz! Onun, zarûrî olan din bilgilerini, bir an önce öğrenip bitirmesi için, çok uğraşınız! Onun da Hindistan'a gelmesi, hem onun için, hem de sizin için çok faydalı olur. Allahü teâlâ bizi ve sizi millet-i İslâmın doğru yolunda bulundursun, "alâ sâhibihisselâtü vesselâm".

Ahmed Berkî hazretleri ömrünü insanlara hizmetle, hak yolu göstermekle geçirdi. Hocasının maddî mânevî yardımlarına kavuştu. Bir defâsında memleketi civârındaki hindular isyân etmiş etrâfa zarar vermeye başlamışlar, bilhassa kendisini ve talebelerini hedef almışlardı. Başlarındaki Ahdad çok zulüm ediyordu. Bu duruma çok sıkılan Ahmed Berkî hocasına, yardım dileyen bir mektup yazdı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri de bu çok sevdiği talebesine:

"Sizin memleketiniz, onun şer ve zararından mahfûz kalacaktır. Hiç üzülmeyiniz." diye yazdılar. Gerçekten öyle oldu. Bulundukları yerin etrafındaki köyler ve kasabalar yağma ve talan edildikleri hâlde, onların olduğu yere bir zarar olmadı.

Bir defâsında İmâm-ı Rabbânî hazretleri Yûsuf-i Berkî'ye gönderdikleri bir mektupta Ahmed Berkî hakkında şöyle yazmışlardır:

"Onun o memlekette bulunması, büyük bir nîmettir. Sizin kavuştuğunuzu haber verdiğiniz hâle, Mevlânâ Ahmed Berkî çoktan kavuşmuştur. Bilsin veya bilmesin bu böyledir. Bu fakire göre, o memleketin medarı, kutbu Mevlânâ'dır. Orada bulunanların bunu nasıl anlayamadıklarına hayret ediyorum. Bu fakirin bildiğine göre, Mevlânâ'nın büyüklüğü, güneş gibi meydandadır."

Ahmed Berkî hocasının nasihatları doğrultusunda hizmet edip insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına çalıştı. Çok talebe yetiştirdi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri gönderdikleri son mektubunda; "Eğer sefere çıkacak olursanız Şeyh Hasan'ı yerinize vekil bırakırsınız." buyurmuştu. Mektubun gelişinden birkaç gün sonra Ahmed Berkî vefât etti. Vefâtı İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bildirildi. Ahmed Berkî'nin rûhuna Fâtiha okudular. Vefât haberini getiren Osman Ekberâbâd gayr-i ihtiyârî ağladı. Üzüntüsünün çokluğundan yere yıkıldı. Oradaki insanlar engel olmaya çalıştılar. İmâm-ı Rabbânî; "Ona mâni olmayın, göklerdekiler ve yerdekiler Ahmed Berkî'nin vefâtına ağlıyorlar. Kardeşi ağlasa ne olur, niye men edilsin." buyurdular. Bâzı eshâb, bu sözden hayret ettiler. İmâm-ı Rabbânî buyurdu ki: "Ahmed Berkî, insanların kendisini tanımadığı ve kendinin de kendini bilmediği evliyâdan idi."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ahmed Berkî'nin vefâtı üzerine, oğullarına yazdıkları mektupta şöyle buyurdular:

"Mevlânâ'nın bu zamanda, mübârek varlığı müslümanlar için, Allahü teâlânın nîmetlerinden bir nîmet, rahmetlerinden bir rahmetti. Yâ Rabbî, bizi onun ecrinden mahrûm eyleme."

 

KAYNAKLAR

1) Hadarât-ül-Kuds; s.351

2) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî; s.336

3) Zübdet-ül-Makâmât; s.368

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

RADIYÜDDÎN EL-GAZNEVÎ (Ali bin Saîd)

 

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ali bin Saîd bin Radıyyüddîn Abdülcelîl el-Lâlâ el-Gaznevî'dir. Evliyâdan Şeyh Saîd ve Şeyh Ali'nin babası, Hâkim Senâyî'nin amcasının oğludur. 1227 (H.624) senesinde vefât etti.

Ali bin Saîd el-Gaznevî hazretleri, Yûsuf-i Hemedânî, Ahmed-i Yekdest ve Necmeddîn-i Kübrâ gibi devrin meşhûr ve büyük velîleriyle görüşüp, onlardan ilim öğrendi. Onların sohbetlerinde bulunmanın bereketiyle, evliyâlık yolunda üstün derecelere, yüksek makamlara kavuştu. Kendisinden ise, birçok kimse istifâde etti.

Necmeddîn-i Kübrâ hazretleri bir zaman hadîs-i şerîf tahsîli için Hemedan'a gelmişti. Ali binSaîd hazretlerinin bulunduğu köy, Hemedan'a çok yakındı. Necmeddîn-i Kübrâ'nın Hemedan'a geldiği gece, Ali bin Saîd bir rüyâ gördü. Rüyâsında semâya kadar bir merdiven kurulmuş, başında bir şahıs oturmuştu. İnsanlar birer birer onun önüne varıyorlar, o şahıs onların elinden tutup semânın kapısına iletiyordu. Orada da yine bir şahıs duruyordu ve birinci şahsın getirdiklerini teslim alıyor ve semânın kapısından içeri iletiyordu. Aynı şekilde, o şahıslar rüyâyı görenAli bin Saîd'i de semâdan içeri ilettiler. Rüyânın bundan sonrasını Ali bin Saîd şöyle anlatıyor: "Beni semâdan içeri koydukları zaman, orada Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerini gördüm. Hemen koşup eline sarıldım. Elimi başka birinin eline verdi. O kimsenin elinden tutup, ikimizi yukarı çıkardı. Tâ Arş'a kadar ulaştırdı. Arş'a vardığımızda, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin sûretini gördüm. Arş üzerinde oturuyordu. Ben; "Necmeddîn-i Kübrâ hangisidir? Merdivenin yanında bulunan mıdır? Semâ kapısına gelenleri içeriye alan mıdır? Semâ kapısından içeri girince gördüğüm müdür? Bizi Arş'a kadar yükselten midir? Yoksa Arş üzerinde oturuyor gördüğüm zât mıdır? Hepsini ona benzettim." dedim. Bunun üzerine; "Oralarda gördüğün, onun kalıbının sûretleri, benzerleri idi. Burada Arş üzerinde oturuyor gördüğün de asıl kendisidir" dediler. Ali bin Saîd bu rüyâyı anlatırken babası da oradaydı. Sözünü bitirdikten sonra ona; "Şimdi sen, o yüksek zâtı görsen, bilir ve tanır mısın?" dedi. O da; "Evet, bilir ve tanırım" dedi. Bunun üzerine babası dedi ki: "O hâlde senin işin onu aramak, onu bulunca da kendisine teslim olmak, sohbetlerinden, feyz ve bereketlerinden istifâde etmek olsun. Öyle anlıyorum ki, senin yetişmen o zâtın elinde olacak" dedi. Ali bin Saîd; "Peki" deyip, bu zâtı bulmak, sohbeti ile şereflenebilmek için memleket memleket dolaşmaya başladı. Bir zaman yolu, Türkistan'da Hâce Ahmed-i Yesevî hazretlerinin dergâhına düştü. Orada Hâce hazretlerinin sohbetlerine devâm ederken, bir taraftan da Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerini nerede bulabileceğini düşünüyor, bir haber alabilmek ümidiyle yaşıyordu. Bir gün Harezm'den bir kimse Ahmed-i Yesevî hazretlerinin yanına geldi.Hâce Ahmed hazretleri o kimseye; "Harezm'de insanlarla meşgûl olan, onları yetiştirmek için gayret eden bir derviş var mıdır?" diye sordu. O gelen kimse; "Evet daha genç sayılabilecek yaşta bir zât, insanları irşâd etmekle, onlara hakîkî kurtuluş yolunu anlatmakla meşgûl oluyor" dedi. Hâce hazretleri "Adı nedir?" diye sordu. "Necmeddîn-i Kübrâ'dır" dedi. O sırada içeride bulunan Ali bin Saîd, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin ismini duyunca derhal dışarı çıktı. Harezm'e gitmek için Hâce Ahmed Yesevî hazretlerinden izin istedi. Mevsimin kış olduğunu, yolculuğun meşakkatli olabileceğini, eğer isterse, kış mevsimi geçtikten sonra gidebileceğini söyledi ise de, Ali bin Saîd o zamana kadar tahammül edemiyeceğini, müsâade edilirse hemen gitmek istediğini, yol meşakkatine seve seve katlanacağını arzetti. Nihâyet izin verilip hazırlıklara başladı ve yola çıktı. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Harezm'e Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin hânekâhına ulaştı. Uzun zaman orada, Necmeddîn-iKübrâ'nın sohbet ve hizmetinde bulundu. O büyük zâtın sohbeti ve bereketi ile, nice yüksek derecelere, mânevî makamlara kavuştu.

Radıyüddîn Ali bin Saîd hazretleri, ilim öğrenmek için çok uzun seyahatler, yolculuklar yapıp, birçok âlimden ilim öğrendi. Rivâyet edilir ki, bu zât, 124 ayrı âlimden ilim öğrenip tarîkat hırkası giydi ve hepsinden ayrı ayrı icâzet, diploma aldı. Kendisi de binbir mihnet ve meşakkatlere katlanarak, büyük bir aşk ile öğrendiği bu ilmi, ilim âşıklarına, talebelere öğretti. Birçok kimse ondan istifâde etti.

İlim ve edeb öğrendiği hocalarına, onların Resûlullah efendimize kadar olan silsilelerine ve Resûlullah efendimize bağlılık ve muhabbeti fevkalâde idi. Bu muhabbetin mükâfâtı olarak, Resûlullah efendimizin kullandıkları mübârek taraklarından bir tânesi ona ulaştı. Rivâyet edildiğine göre bu tarak, Ali bin Saîd hazretlerine ulaştırılmak üzere, Resûlullah efendimiz tarafından Eshâb-ı kirâmdan (r.anhüm) birine emânet edilip, tarağın verileceği Ali bin Saîd'in vasıfları da bildirilmişti. Bu emânet elden ele nihâyet Ali bin Saîd hazretlerine ulaştı. Ali bin Saîd, bu tarağı büyük bir edeb ve hürmet ile bir hırkaya sardı. Bir kâğıda da kendi el yazısıyla; "Bu tarak, Resûlullah efendimizin taraklarından biri olup, bu fakîre (Ali bin Saîd'e) erişmiştir (ulaşmıştır)." cümlesini yazıp tarağın yanına koydu. Rükneddîn Alâüddevle Ahmed bin Muhammed es-Semmânî hazretleri de bu tarak için; "Bu emânet, Radıyyüddîn Şeyh AliLâlâ için idi ve sâhibine ulaştı." diye yazmıştı.

Radıyüddîn Ali bin Saîd hazretlerinin, Peygamber efendimiz için yazdığı rubâî'nin tercümesi şöyledir:

 

Gönül bin cân ile sana tutulur.

Can da bin gönülle sana müşterî,

 

Tâlibin ne uyur, ne rahat bulur.

Tek arzu ettiği kavuşmak olur.

KAYNAKLAR

 

1) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.492

2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.224

Share this post


Link to post
Share on other sites

EBÜ'L-FADL AHMEDÎ

 

Evliyânın önde gelenlerinden.İsmi Ahmed, künyesi Ebü'l-Fadl'dır. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1535 (H.942) senesi Bedir'de vefât etti ve oraya defnedildi.

Ebü'l-Fadl Ahmed, hak âşığı bir zât olarak yetişti. Evliyânın büyüklerinden, Aliyyül Havas hazretlerinin sohbetlerinde mânevî hallere ve evliyâlık makamlarına kavuştu. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretlerinin hak yoldaki dostu, sohbet arkadaşı ve sırdaşı idi. Sözleri, halleri, kerâmetleri her tarafa yayıldı. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri kendisini çok sever, sohbetlerinde bulunur, hürmet ve hizmet ederdi.Kendisine ona hizmet etmesinin sebebi soruldukta; "Seher vakitlerinde gizliden bâzı sesler işitirdim. O seslerde; "Sen şimdiye kadar Ebü'l-Fadl gibi biri ile sohbet etmedin. Bundan sonra da onun gibisini bulamazsın." deniyordu." buyurdu. Kendisine kaç yıl hizmet ettiği ve sohbetinde bulunduğu soruldukta da; "On beş yıl." buyurdu.

Ebü'l-Fadl Ahmed hazretleri çok az yerdi.Yaz olsun, kış olsun günde on nefes alacak kadar bir uykusu olurdu. Giydiği şeyler eski fakat temizdi. Başkalarından önce davranıp hizmete koşardı. Birlikte gittiği bir cemâatin bir kısım eşyâlarını taşımakta ısrar etmiş ve taşımıştı. Allahü teâlânın evi olan mescidlere çok hürmet ederdi.

Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri anlatır: "Onun kadar insanlar arasında mescidlere tâzim ve hürmet eden birini görmedim. O katiyyen tek başına girmez, mescidin kapısında bekler, biri girerse peşinden girerdi. Sebebini soranlara; "Bizim gibilere ancak müslümanların peşinden girmek yaraşır. Mescid âdâbını yerine getirememekten korkarız." derdi."

Sohbet arkadaşı Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri anlatır: "Bir gün Ebü'l-Fadl'ın yanında bir dervişi övdüm. Bana; "Beni onunla buluştur. Görmek isterim." buyurdu. Birlikte gittik. Dervişi bulduk. Derviş Ebü'l-Fadl'ı görünce, korkudan çeşitli hallere girdi. Neredeyse aklı başından gidecekti. O zaman Ebü'l-Fadl hazretleri; "Bu ne bulursa yer. Verâ, haram ve şüphelilerden kaçma hâli yoktur." buyurdu. Sonra meâlen; "Fâiz yiyen kimseler (kabirlerinden) şeytan çarpmış kimseler gibi çarpılmış olarak kalkarlar." (Bekara sûresi: 275) âyet-i kerîmesini okudu."

Ebü'l-Fadl Ahmedî hazretlerinin hikmetli sözleri çoktur. Devamlı müslümanlara hüsn-i zan etmenin önemini anlatırdı. Bu hususta; "Müslüman idârecilere iyi zanda bulunmalı. Şâyet onlar zulüm ederlerse, Allahü teâlâ âhirette hiç kimseye; "Neden kullara iyi zanda bulundun?" diye sormaz." buyurdu.

Mahluklara kötü söz sarfetmekten sakındırırdı. Bu hususta; "Allahü teâlânın yarattıklarından hiç kimseye sövmeyin. Şâyet kötü söz sarfederseniz bir bakıma kendinizi üstün tutmuş olursunuz. Sonra da sonunuzun ne olacağını bilemezsiniz." buyurdu.

Yine bir gün sohbet ederken; "Allahü teâlânın kulları olunuz. Nefsinizin, altınlarınızın, paralarınızın kulu olmaktan sakının. Sizler nefisleriniz için değil, ancak Allahü teâlâ için yaratıldınız. O halde O'ndan kaçmayın." buyurdu.

İyi işleri yapmaya teşvik ederdi. Çok söylediği şeylerden birisi de; "İlim sâhipleri ile konuşurken dilinize sâhib olunuz. Evliyâ ile konuşurken de kalbinizi koruyunuz. Zîrâ bunlar Allahü teâlâya yakın olmakla şereflenmişlerdir. Bunların huzûruna ancak edeple gidiniz. Çünkü onların kalpleri, Allahü teâlânın zikriyle meşguldür. Nefisleri ibâdeti istemekte, akılları da bildiğiniz akıl gibi değildir. Bunun için edebinize dikkat ediniz. En ufak bir saygısızlığınıza kırılabilirler. Allahü teâlâ da onların istediğini sizde yerine getirir." buyurdu.

Kendisine Allahü teâlâya nasıl duâ edelim diye soruldu. O zaman; "Allahü teâlâdan dâimâ af ve âfiyet isteyiniz." diye cevap verdi.

Kalp ve gönül temizliğinden anlatırdı. Bu hususta; "İçinizi hırs, kin, hased gibi kötü huylardan temizleyiniz. Bunlardan biri varken kimse size yakın olmaz. Böyle olunca Allahü teâlânın sevgisi kalbinizde meydana gelmez." derdi.

Yenilen içilen şeylerin helalden olmasına çok dikkat ederdi. Bu sebeple sohbetlerinde; "Gücünüz yettiği kadar, yiyip içtiklerinizin helal ve temiz olmasına dikkat ediniz. Çünkü bu, din binâsının ayakta kalmasını sağlayan bir temeldir. Bütün amellerinizin kabûlü buna bağlıdır.

Allahü teâlânın sevgili kulları kendilerine gelen lokmaların nereden geldiğini iyi bilirler."

Bir gün Ebü'l-Fadl hazretlerine Kur'ân-ı kerîmde; "Zulmedenlere meyletmeyin. Size ateş dokunur (Cehennem'de yanarsınız)." (Hûd sûresi: 113) meâlindeki âyet-i kerîme okundu ve; "Buradaki meyletmeye, nefse meyletme de girer mi?" diye soruldu. O; "Evet, zulüm de nefsin sıfatlarındandır." buyurdu.

Ebü'l-Fadl Ahmedî bir gün Cennet'ten anlattı; "Cennet bâzı kimselere iştiyâk duyar, arzu eder. Tıpkı onların Cennet'i arzu ettikleri gibi. Bunlar îmân sâhibi sâlih kimselerdir. Bir kısım insanlar daha vardır ki Cennet onları arzu etmez ama onlar Cennet'i isterler. Bunlar ise âsî günahkâr müminlerdir. Bir başka grup insan daha vardır ki, Cennet bunları arzu eder. Ama bunların arzuları Cennet değildir. İşte bunlar hal sâhibi velîlerdir. Bunların dışında bir takım insanlar vardır ki, Cennet bunları kesinlikle istemez, onlar da Cennet'i istemezler. Bunlar da kıyâmet gününü ve sonrasını inkâr eden küfür ehlidir.

Cennet ehli Cennet'te bir şey isteyip, temennî ettiğinde o nîmet hemen verilir." buyurdu.

 

 

 

O GÜN GELMEDİKÇE...

 

Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri anlatır:

"Bâzı geceler beni mânevî haller ve bilgiler kaplardı. Hemen onları yazardım. Ertesi gün Ebü'l-Fadl hazretleri ile görüştüğümüzde onları kendisine okur, arz ederdim. O sırada sarığının içinden bir kağıt çıkarır; "Oku!" derdi. Okuduğumda aynı mânevî bilgiler olduğunu görürdüm. Bir harf bile olsa, aralarında fark yoktu.

Zamânında Emir Muhyiddîn isminde birisi zindana atılmıştı. Bu kişi Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretlerine haber salıp zindandan kurtulması için duâ istedi. Bunun üzerine ona duâ etmeye başladı. Bu hâli kimse bilmiyordu. Yine duâ ettiği bir gece yanına Ebü'l-Fadl Ahmed hazretleri geldi ve; "Kardeşim Abdülvehhâb! Onun zindanda beş ay yedi gün kalması mukadderdir. O gün tamam olmadıkça kimse onu oradan çıkaramaz. Semâya çıkan duâlarını yine sana dönüyor gördüm." buyurdu.

 

KAYNAKLAR

 

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.361

2) Tabakât-ül-Kübrâ

Share this post


Link to post
Share on other sites

MUHAMMED BİN ABDULLAH EL-MÜRŞİDÎ

 

Evliyânın büyüklerinden, fıkıh ve kırâat âlimi. İsmi, Muhammed bin Abdullah bin Ebü’l-Mecd İbrâhim el-Mürşidî olup, künyesi Ebû Abdullah’dır. 1337 (H.738) senesi Ramazân-ı şerîf ayında Münye’de vefât etti. Cenâze namazı çok kalabalık oldu.

Muhammed el-Mürşidî, fıkıh ilmini Ziyâ bin Abdürrahîm’den, kırâat ilmini et-Takî es-Sâig’den öğrendi. Şâfiî mezhebinde olan Muhammed el-Mürşidî, zühd ve takvâ sâhibi idi. Çok kerâmetleri görüldü. Münye’deki Benî Mürşid dergâhına çekilip, orada ibâdetle meşgûl oldu. Ziyâretine gelenlere bizzât hizmet edip, yemek ikrâm ederdi. Gelen az olsun, çok olsun, kimin hatırından hangi yemek geçti ise getirip önlerine koyardı. Dergâhındaki mutfağına kendisinden başka kimse girmezdi. Hizmet ve ikrâmı karşılığında kimseden birşey kabûl etmezdi.

Zehebî onun hakkında; “Muhammed el-Mürşidî, hâller ve kerâmetler sâhibi idi. Misâfirlerine yemek ikrâm eder, canları ne istedi ise hemen getirirdi. Bu hizmeti kendisi yapardı. Kimseden birşey kabûl etmezdi. Îtikâdı sağlam ve çok ibâdet ederdi” demektedir.

El-İmâm el-Münâvî şöyle anlatır: “Muhammed el-Mürşidî, Mısır’daki âlimlerin, velîlerin önderidir. Herkese iyilik eder, yemek yedirirdi. Kimseden birşey kabûl etmezdi. Bir gecede, misâfirleri için yüz dînâr kıymetinde lezzetli yemekler ikrâm etti. Hattâ peşi peşine üç gece, bin dînâr kıymetinde olan yemekler hazırladı. Kendisine nereden ve nasıl geldiği anlaşılmayan ve oralarda hiç olmayan yiyecek ve içeceklerle misâfirlerine ikrâmda bulunurdu. Onun kerâmetine inanmıyanlar, kendisini gördüklerinde, o fikirlerinden vazgeçip talebe oldular. Dergâhta namaz vakti girdiğinde, oraya gelenlerden tanımadığı birine ezân okumasını, diğerine imâm olmasını, başkasına da vâz ve nasîhat etmesini emrederdi. Yakışıklı, yüzü nurlu, heybetli, güzel ahlâk sâhibi idi. Çok Kur’ân-ı kerîm okurdu. Hatırına geleni söyler, en küçük bir yanlış yapmazdı. Îtikâdı düzgün olup, herkes tarafından hürmet ve saygı görürdü. Kendisinin söz ve hâlleri bir başkasında görülmedi.”

Hatîb Muhammed bin Merzûk et-Tilmsânî şöyle anlatır: “Babamın hocalarından birisi de, Muhammed el-Mürşidî idi. Bir yolculuğumuzda, on dokuz yaşında iken babam beni onun dergâhına götürdü. Cumâ günü idi. Pekçok âlim, fakîh, hatîb orada toplanmıştı. Namaz vakti yaklaşınca, âlimler birbirine bakıp kim öne geçecek diye bekleştiler. O esnâda Muhammed el-Mürşidî, kaldığı odadan çıkıp, sağa ve sola baktı. Babamın arkasında olduğum hâlde, nazarı bana erişti ve; “Ey Muhammed yaklaş!” buyurdu. Beni alıp kendi odasına götürdü. Orada, farz, sünnet ve namaz ile ilgili bâzı bilgilerden anlattı. Kalkıp güzel bir abdest aldım. Berâberce mescide çıktık. Bana minberi gösterip; “Ey Muhammed, şimdi minbere çık, insanlara hutbe oku, nasîhat et” buyurdu. Ben heyecanla; “Orada ne söylenir bilmem.” diye arzettiğimde; “Minbere çık.” buyurup, hatîblerin hutbede eline alıp dayandıkları bir kılıç verdi. Müezzin ezânı bitirinceye kadar, ben kılıca dayalı olarak ne söyliyeceğimi düşünmeye başladım. Ezân bitince, ayağa kalkıp Besmele okudum. Arkasından fasîh bir şekilde hutbe okumaya başladım. Daha önce bilmediğim, duymadığım şeyleri söyledim. Vâzımın tesiri ile cemaat büyük bir huşû’ ve dikkat ile bana bakıyorlardı. Nihâyet, hutbemi tamamlayıp mimberden indim. Namazdan sonra Muhammed el-Mürşidî bana yaklaşıp; “Çok güzel bir hutbe okudun. Tebrik ederim. Seni hutbe okumak ile vazifelendirdim” buyurdu. Daha sonra oradan ayrılıp babamla hacca gittik. Babam Mekke’de kalarak, benim geri dönmemi ve Muhammed el-Mürşidî’ye uğrayıp duâsını almamı söyledi. Dönüşte Muhammed el-Mürşidî'nin huzûruna çıktım. O, babamı sordu. Ben de; “Efendim, size selâmı var. Ellerinizden öpüyor.” dedim. Bana; “Yaklaş, şu hurma ağacına dayan, zîrâ Ebû Midyen Abdullah, onun yanında üç sene kaldı.” buyurdu ve sonra özel odasına girdi. Bir müddet sonra dışarı çıktı ve bana oturmamı emretti. “Ey Muhammed! Biz senin babanı severiz. O, bizim kardeşlerimizdendir. Ancak sen. Ancak sen...” buyurdu. Onun bu sözünden, ehl-i dünyâ ile çok görüşüp bu sebeple zararda olduğumu anladım. Sonra bana; “Ey Muhammed! Şu anda babanın hasta olduğu vehmindesin. Hâlbuki baban sıhhat ve âfiyettedir. O şimdi Resûlullah efendimizin mimberi şerîflerinin sağ tarafındadır. Onun sağında Hâlil-ül-Mâlikî, solunda Mekke kadısı Ahmed bulunuyor. Memleketin Tlemsân’da da.” deyip, yere bir dâire çizdi, etrâfında dönüp; “Allahü teâlâ orada, senin yakınlarını, akrabâlarını tehlikeden korudu, himâye etti.” dedikten sonra; “Yavrum, sen hatîblik yap. İleride Garbî Câmiinde hatîblik yapacaksın. O câmi, İskenderiyye'nin en büyük câmisidir.” buyurdu. Daha sonra yanıma, yiyecek, içecek koyup, beni yolcu etti. Daha sonra Tlemsân’da hısım ve akrabâlarımın korunduğu haberini aldım. Muhammed el-Mürşidî, tasarrufu kuvvetli bir zât idi. Onun duâsının bereketiyle, işlerimiz buyurduğu gibi oldu.”

Muhammed el-Mürşidî, birgün etraftaki köylere haber gönderip, dergâha çağırdı. Köylülerin hepsi geldi. O, odasına girip uzun müddet kaldı. Gelenler ne olacağını merakla beklediler. Fakat o, odasından çıkmadı. Nihâyet merakla odasına girildiğinde, vefât etmiş olduğu görüldü. Hâlbuki odasına girerken hiçbir şeyi yoktu. Gelenler cenâzesini yıkayıp namazını kılıp, dergâhına defnettiler.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

İBN-İ BATTÛTA

İbn-i Battûta şöyle anlatır: “İskenderiyye’ye uğradığımda, Muhammed el-Mürşidî’nin ziyâretine gittim. Dergâhına selâm verip girdim. Beni kucakladı. Daha sonra namaz vakti gelince, beni öne geçirip imâm yaptı. Misâfir gelenlerden birini imâm yapmak âdeti imiş. Yatma vakti geldiğinde, bana dergâhın damına çıkıp orada uyumamı tenbih etti. Dama çıkıp orada uyudum. Rüyâmda, kanatlanıp, kıble istikâmetine doğru uçtuğumu gördüm. Bu rüyâ sebebiyle hayrete düştüm. Muhammed el-Mürşidî, sabah namazında beni tekrar imâm yaptı. Sonra da rüyâmı şöyle tâbir etti: “Sen hacca gideceksin, Resûl-i ekremin ravda-i mutahheralarını ziyâret edip, Yemen, Irak, Horasan, Hindistan taraflarına gidip, uzun seneler oralarda kalacaksın. Dilşâr Hindî adlı kardeşin, seni bâzı tehlikelerden koruyacak.” Daha sonra bana biraz azık ve para verip, beni yolcu etti. Aynen buyurduğu gibi oldu. Duâlarından çok istifâde ettim. O, sâlih, âbid (çok ibâdet eden) bir zât idi. İnsanlarla az görüşür ve onlara yemek ikrâm ederdi. Keşf ve kerâmet sâhibi olup, evliyânın önde gelenlerinden idi. Münye’de Benî Mürşîd Dergâhında yaşadı. Kendisinin bir hizmetçisi yoktu. Kerâmetlerini ve üstünlüğünü işitenler, ziyâretine koştu. Devlet adamları, komutanlar ve halktan birçok kimse kâfileler hâlinde onu ziyâret için dergâhına geldiler. Hergün dergâhı dolup taştı. Her birinin hatırından geçen yemeği önüne getirip ikrâm etti. Mutfağına ondan başkası girmezdi.”

KAYNAKLAR

1) Tabakât-ül-Evliyâ; s.568

2) El-Vâfi bil-Vefeyât; c.3, s.272

3) Ed-Dürer-ül-Kâmine; c.3, s.462

4) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.9, s.154

5) Hüsn-ül-Muhâdara; c.1, s.525

6) Şezerât-üz-Zeheb; c.6, s.116

7) Mir’ât-ül-Cinân; c.4, s.292

8) En-Nücûm-üz-Zâhire; c.9, s.313

9) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.140

10) El-Bidâye ven-Nihâye; c.14, s.179

11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.300

Share this post


Link to post
Share on other sites

Maşallah ne kadar çok evliyamız var !..

 

Bugünlük yeter. Devam edeceğiz İnşallah...

 

Hatam olduysa affola.

 

Sizden de bekliyoruz İnşallah.

 

ALINTIDIR !.. KAYNAKLAR VERİLMİŞTİR...

Share this post


Link to post
Share on other sites

ALKAME BİN KAYS

(591 - 681m.)

Osman BİLGEN [email protected]

Alkame ibn Kays, tefsir, kırâat, fıkıh ve hadîs ilimlerinde Tabiîn'in önde gelen isimlerindendir. Künyesi Ebû Şibl'dir. Alkame ibn Kays, muhadramlardandır; yani Peygamber Efendimiz hayatta iken Müslüman olmuş, fakat O'nu görememiştir.

Alkame ibn Kays, içinden bir çok âlim çıkaran Yemen'in Nehâ ailesindendir. Tâbiînin ilim, zühd ve takvasıyla önde gelen isimlerinden Esved ibn Yezid en-Nehâî onun amcası, İbrahim en-Nehâî de halasının oğludur.

 

İlmî otoritesiyle yaşadığı dönemde bile şöhret bulmuş Alkame ibn Kays, rivâyetlerine müracaat edilen müstesna bir âlimdir. Ashabı Kirâm'dan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Âişe, Abdullah ibn Mes'ud, Hüzeyfetü'l-Yemâni, Selmân-ı Fârisî, Hâlid ibn Velid, Ebu'd-Derdâ ve Amr ibn Şurahbîl (radiyallahü anhüm ecmaîn) gibi pek çok sahabe ile görüşmüş ve onlardan ilim alıp hadîs rivâyetlerinde bulunmuştur. Hz. Ali ile Nihavend'de Hariciler'e karşı elinde kılıcı ile bizzat savaşmıştır. Horasan fetihlerine de katılan Alkame, Merv'de iki sene kalmıştır.

 

Muasırlarını (çağdaşlarını) aşan muallâ kâmetinin (yüksek makamının) yanında çok da mütevâzı bir kişiliği olan Alkame ibn Kays, Ebû Hanîfe'yi yetiştirecek Kûfe mektebinin kurucusudur. Kûfe'de yetişen bütün Tabiîn imamları.. ve başta da, birçok sahâbi görmüş Amr ibn Şurahbîl kendisinden rivâyette bulunur ve yanındakilere de şöyle derdi:

 

"Haydi, oturması-kalkması, duruşu ve davranışları ile insanların Abdullah İbn Mes'ûd'a en çok benzeyeninin yanına gidelim." Abdullah İbn Mes'ûd için de: "Nebî'ye insanların en çok benzeyeni" denirdi. İbn Mes'ûd, yapı olarak ufak tefekti ama, namaza duruşu, namazdaki huşûu ve derinliğiyle Allah Rasûlü'ne (sallallahu aleyhi ve sellem) çok benzerdi. Alkame de, İbn Mes'ûd'u temsil etme gayreti içindeydi. Bu öyle bir benzerlik ve temsildi ki; nasıl Allah Resûlü: "Kur'ân'ı İbn Ümmü Abd'den -yani, İbn Mes'ûd'dan- dinleyin." (Buhârî, "Fezâilü'l-Ashâb," 26, 27; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 118) buyurmuştu; İbn Mes'ûd da çok defa: "Çağırın Alkame'yi, bana Kur'ân okusun" derdi. Alkame gelir ve okumaya başlardı. Okur okur, nihayet okumayı bitirince İbn Mes'ûd yine: "Oku; anam babam sana feda olsun!" diyerek, devamını isterdi.

 

Abdurrahman ibn Hürmüz el-A'rec diyor ki: "Alkame, yaşadığı dönemde Kur'ân-ı Kerîm'i en güzel okuyanlardan biri idi. İbn-i Mes'ûd ne zaman onun okuyuşunu dinlese, kendinden geçer ve; 'Eğer Resûlüllah seni görseydi, seninle mesrûr olurdu' derdi."

 

Nitekim Ahmed ibn Hanbel'e Tabiûn'un en faziletlileri kimlerdir diye sorulduğunda; "Osman en-Nehdî, Kays ibn Ebi Hâzim, Alkame ibn Kays ve Mesrûk ibn el-Ecda'dan daha faziletlilerini bilmiyorum" demiştir. (Kâsimî, Kavâidu't-Tahdîs, s. 75)

 

Alkame ibn Kays, tefsir, kırâat ve fıkıh ilmini Ashab-ı Kirâm'ın büyüklerinden Abdullah ibn Mes'ûd'dan öğrenmiştir. Onun dersleri vasıtasıyla engin bir ilme sahip olmuştur. Nitekim hocası Abdullah ibn Mes'ûd onun hakkında: "Benim okuduğum her şeyi okur ve bildiklerimi bilir" buyurmuştur.

 

Esved ibn Yezîd de: "Abdullah ibn Mes'ûd'u Alkame ibn Kays'a ders verirken gördüm. İbn Mes'ûd, ona sûreleri öğrettiği gibi teşehhüdü de öğretiyordu" demiştir.

 

Bilhassa fıkıh ilminde haklı bir itibar kazanan Alkame ibn Kays çok sayıda talebe yetiştirmiş, Ehl-i Sünnet itikadının öğretilmesi, yerleşmesi, yayılması ve daha sonraki nesillere intikalinde büyük hizmetleri olmuştur.

 

Kurucusu olduğu Kûfe mektebinde Esved ibn Yezid en-Nehâî, İbrahim en-Nehâî, Ebû Hanîfe'nin hocası Hammad İbn Ebî Süleyman, Ebû Vâil Muhammed ibn Sirîn, Şa'bi, Abdurrahman ibn Alkame ve İmâm Zührî gibi meşhur yüzlerce kişiyi yetiştirmiştir. Kendisi yüzlerce sahâbîden hadîs aldığı gibi yüzlerce tâbiîn de kendisinden hadîs almıştır. Kûfe'yi kendinden sonra gelen ilim ehli için münbit (verimli) bir zemin olarak hazırlayan Alkame olmuştur.

 

Ehl-i Sünnet'in reisi ve Hanefi Mezhebinin kurucusu İmâm-ı A'zam Ebû Hanife (ö. 150/767), ilmini onun talebeleri zincirinden almıştır.

 

Zühdü ve takvası dillere destan olan büyük İmam Ebû Hanife Alkame'ye o kadar hayrandı ki: "Alkame, bazı noktalarda bazı sahâbîlerden daha ileride olabilir; yani fıkıh ve hadîste bazı sahâbîlerden daha derin, daha çok vukuf sahibi olabilir" derdi.

 

Nitekim Kâbus ibn Ebî Zabyan'dan nakledilen şu olay da Ebû Hanife'nin görüşünü desteklemektedir.

 

Babama: "Neden Rasûlullah'ın ashabını bırakıp Alkame'ye gidiyordunuz?" diye sorduğumda, babam:

 

"Rasûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabının, Alkame'ye sorular sorduğunu ve fetva istediklerini gördüm." cevabını verdi.

 

Kendisini bilmez nasipsizin birisi bir gün, Alkame'nin kapısının önünde dikilir ve ona ağzına gelen her şeyi söyler. Koca İmam, onca hakaret karşısında hiç tavrını bozmaz ve karşısındakinin hakaretleri bitince şu âyeti okur: "Mü'min erkek ve kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet verenler, işlemedikleri bir günahtan dolayı onları karalayanlar, çok ciddî bir bühtanda bulunmuş ve apaçık bir günaha girmiş olurlar" (Ahzâb, 33/58). Adam: "Ne yani, sen mü'min misin?" der. Koca imamın cevabı, tam kendisine yakışır şekildedir: "Umuyorum."(Buhârî, "Fezâilü'l-Ashâb, 13)

 

Alkame ibn Kays, çok rivâyeti olan (Muksirûn) ravilerdendir. Temel hadîs kitaplarında onun rivâyet ettiği 333 hadîs bulunmaktadır. Cerh ve ta'dil ilminin büyük imamlarından Zehebî ve İbn Hacer tarafından 'sika/güvenilir' olarak kabul edilmiştir.

 

Alkame, hadîs ilminde hâfız (hadîs-i şerîf âlimi) derecesinde idi. O, hadîs-i şerîfleri senetleri ile ezbere bilirdi. Rivâyet ettiği hadîs-i şerifler, Kütüb-i Sitte denen meşhûr altı hadîs külliyatında yer almaktadır.

 

Alkame ibn Kays, tefsir ilminin de büyük imâmlarındandır. Âyet-i kerîmeleri tefsir ederken hadîs-i şeriflere mürâcaat ederdi. En'âm sûresi 82. âyet-i kerimenin tefsiri hakkında İbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivâyet etmiştir: "İman edip imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan emin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır." âyet-i kerîmesi nâzil olunca Ashâb-ı kirâm; "Hangimiz zulüm işlememiş bulunuyoruz?" diye Resûlüllah'a sordular. Resûlü Ekrem (s.a.s.): "Bu, sizin hakkınızda değildir" buyurmuş ve sonra da: "Hani Lokman da oğluna nasîhat ederek demişti ki: 'Oğlum, Allah'a şirk koşma! Şüphe yok ki bu şirk pek büyük bir zulümdür' (Lokman, 31/13) meâlindeki âyeti okumuş, bu âyet-i kerîme ile En'âm sûresi 82. âyetteki zulmün, Allah'a ortak koşmak demek olduğunu bildirmiştir. (Buhari, "Tefsir [En'âm 3] [Lokman 1]")

 

Kırâat ilminde de oldukça önemli bir yere sahip olan Alkame ibn Kays, meşhur kıraat alimlerinden Yahyâ ibn Vessâb, Ubeyd ibn Nadle ve Ebû İshak es-Sebiî'nin de hocasıdır.

 

Hayatını şaşaa ve debdebeden uzak mütevazı bir şekilde yaşayan Alkame ibn Kays, bu dünyadan ayrılma zamanı gelip hakkın huzuruna çıkacağı anı beklediği saatlerde şöyle vasiyette bulunuyordu:

 

"Ben vefât ederken başımda 'Lâ ilâhe illallah' diyerek telkinde bulununuz. Vefât haberimi yaymayın ve beni hemen kabrime götürün."

 

Alkame, 62/681'de Yezîd b Muâviye'nin (ö. 64/683) hilafeti döneminde 90 yaşında iken Kûfe'de vefat etmiştir.

 

Alkame, vefat ettiğinde aile efradına miras olarak, evinden, bineğinden ve bir mushaftan başka bir şey bırakmamıştır. Onu da, hastalığında yanında kalan azatlı kölesine vasiyet etmişti.

 

Allah, bizleri şefaatine nail eylesin. Amin!.
Kaynak:
www.davetci.com.tr

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...