Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Salihbey

Bir Adam, Bir Kadın Ve Bir At

Recommended Posts

BİR ADAM, BİR KADIN, BİR AT

 

Adıbelli

 

Tuhaf adamdı vesselâm! Babadan kalma sınırsız servetiyle, parayla yapılabilir ve görülebilir olan her işi dilediğince işliyordu!

 

Göl kıyısındaki iki katlı köşkü sabit mesken tuttuktan sonra, yurt içi ve yurt dışı seyahatleriyle, "nerede akşam, orada sabah" hayatının uçuk savrukluğu... Çoğu zaman İstanbul'da.

 

Onu, sarhoş veya ayık hâlinde görenler, bir tekerleme gibi mırıldandığı yedi sesin ardında birşeyler... Sus, bak bak yine:

 

— "Ağlaması gülmesi: Do, re, mi, fâ, sol, lâ, si!"

 

Bunu bazen herhangi bir şarkı ahenginde, bazen de saçmasapan konuşmanın mânâsız ve savruk kelimeleri gibi, nisbetsiz, cırtlak, böğürmeyi andıran veya bir iç duygusundan kopmuşa benzemeyen hissiz bir biçimde terennüm ediyordu.

 

Kimsenin anlamadığı birşey varsa, o da, ahenkli sesinin tasvib ve uyum; "kakafoni" tonlarının da "red", "menfî", "olmuyor!" mânâlarını taşıması idi. Yalnız başına iken çıkardığı sesler, onun hâl muhasebesi veya herhangi bir şeyi düşünmesine, etrafında birileri varken de onların konuşmalarına âit bir değerlendirmeydi.

 

O gün köşkün işlerine bakan adamı, Adem'i, "..... do, re, mi, fâ, sol, lâ, si"yi bozuk terennüm ederken gördü. Adem, uzaktayken ne zaman burası burnunda tütse, -evet, burnunda tüterdi-, derhal yollara düşer, toprağına varır, ama bahçeye girdiği ânda yöneldiği taraf köşkün üç kapısından birine denk gelmeyince, hırçınlaşırdı. Fazlalık olan iki kapıyı böyle bir kızgınlık ânında açtırmıştı. Fakat üç kapı yetmemiş olacak ki, adamına talimat verdi:

 

— "Göl tarafına bakan kapının sağ tarafında bir kapı açtır! Üç metre mesafe olsun!"

Adam, evin beyinin mânâsızlıklarına o kadar alışkındı ki, bu talimata hayret bile etmedi ve "başüstüne!" demekle yetindi.

 

o

 

Adem, dostu Şükrü Bey'in Cağaloğlu yokuşunda bulunan fotoğraf stüdyosuna vardığında, akşam çökmek üzereydi. Daha henüz içeri girmişti ki, dostu, onun kadın koleksiyonunun son parçası olan Şebnem'in notunu iletti:

 

— "Gelir gelmez beni arasın!"

 

Adem, onda, onun gibilerde kadını arıyordu aramasına ama... Kadını bazen kalbiyle, bazen teniyle arıyordu. Çok kesin bir hükme varmıştı: Kadınla olamıyordu, kadınsız da olamıyordu. Aslında kadında neyi aradığını da pek billûrlaştıramıyordu. İlk gençliğin yakıcı hayâlleri arasında kanını tutuşturan ve kadın teninde fenâ bulan o cezbolma gücü, diğer yönden kalbin şiir makamında taht kuran sevda yeli, bir noktada çift kanatla rüzgârda süzülen martının o harikulâde muvazene hikmetini ona sezdirmişti ama, geçen zaman içinde bunların birbirine aykırı görünüşlerinin birbirleri aleyhine beslenmesi ve nihayet kendi kendilerini tüketici bir sürece girmesine şahit olmuştu. Karnının acıkması ve onu mekanik bir biçimde doyurması ne ise, şehvet hissine hitab eden yönüyle kadın o; ruhunun ihtiyacı hâlinde âdeta mermer kütlesine sanatkârane bir sürüklenmeyle yanaşan heykeltraşın, orada mermer yerine eczası bitişmez kötü toprak bulması kızgınlığı ne ise, kalbine hitâb eden yönüyle kadın o. Yâni hitab etmeyen.

 

Düşüncesindeki insicam ve işin kuru tahlilden ziyâde bedahet idrakına bakan sezişe ısmarlanması gerektiğine dair kanaati, dudağında bir kıpırtıya, içli bir melodiye dönüşüyor:

 

— "Ağlaması gülmesi: Do, re, mi, fâ, sol, lâ, si!"

 

o

 

Rastgele gazeteye göz gezdirirken, nedense "Televizyon Programı" sütûnu onu çekti. Gözüne saat 18.00'de başlayan bir film ismi değdi: "Nostalji". Saatine baktı; "demek 12 dakika olmuş başlayalı" diye geçirdi içinden... Batı'ya iltica etmiş bir Sovyet yönetmeninin hayatını anlatıyordu film. Yerinden kalktı, televizyonun düğmesine bastı ve henüz yerine oturuyordu ki, kulağına gelen sesle irkildi; daha doğrusu sözle... Yerine oturdu, göz ve kulak kesildi:

 

— "Neş'eli insanlar beni yanıltır, onlara hiç tahammülüm yok! Ancak hiçbir pürüzü olmayan ruhlar neşeli olabilir; çocuklar veya çok yaşlılar... Ama neş'eli insanlar hiç de bu nitelikte değil! Kanaatimce neş'e, insanın ancak çevresini ve içinde yaşadığımız şartları kavrayamamasından kaynaklanıyor..."

 

— "Şey... Nostalji diyordunuz..."

 

— " Nostalji, yalnızca memleket hasreti değil... Rusça'da nostalji bir hastalık, öldürücü bir hastalık anlamına gelir. Andrei Tarkowski, ülkesinden uzak, bu hastalığa tutulmuştur! Giderilmesi imkânsız bir hasretin hastasıdır! Neyi özler? Gerçeği, gerçek hayatı özler!"

 

Adem hafifçe tebessüm etti. Son birkaç senedir pek moda şu "nostalji" kelimesinin, nasıl da hiçbir ruh burkuntusu olmayan ve kaba iştihadan başka bir şeye istidat belirtmeyen aydınların (!) dilinde tekerlemeye döndüğünü düşündü. Gerçeği, gerçek hayatı özleyen insan?

 

Amerikalı odun tipinin hayat tarzını, kopyanın, kopyasının, kopyası hâlinde deformasyon gülünçlüğü ile bezenmeye ve sergilemeye çalışırken bir de şu "nostalji"den dem vurma?.. "Anjin" hastalığının bulunduğu veya isminin konulduğu günlerde, bütün Avrupa ve Rus sosyetesi kokanalarının "anjin oldum!" modası ve bunun İstanbul'da "Tanzimat devrinden zuhur" Batı'ya adepte Şarklı sosyetesinden ses vermesi gibi birşey. Yahya Kemâl'in Paris hatırasını hatırladı. Acı acı gülümsedi, acı acı mırıldandı:

 

— "Ağlaması gülmesi: Do, re, mi, fâ, sol, lâ, si..."

 

o

 

17 sene evvel Paris'te, Luksemburg bahçesine yakın bir sokakta, ekseriyetle talebenin oturduğu bir otelde yaşıyordum. Kafam vatan aşkıyla sarhoştu. Yalnız memlekete dönmeyi hiç arzu etmezdim. Bazı geceler rüyâda kendimi İstanbul'da görür sonra sabahleyin gözlerimi açıp da Paris'te olduğumu hissedince çocuk gibi sevinirdim. Bir derdim vardı: Vatan. Bir arzum vardı: Ömrümü Paris'te geçirmek. Bütün vatanperver genç Türkler de benim hâlet-i ruhiyemdeydiler. İnkilâb olduğu zaman Paris'i güç terkettiler. Hoca Kadri gibi bazıları edemediler de orada kaldılar ve orada öldüler. Hepimizin derdi vatandı. O zaman yaşadığım otelde oda komşum Lehli idi. Görünüşüne göre talebeden, fakat esrarengiz bir mahlûktu; Lehistan'da fıkır fıkır kaynayan ihtilâl hareketlerinin mürettiblerindendi. Muarefemizden sonra Türkleri çarçabuk seven bütün Lehliler gibi beni sevdi. Zaman zaman odamda arar, görürdü. Bir akşam uzun ve kalbe yakın musahâbede bu adamı dinledim. Seneler geçti, o akşamki sözlerini zaman zaman hatırladım. Bu adam, benim de kendi gibi bir vatan garibi olduğumu biliyordu. Mamafih bana ve benim gibi Türkler'e dair ne düşündüğünü o musahâbemizde izhâr etti ve dedi ki:

 

— "Siz buralarda ne arıyorsunuz? Sizin ve bütün genç Türklerin vatan arzuları beni gayr-i ihtiyârî gülümsetiyor. Sizin vatanınız yok mu? Yeni Pazar'dan tâ Yemen'e kadar ovalarınız var, dağlarınız var, şehirleriniz var, kaleleriniz var, kışlalarınız var. Onların üstünde sizin bayraklarınız dalgalanıyor, sokaklarınızdan geçen asker, biliyorsunuz ki sizin dininizdendir, sizin kanınızdandır, sizin dilinizle konuşur, sizin gibi düşünür, sizin gibi sever, dostlarınıza dost, düşmanlarınıza düşmandır. Ah bu saadetin kadrini hissedemiyorsunuz. Benim gibi mahkûm bir milletin çocuğu böyle bir manzarayı rüyâsında görmek için can verir. En son Lehistan ihtilâlinde, Varşova'nın bir sokağında Leh bayrağını 24 saat dikili bulundurmak için Leh gençlerinin en civanmertleri cân verdiler. O güzel 24 saat her gün tekerrür etse, her gün cân veririz. Siz Türkler istiklâlinizin kadrini bilmiyorsunuz. Onu ancak kaybedeceğiniz zaman öğreneceksiniz."

Bu sözleri daima hatırladım ve daima hatırlayacağım. Çünkü benim gibi bütün Türkler de o ızdırabı, onun tahmin ettiği zamanda öğrendiler.

 

D.edecek...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ortadaki viski şişesinin çektiği hattın bir ucunda Adem, öbür ucunda Şebnem. Adem, dumandan bir şekil seyreder gibi bakıyor Şebnem'e. Bir kadeh daha. Şebnem, o ân, doğru olamayacak kadar gerçek bir yalanı fısıldıyor:

 

— "Seni seviyorum!"

 

Adem, ortada şu viski şişesi olmasa, ışıksız bir lâmbadan farklarının kalmayacağını biliyor. Ne cinsî sihir, ne şahsiyet büyüsü. Ve 30 yaşın ertesinde bir hayli tecrübe sahibi olarak biliyor ki, bu dumandan şekil, avuçlandıkça maddede ve mânâda muradı hep ötede kalan bir mahrumluk ihtarındadır. Nerede o büyük şiir? Kendini, kadını bıçaklarken âdeta kadavrada ruh incisi arayan ve hiç olmazsa arayacağı mekânı tesbit etmiş bir definecinin neticeye giden yolda duyduğu o doyumsuz arzuyu yakalamış gibi hisseden câniye yakın buluyor. Şebnem, kendi kendine mırıldanır gibi:

 

— "Nerede o büyük şiir?"

 

Adem afalladı! Aklına Geothe'nin bir sözü geldi:

 

— "Yakın bir tanıdığımla yürürken ve bu sırada çok hararetle birşeyi düşündüğümde, yanımdakinin benim aklımdan geçen şey hakkında konuşmaya başladığına çok şahit oldum!"

 

Acaba Şebnem, onun düşündüklerini bütünüyle düşünüyor muydu? Bardağından bir fırt daha çekti.

Kandırılamayan arzularımız... Efsânevî bir işkence odasında sivri mızrak döşeli tavan yere doğru inerken, kurtuluş insiyakıyla duvarlara saldırtan, tırmalayan, çıkış kapısı arayan, yöneldiği her noktayı "işte kapı!" umuduna mihrak kılan, o, hayatın kendisi güçlü duygumuz.

 

Şebnem, yanıbaşındaki sehbanın üzerinde duran çantasını aldı, açtı ve Adem'in için için dikkat nazarında olduğunu bildiği muharririn bir konferans haberini resminin altında veren gazete küpürünü uzattı:

 

— "İlâhî imtihan olarak tarihte her haşmet devresinin arkasından gelen ruhî ve ahlâkî sukût, en canhıraş misâline devrimizde kavuşur. Liyakatleri bilememe ve kıymetleri yerine koyamama bakımından atları bile çatlattığımızı söylesem, böyle bir bahis vesilesiyle vicdanınızı mı kımıldatmış olurum, yoksa bir "apıştırma ve fantezi üreticisi" gibi mi görünürüm? Nur infilâki yeni bir şafak fışkırışını gözleyen gençlik, beni anlayacaktır!"

Adem'in ciğeri sızladı:

 

— "Sahi, Beyaz Şimşek ne oldu?"

 

— "Artık iş kalmadı, iyice tekliyor!"

 

— "Annenler onu bundan böyle koşturmasa iyi olur aslında..."

 

— "Ben de öyle düşünüyorum ama..."

 

Meraklısı anlatıyor:

 

— "Gazi Koşusu Kupası'nı kazanmak olağanüstü bir duygu! Öyle ki, iki buçuk dakikalık bir yarış heyecanı değil!"

 

Bir tayın üç yaşındayken tek kere koşabildiği Gazi Koşusu'na hazırlanması, doğduğu günden başlar. Eşkâli güzel bir hayvansa, sahibi daha o doğduğu gün "Gazi Koşusu" hayâlleri kurmaya başlar. İşte, Beyaz Şimşek de böyle bir tay olarak, meşhur bir ana-babanın yavrusu.

 

Yarış günü... Dönemin bütün meşhur tayları orada. Beyaz Şimşek'in en büyük rakibi sakat olduğu için yarış dışı. Ünlü atçılar, atları koşsun koşmasın, yarış heyecanına kapılmışlar. Kayıtlı 17 atın sığabilmesi için, 2400 metre çizgisinden 50 metre kadar geriye alınan "start makinesi"nin önünde dolananlar. Giriş hazırlıkları yapan tayları, sahra dürbünleriyle veya çıplak gözlerle seyredenler. Birden, heyecanlı bir ses:

 

— "Güldiken huysuzluk yapıyor, starta girmemekte direniyor!"

 

Gözler o ân, atın sapsarı olmuş 130 kiloluk iri-yarı sahibine dönüyor. Adamın her tarafı zangır zangır titremektedir. At, Start kutusuna girmezse, "Komiserler Kurulu" kararıyla koşudan çıkarılabilecek. Cokey'in eli kamçısına gidiyor. İhtimâl, Güldiken'in kafasına-gözüne, sağrısına girişecek. O ânda adam, iri gövdesinden beklenmeyen bir çeviklikle, at sahibleri tribününden atlıyor:

 

— "Yapma! Allah'ını seversen vurma! Dur!"

 

Atına vurulacak darbeleri kendi teninde hisseden ve bu yüzden sapsarı olan adam, bağıra çağıra, kravatını ve ceketini savura savura, başlangıç noktasına doğru, doğduğu günden 3 yaşına kadar gözü gibi baktığı atını koşuya girmemesi pahasına Cokey'in dayağından kurtarmaya koşmaktadır. Ve atını koşudan çeker.

Yarış kıdemlilerinin bu yarış hakkındaki tesbitleri şudur:

 

— "Kupanın son 300 metrede 3 arasında tam 7 defa el değiştirdiği tek Gâzi Koşusu!"

 

At meraklılarına göre, 3 yaştakiler için fazla mesafedir 2400 metre. Sıradan bir atın 6-7 yıl koşabilmesine mukabil, Gazi Koşusu'nda üstün güç gösteren atların ortalama yarış hayatı, üç buçuk yıl. Hem mesafenin uzunluğu, hem de yarış sırasında Cokey'lerin zorlaması, onların yarış hayatını kısaltır.

 

Yarış başladı... Bakara kaçıyor, Delikanlı ve Altun kovalıyor. Yarışın 1200'ncü metresine girilirken, bu üçlünün arkasında Beyaz Şimşek, Fatih, Çilli ve Reis'in tâkibi.

 

Bakara'nın kaçtığı ve ikinciliğe Fatih-Çilli ikilisinin girdiği 1200 metrenin hemen öncesinde Cihangir tökezledi ve binicisiyle beraber yıkıldı. Yaklaşık 1500 metre sonunda, biri daha yarışı bıraktı. "Zor koşu"nun şânına uygun olarak, 17 attan 14'ü çıkabilmişti son düzlüğe.

 

Düzlük görününce, Çilli başı aldı, sonra Fatih geçti başa... Derken Reis toparlanıp geldi. Ya Beyaz Şimşek?

Eski kavimlerin ve aşiret topluluklarının, her ailenin fertlerini ve hâdiseleri hafızasına yerleştiren tarihçilerinden farksız, bütün atların soyunu ve boyunu bilen bir tip, şöyle anlatıyor:

 

— "Son 200 metrede Reis'e kazanmış gözüyle bakılırken, dıştan bir flâş patladı ve binicisiyle bütünleşmiş Beyaz Şimşek göründü! Bir ânda geldi ve mücadeleye daha fırsat vermeden, mermi gibi Reis'in yanından geçti ve bitime kavuştu!"

 

Yarıştan sonra, son 25 yıl içinde 15 kere Gâzi Koşusu'nu kazanan kan hattından gelme Beyaz Şimşek, keyifle dolaşıyor... Ancak... Büyük yarışın heyecanıyla, bilememişti arızalandığını. Kendisiyle çok iyi dost olan Adem de bilememişti.

 

Uzun süren sessizliği, Şebnem'in yorgun sesi bozdu:

 

— "Nostalji'yi seyrettin mi? Tarkowski'nin filmlerini ruhumun derinliğinde duyuyorum, hâdiselere bakışı da bana yabancı değil; ancak, kadın olarak filmlerinde kendimi göremiyorum... Eserlerinde kadın, klâsik bir rol oynuyor... Yalnız erkeğin dünyasını aksettiriyor; ve erkeğin bakışı içinde kadın, sadece bir bilmece! Seven, erkeğini anlayan ve bütün varoluşu ancak erkekle ilişkisinde beliren bir kadın var filmlerinde!"

 

Adem'in dudakları kıpırdamazken, aklında kalan filmin kahramanın sözleri Şebnem'e cevab oluyor:

 

— "Bu mevzuyu hiç düşünmedim; "kadının iç dünyasını" demek istiyorum... Kadına, kendine mahsus bir iç dünyası sunmak çok zor, bunu yapmak da istemiyorum! Kadının bir iç dünyası var; ama kanaatimce kadının iç dünyası birlikte yaşadığı erkeğe sıkı sıkıya bağlı. Bence, kadının yalnız olması hiç de tabiî bir durum değil!"

Adem, İslâm tasavvufuna ve hikemiyatına aşina olsaydı, film kahramanının sözlerini özüne ircâ eder ve "kadının erkeğe duyduğu sevgi ve ilgi, kaburga kemiğinden yaratıldığı aslına ve vatanına hasretindendir!" derdi; kendi özüne ve varoluşuna olan ilginin kaynağı burada.

 

Şebnem, Adem'in suskunluğuna aldırmadan devam ediyor:

 

— "En azından kendimi erkeğe bağımlılığı dolayısıyla varolan kadında göremiyorum! Ben kendi dünyamı yaşayayım, erkek kendi dünyasını yaşasın!"

 

Adem'in dudakları kıpırdamazken, aklında kalan filmin kahramanının sözleri Şebnem'e cevab oluyor:

 

— "Bu mümkün değil; çünkü kadın ve erkek kendi iç dünyalarını yaşarlarsa, onları bağlayan hiçbir şey kalmaz... Kadın ve erkeğin iç dünyalarının müşterek bir dünya oluşturmaları gerekir; eğer bu olmazsa, kadın ve erkeğin beraberliği mutsuz, uyumsuz ve giderek ölmeye mahkûmdur... Bir kadının erkeğini değiştirmesi bana çok garib geliyor; önemli olan onun kaç erkeğin karısı olması değil, önemli olan bir ilke... Sevgi öylesine bütün bir duygudur ki, bir daha tekrarlanması imkânsızdır; kadın bu duyguyu tekrarlayabiliyorsa, o zaman sevgi onun için mânâsız demektir... Bence kadın olmanın mânâsı, kadınca sevginin kabiliyeti ve onun fedakârlığında yatar... Kadının büyüklüğü bu; ve böyle kadınlara saygı duyuyorum!"

 

Şebnem, Adem'in suskunluğuna aldırmadan devam ediyor:

 

— "Ona göre, kadının varoluşu ancak erkeğe olan sevgisinde mânâ kazanıyor!"

 

Adem'in dudakları kıpırdamazken, aklında kalan filmin kahramanının sözleri Şebnem'e cevab oluyor:

— "Ben sadece, seven bir insanın artık kendi iç dünyasını içinde saklı tutamayacağını söyledim... Sevdiği insanla kaynaşacaktır; çünkü, dünyası başka bir bütünlük oluşturacaktır. Kadını bu ilişkiden tecrit edersek, ilişkiyi de yıkmış oluruz! Kadın da hemen doğrulup, beş dakika sonra yeni bir hayata başlayamaz; çünkü kadının iç dünyası, erkeğe olan duygularına bağlıdır... Bence de kadının iç dünyası, bütünüyle erkeğe olan duygularına bağlı olmalıdır. Kadın, sevginin remzidir ve sevgi de insanın sahib olduğu en büyük değerdir... Burada "değer" kelimesini hem nesne bakımından, hem de mücerret mânâda "bütün duyguları kapsıyan" kasdıyla kullanıyorum... Hayata mânâsını veren, kadındır!"

 

Şebnem, Adem'in suskunluğuna aldırmadan devam ediyor:

 

— "Halbuki sevgi, ya vardır, ya yoktur!"

 

Adem'in dudakları kıpırdamazken, aklında kalan filmin kahramanının sözleri Şebnem'e cevab oluyor:

 

— "Evet, ya var veya yoktur; ve sevgi olmazsa, hiçbir şey olmuyor demektir... İnsan yavaş yavaş ölüme gidiyor demektir... Ben yalnız kendi düşüncemi aktarıyorum... Tabiî herkesin kendi dünyasını yaşadığı, ilişkilerin soğuklaştığı ve bencilleştiği durumlar var. Belki böylesi durumlar daha kolay ve böylesi münasebetler daha az sakıncalı; ve feminizm akımı da bu doğrultuda. Gerçekten de bu ve benzeri mevzularda tartıştığım kadınların hepsi, kadın olmanın olağanüstülüğünü kavramamışlar... Her zaman şaşırttı bu beni, çünkü kadının iç dünyası, erkeğin iç dünyasından çok başka... Bence, bu özelliğinden dolayı erkeğe bağımlı olmadan yaşayamaz; erkeksiz yaşamaya başladığında, hususi hayatını yitirir... Toplumda dilediği yere gelebilir, bir erkeğin işini üstlenebilir; ama bunlar onu kadınca kılmaya yeter mi? Hiçbir zaman yetmez... Feministlerin neyi amaçladıklarını biliyorum: Artık mesuliyet istemiyorlar... Kavrayamadıkları durum şu: İnsan, kadın veya erkek, gerçekten-yürekten bağımsız olmak istiyorsa, zaten bağımsızdır, hürdür... İnsanların gerçekleştiremedikleri hayat hasretlerini başkalarının suçu gibi görmeleri, beni her zaman öfkelendirir! Kadının uzun bir dönem süresince, dünya politikasının önemli olaylarından dışlandığı şüphesiz; bu tabiî ki haksız bir durum... Ama günün birinde kadın, bütün içtimaî hayata atıldığında ne olacak? Bunu bilemiyorum... Bana öyle geliyor ki, kadın o durumda kendi dilediği yeri bulamayacak..."

Şebnem, Âdem'in suskunluğuna aldırmadan devam ediyor:

 

— "Bana göre o, kadını yanlış anlıyor!"

 

D.edecek...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Adem'in dudakları kıpırdamaksızın, aklında kalan filmin kahramanının sözleri Şebnem'e cevab oluyor:

— "Şimdiye kadar süren kadın erkek ilişkileri dışında yeni ilişkiler olamaz ki... Çünkü dünyamız iki cinsiyetli; istesek de istemesek de... Belki herhangi bir gezegende tek cinsiyetli veya beş cinsiyetli bir dünya varolabilir ve böylesi bir durum o gezegenin varlığının sürebilmesi için zorunludur. Böyle bir gezegende hem bedence ve hem de hissîlik için beş varlığa ihtiyaç vardır; ama yeryüzünde iki varlığa gerek var... Her zaman bu durum unutuluyor... Neden bu gerçek unutuluyor, bilmiyorum... Haktan, durumdan, bağımsızlıktan söz ediyoruz ama, kadının kadın, erkeğin erkek olduğundan hiç söz etmiyoruz..."

Şebnem, Adem'in suskunluğuna aldırmadan devam ediyor:

— "Öncelikle, kadını erkeğe bağımlı kılmasını anlamıyorum... Ayrıca kadını sevgi, fedakârlık gibi kavramlarla erkeğe bağlamak istiyor; oysa bana öyle geliyor ki, kendisi sevgi ve fedakârlığa susamış... Ama sanki bu duyguları yaşamaya istidadı yok!"

Adem'in dudakları kıpırdamaksızın, aklında kalan filmin kahramanının sözleri Şebnem'e cevab oluyor:

— "Bilmiyorum... Olabilir... Bu mevzuda kesin bir hükme varmam güç. Ayrıca sizin koyduğunuz terkibler bana çok güç geliyor; belki de şahsî yapınız benimkinden çok başka, kendinizden bekledikleriniz çok başka... Görülüyor ki siz, benim "Ayna" filmimdeki anne değilsiniz... "Ayna" filmi benim annemi anlatır; gerçeğe dayanan bir hikâye... Belki de haklısınız, bu filmde kendinizi göremediniz!"

Şebnem, Adem'in suskunluğuna aldırmadan devam ediyor:

— "Bir ân için kendini bir kadın yerine koysun... Yüzyıllardır hep başkaları için varolmaya şartlandırılmak büyük bir yük değil mi?"

Adem'in dudakları kıpırdamaksızın, aklında kalan filmin kahramanının sözleri Şebnem'e cevab veriyor:

— "Erkek olarak ayakta kalabilmek de, kadın olarak ayakta kalabilmek kadar güç... Bütün mutsuzluk, bütün mesele başka yerden kaynaklanıyor, o da şu: Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki, genel düşünce seviyesi çok yetersiz. Bugün gözümüzü yumup yarın uyanmayacağımızı da biliyoruz... Herhangi bir akıl hastası bir düğmeye basarsa, üç âdet bombanın dünyamızdaki hayata son verebileceğini de biliyoruz... Bütün bu gerçeklerin şuurundayız ama, onları yine de unutuyoruz. Aklî ve mânevî ilgilerimiz o kadar maddî varlığımızın esiri ki, hiçbir zaman aklımıza bile gelmemesi gereken meselelerle uğraşıyoruz... Bu kadar içtimaî problemin varlığı, ne kadar akılsızca davranmış olduğumuzun delilidir. Aklî ve mânevî açıdan doyum kazanmış kadın, hiçbir zaman erkeğin gölgesinde kaldığını veya onun esiri olduğunu düşünmez. Aynı şekilde, doyum sağlamış erkek de, kadını zorlamayı hiçbir zaman aklından geçirmez... Oysa siz, getirdiğiniz örneklerle beni böylesi cevablara zorladınız. Bu tür meselelerin açıklanması bizi hiç de ilgilendirmemeli; çünkü bu meseleler, bizim akıldan yoksunluğumuzun belirtileri... Aklî zenginlikleri şaşılacak seviyelerde kadınlar da tanıdım; bu kadınlar bu meseleleri hiç büyütmez, aksine öyle bir ruh zenginliğine sahibtirler ki, öylesi bir moral güçleri vardır ki, her erkek önlerinde diz çökmeye hazırdır... Ayrıca böyle kadınların önünde diz çökmek ayıp değil, bir şereftir... İşte mesele burada!.. İlişkileri açıklamaya çalışmak, kötü bir çıkış noktasıdır ve bu mevzuda çaba harcamak, hoşnutsuzluğumuzun belirtisidir, yoksa eşitlik aramanın değil; bu ikisi çok ayrı mevzular... Bence bugün kadın korkunç bir duruma sürüklenmiş; gerçekten seven kadın bu tür sorular sormaz ve bunlar onu ilgilendirmez bile!"

Şebnem, Adem'in suskunluğunu birdenbire farketmiş gibi soruyor:

— "Bu akşam çok suskunsun, neyin var?.. Hiç do, re, mi, fâ, sol, lâ, si de yok!.. Sahi, Şükrü Bey'in kardeşinin de dikkatini çekmiş, nedir o diye!"

Ardından, buruk bir biçimde Şükrü Bey'in Hanımı'nın sorusunu aktardı:

— "Kadriye de soruyor; artık evlenmeye karar vermemiş miyiz diye..."

Yüzünde yorgun çizgiler, tül tül gölgeler... Viski şişesinin yerine entel(!) gevezelikleri koydu, sonra Adem'e baktı, kendini düşündü; içi bomboştu. Zaman geçtikçe şiddeti artan diş ağrısını andıran bezginlik, artık yalancı neş'e tertibleriyle dindirilecek soydan değildi; bir yol ayrımında olduğunu hissediyordu. Sevginin gerçek, düşüncenin gerçek, ilişkilerin gerçek, yaşamanın gerçek, gerçeğin gerçekten gerçek olduğu bir ölüm yolu ile, zıkkım zıbar gebermek arasındaki fark. Adem'e sezdirmeden, yanağından kayan bir damla gözyaşını sildi.

 

o

 

Beyaz Şimşek, Gâzi Koşusu'ndan iki ay sonra, düzeldi sanılıp sokulduğu büyük bir yarışta... Ve Gâzi Koşusu'nda rahatça geçtiği bir takım atların gerisinde, son 200 metrede ayağını çeke çeke 4'ncü oldu.

Adem, köşküne bir kapı daha yaptırdı.

Beyaz Şimşek, sonraları, girdiği 12 yarıştan sadece birinde 2. ve 3.'lük aldı. Daha sonraları, 25. yarışa vardığında, iki 2.'lik ve üç 3.'lük kapattı.

Adem, köşküne bir kapı daha ilâve ettirdi.

En nihâyet, sahiplerinin sepetlediği Beyaz Şimşek, elden ele gezerek Adapazarı sokaklarında gezdirilen "sütçü beygiri" oldu. At arabasının sahibi, sağrısına bazen hafif, bazen hışımla kamçısını dokundururken, onun kim olduğunu bilmiyordu kuşkusuz. Belki de umurunda değildi!

O sıralar Avrupa'da bulunan Adem, dönüşte Beyaz Şimşek'in ucuz eşek fiyatına elden çıkarıldığını duydu ve onun kadar kırgın bir iç dünyası içinde nerelere kadar düştüğünü takib edemedi, arayamadı. Bu arada köşküne bir kapı daha ilâve ettirdi.

 

o

 

Şebnem'in annesi Jâle Hanım, "Türk Kadınını Koruma Derneği"nin Başkanı olarak, her birinin sıfatı belli aşısız ahlat topluluğuna konuşma yapıyor:

— "Tanzimat'tan beri gelen ve Cumhuriyet'te kemâline ulaşan bir yere vardık; haklarımızı teker teker alıyoruz!"

Erkekliğe dönüşün orta yerinde kalıvermiş ve bir üçüncü cinsin hilkat garibesini andıran çizgilerine malik bu yaratık, estetik açıdan ne kadar rahatsız edici olduğunu biliyor muydu acaba? Hayır bilmiyor! Yılların, olgunlaşması boyunca yüzüne çizdiği çizgilerle "artık tamam insansın!" diye hürmet aşıladığı ihtiyar -ki seçkin ve ileri gelen anlamlarına da gelir- nerede, artık boya tutmaz pabucu andıran suratını nafile gayret badanayla güzel(!) ve alımlı(!) kılmaya çalışan bu "moruk" nerede! Hele örtmemekle övündüğü o domuz girmiş mısır tarlasını hatırlatan kelleşmiş kafanın hâli! Hatırlatma: Cumhuriyet döneminin 65. yılındayız.

Zarurî bir not: Bunları, mücerret bir estetik ve cemiyet zevki adına, göz plânından sürmek lâzım!..

 

o

 

Adem, erkek olarak bir kimlik kaybı içinde olduğunu biliyor, hem sevgi ve hem de cinsî bakımdan gizli bir açlık çektiğini farkediyordu. Şebnem, kadın olarak bir kimlik kaybı içinde olduğunu biliyor, hem sevgi ve hem de cinsî bakımdan gizli bir açlık çektiğini farkediyordu.

Ayrılmaya ve bir daha ısmarlama duygularla buluşmamaya karar verdiler... "Bir varmış/Bir yokmuş/Kararmış/Ve kokmuş/Dünyamız!"... Meçhul ara.

 

o

 

Meçhul ara, şöyle bir tahminle doldurulabilir olsa gerek, tabiî hayâl yolundan: Uzun zaman, toprak altında kabuk atan bir çekirdek gibi yeni hayata dönüşün nefs muhasebesinde piştiler. Adem, şimdi yakın çevresine girdiği muharririn teşvikiyle Şebnem'i aradığı zaman, kendi yeni kimliği karşısında hizâya geçmeye hazır ve kendi yeni kimliği karşısında onu erkek karekterine davet eden bir kadınla karşılaştı. Evet, evet; mânâda olduğu gibi maddede de keşfetmek ve fethetmek başka birşeydi ve bu kadar beraber yaşadığı kadına gerçekte hiçbir zaman erişememişti... Rüyâdaki "ihtilâm" hâlinin verdiği doygunluğu gerçekte bulamamak ve bir nevî sükűtu hayâle uğramak, sonra bu hakikati kendi kendine itiraftan bile kaçınarak, sürekli kendini denemek, aramak, erememek... Elbette efendim, iş ruhî!.. Hani bazen buram buram terletici bir sıcak gün çalışmasında bütün azalarımızla suya yönelirken, içip içip kanmadığımız, karnımız patlayasıya şiştiği hâlde bizim susuzluğumuzu ve hararetimizi gidermeyen su misâli huzur ya! Şebnem ona hiç... Ya o Şebnem'e?.. "Artık erkek kullanmıyorum!" diyen kadın ne kadar haklıydı!

 

o

 

Bildiklerini sandıkları şeyi hiç bilmemiş olduklarını anlayan insanların idrakı içinde bir araya gelen Adem ve Şebnem'in, Şer'i nikâhları kıyıldı ve iş resmî nikâhla formalitenin tamamlanmasına kaldı. Resmî nikâh, Adapazarı'nda kıyılacaktı.

 

o

 

Kızının metres hayatı yaşamasını "hoşgörü" ile karşılayan Jâle Hanım, Şebnem tesettüre girince, "hangi asırda yaşıyoruz, nedir bu kılık kapıcı kadınlar gibi!" teranesiyle ortaya çıktı. "Şeytan'ın müsbet işler karşısında dostlarına ilhâmda bulunarak onu bozmaya çalışması" hikmeti bir kere daha görünmüştü. Daha da ileri giderek, "evlâtlıktan red ve mirastan mahrum bırakmakla" tehdit etti. Bunlardan bir netice alamayınca, en nihayet bir rezâlet çıkarmak azmiyle nikâhın kıyılacağı gün Adapazarı'na geldi.

 

o

 

Yediği kamçının, haysiyetine kat kat tesirle işlediğini anlayanlar, Beyaz Şimşek'in o kış günü yolda birdenbire parlayarak çılgınca bir atılışla 100-150 kiloluk süt güğümlerini döke saça ilerlemesinin ve sağı solu arabasıyla dağıtmasının sebebini anlarlar... Beyaz Şimşek, menzile doğru gidişi engellenemez bir kurşun... Jâle Hanım'ı, kaldırımda bulunuşu bile kurtaramadı ve Beyaz Şimşek'in nalları altında nalları dikti... Bir nevî intikamda rahmet tecelli etti: "Aşka dair kelimeleri hayvan bile anlar da, hissiz insan anlamaz!" hesabı, kimbilir, belki Beyaz Şimşek anlamıştı Şebnem'i de ondan, belki kendisine revâ görülen hakareti hazmedememişti de ondan, belki her ikisi... Ardından, kendisini sağa sola vura vura öldürdü... İki ceset: Bir kadın, bir at... Kadın, kimliksiz hâle getirdiği bir zamanların şampiyonu tarafından, "faili meçhul cinayet" benzeri ortadan kaldırıldı; ve alelâde bir kaza olarak polis kayıtlarına geçen bu hâdisede, hiç kimse Beyaz Şimşek'i tanıyamamıştı.

Zarurî bir not: Beyaz Şimşek'in ölümü, anlattığım gibi olmuştur. Hâdisede bir kadının ölmüş olması da doğrudur. Şu farkla ki, onun ölümü bir kaza neticesidir ve hâdisede Beyaz Şimşek'in kasdı yoktur. O kadının Jâle Hanım olmasında, benim kasdım vardır. Çıkardığı rezâleti anlatmaktansa, onun ölmüş olmasını doğru buldum!..

 

o

 

Yakın dostları ve komşuları, Adem'in köşkünün 7 kapısından 6 tanesinin kapandığını, "bir zamanlar buranın 7 kapısı vardı; geldiği yöne uygun düşsün diye hemen kapı açardı!" diye hâlâ anlatırlar.

Bahçede ana-babasının yanında zıplayıp duran şirin taya bakarken, epeydir unuttuğu bir alışkanlıkla mırıldanıyor Adem:

— "Ağlaması, gülmesi: Do, re, mi, fâ, sol, lâ, si!"

Şebnem, kucağında henüz yaşını doldurmamış yavrusuyla dışarı çıktı ve Adem'in yanına sokuldu:

— "Neşen yerinde bakıyorum!"

— "Çok şükür!"

— "Bu do, re, mi, fâ'yı epeydir unutmuştun... Evet, söyle bakalım nedir bunun sırrı... O gün gelmedi mi?"

— "Geldi! Şu demek: Bütün dava, gerekeni gerektiği yerde yapmak... Doğruyu yanlışta kullanmamak... Unsurları muvazenelendirmek... 7 sesten sonsuz ahenk de çıkar, sayısız kakafoni de... Şu ân, ahengin tuttuğu yerdeyim!"

 

Şubat 1988

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...