Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
NFK-Fan

Yeniçeri Meselesi// Mustafa Armağan'a Cevabımız

Recommended Posts

MUSTAFA ARMAĞAN'A CEVABIMIZ

 

Mustafa Armağan, bilindiği gibi, 2003 yılında "Osmanlı: İnsanlığın Son Adası" isimli, kalınca bir kitap yayınlamıştı. Kitabın ismi, pek çok tarih okurunu celbedici, teşvik edici cinstendi. Fakat kitabı alanlar, kitabın içeriğinin ismiyle pek de uyuşmadığını görmekte zorlanmadılar. Çünkü muhtemelen Osmanlı'nın dünyaya nizam verirken izlediği adalet politikasının tecellilerini karşılarında görmeyi bekleyen okurlar, Yeniçeri'lerin halkla devletin arasında köprü görevine malik bir demokrasi elçisi olduğu, 20 milyon küsür kilometrekareden bugünkü sınırlara çekilmek zorunda kalan ve dünya devletliğinden bugünkü durumuna düşen Osmanlı'nın aslında çökmediği, duraklamaya ve gerilemeye götüren pek çok durumun aslında faydalı olduğu gibi marjinal, ve sadece dikkatleri üzerine çekmek ve sansasyon oluşturmak için yazılan iddialarla karşılaştılar. Bu da kitap hakkında büyük bir hayal kırıklığıydı.

 

Sayın Armağan, bahsettiğimiz kitabındaki marjinal Yeniçeri iddiaları sırasında Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK'in Yeniçeri isimli eserine sataşmayı da unutmamış ve Yeniçeri eserinin manasını anlayamaması ve popülerlik kazanmak için taşıdığı ön yargının da etkisiyle bir takım yorumlar yapmayı uygun bulmuştur.

 

Aşağıya, söz konusu kitapta geçen, Yeniçeri isimli eser ve Üstad hakkındaki ifadeleri alıyoruz. Daha sonra bu ifadeleri yanıtlamaya çalışacağız.

 

 

Necip Fazıl'ın yeniçeri çıkmazı

 

Necip Fazıl'ın kitabında yeniçeriler ve Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasıyla ilgili görüşlerini, elinizdeki kitapta ayrıntılı olarak bulacaksınız. Necip Fazıl, "bozulmuş" olduğunu söylediği yeniçerileri, hedef tahtasına yerleştirerek "öz vatanını işgal altında tutan, sınırların kaçağı ve kendi yurdunun alçağı" olarak damgalar ve II. Mahmud'un Yeniçeri Ocağı'nı kanlı bir şekilde ortadan kaldırmasını destekler. "Sultan Mahmud" Necip Fazıl'a göre, "o sırada samimiyet ve iyi niyette örnek bir tavrın sahibi"dir.

 

Onun yaptığı bu kanlı kıyımı, "deri üstü" bir temizlik olarak görür ve onu, bu ocağın tortularının, yeni bünyenin içine "mikropvarî yerleşmesi"ne engel olamadığı için eleştirir. Yani Sultan Mahmud'dan daha köklü bir temizlik ister. Hatta bu arada Bektaşi tekkelerini kapatmasını da bir "incelik" olarak nitelemeyi ihmal etmez.

 

Gelin görün ki, II. Mahmud'un kurduğu yeni ordu da Nizip'te yeniçerilerden farkı olmadığını ispat edince, birdenbire "fikirsiz" olduğuna hükmeder Sultan'ın. Ve ardından Tanzimat'a yüklenir bütün gücüyle. Necip Fazıl'a göre Yeniçeri Ocağı'nın sonu demek olan 1826'daki Vak'a-i Hayriyye iyidir, onun tabii bir neticesi olan 1839'daki Tanzimat-ı Hayriyye ise kötüdür (tam tersine ona "Tanzimat-ı Şerriye" demeyi tercih eder).

 

Problemli bir tercihtir bu. Çünkü yeniçeriler ayakta kaldıkça Tanzimat ve onun "gâvur" reformlarının yapılabilmesi mümkün olamazdı. Toplumun merkezî bir iktidarın arzusuna boyun eğdirilmesi yönündeki Tanzimat reformlarının, geleneksel Osmanlı sisteminin özündeki eşit olmayan gruplara tanınan imtiyazları ortadan kaldırması gerekiyordu. Eski Düzen'in (Ancien Regime) sigortası ise Yeniçeri Ocağı idi. Esnaf, Ulema ve Asker arasındaki, bir de Bektaşilik dahil edilince mistik gruplar arasındaki iletişim ve dayanışmayı sağlayan ve Padişah'ın otoritesini sınırlandıran bir rol üstlenmişti yeniçerilik ve zamanla askeri niteliklerinden sıyrılarak sivilleşmiş, yaygın deyişle esnaflaşmıştı. Bu yüzden yeniçerilik kalkmadan Tanzimat'ın o "gâvur işi" sayılan reformlarının yapılması, hadi yapıldı diyelim, o parçalı toplum kesimleri nezdinde tutunması imkânsızdı.

 

Problemli bir tercihtir Necip Fazıl'ınki, çünkü Vak'a-i Hayriyye'yi savunup da Tanzimat-ı Hayriyye'ye Türkün ruh kökünü kurutan bir hareket olarak bakmak, tarihî süreklilik mantığı açısından çelişkili bir tutum olur. Ne yazık ki bu çelişkili tutum, İslamcı kesimin önemli kalemleri tarafından da ısrarla devam ettirilmektedir.

 

 

Şimdi yukarıdaki pasajda geçen iddiaları tek tek cevaplandırırken Mustafa Armağan'ın Yeniçeri isimli esere vakıf olamadığını, çelişki iddiasını güderken çelişkiler içinde boğuluşunu ve görmek istemediği noktaları nasıl atladığını vurgulamaya çalışalım.

 

Yazar, yazdığı kitabında Yeniçeri isimli eseri detaylarıyla açıkladığını iddia etmektedir. Fakat bu 1 sayfa bile sürmeyen yazıda, 313 sayfalık koca bir Yeniçeri'yi açıklamak mümkün olmamıştır, gayet tabii... Sayın Armağan, kitabın sadece bir bölümünü almış ve o bölümden önceki kısmı yoksaymış, dayanakları atlayarak kitabın okuduğu bölümündeki yargılara kendi ön yargılarıyla saldırmıştır. Yani, İ. Arsel'in sadece bir bölümünü alarak sataştığı hadisleri değerlendirirken sergilediği art niyetin bire bir aynısını, ne yazık ki kendisinde görebilmekteyiz.

 

Üstad, Yeniçeri isimli eserinde Yeniçeri'yi Osmanlı'nın kuruluşundan itibaren ele almış, fakat eserin yayınlanış gereği olarak daha çok duraklama devri ve sonrası üzerinde durmuştur. Yeniçeri'yi hedef tahtasına almamış, hak edene hak ettiği şekilde muamelede bulunmuştur. Yeniçerilerin İstanbul'un fethinde, Yavuz'un Mısır ve Kanuni'nin Avrupa seferlerinde taşıdığı safiyeti anlattıktan sonra konuyu Hotin Seferi ve II. Viana kuşatmasındaki rezalete getirmiştir. İlk yıllarında devlet-i Ali için elinden geleni yapan Yeniçeri'nin, Fatih, II. Selim, III. Murad, III. Mehmed, IV. Murad, II. Mustafa, I. Mahmud, ... dönemlerinde, sırf cülus bahşişi ve hoşlanmadıkları görevlilerin vazifelerinden alınması için ayaklanışını (Ki sayın Armağan bunları halk ve devlet arasındaki bütünleşmeyi sağlayan ayaklanmalar olarak görmektedir anlaşılan!), Genç Osman gibi bir tecrübesiz dehanın hunharca şehit edilişinin detaylarını, duraklama devri boyunca Saray kadınlarının hükümranlığında nasıl başrolü oynadıklarını açık, detaylı ve delilli bir şekilde açıklamıştır. Durum böyle iken, Üstadın Yeniçeri'leri "hedef tahtasına yerleştirip" onları kötü yönleriyle "damgaladığını" iddia etmek abesle iştigal olacaktır. Kitap bir defa baştan sona sağduyuyla okunsaydı, Yeniçeri'ler hakkında "bozulmuş"tan daha güzel bir ifadenin kullanılamayacağı çok rahat bir biçimde anlaşılabilirdi.

 

Üstad, II. Mahmud'un Vaka-yı Hayriye'yi gerçekleştirirken taşıdığı iyi niyeti beyan etmekte ve lakin, onun yeterince bilgili ve yetenekli olmadığını söylemektedir. Çünkü Üstad'a göre Yeniçeri'lik kaldırılmamalı, ıslah edilmelidir. II. Mahmud'u tenkiti de bu noktadan ileri gelmektedir. Nitekim Yeniçeriler, Yeniçerice bir operasyon sonucu kaldırılınca kaldıranın taşıdığı o ruh, yeni orduya da nüfuz etmiş ve Yeniçeriler kadar olmasa da, Osmanlı için faydasız bir oluşumun temelleri atılmıştır. Halbuki yapılması gereken Yeniçeriliği kaldırmaktan ziyade, onu eski günlerine döndürmek, yani itaat altına almak, ıslah etmektir. Hal böyle olmayınca ortaya çıkan olumsuz sonuçlardan dolayı II. Mahmud'u eleştirmek sağduyu sahiplerince gerçekleştirilmesi gayet doğal olan bir eylemdir. II. Mahmud'u taktir etmesinin sebebi ise, kaldırılana kadar devletin belki de duraklayışının bir numaralı etkeninin temizlenmesidir. Sultan Mahmud, vücuda toksin yayan bir yarayı neşterle kaldırdığı için "samimiyet ve iyi niyette örnek bir tavrın sahibi", bu yarayı pansuman etmeyi atlayıp sözkonusu yaranın yeniden iltihaplanmasına neden olduğu için de fikirsizdir. Önemli olan bu ince meselenin farkına varabilmek, vakıf olabilmektir.

 

Başlangıçta tüm temizlik ve İslam'a sadakatiyle gördüğümüz Bektaşilik kurumunun geldiği noktayı tartışmaya gerek bile yoktur. "bu arada Bektaşi tekkelerini kapatmasını da bir "incelik" olarak nitelemeyi ihmal etmez." cümlesini değerlendirmeye layık bulmuyoruz. Aslından uzaklaşmış bir oluşum, aslının kendisine kazandırdığı prestiji de kullanarak nahoş işlere sebebiyet veriyorsa, bunun kapatılmasından daha mantıklı bir davranış olamaz.

 

Vak'a-i Hayriye, Tanzimat-ı Hayriye'nin kesinlikle bir nedeni olamaz. Yeniçerilerin ortadan kaldırılması ile Tanzimat fermanı ilan edilme şansı bulmuştur, fakat bu, Tanzimat'ı doğuran bir olay olmamıştır. Neden-Sonuç ilişkileri konusunda yazarı biraz daha fikretmeye davet ediyoruz. Üstad'ın Tanzimat'ı neden hoşgörmediği gibi derin bir konuya girmek, bu yazı için pek mümkün gibi görünmüyor.

 

Yazar, Üstad'a yönelttiği "çelişki" iddiası içinde boğulmaktadır. Çünkü Tanzimat'ı, Vak'a-i Hayriye'nin doğal bir sonucu olarak gören yazar -ki böyle olmadığı aşikar-, Vak'a-i Hayriye'yi tüm kitabı boyunca eleştirirken, Tanzimat'a duyduğu muhabbeti terennüm etmekten geri durmamıştır. Yani Üstad'a yönelttiği "çelişki" suçlaması altında kendisi de ezilmektedir. Aynı problemli tercihe kendisi duçar olmuş durumdadır.

 

NFK-Fan

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hacı Bektaş velinin sırtını okşayarak ve Devlet ebed müddet için kurular Bir yeni çeri ocağı. Zamanında kimsenin yetişemeyeceği bir teknik.

Zamanla her şeyin kokuşması... Tabii ki burda en kolayyol en aşağıdaki birmilere yüklemektir sorunları. Kendi ihanetlerini olamayışlarının bir cezasıdır. Yeni çeri liğin kaldırılması bir acizliğin yıkılmanın ürünüdür.

Biz Nerde hata yaptık tan çok hata burda deyip yok edince sorunlardan kurtulacağını sanan bu medeniyetin geldiği nokta.

Ne Yeni Çeri de kabahat ne de neferlerinde.

Başı nı Allah rızası için uzatan bir yeni çeri ve bu oluşumu yanlış yorumlayan insanlar

Hatayı böyle arayanlardır onların iş birlikcileri

Üstad da bunu söylüyor ve kaldırılmasını yeni çeri etrafındaki tüm sahte oluşları eleştiriyor.

size katılmamak mümkün değil sevgili yöneticim

selamlar

Share this post


Link to post
Share on other sites

YENİÇERİ'Yİ YENİDEN OKUMAK

 

Av. Harun Yüksel

 

 

 

"Yeniçeri"...

 

Tam ismiyle; "Olanca romaniyle ve son hortlamalariyle YENİÇERİ"...

 

69-70 yıllarında önce merhum Üstad'ın "aceze basın" olarak yaftaladığı, o zamanın kıytırık bir iki "İslâmcı" gazetesinden birinde tefrika edilmiş bilahare de "gariban" bir yayınevi tarafından kitaplaştırılmış olan dev eser...(1)

 

Lise yıllarında okuyup bir kenara bıraktığım bu eser, "ordu" ile ilgili bir araştırma yaparken aklıma geldi ve kütüphanemde arayıp buldum ve yeniden okudum...

 

Meğer tam da okunması gereken zamanda okumuşum: Bir ordunun ne olması ve özellikle de ne olmaması gerektiğini derinden kavrayabilmek için yeniden ve tekrar tekrar okunması gerektiğini anladım...

 

 

 

Niçin "Yeniçeri"?..

 

-"Bu eser, sadece Yeniçeri'yi anlatmak için yazılmış değildir. Bu eser, en fakir bedahet duygusunun bile kestirebileceği şekilde, tarihimizdeki Yeniçeri rezalet ve fecaatlerinin satıh üstü hikâyesi olarak kaleme alınmış bulunmaktan uzaktır." (2)

 

-"Bu eser, DÜNYADA İLK TEŞKİLATLI, MESLEKÎ ORDUyu temsil eden Yeniçerilerin işe nereden başlayıp işi nerede bitirdiğini göstermek ve bunun ruhî ve içtimaî müessirlerini çerçevelemek gayesiyle yazıldı./ Bu müessir, iman ve İslâm nurunun gönüllerde sararıp solması, iman ve İslâm vecd ve aşkının uçup gitmesi, iman ve İslâm ruh ve ahlâkının pörsüyüp kurumasından ibaret; ve Yeniçeri, bu korkunç tecelliyi göstermekte sadece vesile..." (3)

 

 

 

"Neler nelere vesile"...

 

Evet "neler nelere vesile"...

 

45 yıllık ömründe 3 darbe, iki darbe teşebbüsüne şahit olmuş bir TC vatandaşı olarak, 28 Şubat 1997'de MGK kararlarıyla başlayan üçüncü darbe teşebbüsü karşısında ne yapacağını bilmeyen şaşkın ve aciz bir hükümet ile kendini postallara paspas yapmaya amâde demokrat(!) aydın(!)ları görmeseydim, üzerime pek de vazife olmayan ve teknik olarak da pek anladığımı söyleyemeyeceğim "ordu" bahsi zihnimi kurcalamaz ve belki de bundan 27 sene önce okuduğum Yeniçeri, kütüphanemin tozlu rafları arasından çıkıp önüme gelmezdi.

 

Bir hukukçu olarak içinde yaşadığım toplumdaki bütün "yetki gaspları" beni çok rahatsız ediyor... Özellikle de bir halkın kendine silah emanet edip "yetki" verdiği asker ve polis gibi idare ajanlarının bu emanete ihanet ederek, kanunlar çerçevesinde kullanmaları gereken bu silahları, bu çerçeveyi alenen aşarak doğrudan doğruya halka çevirmeleriyle oluşan yetki gaspları ve kanun ihlalleri karşısında bu rahatsızlık inanılmaz boyutlara ulaşıyor...

 

İşin içine hangi renk olursa olsun silahlı üniforma girince yaşanılan bu hukuk ve kanun ihlali rezaleti kadar ve belki de ondan çok ahlakî sefalet insanın vicdanını kanatıyor...

 

"Sivil" elbiseyle sokakta rastlasanız, askerlik de dahil hiçbir konuda hiçbir irfan-kültür edası taşımayan ve bu sebeple asla fikirlerine müracaat etmeye tenezzül etmeyeceğiniz vasıfsız bir adam, "hasbelkader" general apoleti takıverince kendini "dünyaya nizamat" vermeye ehil ruh ve kültür ergini pozlarında bir role bürünüp "durum"dan "vazife"ler çıkarmaya başlıyor!..

 

Ne durumu?

 

Ne vazifesi?

 

Hangi hakla?

 

Sen "durumlar"la murumlarla uğraşacağına aldığın maaşın hakkını önce bir öde: Kevgire dönmüş sınır güvenliğini sağlamak senin aslî vazifendir: Yapsana!..

 

Dağlarında onbin gerilla bulunan ve bu gerillaların sınırın o yakasıyla bu yakası arasında "emniyet" içinde gidip geldiği bir ülkede, sanki bu vazifeyi bihakkın yerine getirmiş de sıra öteki "durum"lara gelmiş gibi kendine, üstüne vazife olmayan "vazife"ler icad etmeye kalkan bir general, asgarî ahlâk, hukuk, devlet, kanun, nizam fikri taşıyan hangi "insan"ı rahatsız etmez? Ve asgarî olarak bu fikri taşıyan hangi general, yüzü kızarmadan böyle bir ahlâk, hukuk ve kanun ihlalinde bulunabilir?

 

27 Mayıs rezaletinin, Talat Aydemir ayaklanmaları felaketinin, 12 Mart vahşetinin, 12 Eylül sefaletinin yaşandığı bir ülkede bu soru belki de çok garip ve çok lüks bir soru ama gel de bunu vicdana anlat!..

 

İçimizdeki "doğrucu Davut" durmadan dürtüyor: "Yâ! Bu kadar da olmaz ki... Ayıp yahu!.. Yuh be!.."

 

İşte vicdanın bu rahatsız eden sesindendir ki olan biten "durum"lara bakıp insan kendine yeni vazifeler çıkarıyor...

 

PKK'nın elinde ısıgüdümlü uçaksavar füzeler olduğunu ancak ikinci helikopteri düşürülüp 20'ye yakın personeli öldükten sonra öğrenebilen askerî istihbaratın başındaki bir korgeneral halkın önüne çıkıp bu "vazife"sini niçin "ihmal" ettiğini açıklayacağına, tuhaf brifingler tertip edip hangi turşucunun mürteci, hangi kebapçının aşırı dinci, hangi lokumcunun fundamentalist eğilimli, hangi saatçinin siyasal İslâmcı olduğunu bir bir tespit ettiklerini ve bu dükkanların boykot edilmesi gerektiğini açıklıyor(!)... İşin daha garip yanı savcılar ve hakimler "ihzaren" getirildikleri bu brifinglerde, sözkonusu korgeneralin marifetlerini ayakta alkışlıyorlar...

 

Hangi birine yanarsınız:

 

Koskoca hakim ve savcıların "ihzaren" GK binasına celplerini, içine nasıl sindirdiklerine mi?

 

"İhzaren" getirildikleri bu binada dinledikleri abuk sabuk "istihbarat" bilgilerini ayakta alkışlamalarına mı?

 

Yoksa içlerinden "vicdan sahibi" birinin çıkıp da "paşa paşa sen istihbarat elemanlarını kebapçıların, turşucuların, esnaf ve tüccarın peşinden koşturacağına savaştaki rakibinin peşinden koşturaydın hem 20'ye yakın personelini hem de iki helikopterini kaybetmemiş olurdun" diyememesine mi?

 

Hangisine?

 

En iyisi yanmayı filan bir kenara bırakıp olup biteni anlamaya çalışmak: Nedir bu "ordu" denilen kurumun aslı faslı? Dün neydi? Bugün nedir? Yarın ne olmalıdır?

 

Böyle üstünüze vazife olmayan sorular zihninize üşüşürse siz de benim yaptığımı yapın ve Yeniçeri'yi yeniden okuyun...

 

 

 

Niçin "Yeniçeri"?.. -II-

 

-"Bir devirde, kal'anın tepesinde, başını kestiği prensin mızrak ucundaki kafasını teşhir ederek "işte verdiği sözü tutmayan beyin akibeti!" diye bağıracak ve üzümünü yediği asmaların dibine parasını bırakacak kadar DEVLET GAYE VE AHLÂKINA BAĞLI Yeniçeri, daha sonra HALİFE ve PADİŞAHINA HAMAM OĞLANLARINA MAHSUS MUAMELEYİ YAPARKEN namütenahi ulviyetten namütenahi süfliyete düşmekte ve bu halini sadece İSLÂM NURUNU KAYBETMİŞ BULUNMAKTAN almaktadır./ Türk'ün BÜTÜN MİLLÎ DÜŞMANLARINDAN BETER VE ŞENAAT ÇAPINDA BİR TASALLUTLA, ÖZ VATANINI İŞGAL ALTINDA TUTAN, SINIRLARIN KAÇAĞI VE KENDİ YURDUNUN ALÇAĞI YENİÇERİ, bu millete, hemen her devrin en büyük ibret ve dikkat dersini ihtar etmek mevkiindedir." (4)

 

Böyle başlıyor eser...

 

Ve daha başlarken zihninize üşüşen ordu ile alâkalı bir çok sualin cevabını bu eserde bulacağınızı derinden hissediyorsunuz...

 

 

 

Başlangıçta Yeniçeri...

 

"Dünyada ilk teşkilatlı, meslekî orduyu temsil eden Yeniçeri" nasıl kuruldu?

 

Eser'den takip edelim:

 

-"Eski Türkler gibi her ferdiyle cenkçi olan, ayrıca askerî teşkilata ihtiyacı bulunmayan ordu-millet karakterini yaşatan bir oymak, istiklâle erip de devlet hâline gelmeye ve millet-ordu keyfiyetinden haber vermeye başlayınca askerlik sınıfı kurmak zorunda kalınmış ve ilk iş olarak "Yaya" adiyle bin neferlik bir grup asker teşkil edilmiştir. Muharebe zamanında kendilerine 1 akçe gündelik verilen bu asker ayrı bir sınıf çerçevesine alınınca, başında fikrî bir disiplin bulunmadığı için, işi hemen ceberrut ve kuvvet imtiyazına dökmüş ve sivil halk üzerine başbelâsı kesilmeye başlamıştı./ Bu hale karşı Çandarlı Kara Halil (Osmanlı Devletinde ilk kaadi-yi asker) düzenli ve kışlalarda oturur, yeni bir sınıf asker teşkilini düşündü ve projesini, veziri sıfatıyla Padişaha arzetti. Bunların ihtida edenleriyle saf Türkler arasında hiçbir fark gözetilemeyeceğinden, ordunun bu yeni unsurlar sayesinde daha sıkı bir disiplin altına alınabileceği sanıldı. Ve işte bu gayeyle "devşirme" usulü Orhan Gazi tarafından kanunlaştırıldı./ İlk olarak 1000 Rum delikanlısı devşirilecektir./ Bunlardan herbirine, eski "Yaya"lar gibi günde 1 dirhem maaş verilecektir./ Devşirmeler süresiz olarak vazifede kalıp kışlalarda oturacaklar ve evlenemeyecekler. Sakat veya ihtiyar oluncaya kadar bu halleri devam edecek... Gösterecekleri yararlıklara göre lütuflandırılacaklar ve mesleklerinde ilerleyecekler.../ Bazı tarihçiler Orhan Gazi'nin devşirmecilik buluşunu dâhice bir keşif ve usul sayarlar. Onlara göre bu teşebbüs, mağluptan faydalanma ve kuvvet kazanma politikasındandır. (..) / Bu görüş belli başlı bir şart altında doğru, o şart yerine getirilemeyince de hatâların en kaatiliyle yanlıştır. Yabanca unsur ve kan, İslâm ve Türklük havanında dövülüp kendisinden tek istiklâl zerresi kalmamacasına bünyeleştirilmedikçe, elde edilecek netice, hayat değil ölümdür." (5)

 

Ve Sultan Orhan Gazi bu yeni askerlerinden bir grubu yanına alarak Hacı Bektaş Velî Hazretleri'nin ziyaretine gidiyor, el öpüp duasını almak için:

 

"Orhan Gazi, Besmeleyle sağ ayağını atarak içeriye girdi. Uzun, etraflı, derin ve içten bir konuşma...

 

Orhan Gazi, Şeyhin ışık saçan yüzüne bakıp dedi:

 

-Bu uzun yoldan, size, devletimize ve ordumuza dua etmenizi dilemek için geldim. Yanıma da, yeni teşkil ettiğimiz askerden bir kaçını aldım.

 

-Dualarım sizinle... İnşaallah zahmetiniz boşa çıkmaz. Göreyim, beraber getirdiğiniz yeni askerleri...

 

Dışarıya çıktılar. Orhan Gazi'nin işaretiyle, kılıkları ve edaları öbürlerinden ayrı, birarada duran bir kaç asker koşup Şeyh ile Sultanın karşısında saf bağladılar.

 

Şeyh bunların yüzüne baktı:

 

-Maşaallah!.. Ne güzel, ne civan kişiler!..

 

Ve ilerleyip sağ elini bunlardan bir tanesinin başına koydu:

 

-İsimleri "Yeniçeri" olsun... Allah yüzlerini ak, pazularını güçlü, kılıçlarını keskin, oklarını vurucu, kendilerini daima düşmana galip eylesin..." (6)

 

Ve böyle başladı Yeniçerinin tarih içindeki inanılmaz macerası: İnanılmaz kahramanlıklarının ardından, inanılmaz alçaklıkları...

 

İşte bu macera "olanca romaniyle ve son hortlamalariyle" tekmili birden Yeniçeri isimli eserde meraklılarını bekliyor...

 

 

 

"Devşirme" usulü için küçük bir not...

 

Bazı tarihçilerin devşirme usulü için "dâhice bir keşif" dediklerini yukarıda okuduk ya... Bu satırların ispatı olarak emperyalizmin bu usulü sonradan sömürge ve yarı sömürge olarak kullandıkları ülkelerde kendi şartlarına adapte ederek başarıyla kullandıklarını görüyoruz... Batı emperyalizmi fiilî askerî işgalin maddî ve manevî rizikolarından kurtulmak için o ülkeleri işgal etmek yerine o ülkenin siyasî, askerî, idarî kurumlarını kendi çıkarlarına göre yeniden dizayn ederek bu kurumların başlarına o halktan "devşirdikleri" unsurları oturtup kullanarak becermişlerdir. Sömürge veya yarı sömürge durumundaki ülkelerde politikacı-halk, ordu-halk, aydın-halk zıtlık, çatışma ve düşmanlıkları, "devşirme usulü" anlaşılmadan doğru anlaşılamayacağını küçük bir not halinde belirttikten sonra Yeniçeri'ye dönüyoruz.

 

 

 

Halkın bizzat tepelediği ve yok ettiği ilk ordu olarak Yeniçeri...

 

Bir velînin mübarek duasiyle işe başlayan Yeniçeri, o duanın bereketi ile birlikte iman, ihlas, cihad şuuru, cesaret ve savaş tekniğini birleştirince savaşta zaferden zafere koşan zıpkın gibi bir ordu ortaya çıktı...

 

Devlet o mübarek velînin işaretlediği muazzez şeriat yolundan sapmaya başlayınca da, velînin duasının bereketiyle birlikte devleti devlet, orduyu ordu, Yeniçeriyi Yeniçeri yapan diğer faktörler yavaş yavaş ortadan kaybolmaya başladı. Yeniçeri'de ne iman kaldı ne ihlas, ne aşk kaldı ne vecd, ne ahlâk kaldı ne itaat ve disiplin, ne şecaat kaldı ne cesaret...

 

Ve Yeniçeri öz yurdunun sefil, sefih, alçak ve kahpe işgalcisi haline geldi... Kendi halkına işgal ordularının bile yapmaya cesaret edemeyeceği zulümler yapmaya başladı... Devletinin otoritesine başkaldırıp bu otoriteyi kendine karşı işlemez hale getirmeyi başardığı gibi, kendi otoritesini devletine zor ve zorbalıkla kabul ettirmeyi de becerdi ve Yeniçeri ocağı eşkiya ocağı haline dönüştü...

 

"Nasıl böyle oldu"nun cevabını bütün teferruatıyla bu eserde okuyacaksınız...

 

Sultan Mahmud'a kadar kendi halk ve devletini esareti altına alan bu insafsız eşkiya ocağı, iyileştirme teşebbüslerini akim bıraka bıraka geldi. Ve sonunda sabır taşı çatladı:

 

-"Sultana tahakküm yoliyle nizamı bozan ve fesada sebep olanlara şeriat bakımından ne yapmak gerektir?

 

Cevap:

 

-Siyaset kılıciyle boyunlarını vurmak..." (7)

 

Halk kendi kesesinden beslediği ve vatanı korumak için eline silah emanet ettiği bu üniformalı zorbalara karşı ayaklandı. Şeyhülislâm fetvayı verdi. Yönetim diğer silahlı güçlerini toparlayarak halkla elele bu eşkiya ocağının üzerine yürüdü:

 

"İstanbulu iki ses kaplamış bulunuyor:

 

-Yeniçeri olan kazanın yanına gelsin!

 

Müslüman olanlar 'Sancak-ı şerif' altına gelsin!

 

Şüphesiz ki, sancak altına koşanlar kazana koşanlardan çok fazla..." (

 

Sancak altında toplananlar yüzyılların biriktirdiği nefretle yürüdüler bu eşkiyalaşmış asker müsveddelerinin üzerine... Kışlalarına kadar kovaladılar, yakaladıklarının kellesini kopardılar ve kışlayı kuşattılar... Bir yandan top ateşi, bir yandan yağlı paçavralarla kışlayı ateşe verdiler... Tarihî kışla, içindeki eşkiyalaşmış asker müsveddeleriyle birlikte kül oldu. Bu hengâmeden kurtulanların boynunu da yakaladıkları yerde vurdular...

 

Hem halk hem de yönetim derinden bir "oh" çekti...

 

"Dünyada ilk teşkilatlı, meslekî orduyu" temsil eden Yeniçeriler bu ilkin yanında, sonları itibariyle de belki bir ilki gerçekleştirdiler: Bir halk belki de tarihte ilk defa kendi ordusunu kendi eliyle tepeledi, yok etti...

 

Yeniçeri'nin külleri halkın sevinç naraları arasında tarihin derinliklerine doğru uçarken geride şu soruyu bırakıyordu:

 

"Bu vaziyette ne yapmak lâzımdır? Kışlayı topa tutarak ve ateşe vererek Ocağı haşere yatağı temizlercesine kül etmek mi, yoksa bir kere ve tam ele geçirildikten sonra onun eski ruh temeli üzerine yeni bir bina çekmek yani, OCAĞI, İÇİNE GİRİP İNKILÂP ÇAPINDA BİR ISLAH VE TASFİYE İŞİNE TÂBİ KILMAK MI?

 

Bu, tarihimizin en nazik suallerinden biridir." (9)

 

 

 

Bu nazik soru ışığında, Yeniçeri'ye yapılan ne idi?..

 

"Yeniçeriye yeniçerilik yapıldı; yani o, tam esir düştüğü anda asla tasfiye ve ıslahı düşünülemez ebedî bir suikast müessesesi farz edilerek bir haşere yuvası gibi ateşe verildi.

 

Pencere ve kapılarda bir takım yeniçeri kafaları, çığlık çığlık bağırıyorlar:

 

-Bizi böyle diri diri yakmayınız! Allah zulmedenlerden razı olmaz! Gelip bizi teslim alınız! Cezamız neyse veriniz! Ama kâfirlere bile edilmez muameleden koruyunuz bizi!" (10)

 

Gözünü sevdiğimin ateşi nasıl da anında adam ediyor; yüzyılların adamlıktan çıkardıklarını bile... Kendi halkına kâfirlerin bile etmeyeceği alçaklıkları yapan eşkiya, ateşin hârını nazik teninde hissedince nasıl da dize geliyor!..

 

Halkta yüzyılların nefreti vardı, Yeniçeride yüzyıllar içinde yaptığı eşkiyalığın pişmanlığı: Pişmanlık, son pişmanlıktı ve ne yazık ki fayda vermiyordu... Ateşse çoktan bacayı sarmıştı...

 

Olan oldu...

 

Ve bu fiilî yokedişi padişah fermanı hukukîleştirerek Yeniçeri Ocağı'nı resmen ve hukuken de ortadan kaldırdı. Bu fermandan bir kaç cümle:

 

"Bütün Muhammed ümmetine malűmdur ki, bu yüce din ve devletin meydana gelişi ve ondan sonra Doğu ve Batıyı kuşatması, şeriat ölçüleri ve beraberindeki cihad kılıcı sayesinde olmuştur. HER ZAMAN DİN DÜŞMANLARINA KARŞI GELECEK İSLÂM ASKERİ VE İMAN GAZİLERİNİN VARLIĞI ŞARTTI. (..) /..(YENİÇERİ) DEVLETİN TÂLİM İÇİN ELİNE VERDİĞİ SİLAHLARI, TEREDDÜTSÜZCE DEVLET ALEYHİNE DÖNDÜREREK DEVLET REİSİNE KARŞI ÇIKMA AHLÂKSIZLIĞINA DÜŞMÜŞTÜR. BÜTÜN BU İŞLER DİN VE MEZHEP DIŞI İŞLER OLDUĞUNDAN (..) Mukaddes şeriat gereğince üzerlerine asker gönderilerek kışlaları yakılmış ve Allah kendilerini şeriat kılıcına uğratıp amellerinin cezasını bulmuşlardır." (11)

 

Evet olan böyle oldu...

 

"Peki ne yapılması gerekirdi" sorusunun cevabı ise sözkonusu eserde okuyucusunu bekliyor...

 

 

 

Yeniçerinin maddesi ortadan kaldırıldı ama ya ruhu?..

 

Yeniçeriye karşı bir kerelik yeniçeri olunmuş ve bu şekavet ocağının külleri, içindeki içindeki eşkiyalaşmış asker müsveddeleriyle birlikte halk tarafından havaya savrulmuştur ama o tarihten bu yana yeniçerilik ruhu başka kılık, başka isim, başka cisim ve başka edalarla hortlamaya devam etmiştir... Zira Yeniçeri içtimaî çöküşün sebebi değil sonuçlarındandır. Sebepler ortada dururken sonucun maddesinin ortadan kaldırılması onun ruhunu yoketmiyor, o ruhun başka cisim ve isimlerle içtimaî bünyeye tasallutunu sürdürüyor:

 

"-Türkiye'de ne siyasî, ne idarî, ne içtimaî, ne iktisadî, ne askerî, ne ilmî mânâda tedavisi lâzım bir illet mevcuttur. Türkiye'de bütün illet ruhîdir, Türkiye devlet ölçüsiyle ruhî bir inhitat, ruh hastalığı (psikoz) geçirmektedir ve her sahada bir ihtilâl dâvet etmenin şartlarını son haddiyle geliştirmiş bulunmaktadır." (12)

 

İllet (hastalık) ruhî oldu mu, tedaviye de "ruh"tan başlamak gerekiyor. Yanlış teşhis ve tedavi neticede hastayı tedavi etmek değil deneme tahtasına çevirmek oluyor ve ıstırabı dindirmek yerine arttırıyor, hastalığı kronikleştiriyor...

 

O yüzden de Sultan Mahmud döneminde maddesi yokedilen yeniçerilik ruhu Osmanlı'nın yokedilmesine rağmen cemiyetin her sahasında başka isim ve cisimlerle, başka kılık ve üniformalarla halkın iflahını kesmeye devam ediyor...

 

Yeniçeri'yi okumanın faydası burada; bu eser bize Yeniçerinin ruhunu kavratıyor... Bu ruhu kavradıktan sonra o hangi kılığa girerse girsin, hangi ismi alırsa alsın, hangi cisimle suretleşirse suretleşsin onu hemen tanıyorsunuz... Tanımakla kalmıyor, ona karşı Sultan Mahmud dönemi müslümanlarının yarım bıraktığı işi nasıl tamamlayabileceğinizi de öğreniyorsunuz ve görüyorsunuz ki; yeniçeriyi bütün tezahürleri içinde maddesi ve ruhuyla birlikte yoketmenin yolu "Dünya çapında bir inkılâp"tan geçiyor... Yoksa o eşkiyadan kurtuluş mümkün değil...

 

O eskiden asker üniforması içinde idi ve tanımak çok kolaydı; şimdi ise her üniforma, her kılık, her yer ve yönden hortlayabilecek kadar ustalaşmış... Bazen mafyacı çakal suretinde, bazen batıcı aydın suretinde, bazen politikacı, bazen polis, bazen savcı, bazen hâkim, bazen tüccar, bazen sanayici, bazen bürokrat, bazen general, bazen gazeteci; eşkiyalaşmış yeniçeri ruhu her yeri, her yönü tutmuş vaziyette hep istiyor; haracını istiyor... Haraç olarak bazen can, bazen mal, bazen namus, bazen iman çoğu zaman da hepsini birden istiyor...

 

Ondan kurtuluşun başlangıcı, onu tanımaktan geçiyor: Bunun için Yeniçeri'yi okuyun...

 

 

 

Dipnotlar:

 

1- Necip Fazıl Kısakürek, Olanca Romaniyle ve Son Hortlamalariyle Yeniçeri, Özbahar Yayınları, 1970, İstanbul.

 

2- Age. Sh.3

 

3- Age. Sh.3

 

4- Age. Sh.3

 

5- Age. Sh. 16-18

 

6- Age. Sh. 15-16

 

7- Age. Sh. 232

 

8- Age. Sh. 315

 

9- Age. Sh. 317-318

 

10- Age. Sh. 318

 

11- Age. Sh. 320-322

 

12- Age. Sh. 361 (Bir İsviçre gazetesinden naklen)

 

 

www.avharunyuksel.up.to

Share this post


Link to post
Share on other sites

bu konuyu yeni okudum ve mustafa armağan gibi türkiyenin en büyük cemaatine mensup olan tarhiçinin bukadar sığ olabileceğine şaştım.. aslında pek şaşmadım desemde olabilir. Son zamanlarda piyasaya çıkan ve arkasındaki güç dolayısıylada "pöpülist" bir kimlik bulan bu şahsın üstadı eleştirmeye çalışacağı noktadan bile eleştirilecek hale düşmesi kendisinin almış olduğu yolun daha nerede olduğunu gösteriyor olsa gerek.

Burada tutak ve nfk-fan kardeşlerime teşekkür ediyorum durumu yansıtıp tepkilerini koydukları için. yüzlerce üye bulunmasının yanında sadece 2 üyenin üstadı "bilinçsizce" eleştiren bir şahsa karşı site nazarında duyarsız olmalarına ve tepkilerini dile getirmemelerine üzüldüm.(inş yanılmışımdır.) Aradan 2 yıl geçmiş ve 2 yılda 2 kişi ses vermiş...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Fethullah Gülen hocaefendi Fasıldan Fasıla 1 adlı eserinden

YENİÇERİ VE MERHUM N.FAZIL

Merhum N.Fazil Yeniçeri adlı eserinde Osmanlı askeri tarihini hep kaynayan kazan şeklinde gösterdi.Ve hassaten Yeniçeriyi yerin dibine batırdı.Halbuki bu tip tarih değerlendirmelerinde insafı elden bırakmamak lazım.Son dönemlerinde olmuş-keşke-olmasaydıbirkaç ciğer-süz hadiseyi nazara vererek,koskoca bir tarihi karalamaya gitmemeli.Rica ederim.600 yıllık o tarih içinde kaç tane kazan kaldırma olayı gösterebilirsiniz?Osmanlı yı ve yeniçeriyi bu açıdaneleştirenler,kenditarihlerine baksınlar.50-60 yıl içinde 600 senede meydana gelen isyanların,başkaldırmalarınbirkaç katını müşahede edeceklerdir.

Ayrıca,ihtisas da bu konuda gözardı edilmemelidir.Herkesin herşeyi bilmesi mümkün olmadığına göre-aslında böyle bir şey idda eden de yok-herkes ilgi alanı,çalışma sahasına giren konularda konuşmalı,değerlendirmeler yapmalı.Ve bir şey daha ilave edeyim:Mülazaha dairesini daima açık bırakıp,iddialı olmamalı...

 

 

Bunları okuduktan sonra aklıma şu sorular geldi.Acaba Tarih üstadın çalışma sahasına girmiyormuydu özellikle İslam tarihi.Bukadar islami eser bırakan bir insanın çalışma sahasına girmeyecekse kimden okuyacağız tarihimizi?İkinci sorum ise şu muhterem hocaefendi bir felsefe mezunun tarih yazmasını yanlış buluyordu da şimdi ne değiştide Edebiyat fakültesi mezunu Mustafa Armağan bey e 600.00 trajlı bir gazetede tarih yazarlığı görevi verildi madem herkes kendi çalışma sahasında bulunacaksa bizde Fethullah Gülen hocaefendinin(kendisini gerçekten çokseverim)şiirlerini üstadın şiirleriyle karşılaştıralım ve herkes kendi sahasıda eserler versin mi diyelim?Tabiki demiyelim üstadın beklediği özlemini çektiği kendi ifadesiyle:

Maya tutması için otuz küsür yıldır, devrimbaz komadanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp, bir ömür Allah’a hamd etme makamındayım.Dediği gençlik bunu yapmaz yapmamalı.Allahın selamı üzerineze olsun

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Öncelikle "Böyle bir yazı gerçekten var mı acaba?" diye düşünecekler için (ki ben ihtiyatı elden bırakmamak namına düşündüm) hemen şu linki veriyoruz: http://tr.fgulen.com/content/view/1634/3/ Bu sayfaya bakarak yapılan alıntının tamamen doğru olduğunu görebilirsiniz.

 

Şimdi yazıyı yavaş yavaş inceleyelim:

 

Öncelikle insaf, hakkı teslim etme noktasında tecelli etmelidir. "İnsaflı olalım" diye siz bir gerçeği olduğundan daha hafif gösterirseniz hakikate karşı en büyük insafsızlığı yapmış olursunuz. Osmanlı ordusunun kaynayan bir kazan olduğunu hepimiz biliyoruz. Marjinal olmak, popülerleşmek gibi hususi gayeleri olanları dışarıda bırakırsak herkes bu fikirde mutabıktır. Ordumuzun diğer devletlerle karşılaştırıldığında iç meselelerde mütemadiyen kazan kaldırıp kazan kaynattığını görüyorüz. Nitekim Eşref'in tespitiyle ikide birde koyulup kaldırılmanın neticesi olarak kazan devrilmiş ve ocağı söndürmüştür.

 

FG, Üstadın Yeniçeri isimli kitabını okusaydı kitapta verilen örneklerin yalnızca son devre ait olmadığını, Osmanlı'nın yükseliş devrine kadar uzanan bir yelpazede mevzunun (isyanların ve ulviliklerin) ele alındığını, bunlara da temas edildiğini görecekti. Buna ek olarak, Osmanlı'nın kuruluş devrine ait o taptaze ruhtan, saf şeciyeden, hakşinas yapıdan, kendinden çok din-i İslam ve devlet-i aliye adına hareket eden ve taleplerde bulunan ordudan bahsedildiğine, haklının hakkının teslim edildiğine de şahit olacaktı.

 

600 yıllık o koca tarihin özellikle son 400 yılında kalkan kazanların akışını tayin etmediği bir vakitten söz edebilir misiniz? Siyasetimizi ve dahiliyedeki ahvalimizi belirleyecek çapta büyük kazan kaldırma hadiseleri meydana gelmiştir Osmanlı'da, sık sık. Direk ordu kaynaklı görünmeyen isyanların çoğunun da altındaki parmaklardan belki de en kuvvetlisi orduya ait olmuştur. Dünya üzerinde yer alan diğer devletlerle vaziyeti karşılaştırırsanız mevzuun ciddiyetini bir kez daha müşahede edebilirsiniz.

 

"Osmanlı'yı ve Yeniçeri'yi bu açıdan eleştirenler, kendi tarihlerine baksınlar." cümlesine takıldım ben. Zira Üstadın "kendi tarihi" şeklinde ifade edilen tarihi sahiplenmediği ve bizzat bu tarihin akışıyla kavga ettiği aşikar. Burada sanırım başlangıç noktasından bir sapma olmuş. Yoksa bu kadar galiz bir hata yapılmaz. Problemin bugün de devam ettiği tespitine katılmamak elde değil. Hala yaşıyor bozulmuş Yeniçerinin ruhu...

 

Walter arkadaşımız ilgi alanı mevzuunu iyi bir biçimde açıklamış. Mesela bu yazıyı yazan F.G'nin ben tarih konusunda ihtisas yaptığını bilmiyordum. Kendisi yapmış mı ki böyle konuşabiliyor, madem öyle? Zaman'da tarih üzerine yazı yazdırılan adamlardan bazılarının halini de biliyoruz.

 

Üstadın kaynak seçiminde titiz davrandığı bedahet. Yanıldığı da vakii elbet, mesela Yeniçeriliğin kuruluşunun anlatıldığı kısımda H. Bektaş-ı Veli hazretleriyle ilgili anlatılan kıssadaki hata bariz. Bu hadise gibi halk hafızasına oturmuş menkıbevi hadiseleri pekçoğumuz anlatırız, pekçoğumuz da yanılırız. Fakat işin ilmi kısmının incelendiği yerlerde bir yanlışın göze çarpmaması gayet önemli. Üstadın eserlerini; gayesini, fikrini bina etmek amacıyla / ederken yazdığını da atlamazsak sağlıklı bir neticeye varabiliriz.

 

İddialı olmazsanız iddia edemezsiniz. Emin olmazsanız üzerine tez inşa edebileceğiniz bir eser veremezsiniz. Septik bir zihinle hiçbir yere varamazsınız. "Mülahaza" kapısı açık olmalıdır, amenna, fakat bu yazının böyle bitirilmesi sanki üstadın bu kapıyı kapatıp da yazdığını iddiaya varmış ki hiç yakışmamış.

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hiçbir fikir estetği olmayanlar ne diye yobaz softalık yapar. Üstada cevap yetiştirmeye çalışanların hiç biri de tarihçi değil ne hikmetse. Ya bu adamlar üstadın ne demek istediğinden de habersiz. Amaç dikkat çekmek mi acaba. Deryalardan bahsedilirken damlaya takılan fikir hisesi küçük adamlar. Eeee üstat ne etsin herkes kapasitesi kadar anlar yeni yetmelere bak hele sen...

 

Kitap incelendiği zaman yeniçerinin ilk iki asrının;üstat aşk ve şevk asırları olarak nitelendirir. ilerleyen bölümlerde ise yeni çerinin devletin başına bela olduğunu vurgular. Yeniçeriyi tamamen ortadan kaldırmaktansa, böyle büyük bir kuvveti eski ruh halinedöndürmek gerektiği anlatılmıştır. Sonrasında yeniçeri bir semboldür artık. Yeniçeri ordunun türk siyasal hayatına, sosyo-ekonomik hayata müdahalelerde sembol isim olarak kullanmıştır üstat. bazı askeri müdahalelerde ordu yeni çerilik yapmamışmıdır? dün şariat isteyen yeniçerinin yerine bugün cumhuriyet kazanımlarını korumak bahanesiyle müdahaleler yapmamişmıdır.

büyük doğu diyalektiğinde yeniçeri=ham yobaz kaba softa...... onu büyükdoğu içinde değerlendirmek yerinde olur! selametle...aeo

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yeniçerinin nasıl bir zulüm teşkilatı haline geldiğini gören biri, tutup da Üstadın ocağın kaldırılmasını desteklemesini eleştirmez, eleştiremez. Ki Üstad, ocağın kaldırılmasından öte, şiddetten başka bir telkin ve terbiye sisteminin kurularak Yeniçerinin ıslah edilmesi gerektiğini özellikle vurgular, yani yıkıcı tesirleri olan ve fesat tohumu mahiyetindeki bir kurumun ortadan kaldırılması ile sorunun da onunla birlikte yok olacağını değil; hakiki mânada keyfiyete sahip bir teşkilatın yeniden teşekkül ettirilmesinin elzem olduğunu ve asıl o zaman gerçek neticeye ulaşılacağına dair bir yorum yapar.

 

Bir kere şu var ki Üstad, Yeniçeri kaldırılsın yahut kaldırılmasın, Tanzimat gibi ruh kökünü inkâr eden ve batı taklitçiliğinin, İslama sırt çevirmenin timsali olan bir teşekkülün asla savunucusu olmamış ve onu kabul etmemiştir, bunun sebebi kısaca, Tanzimatın özünde olan bozuk yapı, ruh köküne ters olan telakki, İslama zıt olan ve batının ilmini değil, bozuk yaşam tarzını benimseyen sakat mahiyetidir. Tanzimat çekirdekten menfidir, mülevvestir, çarpıktır. Üstadın o devrin paşalarını, icraatlarını anlattığı konferanslarını okumak bile bunu idrak etmek ve Tanzimatın tarihimizdeki en büyük hatalardan biri olduğunu söylemek için yeterlidir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mustafa Armağanın tarih tezi, tahlilde gayesizliğinin ilk işareti olan tarafsızlıkla, teşhiste biricik meziyeti, aynı zamanda hakikate çıkan merdivenin ilk basamağından öte bir hüviyeti olmayan (marjinal)likten mürekkeptir. Onun tarih tezlerinin bağlı olduğu topyekun bir fikir örgüsü ise, bedahetle belirtelim ki, namevcuttur. İçindeki, kendisine (bu yanlıştır)ı dedirten (iyi niyet) güdümü, şuurlaşıp sistemleşmemiş iptidai bir düşünce zemininde vücut bulduğu içindir ki, (doğru olan budur)'u demekten uzak ve nasipsizdir.

 

Üstadın tarih çalışmaları ise, hakikat mihraklı fikriyatının hizmetindedir. Mustafa Armağan'ın ifşa etmekten ileri gidemediği (yanlış)lar silsilesini tefekkür örsünde döve döve, (doğru) ve (ideal)in teşhirine vasıta etmek davasındadır. Hal böyleyken, Üstadın büsbütün bir fikir örgüsünün mahsülü olarak, Tanzimat hareketini sadece belli başlı bir zaman dilimindeki tarihi verilerin neticesi olarak değil, bir milletin ruh kökünün topyekun kazınmaya başlandığı cereyan olması hasebiyle yermesini, gene aynı şekilde Yeniçeri'yi basit ve deri üstü meselelerle değil; onu aşk ve vecdimizin doğuş, yükseliş, duraklayış ve çöküş saiklerini kendinde toplaması ve aksettirmesini baz alarak tenkit etmesini Mustafa Armağan'ın görmek istememesi, kendi tarih tezlerinin gayesizliği göz önünde bulundurulursa tabiidir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir de şuna değinelim, Mustafa Armağan’ın genel hatları ile başarılı ve faydalı olan ve Abdülhamid Han meselesinde tarihî hakikatlere yer veren Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı isimli bir kitabı da vardır. Yeri gelmişken onun hakkını verelim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

her ne olursa olsun fethullah gülen ile necip fazıl ı kıyaslamamak gerek bence iki deha biri fikirde önde biri plan da ama Mustafa armagan mevzuunda canım üstadım sonuna kadar haklı bence

iste fasıldan fasıla 2 kitabında fethullah gülen hocaefendinin üstad hakkında görüsleri.....

 

Necip Fazıl meâlen, Hakkında fazla beklentiye girilmemesini, bazı kimseleri; Allah (cc), toprağın kuvve-i inbatiyesini artırmak için yaratmış olabilir dediğini hatırlıyorum Kendisini çok severim. Söz söylemede, eşi menendi yok.. onun kalemi sözü, sözü de kalemi kadar güzeldi. Ancak bu çok kıymetli insan, yaşadığı dönem itibariyle, cemaatini bulamamış ve hep kendisine sahip çıkan dar bir çerçeve içinde kalmıştı. Onun fikirlerini hayata geçirecek, ona maddî ve manevî destek verecek imkân sahibi insan, hemen hemen yok gibiydi. Tabii konferanslarında salonları dolduran ve onu ölesiye alkışlayan kalabalıklar eksik değildi. Ve çok defa da onun vermek istediği rûhdan ziyade, avamî düşüncelere hoş gelen sözlerini alkışlarlardı. Meselâ, bir konferansında Kabakçı Mustafa, Mustafa Reşid, Âlemdar Mustafa.. ve daha ne Mustafalar ne Mustafalar" der demez -millet ne anladıysa- salon alkış tufanına boğulmuştu. Ama bilmem ki bu ne ifade ederdi? Oysa ki, böyle şeyleri dinleme, alkışlama.. bir şey olsa da her şey değil.

Necip Fazıl kendi yeterliliğine inanmış bir insandı. Bazıları bunu psikiyatrik bir mevzu olarak değerlendirmek istese ve bir boşluk olarak görse de Üstad kendi yeterliliğine inanmıştı. Bazı insanlar vardır ki, çok şey keşfetmenin, çok şeye vâkıf olmanın yanıbaşında kendilerini de keşfetmişlerdir. Necip Fazıl merhum bunlardan biriydi. Evet o, kendinin şuurunda ve idrakindeydi. O bazen takdir edilecek şeyler ortaya koyduğunda, takdir etmeyen insanları kadirnâşinas bulduğu da olurdu. Bu, -haşa- onun riya'ya, süm'a'ya, ucb'a açık bir insan olduğunu göstermez. Meselâ, Kırklareli'nde "Hâlimiz, Yolumuz, Çaremiz" isimli bir konferans vermişti. Onun çok yakınlarından sayılan, ismini veremeyeceğim bir arkadaş, konferanstan sonra "Üstadım bugün çok pasiftiniz" dedi. Üstad birden âdetâ bir siren gibi ses verdi. "Hayır ben pasif değildim. Bu adamlarda iş yok." Aslında Üstad doğru söylüyordu. Bazı beldeler o dönemde Necip Fazıl'ı anlayacak seviyede değildir.

 

Necip Fazıl, Nur talebesi olmamakla beraber, Nur talebeleri kadar ve hususî plânda bazı Nur talebelerinden daha fazla din-i mübin-i İslâm'a hizmet etmiştir. Sadece o mu? Hayır. Büyük Doğu'nun yanıbaşında Sırat-ı Müstakim'i, Sebilürreşad'ı, Hür Adam'ı çıkaran kimseler de o kadar hizmet etmişlerdir.

 

Evet, Allah'a inanarak O'nun dinine hizmet çok önemlidir. Amellerimizde kusur olabilir. Biz Allah'ın rahmetinin gazabına sebkat ettiğine inanan insanlar olarak, kusurlu amellerinin affını taleb eder ve onların hepsini rahmetle anarız.

 

Kırklareli'ndeki o konferansta -hiç unutmam- halkın duyarsızlığı, anlayışsızlığı karşısında, merhum Erzurum'u anlatma lüzumu duymuştu. Onun ilk konferansı "İman ve Aksiyon" adıyla Erzurum'da olmuştu. "Ben, Türkiye'de yaşlısının da genç olduğu bir yer gördüm: ERZURUM. -Ellerini kenetleyerek- Böyle dolu bir salon. Ayaklarımı birbirine değdireyim dedim. Birisi canının yandığını söyledi. Bir de ne göreyim? Meğer masanın altına bile girmişler..." dediğini çok iyi hatırlarım.

 

Necip Fazıl, Nur talebesi değil ama Nur'ları takdir ederdi. Bir keresinde bana "Bırakın şu Risale-i Nur'u sadeleştireyim. Bediüzzaman, Sultan Ahmed'in mimarı gibi bir insan. Köprünün altında, dubada yaşayan ne anlar onu." Evet, cevâhir kadrini cevherfüruşân olmayan bilmez. Zaten bu denli hak yolunda olan bir insanın, haknâşinas olması da düşünülemez."...

 

Share this post


Link to post
Share on other sites
Ancak bu çok kıymetli insan, yaşadığı dönem itibariyle, cemaatini bulamamış ve hep kendisine sahip çıkan dar bir çerçeve içinde kalmıştı. Onun fikirlerini hayata geçirecek, ona maddî ve manevî destek verecek imkân sahibi insan, hemen hemen yok gibiydi. Tabii konferanslarında salonları dolduran ve onu ölesiye alkışlayan kalabalıklar eksik değildi.

 

Kendi çağında anlaşılan ve destek bulan kaç tane fikir/aksiyon/dava adamı vardır ki? Üstad'ta bu adamlardan birisidir şüphesiz. M.Fethullah Gülen'in tespit ve analizi tam isabet olmuş.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu Yeniçeri konusunu açtığınız için ne kadar teşekkür etsem az . Birkaç gün önce okumuştum bu kitabını üstadın ve açık söyleyeyim okuduğum şeyler karşısında bayağı şaşırmıştım.Aynı soru benim kafama da takıldı: Üstad gibi güvenilir birinden okumayacaksak kimden okuyacağız tarihi? Tarafsız yazar çizer mütefekkir bulup okumak gerçekten biraz zor ....

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yeniçeriler nasıl yobaz olurlarki... Hepsi birer şeyhe bağlıydılar, bağlı oldukları tarikat gereği saçlarını kazıtır, bıyıklarını uzatırlardı(bağlı oldukları tarikat kalender meşrepliydi bu uygulama İslama ters görünebilir ama ters olmağını kalenderlik konusu açılınca anlatıcağım) bazı fetvalarda askerlerin ölünce tanınmak için dövme yaptırmalarının caiz olduğu geçer ona uyarak hepsi dövmeliydi, ama gelin görünki devlete bazen haklı bazen haksız olarak isyan ettiler.Burası çok önemli işte bazende haklıydılar çünkü, mesela yeni batı usül ordu bir işe yaradı mı? Tarih bize yaramadığını söylüyor, onun yerine silah gücü artırılsa belki iş daha iyi olucaktı, tabi birde tasavvuf karşıtı mollaların padişahın düşünce yapısını etkilemeside bir neden, sonuç olarak yeniçeriler vb ocaklar Osmanlının ilk kuruluşundaki Tasavvufi devlet yapısını koruyamadığından yıkıldığı kanısındayım....

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Yobazlığın kökü cehalettir. Bu durumda sıfatı önemli değil, dinin incelik ve zarafetten müteşekkil güzel ahlakını iç âlemine sindirememiş, hal ve tavırlarını İslam’ın emrettiği kurallara göre çizememiş bir insan yobaz olmak yolundadır. Yeniçerilerin haklı isyanına örnek olarak Batı usulü orduyu göstermeniz tam da dem vurduğunuz yobazlığa getiriyor işi. Batı usulü ordunun, yani 3. Selim’in kurduğu Nizam-ı Cedid’in temelinde de zaten dediğiniz gibi ordunun silah gücünün artırılması, devrin ileri silah kuvvetine eş bir yapıya oturtulması, askeri teçhizatın yenilenmesi gayeleri yatıyordu. Bu ordu Mısır’da Napolyon’un ordusunu yendi. Tarih bize bu ordunun işe yaradığını söylüyor, gösteriyor, ispat ediyor. Yani ordudaki yenileşme süreci işe yarıyordu. Ayrıca sadece silahlarda terakki yapmak ile kalınmamış, sistemli ve disiplinli bir eğitime de geçilmişti, ki zaten yeniçerinin bu orduya karşı kin bilemesinin ve Nizam-ı Cedid eksenli bir isyanın aktörü olmasının müsebbiplerinden biri buydu.

 

Siz sadece Batı usulü ordu örneğini verdiğiniz için ben de bu noktayı baz aldım. Yoksa sadece bunlarla sınırlı değil Yeniçeri mevzusu. Gelişen fen ve teknolojinin, faydalı olacak cihazların Batı’dan alınması ve İslama, Müslümanlara hizmeti için kullanılması dinimizin emridir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

2002 yılında, Ankara'da tanışıp, Konya'da okuma şerefine nail olduğum, Sevgili Efendimin "Yeniçeri" adlı kitabından edindiğim en detaydan da detaylı ve en ince olan mana-î kelime "Yeniçeri'lik kaldırılmamalı, ıslah edilmelidir"...

 

Bu mana-î kelime, Osmanlı Tarihini öğretmek için çabaladığım yiğenlerimin kulağına gergef gergef işlediğim en hassas kelimelerdendir.

 

Ben "numune-i aciz" dahi, bu kitabın ne anlatmak istediği konusunda kati fikre varabiliyorsam, sen "fakr-u vicdan" ve "haset cömerti" Mustafa Armağan, neden yiğidin hakkını vermeyenlerin yağdanlığına soyunup, kendi beşeriyetinin yaşam kaynağı olan hak ve vicdanı çöpe atıyorsun.

 

Neden, neden, neden...

Share this post


Link to post
Share on other sites

FETHULLAH GÜLEN HOCA EFENDİ NECİP FAZILI HER ZAMAN TAKDİR ETTİ VE CEMAATİDE NECİP FAZILI ÇOK SEVİYOR.BİR KISIM MİLLİYETÇİ GEÇİNEN KARDEŞLERİM OLAYA İDEOLOJİK YAKLAŞMASINLAR.AYRICA MUSTAFA ARMAGAN DEGERLİ BİR TARİHÇİDİR VE NECİP FAZILI SEVER.BAKINIZ ''GERİ GEL EY OSMANLI'' KİTABININ ANA TEMASINI NECİP FAZIL OLUŞTURUR.LÜTFEN LAF OLSUN DİYE DEGERLİ İNSANLARI KARALAMAYIN.ÜSTADIN KEMİKLERİ SIZLAR...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Necip Fazıl'ı sevmek kimsenin bakış açısındaki yanlışlığı tespit etmeye engel olamaz. Genel manada sevmek başkadır, belli bir konuda kendi donanımına bakmadan, hakikatle ilgilenmeden romantik perdeden terennümde bulunmak başka... "Bir kısım milliyetçi geçinen kardeşim" de ne demek Allah aşkına, olaya ideolojik yaklaşmanın buradaki manası ne? Tartışmayı mevzu ekseninden kişiler zaviyesine niçin indiriyorsunuz? "'Geçinmek' ne demek, bir adet Müslüman geçinen arkadaşım?" desek eminim bu samimiyetsizlik ithafından hoşlanmazsınız, hem bu başlıktan milliyetçiliğimizi nasıl çıkarabildiniz ki geçinmeyi çıkarabilesiniz? Yoksa muhattabınızı zihninizdeki şablonlara hapsederek gerçek insanlara değil de, kendi oluşturduğunuz figüre mi yazıyorsunuz? Meseleye ideolojik değil, temellendirmesini yaptığımız bir noktadan yaklaşıyoruz. Kimse bir insana karşı beslediği sempatiden hareketle bu hakikatleri geçersiz kılamaz, bir iddianın yanlışlığını ispat için bir kişiye duyulan sempati asla kâfî gelmez. Mustafa Armağan tarihçi midir ki değerli bir tarihçi olsun? Ki olsa bile bir tarihçinin tarihle alakalı bir konuda düpedüz saçmalaması imkan hududu haricinde midir, tarihçiler saçmalayamaz mı, ruhbanlık mı ithaf etmeli kendilerine? Mustafa Armağan'ın Üstad'ın tarihe yaklaşımıyla ilgili kaleme aldığı bir yazı için açılan başlıkta bir arkadaşımızın da bahsettiği gibi, kendisi Üstad derken aslında kendi tarih anlayışını onun üzerinde aksettirmekte ve Üstad'ı bu noktadan desteklemektedir. Kitabımızdaki sayfayı yerinden sökemezsiniz ki!

 

Burada kimse laf olsun diye karalanmıyor, lüzum görüldüğü için bir fotoğraf çekiliyor. Üstad'ın kemiklerini sızlatacak olan onun anlaşılmadan eleştirilmesi ve hakikat bağlılığının komik bir noktadan taarruza uğramasıdır, bizim onunla ilgili bir yanlışa karşı cevap vermemiz asla değil. Saptırmanın, bitiş cümlesinde vurucu olabilme gayretinin ulaştığı dip nokta...

 

Ayrıca forum genelinde tamamen büyük harflerden oluşan mesaj yazmak yasaktır, bkz Forum Kuralları

 

Lütfen olayı şahsileştirmeksizin mesele odaklı bakalım mevzuya...

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Halk içinde Hakk(Celle Celaluh) ile olmak konusu çok farklıdır, bu illaki tüm tarikatların halkın içinde onlarla giyineceği değildir.Nitekim Bayrami Melamileri bu Halk içinde Hakk ile olmayı resmen avama dönmeye çevirmiş Molladan farksız hale gelmiş Şeyhlere inat eski Kalenderî gelneği uygulayıp yarı çıplak dolaşmışlar, tarikatlarını halkın dışında gizli tutmuşlardır.Halk içinde Hakk ile olmak deyimi belli maksatlarla özellikle zahiri Mollalar tarafından başka yönlere çekilmiş ve tarikatların aşk ve vecdden uzak kalmasına sebeb olmuş şuanki haline getirmiştir.Şuan nakşibendi tarikatına mensub bazı cemaatler Yunus Emreye Kafir fetvası vermiş Ebussuud efendiyi "Evliyalar Ansiklopedisi" kitaplarında evliya olarak göstermektedirler.Kanuninin bu yobaza ne kadar değer verdiği ortadadır.Bu gibi yobazlar aşksız vecdsiz sadece zahitlik olan bir tasavvuf istemektedirler.İstiyene belgesiyle bu yobazın Yunus Babamıza kafir dediği ve katl-i vacib dediği belgeyi gösterebilirim.Buna rağmen hala Osmanlıda yanlış yok gibi ifadeler kullanmak yersizdir.Yeniçerilerin başlarındaki Şeyhler sarıklı cübbeli Şeyhler değil aşk ve vecdli hatta meczub şeyhlerdi.Bunlar padişahın mezarına fetvalarını gömdürdüğü yani bu kadar yükselmiş yobazlar tarafından padişaha fitlenemez mi?Tütüne bile haram diyen mollalar padişaha bu kadar yakın bir ocakta cezbe için beng-u deng eden Şeyhleri görünce halleri değişmez mi?Nitekim suçun hepsi yeniçerilerde değildir, hatta büyük çoğunluğu Osmanlıdadır, Bursayı Abdal Musa ve Müridlerinin, İstanbuluda saçı sakalı kazınmış yarı çıplak küpeli beng-u deng eden kalenderlerin feth ettiğini unutup mollalara uymasıdır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ehl-i kalender az yavaş.Ebussuud Efendi -rahmetullahi aleyh- hakkında öyle ithamlarda bulunuyorsun ki, insanın ağzı açık kalıyor.Bir iddia ortaya atmışsın ve bunun üzerine bir alime dil uzatıyorsun.El insaf.Meseleye yaklaşımın çok pervasızca.Ayrıca mevzubahis belgeyide çok merak ediyorum.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sual: Bir tekkenin mescidinde değişik kişiler toplanıp tevhit ederken (Allah'ı anan şiir-müzik okurken) bunu değiştirerek kimi zaman, 'Sen bir ulu sultansın Canlar içinde cansınÇün ayan gördüm seniPinhan kapısı değil' deseler, kimi zaman da 'Cennet cennet dedikleriBir ev ile birkaç huriİsteyene ver sen onuBana seni gerek seni' deseler ve göğüslerini dövseler (...) bunlara ve şeyhlerine ne yapmak gerekir?

 

Cevap: Bunların halleri ve sözleri tam anlamıyla fuhş olduğu gibi cennet hakkında dedikleri sözler de açık bir küfürdür. Bu kişilerin öldürülmeleri yasalara uygundur.'

 

Türkçeleştirilmiştir...

Share this post


Link to post
Share on other sites

İstanbul millet k, Şeriye No 80'de kayıtlı "" Fetava-yi Ebussud"" eserinin 271 b ve 272 a' da bir fetva dikkate değer. Ebussuud Efendiye bir mesele sorulmuş, o da çok ağır bir cevap verilmiştir:

 

Mes'ele: << Bir zafiyenin mescidinde eshas-ı muhtelife ile oğlanlar muhtelit olup envaı tegarniyat ile tehvit ederler iken kelime-i tevhidi taygir edip kah<<dil men>> kah <<can men>> deyüp ve kah<< sen bir ulu sultansın, canlar içinde cansın-Çün ayan gördüm seni, pinhan kayusu değil>> deyüp ve kah<< cennet cennet dedikleri bir ev ile birkaç huri-İsteyene ver sen anı, bana seni gerek seni>> deyü göğüslerini döğüp evza-i garibe ettiklerinde ahali -i mahalleden bazı kimesneler zaviye-i mezbure de şeyh olan Zeyd: << Ne lazım gelür? ve mahalekat-el cin vel ins ila liya budun>> demekle cevap verse şer'an zeyd'e ne lazım gelür?>>

 

El cevab: Evza' ve akval-i mezbure kemal mertebe fuhuş olduğundan gayrı, cennet hakkında söyledikleri kelime-i şenia küfr-i sarihtir. Katilleri mübahtır. Şeyhleri olan Bi-din, << hikayet olan ef'al ve ekval men'e mübaşeret olunmazsa dahi ne lazım gelür>> demekle kafir olduğundan gayrı, ol kabayihi ibaret kabilinden addetüp ayet-i kelimeyi ana delil getirmekle tekrar kafir olur. Ve bu itikattan rücu etmezse katilleri vacip olur>>

 

Buyrun Osmanlıca aslı.Osmanlıca bilenler İstanbul Millet Kütüphanesine gidip No 80'de kayıtlı "" Fetava-yi Ebussud"" eserinin 271 b ve 272 a' daki fetvaya bakabilirler.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu meseleyi araştıracağım.Hakiki bir alim olan Ebussuud Efendi -rahmetullahi aleyh- hakkında iyice malumat toplayıp daha sonra fikir beyan edeceğim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...