Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Salihbey

Modern Spor Üzerine...

Recommended Posts

MODERN SPOR ÜZERİNE

 

Osman Temiz

 

 

Coubertin ve Beynelmilel Olimpiyat Komitesi Çevresinde

 

Bilindiği üzere, günümüz dünyasında spor, “Modern Spor” anlayışı atrafında ele alınıp icra edilmektedir. Modern spor, kendi ruhî ve fikrî temellendirmesini bugünkü Hristiyan-Yahudi Batı fikir ve yaşayışı üzerine bina etmiştir. Hristiyan-Yahudi Batı fikir ve yaşayışı ise, “İslâma Muhatap Anlayış Dünya Görüşü”nü temsil eden “ruh ve fikir sistemi”nin antitezi hâlinde, “Eski Yunan Kültürü, Roma nizâmı ve Hristiyan Ahlâkı”ndan müteşekkil bir medeniyettir. Son tahlilde spor da bu kültür ve medeniyetin üzerine bina edilmiştir.

 

Modern Spor anlayışının temel prensipleri, “Olimpizm Felsefesi” adı altında bütün dünyaya deklare edilmiştir. Bu, Modern Olimpiyat Oyunları’nın kurucu hâmisi ve organizatörlüğü görevinde bulunan Beynelmilel Olimpiyat Komitesi (BOK)’nin kuruluş metninde aynıyle yer aldığı gibidir. Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin bu tüzüğüne bugün dünyada “Olimpik Antlaşma” da denmektedir.

 

Beynelmilel Olimpiyat Komitesi, kendisi bir Baron ve aynı zamanda pedagog olan Fransız Pierre de Coubertin’in (1863-1937) çalışmalarıyla kurulmuştur; ve böylelikle Modern Olimpiyat Oyunları’nın başlatılması sözkonusu olmuştur. Modern Olimpiyat Oyunları’nın ilki, 1896 yılında, Antik olimpiyatların da merkezi olması hasebiyle, Yunanistan’ın Atina şehrinde yapılmıştır. Böylece; Antik olimpiyat oyunlarının sona ermesinden tam 1500 yıl sonra Modern Olimpiyat Oyunları’nın yeniden başlatılmasına karar verilmiştir. Antik olimpiyat oyunları milâddan evvel 776 yılında Eski Yunan’da, Olimp dağı çevresinde (Zeus tapınağının bulunduğu yer) Zeus’a şükran ifâdesi tarzı içerisinde yapılmaya başlanmıştı. Daha sonra her dört yılda bir yapılmasına devam edilen bu oyunlara milâddan sonra 392 yılında, “Pagan” dinine yataklık ettiğinden dolayı, Hristiyanlığı kabul eden Roma İmparatoru I. Theodosius (M.S. 379-395) son vermişt. Hâl böyle iken, 25 Kasım 1982 Cuma günü, Fransa’nın Sorbonne Üniversitesi’nin anfisinde Fransız Atletizm Sporları Birliği (USFSA)’nin beşinci yıldönümünü kutlamak üzere toplanan spor konseyinde, birliğin genel sekreteri Pierre de Coubertin, "Modern Dünyada Beden Eğitimi” konulu bir konuşma yapıyor ve bu konuşmasını aynen şöyle bitiriyordu:

 

"Antik olimpiyatların modern bir tarzda yeniden yapılmasının karar altına alınmasını istiyorum. Bu nedenle de sporcularımızı başka memleketlere gönderelim ve onlardan da sporcularının yurdumuza gelmelerini isteyelim. Geleceğin hakikî hür spor alışverişini kabul ettiğimiz ve Yunanlıların inhisarından çıkarıp, bütün dünyanın belli başlı şehirlerine mâledebildiğimiz gün, olimpiyat oyunları ile barış davası yeni ve kuvvetli bir dost kazanabilir." (1)

 

Eski Yunan’da her dört yılda bir yapılan Antik Olimpiyat Oyunları’nın yapılış maksatlarından bir tanesi de, Yunan Site (Devlet)’leri arasındaki süregelen savaşlara son vermekti. Site (Devlet)’ler oyunlara başlamadan üç ay öncesinden silah bırakırlardı. Bu, oyunlardan beş gün sonraya kadar devam ederdi. Eski Yunan’da silah bırakılan bu zaman aralğına “Olimpiyat Barışı” anlamına gelen “Ekechieria” da deniyordu. Eski Yunan’da siteler sürekli birbirleriyle savaş hâlindeydiler de, Batılı devletler birbirleriyle çok mu sıkı-fıkı idiler? Onlar da uzun yıllar birbirleriyle hep savaş hâlinde olmuşlardı. 1618-1648 yılları arasında cereyan eden “Otuzyıl Savaşları” malûmdur. Ve daha niceleri... Bilindiği üzere, Batı’daki bu “otuzyıl savaşları”na son veren bir antlaşma yapıldı. (Westphalia Antlaşması) Bu antlaşmanın modern dünyada devletlerarası hukuk anlayışının doğuşuna yataklık ettiği söylenir. Nitekim Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin teşekkülünde böyle bir altyapının olduğu üzerinde durulur. Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’un her ne kadar devletlerden daha imtiyazlı konumu olsa da... Acaba Modern Olimpiyat Oyunları’nın yeniden başlatılmasının temelinde de, Eski Yunan site (devlet)leri arasında süregelen savaşlarda olduğu gibi, Batılı devletler arasında sürmesi muhtemel savaşlara bir son vermek mi yatıyordu? Modern Olimpiyat Oyunları böyle bir misyonla mı devreye sokulmuştur? Gelinen nokta belki bunun böyle olmadığını gösteriyor ama, istikbâlde neler olur kim bilir!.. İstikbâlde bu oyunların sadece Batılı devletler arasında cereyan etmesi kuvvetle muhtemeldir. Buna fırsat bulamayabilirler de!..

 

Pierre de Coubertin’in spor üzerindeki çalışmalarında İngiliz eğitim sistemi üzerinde büyük tesirleri olan Thomas Arnold’un çok büyük tesirleri olduğu söylenir. Coubertin’in Arnold’ı, TAİNE’nin "Tom Brown’un Kolej Yılları” adlı kitabından öğrendiği üzerinde durulur. Diğer taraftan, Coubertin’in 1889 yılında Amerika’ya gidip oradaki kolejleri de gezip gördükten sonra olimpiyat oyunlarının yeniden başlatılmasına karar verdiği söylenir. Bunun üzerinde duruşumuzun sebebi, modern sporun temelinde Amerika, İngiltere ve Fransa olduğunu göstermekti. Gerçi modern spor dendiği zaman, bunun mihenk noktasının İngiltere olduğu üzerinde durulur. Ama biz modern sporun temeline Modern Olimpiyat Oyunları’nı oturttuk ve bu da Pierre de Coubertin’in önderliğinde Fransa’da gerçekleşmiştir. Batı’da “Beşer Zekâsının Sekreteri” diye takdim edilen Fransa’da... Evet; her ne kadar Modern Olimpiyat Oyunları’nın önderliğini yapanlar Fransızlar olduysa da, bunun arkasında İngiltere ve onun da arka bahçesi konumunda olan Amerika vardır. Nitekim Coubertin’in 1882 yılında Sorbonne Üniversitesi’nde yapmış olduğu konuşmanın hemen akabinde bir komite kurulmuştu ve bu komitenin başkanlığına Coubertin, yardımcılıklarına da Amerikalı bir profösör olan Sloan ve İngiliz Herbert adında iki kişi getirilmişti.

 

İlki New York, ikincisi Londra’da olmak üzere bu komitenin yaptığı toplantılarda hazırlanan “Olimpik Prensipler” 16 Haziran 1894 yılında Paris’te düzenlenen bir kongrede deklare edildi. Tam bir hafta sonra da, 23 Haziran 1894 Cumartesi günü Amerika ve Avrupa’nın 12 ülkesinden gelen 79 yabancı(!), geri kalanları da Fransız olmak üzere 200 delegenin huzurunda Olipiyat Oyunları’nın yeniden başlatılmasına karar verildi. Pierre de Coubertin ve diğer iki kişinin hazırladıkları prensipler kabul edildi ve böylece bir yanda “Olimpizm Felsefesi” de denen prensipler açık edilmiş oldu, diğer yandan da Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’un resmen kuruluşu tescil edilmiş oldu.

 

Esâsında Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’un kuruluşu çok dar bir kadronun tasarrufunda gerçeleşmiştir. Kurthan Fişek, "Spor Yönetimi" adlı kitabında der ki: “Bir kere, uluslararsı spor hiyerarşisinin en üstünde yer alan ve “Olimpiyat Akımının Mütevellisi” olan Olimpiyat Komitesi, 1894 yılında, çeşitli ülkelerin seçilmiş-sorumlu temsilcilerinin değil, biri Kuzey Amerika’lı, biri Güney Amerika’lı, biri Okyanusya’lı, geri kalanları da Avrupa’lı 14 sporcu ve eğitimcinin biraraya gelmeleriyle kurulmuştur." (2)

 

Neticede Coubertin ve arkadaşlarının hazırladıkları prensipler Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin kuruluş metni (tüzüğü) hâlinde kabul edildi. “Olimpik Antlaşma” diye de bilinen bu metin, bir yandan Modern Olimpiyat Oyunları’nın esas, usûl ve kurallarını ihtivâ ederken, diğer yandan esâsında, istikbâle matuf modern spor anlayışının temsilcilerini atıyordu. Bugün bunun böyle olduğu bariz bir şekilde görülmüştür.

 

Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin kuruluş metninde ne gibi prensipler vardı ve bu prensipler nasıl oldu da bugün bütün dünya sporu üzerine hegomanyasını kurdu veya dünya sporunu tahakkümü altına aldı? Bunun arkasında yatan esas saik nedir? Bu soruların tek bir cevabı var: İktisadî ve siyasî güç.

 

Hemen söyleyelim ki, 23 Haziran 1894 yılında kuruluşunu Paris’te ilân eden Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin merkezi İsviçre’nin Lozan şehrindedir. Beynelmilel Olimpiyat Komitesi, dünyanın en büyük ticarî şirketlerinden biridir. Hesapları kontrol edilemez bir noktadadır. Dünyanın en sıkı ve en karanlık örgütleri arasında yer alır. Başkanları, devlet başkanları veya krallar gibi karşılanır. Devletler üstü bir statüleri vardır. Bu mevzu ayrı bir bahistir.

 

Beynelmilel Olimpiyat Komitesi, kendi kuruluş metninde kendi statüsünü aynen şu şekilde ifâdelendirir:

 

"Beynelmilel Olimpiyat Komitesi, 23 Haziran 1894 yılında Paris’te kurulmuş olup, merkezi İsviçre’nin Lozan şehrindedir. Beynelmilel Olimpiyat Komitesi, Modern Olimpiyat Oyunları’nın denetim ve gelişiminden sorumlu olan, kazanç amacı gütmeyen, üye ülkelerdeki temsilcilerini, o ülke uyrukları arasından kendisi seçen, Beynelmilel hukuk ilke ve kurallara göre kurulmuş, tüzel kişiliği bulunan, ferdî üyelikleri kalıcı nitelikte, hükümetlerarası olmayan (hükümet dışı) bir daimi kuruluştur."

 

Evet, kazanç amacı gütmüyor(!) ama dünyanın en büyük ticaret şirketi konumunda. Üye ülkelerdeki temsilcilerini kendisi seçiyor. Bu tam bir sömürge mantığıdır. Ferdî üyelikleri kalıcıdır. Tıpkı, “Domuzlar Diktatoryası” diye bilinen Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın daimî üyeleri gibi. Devletlerarası bir organizasyonu sevk ve idâre ediyor ama, bütün devletlerin üstünde bir konumda duruyor. Şimdi, evvelâ devletler biraraya gelip bir teşkilât kursalar ve kurulan bu teşkilâtı bağlayıcı bir noktada kabul etseler neyse. İki üç kişi biraraya geliyor, bütün devletlerden kendisi temsilci seçiyor ve böylece temsilci olarak seçtiği kişinin şahsında devletler kendi bünyesinde temsil ediliyor ve ortaya çıkan manzara da Beynelmilel bir teşkilât oluyor!

 

Bugün bu mantık, Avrupa ve Amerika, daha doğrusu Hristiyan-Yahudi Batı merkezli bütün teşkilâtlanmalarda işletilen bir mantıktır. Avrupa Birliği’ne girişte Türkiye’ye uygulanan da aynı mantıktır hemen hemen.

 

Beynelmilel Olimpiyat Komitesi, kuruluş amacını şu şekilde dile getirmektedir:

 

"Sporun temeli ve gereği olan bedenî ve zihnî nitelikleri geliştirmek, gelişmesine katkıda bulunmak; daha güzel ve barışsever bir dünya oluşturulması amacıyla, sporu kullanarak, genç insanları anlayış, dostluk ve kardeşlik duygusuyla donatmak; Olimpik ilkeleri tüm dünya devletleri arasında yayarak uluslararası anlayış ve sistemin gelişmesine katkı yapmak; bütün bu amaçların ve dünya barışının sembolü olarak dört yılda bir yapılan Olimpiyat Oyunları ile spor temelinde bütün dünya ülkeleri sporcularını biraraya getirmektir."

 

Spor yoluyla bedenî ve zihnî gelişmeye katkıda bulunmaya kimsenin bir diyeceği yoktur. Ama buradaki zihnî gelişimden maksat herhâlde bizim anlamak istediğimiz mânâda değildir. Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin kasdı, spor yoluyla kafalara Batı fikir ve yaşayışını zerketmektir. “Dünya barışına katkı” sözüyle de kayıtsız ve şartsız bir şeklilde Batı’ya teslim olmak istenmektedir. Çünkü; dünya barışı ancak böyle sağlanır onlara göre. “Uluslararası anlayış ve sistem” denen şey de Batı fikir ve yaşayışıdır. Daha doğrusu Batı merkezli Emperyalizma ve yeni adıyla küreselleşmedir. Modern spor, Batı fikir ve yaşayışına belki de ancak bu noktada hizmet etmiştir, ediyor. Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin sloganları arasında yer alan, “Spor; sevgi, barış ve kardeşliktir” sloganının teoride de, pratikte de hiçbir faydası yoktur.

 

Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin bütün dünyaya deklare ettiği kuruluş metnindeki bazı prensiplerine bir göz atacak olursak; onlar da şöyle:

 

1- Olimpik ülkü ve ilkeler çerçevesinde spor çalışma ve yarışmalarına yön vererek dünya sporcuları arasında dostluğu geliştirmek ve güçlendirmek...

 

Spor faaliyetlerine olimpik ülkü ve ilkeler çerçevesinde yön vermek neye göre ve neye nisbetle?.. Bu ülkü ve ilkeler kimler tarafından nasıl ve niçin hazırlanmıştır? Sporcular arasında nasıl bir dostluk gliştirilmek isteniyor? Bu gibi sorulara daha önce verdiğimiz cevablar yeterli olsa gerektir.

 

2- Her dört yılda bir denetimi ve yetkisi altında denetlenen aynı takvim yılına rastlayan yaz ve kış olimpiyat oyunlarına en geniş katılımı sağlamak ve ülkelerle kişilere karşı dil, din, ırk, renk ve siyaset yüzünden ayırım yapılmasını önlemek...

 

En başta burada kullanılan ırk, dil, din, renk v.s. ayırımı yapılmasını önlemek esprisinin, “Domuzlar Diktatoryası”nın da temel esprisini olduğunu söyleyelim. Bu espri, bütün bir dünyayı Emperyalizmin tasarrufunda sürü hâline getirmek için sürekli gündemde tutulan bir espridir. Küreselleşme esprisi...

 

3- Olimpik ülkü ve ilkelerin başında gelen amatörlüğü, olimpiyat bayrak, sembol, bilgi ve işaretlerini korumak...

 

Bugün olimpiyat oyunları, amatör sporları korumak ve kollamaktan çok, profesyonel sporu ayakta tutucudur. Nitekim kendisi en büyük kuruluşlardan birisidir. Dünyanın en büyük ve zengin kulüplerinden birisidir Beynelmilel Olimpiyat Komitesi. Bu komitenin işi, bütün dünyaya sporu pazarlamaktır. Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’un birçok ticarî şirketlerle girdiği ilişki, sık sık skandallarla gündeme gelmektedir. Beynelmilel Olimpiyat Komitesi en çok da, Pepsi, Coca-Cola, Adidas, Nike, Puma v.b. gibi tüketime dayalı şirketlerle ilişki içerisindedir. Yukarıda adı geçen şirketlerin en büyük taşeronu görevini üstlenmiştir bir bakıma bu komite bugün.

 

4- Olimpiyat Oyunları’nın yer ve programını saptamak, hangi spor dallarının programda yer alacağını Beynelmilel Spor Federasyonlarına (BSF) danışarak kararlaştırmak...

 

BSF’ler en nihayetinde Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin teknik uzman kadrosudur. Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin BSF’lere danışması formalite kabilindedir. Yoksa Beynelmilel Olimpiyat Komitesi ne derse o olur.

 

5- Amatör sporun yüksek yasama, yürütme ve yargı olarak, bölge birimlerine devrettiği görev, yetki ve sorumlulukların eksiksiz uygulanmalarını sürekli ve yaptırımlı bir biçimde izlemek ve denetlemek...

 

Bugün Beynelmilel Olimpiyat Komitesi, değil sadece amatör sporun yüksek yasama, yürütme ve yargı organı olması, bütün dünya sporu üzerinde rakipsiz bir şekilde hegemanyasını sürdürmektedir. Bir bakıma modern spor Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nden sorulur.

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

hamzayerlikaya0020210wu0.jpg

 

Gönüldaş Hamza Yerlikaya : Asrın güreşçisi...

 

 

Beynelmilel Olimpiyat Komitesi ve Modern Spor’a Dair

 

Beynelmilel Olimpiyat Komitesi bütün dünya sporuna iki koldan hükmetmektedir. Bunları üçe, hatta dörde çıkarmak da mümkündür. Birincisi; Beynelmilel Spor Federasyonları (BSF), ikincisi; Millî Olimpiyat Komiteleri, üçüncüsü; Millî Spor Federasyonları ve dördüncüsü de; Spor Kulüpleridir.

 

Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin kuruluş metninde yer aldığı şekliyle; Beynelmilel Spor Federasyonları (Ör: IAFF, Beynelmilel Amatör Atletizm Federasyonu), Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin merkezdeki uzmanlaşmış uygulama birimleri olarak, ilgili bulundukları spor dalının Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’ne karşı teknik sorumlularıdırlar. BSF’ler, Beynelmilel Olimpiyat Komitesi ilke ve kurallarıyla kendi dallarının Beynelmilel teknik yönetmeliklerinin üye ülke federasyonlarınca benimsenip uygulanmasını sağlarlar...

 

Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin ferdî üyeleri, İngilizce ve Fransızca dillerinden en az birini bilmek ve Olimpiyat Komitesi Beynelmilel Komite tarafından tanınan ülkelerden birinin yurttaşı olmak şartıyla, Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’ni o ülkede temsil etmek, Beynelmilel Jüri Konseyi oturumu tarafından seçilirler. Her ülkeden kural olarak sadece bir Beynelmilel Olimpiyat Komitesi üyesi seçilir. (Bazı ülkelerden en çok iki. Bazı ülkeler, batılı ve imtiyazlı ülkelerdir.) Beynelmilel Olimpiyat Komitesi üyesi kişi, yurttaşı olduğu ülkenin Beynelmilel örgütteki temsilcisi değil, örgütün o ülkedeki elçisi ve sözcüsüdür. Bunlar, hükümetlerinden talimat alamazlar. Bu tam bir sömürge statüsü mantığıdır. Nitekim bundan dolayı üye ülkelerdeki komite üyelerinde, sömürge valisi de denmektedir.

 

Üye ülkelerde kurulan komitelere Millî Olimpiyat Komiteleri denmektedir. (MOK) Esâsında millî olan hiçbir tarafı yoktur. Bu millîlik ibaresi göz boyamaktan başka hiçbir mânâ ifâde etmemektedir. T.C.’nin Millî Olimpiyat Komitesi, T.C.’nin kuruluşundan hemen sonra devreye sokulmuştur. Selim Sırrı Tarcan ve Ali Sani Yen liderliğinde teşkilâtlanan Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın (TİCİ) bünyesinde yer almıştır. T.C.’nin kuruluşunda Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin komite temsilcisi Selim Sırrı’nın, tâ Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden başlayarak (1907), komite üyesi olduğu üzerinde durulur. Bu üyelik hiçbir zaman resmiyete dökülmemeiştir. Üyelik, komite başkanı Coubertin ile Selim Sırrı arasında geçekleşen bir görüşmeden ibaretti. Ama neticede T.C.’nin kuruluşundan hemen sonra bu resmiyet kazandı. Nitekim T.C.’nin kuruluşundan hemen sonra, TİCİ, M. Kemal tarafından kamu yararına dernek olarak kabul edildi ve derneğin bünyesinde olan Millî Olimpiyat Komitesi’ne, 1924 Paris Olimpiyat Oyunları’na T.C.’yi temsil etmesi için, 17 bin liralık bir ödenek tahsis edildi. Muhtemelen bu para, Hintli müslümanların Osmanlı’ya düşman işgalinden kurtuluşa katkı için gönderilen paradan tahsis edilmişti.

 

Millî Olimpiyat Komiteleri (MOK), olimpik hareketin ve Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin ilke, kural ve yönetmeliklerini benimseyerek bunları kendi ülkelerinde uygulayıp yayan, kendi ülkelerinin yasalarına göre kurulmakla birlikte hükümetlerine karşı tüm karar ve eylemlerinde özerk olmaları gereken, ana ilkelere aykırı birleşmeler ve etkileşmelere girmeleri yasak olan, Olimpiyat Oyunları’yla Beynelmilel Olimpiyat Komitesi tarafından düzenlenen tüm yarışmalarda ülkelerini temsil eden ve Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’un saptadığı yönetim maddelerine göre örgütlenmesi gereken bir millî(!) kuruluştur... Bir “millî” komitenin Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’ne kabul edilmesi için, yönetim-yürütme oranında, o ülkenin Beynelmilel Olimpiyat Komitesi üyesi ile BSF’lere üye en az beş federasyon temsilcisini, oy çoğunluğuna sahip olarak bulundurmak zorundadır. Dedik ya, tam bir sömürge statüsü mantığı. Batı merkezli bu mantık, Batı fikir ve yaşayışının tasarrufunda her yerde işletilmektedir. Kültürel emperyalizmin bir gerçeği olarak bu mantık sporda böyle işletilmektedir. Batılı devletler için böyle bir yapılanmada yer almak yadırganacak bir durum değildir. Ama değişik kültür ve medeniyetler için böyle ibir yapılanmada yer almak, intihardan başka birşey değildir.

 

"Millî" Spor Federasyonları (MSF)’na gelince: Bunlar BSF’lere, dolayısıyla da Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin ülke düzeyindeki teknik uygulama birimleridirler. Bunlar kendi ülkelerindeki spor kulüplerine hükmederler. Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin tanıdığı spor dalları için ülkelerde sadece bir federasyon kurulabilir. Federasyonlar, kuruldukları ülkenin siyasî hakimiyeti altında, hem üyesi oldukları Beynelmilel örgütün ilke, kural ve yönetmeliklerin uygulanmasından ve hem de ilgili bulundukları spor dalının örgütsel ve teknik yönetiminden sorumludurlar.

 

Spor Federasyonları’nın, aynı branşta faaliyet gösteren spor kulüpleri üzerinde tasarruf sahibi olduğu düşünülecek olursa, Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin vesilelerle bütün dünya sporuna nasıl da hükmettiği kolayca anlaşılır. “Batı, dünyadaki bütün başarısını, her alanda organize olmasına, teşkilâtlanmasına borçludur” diyenlere hak vermemek mümkün değil. Gerçi Batı’ya karşı hiçbir alanda mukavemet gösterilmemesi de bunda çok büyük bir rol oynamıştır.

 

Evet; Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’ne bağlı MOK’lar, yine Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’ne bağlı BSF’ler, BSF’lere bağlı MSF’ler ve MSF’lere bağlı spor kulüpleri. Bütün bunlar, dünya sporunun umumî manzarası. Bugün bütün dünyada esâsında tek bir spor müessesesi vardır. O da, çerçevesini Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin çizdiği spor müessesesidir. Bu müessese, ruhî ve fikrî temellendirmesini Batı fikir ve yaşayışına, diğer bir ifâdeyle de Hristiyan-Yahudi Batı kültür ve medeniyetinde göre yapmıştır.

 

Buraya kadar söylediklerimizi bir özetleyecek olursak:

 

"Bir kere, Beynelmilel spor hiyerarşisinin en üstünde yer alan ve “Olimpiyat Akımının Mütevellisi” olan Beynelmilel Olimpiyat Komitesi, 1894 yılında çeşitli ülkelerin sorumlu temsilcilerinin değil, dar bir kadronun biraraya gelmeleri neticesinde kurulmuştur. İkinci olarak, Beynelmilel Olimpiyat Komitesi, kurulduğu günden bu yana, kendi üyelerini kendi seçmekte, başka bir deyişle, üyeler “yurttaşı oldukları ve oturdukları” ülkenin Beynelmilel Komite’deki temsilcileri değil, Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin çeşitli ülkelerdeki temsilcileri olarak görev yapmaktadırlar. Üçüncü olarak, Beynelmilel Olimpiyat Komitesi, önce kişilerce kurulmuş, sonrada ülkeleri oluşturulacak MOK’ları yoluyla üye olmaya çağırmıştır. Bir MOK’un üst kuruluşa, yâni Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’ne üye olabilmesi için, “Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin ilke, kural ve yönetmeliklerine göre kurulmuş olmasının gerektiğini” tekrar etmeye gerek yoktur. Dördüncü olarak, “MOK’lar, Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin ülkeler düzeyindeki uzantıları, daha doğru bir ifâdeyle ajanları olarak görev yapmakta, BSF’ler de uzmanlık örgütleri olarak Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nden aldıkları yetkiyle, teknik konuların sorumluluğunu üstlenmekte, kendi spor dallarının bağlayıcı kurallarını koymaktadırlar. Beşinci olarak, ülke spor yönetimi düzeyinde, bir ülkenin MOK’u, o ülkedeki en yüksek spor örgütü olabileceği gibi, (Ör: Fransa, İtalya, Belçika, Zaire ve Filipinler) MOK’ların yanında spor işlerinden sorumlu ayrı yönetim yapıları da bulunabilir. Ancak; nasıl kurulmuş olurlarsa olsunlar, ülkelerin spor yönetimleri, “Millî Federasyon” dediğimiz uygulayıcı birimlerden oluştuğuna, bu millî federasyonlar da belli şartlar altında kendi dallarındaki MSF’lere üye olduklarına, (Ör: IAAF – Beynelmilel Amatör Atletizm Federasyonu) IAAF kural ve yönetmeliklerine uymayı kabul eden ve usûlüne uygun olarak seçilmiş bulunan Millî Amatör Atletizm sorumlu yönetimlerinden meydana gelir. MSF’ler de, Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’yle “teknik ast – yönetici üst” ilişkisine girdiklerine göre, tüm yönetim yetkileri, son tahlilde, spor hiyerarşisinin en üst basamağında (Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nde) toplanmaktadır. Üstelik, bu yönetim yapısının “kendi kendini üreten ve yeniden üreten” niteliğinin, ortaya çıkan merkezci, otoriter ve hiyerarşik görünümünü daha da pekiştirdiğini hemen anlayabiliriz.” (3)

 

"Görüldüğü gibi, Beynelmilel spor hiyerarşisi, yapının belli basamaklarını netleştirmek için kullanılan idarî–siyasî kavramların (Ör: federasyon, millî) uyandırabilecekleri ilk izlenimin aksine, millî birimlerin kendi hür iradeleriyle bir araya gelerek yine kendi hür iradeleri doğrultusunda bazı yetkilerini bir üst organa aktarmalarıyla oluşan “federatif” bir yapı değil, özel kişilerce kurulduğu, yaşatıldığı, yenilendiği ve işleyiş kurallarına bağlandığı için “millî” nitelikli üyelerinin etki ve iradelerini en azda tutan ve kural olarak yukarıdan aşağıya işleyen “tek parçalı” bir gövdedir. Hatta bir adım öteye giderek, beliren bu idarî yapının, üyeliğe alınma ön şartı olarak aday ülkelerin karşısına belirlenmelerinde söz haklarının olmadığı bir ilke ve kurallar bütün çıkaran, seçicileri seçileceklere seçtirdiği için aşağıdan yukarıya işleyecek bir denetime büyük ölçüde kapalı olan, kendi kurallarını kendisi koyan (yasama), koyduğu kuralları uygulayan (yürütme) ve kurallara uymayanları da yaptırımcı bir biçimde denetleyen (yargı), üyelerinin iradesinden tamamen bağımsız bir “toplu irade”, bir “dünya devleti” görünümü taşıdığı bile söylenebilir.” (4)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Modern Spor Üzerine

 

Beynelmilel Olimpiyat Komitesi, bütün dünya sporu üzerindeki hegemonyasını uygulamada, diğer Beynelmilel örgütlerden daha şedid ve daha kesin neticeler alacak şekilde uygulamaktadır. Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin bir kararı ile, bir ülkenin bir spor takımı, -buna millî takım da dahildir- kendisini ânında Beynelmilel Spor Organizasyonları’nın dışında bulabilir. Beynelmilel Olimpiyat Komitesi böyle bir yetkiye sahibtir ve bu yetkisini sebebler teşekkül ettiğinde ânında kullanır. Meselâ istikbâlde gerçekleşme ihtimali olan İslâmî bir yapılanmaya karşı bu yetkisini çekinmeden kullanabilir, kullanır. Tâ ki, sözkonusu yapılanma başlı başına bir güç olana kadar! O zaman da işler değişir tabiî ki. Oyunlar hiç de bugünkü formda ve nitelikte olmayabilir. Ülkeler merkez tarafından seçilen kişiler (ajanlar) vasıtasıyla değil de, bizzat kendi hür iradesiyle temsil edileceği bir noktadan hereket etme imkânına kavuşabilirler. Ya da daha önce de söylendiği gibi, oyunlar, Eski Yunan Site (Devlet)’lerinde olduğu gibi, sırf Batı’lı Devletler’in kendi arasında cereyan eden bir keyfiyete bürünebilir. Kuvvetle muhtemel, böyle olacaktır! Bu bizim şahsî öngörümüzdür. Kimbilir, belki de Batı fikir ve yaşayışına nisbetle işletilen bu mantık, yarın aynıyle başka bir kültür ve medeniyet için de ayniyle işletilebilir. Bu da mümkündür.

 

Beynelmilel Olimpiyat Komitesi, Batı merkezli bir teşkilâtlanmadır. Kuruluş metninde yer verdiği prensipler, Batı merkezli diğer bütün teşkilâtlanmalarda öyle veya böyle, ayniyle yer almıştır. Meselâ, “Domuzlar Diktatoryası” diye bilinen “Birleşmiş Milletler” örgütünü ele alalım. Bu örgütün genel amaçları arasında yer alan, savaşın ve ırk ayrımının önlenmesi temel prensibi, Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin kuruluş metninde de ayniyle yer alır. Hakeza Beynelmilel Olimpiyat Komitesi’nin kuruluş metninde yer alan “ırk, dil, din ve siyasî farklılıklar yönünden ülke ya da kişilere ayrım yapılmaması” temel prensibi, ayniyle Birleşmiş Milletler’in genel amaçları arasında yer alır. Bu gibi birliktelikleri AB’nin katılım ortaklığı belgesinde de görmek mümkündür, IMF’in kuruluş amaçlarında da...

 

Batı fikir ve yaşayışına bağlı olarak modern sporun dünya üzerinde bu denli etkin bir şekilde icrâ edilmesini, onun, organizasyon ve teşkilâtlanmadaki başarısına bağlamıştık. Üstad Necip Fazıl’ın Batı için “İçtimaî Zekâ” yakıştırması yapması boşuna değildir. Batı’daki bu “İçtimaî Zekâ” esprisini bizzat spor faaliyetlerinde de görmek mümkündür. Meselâ takım sporları... Bugün takım sporları daha çok Batı kaynaklıdır. Meselâ; basketbol, futbol, hentbol, buz hokeyi, beyzbol, kriket v.s. Bu arada yine Üstad Necip Fazıl’ın Doğu insanı için “Ferdî Zekâ” yakıştırmasını yaptığını, dolayısıyla da Doğu’da sporda daha çok ferdî sporların neşv ü nemâ bulduğunu da söyleyelim. Meselâ; güreş v.s. Tabiî ki istenen o dur ki, hem “Ferdî Zekâ”, hem de “İçtimaî Zekâ”ya sahib olunsun ve sporda da bu, ferdî ve takım sporlarında başarılı bir şekilde tecellî etsin. Bilmek lazımdır ki, içtimaî hayatta aslolan ferddir. Nitekim toplum, ferdlerin demetinden müteşekkil bir yapıdır. Takımlar da ferdlerden oluştuğuna göre, aslolan ferd olduğu daha bir net anlaşılır. Ferdî spor?..

 

Modern Spor’un dünya sporu üzerindeki hâkimiyetini elbetteki bu sporun kendisine hayat hakkı bulduğu Batı kültür ve medeniyetinin topyekûn dünya üzerindeki hâkimiyetinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Modern spor bir yanda kapitalizmanın taşıyıcısı olmuştur, diğer yanda bizzat kapitalizma anlayışından beslenmiştir. Bunun böyle olması gayet normaldir. İstikbâlde de bu kabil şeylerin devam etmesi muhtemeldir. Bu sadece Batı için geçerli olan birşey değildir. İstikbâle damgasını vurma ihtimali olan bütün kültür ve medeniyetler için geçerlidir. Bugün Batı kültür ve medeniyetine alternatif olarak ortaya çıkacak olan yeni bir kültür ve medeniyet anlayışı, muhakkak ki kendisine uygun bir spor anlayışını da beraberinde getirecektir. Böyle bir anlayışın kendisini hâkim kılma esprisi içerisinde mevcut yapıyı elbetteki kökünden sarsıcı olacaktır. Bu, mevcut yapıyla da bir heaplaşma şeklinde de tecellî edebilir. Çünkü her yeni kültür ve medeniyet, eski olanla daima hesaplaşmıştır. Onun bütün kurum ve kuruluşlarıyla...

 

21. yüzyılda Modern sporun kendisine hayat hakkı buluduğu kültür ve medeniyete karşı topyekûn bir zuhur olmazsa, her yüzyılda modern sporun daha da güçleneceği aşikârdır. Gerçi güçleneceği kadar güçlenmiştir. Şimdilerde biriktirdiklerini harcıyor. Ama devam edeceği muhakkaktır. Moder sporun bu hâliyle devam etmesi demek, topyekûn dünya insanının, küreselleşme adı altında tam bir sürü hâline getirilmesi demek olacaktır. Gerçi sürü hâline getirilmiştir. Bunu devam ettirilmesi sözkonusu.

 

Peki; bunun önüne nasıl geçilecektir? Halbuki “sürüp gitmez bu çile.” Gerçi Batı’da spor da kendi içinde bir arayışta. Bu arayışın en müşahhas ifâdesi, Hint mistisizmine ait uygulamalara sık sık yer veriyor olması. Bedeni olabildiğince yücelten ve en nihâyetinde onu putlaştıran bir anlayış, eninde sonunda kendisine yeni bir yol aramak zorundadır. Ya da kendi kendini yiyip bitirecektir. İşte, modern spor kendisini yiyip bitirmemek, yeni bir soluk almak gâyesiyle Hint kökenli uygulamalara tevessül etmeye başlamıştır. Bununla da en nihâyetinde tatmin olmayacağı şimdiden söylenebilir. Çünkü; Batı’da hâkim olan içtimaî sistem anlayışı, kazanmayı, hep kazanmayı istemektedir. Bu kazanma iştiyakı sporda daima rekor kırmayı hedeflemektedir. Nitekim Modern Olimpiyat Oyunları’nın en popüler sloganı, “ALTIUS, FORTIUS, CITIUS” yâni, “daha hızlı-süratli, daha yükseğe, daha kuvvetli” şeklindedir. Müsbet ilimlerin tasarrufunda beden ilmi ile sporda rekorlar üstüne rekorlar kıran modern spor dünyası artık sınıra yaklaşmıştır. Değilmi ki yeni rekorlarla eski rekorlar arasında artık saniyeler değil, saliseler konuşturulmaktadır. Bundan dolayıdır ki, Batı’da yeni arayışlar gündeme gelmiştir. Bu arayışların en başında da, bedenî başarı için ruhî uygulamaların devreye sokulmasıdır. Hint mistisizminden bu çerçevede istifade etmenin yollarını aramaktadır. Gerek Yoga, gerek Transandantal Meditasyon, gerekse Hipnoz ve gerekse diğer gevşeme tekniklerinden istifade etme gayretkeşliği, daha önce de söylendiği gibi, hep rekor kırma iştiyakıdır. Modern spor ancak bu şekilde popülerliğini sürdüreceğe benziyor. Nitekim dopingin devreye girmesi de bundandır. Doping her ne kadar 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Batı’da sporda görülmeye başlandıysa da, bunun daha bir sistematik hâlde kullanılması kendisini 1964 Tokyo Olimpiyat Oyunları’nda gösterir. Ama ondan da önce, gerek İngilizler ve gerekse Almanlar dopingi ikinci dünya savaşında ordudaki askerleri için devreye sokmuşlardı. Bugün savaşlar spor sahalarında / mekânlarında kendisini gösterdiğinden dolayı olsa gerek, doping artık sporcuların sık sık kullandığı bir meta hâline geldi. Bütün mesele, sporda en üst noktada performans göstermek. Bunu müşahhas adı rekordur. Bütün ülkeler Modern Olimpiyat Oyunları’na kendi sporcularını, rekor kırmaları için gönderirler.

 

Evet; insanın bedenî kapasitesi, daha doğrusu fizyolojik olarak elde edebileceği başarı, bugün sınır noktadadır. Bu sınırın aşılması istenmektedir ve bundan dolayı ruhî yollara başvurlumaktadır. Ruhî olarak tayy-i mekân, tayy-i zaman yapan bir sporcuya ne de çok sahib olmak isterdi Batı! Ne garibtir ki, Batı böyle birşeyi sırf bedenî kudretini veya maddeye olan hâkimiyetini göstermek için yeğlemektedir. Adeta ruhî imkânı, bedenin emrine vermenin derdinde. Halbuki olması gereken tam tersidir. Yâni bedenî imkânların ruhun emrinde kullanılması. İstikbâle yönelik kendisini gösterecek olan “yarış” ve “müsabaka”nın bedenin emrinde ruhu kullananlar ile ruhun emrinde bedeni kullananlar arasında geçeceğini söylemek şimdiden mümkün gözükmektedir. Bugün Batı, maddeyi ruhlaştırmıştır adeta! Maddenin ruhî olup olmaması ayrı davadır. Ama maddenin kendine, istidraç diyebileceğimiz bir noktaya kadar vardığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu modern spora nasıl tatbik ederler onu bilemiyorum. Ama bunu bu gidişle spora da tatbik etmeyi düşüneceklieri kaskatı bir vakıa olarak görünmektedir. Kimbilir, ABD inceden inceye “elektromanyetik” muhtevalı, bir nevî doping diyebileceğimiz uygulamayı sporda devreye sokmuştur bile. Beynelmilel Spor Organizasyonları’nda doping kullanmak her ne kadar yasaksa da, doping merkezlerinde doping olarak kabul edilen maddeler arasından kimyevî olanların haricinde hiçbir madde yoktur. Velev ki olsun, elektrik veya elektromanyetik bir uygulamanın doping merkezlerinde tesbiti mümkün değildir. Bir de ruhî tasarruf hâlinde kendisini gösteren “himmet” ve “bereket”in.

 

Şu ân 21. yüzyıla taşınmış haliyle modern sporun en büyük veya tek hamisinin ABD olduğu söylenebilir. ABD modern sporun hem hamîsi, hem koruyucu ve kollayıcısı ve hem de kendisinden en çok yararlanan bir ülke konumundadır. Teknolojik üstünlüğünü göstermek için her sahada başarılı olmak istemesine paralel olarak sporda da başarılı olmak istemektedir. Sporda kırılması gereken ne kadar rekor varsa, ne kadar alınması gereken madalya ve kupa varsa hemen hepsini almak istemektedir. Bunun için yapmayacağı şey yoktur, nitekim yapmaktadır da!

 

Madem spor anlayışının dünya sporu üzerindeki tahakkümünü batı fikir ve yaşayışının topyekûn dünyadaki siyasî ve iktisadî hâkimiyetinden ayrı düşünmek asla ve kat’a mümkün değildir. Modern sporun dünya sporu üzerindeki hâkimiyetine son vermek, esaslı bir şekilde Batı kültür ve medeniyetine karşı kendisini yeni zaman ve mekâna teklif eden yeni bir kültür ve medeniyet anlayışının meselesinde gerçekleşeceğini şimdiden söyleyebiliriz. Bugün bütün dünyada, Batı fikir ve yaşayışına karşı esaslı bir şekilde kendisini yeni zaman ve mekâna teklif eden ruh ve fikir sisteminin adının ne olduğunu ve bunun mimarlarının kimler olduğunu sanırız bilmeyen yoktur. Bütün mesele, böyle bir ruh ve fikir sistemi temeli üzerinden modern spor anlayışına alternatif olabilecek yeni bir spor anlayışının neşvü nema bulmasına imkân hazırlamaktır. Böyle bir anlayışın neşvü nema bulmasının asgari şartının, bu anlayışın ne olduğuna dair görüşlerin meydan yerine taşınması olduğunu söylemeye ne hacet! Bu gayretin içinde muhakkak ki modern sporun kendi içinde kritik edilmesi de vardır. "Önce müşahade ve tetkik, sonra muhakeme”. Modern spor kendi iç mantığı içinde derinliğine ve genişliğine doğru ele alınıp incelenmelidir. Bu gayretin muhatab anlayışa dair olduğu da unutulmamalıdır. Çünkü, kritik edilen anlayış belli bir anlayış sisteminden mülhem gerçekleşmektedir. En azından böyle bir gayret, adına hareket edildiği iddiasında olunan ruh ve fikir sisteminin sirayetine imkan verici bir noktada olacaktır. En azından bunun üzerinde olalım.

Share this post


Link to post
Share on other sites

olimpi1sk1.jpg

 

Gönüldaş Hüseyin Özkan : Judo Olimpiyat şampiyonu...

 

 

Rönesans, Modern Spor ve Sonrasına Dair

 

Daha önce de söylendiği gibi, modern spora yataklık eden, daha doğru bir ifâdeyle modern sporun kendisinden neşet ettiği kültür ve medeniyet, Hristiyan-Yahudi Batı kültür ve medeniyetidir. Bu kültür ve medeniyet, hernekadar kendisini eski Yunan kültürüne, Roma nizamına ve hristiyan ahlâkına nisbetle ifâdeye geçtiyse de, bu nisbetin miladî noktasının “Rönesans-Yeniden Doğuş” hareketi olduğunu bilmek lazımdır. Modern sporda Eski Yunan’ın cimnastik anlayışından, Roma nizamının şekilcilik veya nizam ve intizamından, gösteri sporundan ve hristiyan ahlâkından parçalar bulmak mümkündür. Ama büsbütün bunların sadece birisine ircası kabil değildir diyebiliriz. Modern spor kendisine hayat hakkı bulduğu kültür ve medeniyet içinden çok farklı bir formda neşet etmesini bilmiştir. Nasılına ve niçinine dair izahlarını yapmış olarak kendi zamanına doğduğu söylenebilir modern sporun. Daha önce de söylendiği gibi, modern spor bunu “Rönesans-yeniden doğuş” hareketine borçludur. Değilmi ki, Rönesans hareketi Batılı insanı eski Yunan ve Latin eserleriyle buluşturmuştur. Batılıların bu eserlere müslüman Arablar sayesinde kavuşmuş olması da ayrı bir davadır.

 

"Rönesans-Yeniden Doğuş” hareketi, ortaçağ Avrupasına hâkim olan Skolastik düşünceye karşı gerçekleşen bir aydınlanma hareketidir. Kilisenin tahakkümü altında inleyen Batılı insan, “aklın isyanı” halinde kilise tahakkümüne karşı, mevzuumuz itibariyle de eğitim anlayışına karşı çıkmıştır. Değilmi ki, ortaçağ Avrupasında kilisenin eğitim anlayışı sadece güya ruha yönelikti. Bedenin ihmal edilmesi bir yana, beden büsbütün horlanıyordu. Dönemin kilise adamları beden hareketine “şeytan işi” yakıştırması yapıyorlardı. Nitekim Eski Yunan’dan bu yana, muntazam bir şekilde, her dört yılda bir tekrarlanan Antik Olimpiyat Oyunları’na pagan dinine yataklık ettiğinden dolayı son veren (M.392) İmparator I. Theodosius’tan sonra hristiyan keşişlerinden Tertullianus aynen şöyle diyordu: “Bütün beden temrinleri şeytan işidir.” Bu anlayış, uzun süre Batı’da hâkimiyetini sürdürmüştür. Meselâ Ortaçağ Fransası’nda yüzme bütün halka yasak edilmişti. Eskaza yüzme yapanlardan yakalanan olursa, büyükler hapse atılıyor, küçükler ise kırbaçlanıyordu. Bu dönem Avrupasında papazların yıkanmadıkları, pis bir şekilde koktukları da gerçektir. Bu dönemde beden tamamen horlanmıştı. Bedeni ne kadar horlarsa, ruhen o kadar terakki edeceğine inanıyordu kilise adamları. Kilisenin bedene karşı olan bu tutumu ayniyle tabiate, kadına ve akla karşı da kendisini göstermiştir. Aklî olarak dünyanın döndüğünü söylemek kimin haddine idi! Diğer taraftan kadına karşı olan tutum. Bu mevzuda “cadılar bayramı” için cadı avlarını hatırlamak kafi olsa gerektir. Yani kadınların cadı diye cayır cayır yakıldıklarını. Bütün bunlar, Ortaçağ Avrupası’na damgasını vuran engizisyon kültür ocağı kilisenin tahakkümünün normal davranışları idi. Çünkü kilisenin kendine has kâinat tasavvuru böyle davranmayı gerektiriyordu. İşte batıdaki Rönesans-Yeniden Doğuş hareketi böyle bir kâinat tasavvuruna karşı “aklın isyanı” şeklinde zuhur etmiştir.

 

Ortaçağ Avrupasında “insan için, insana yönelik ve insan olmak Tanrıya karşı olmak demekti. Bu sebeble, insana ve tabiata yönelmek kısmen de olsa hristiyanlığa karşı çıkmayı gerektiriyordu.” (5)

 

Kardinal S. Ambroise, "yerüyünün vasfı ve vaziyeti üzerinde tartışmak, önümüzdeki hayatta bizim ne işimize yarar?” diyerek dünyayı incelemeyi lüzumsuz görüyordu. (6)

 

Ortaçağ Avrupasında Kilise tamamen dini ilimlere yönelik faaliyet gösteriyordu. Madde ilimlerine veya tabiat ilimlerine asla müsamaha göstermiyordu. Bu kabil ilimlerle amansız bir mücadeleye girişmişti. Mardin’in dediğine göre, “kilisenin ilim adamlarıyla yaptığı mücadele, putperestlerle yaptığı mücadeleden daha fazladır.” (7)

 

Kardinal S. Ambroise’in yukardaki ifâdesinde geçen "yeryüzünün vasfı ve vaziyeti” ayniyle insan bedeni için de geçerliydi. Nitekim bedenin horlanması, miskinliğe terkedilmesi, en ufak bir hareketine dahi tahammül edilmemesi bundan dolayıdır.

 

Halbuki bundan tam 1400 yıl önce Allah Resûlü, mealen: “İlim ikidir, bedene âit ilimler ve din ilimleridir.” buyurmuştur ve “beden”e taalluk eden ilimlere işaret eden yukardaki bu hadis-i şerif üzerine İmam-ı Şafiî Hazretleri, “beden ilmi ilimlerin en önemlisi, ilimlerin en lüzumlusudur” demiştir.

 

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ise, "hikmet sahibleri bedenin terkibi ilmine teşrih (anatomi) ve tesrih (hürriyet) ilmi adını vermişlerdir” dedikten sonra sözlerine şöyle devam eder:

 

"Teşrih ilmi aziz ve leziz bir ilimdir. Hakikate ermiş alimlerin hikmetlerinin neticesi mütehassıs doktorların sermayesi, yakîn sahiblerinin nefislerinin nimeti, dünya ve dinin vesilesi, Allah’ı tanımanın vasıtasıdır. Çünkü teşrih ilmini bilmeyen, tıb ve hikmetten ve kendini bilmekten gafil ve Hakkı tanımaya kavuşmaktan uzaktır.” (8)

 

"1500’lü yıllardan önce, Ortaçağ Avrupası’nda hâkim olan dünya görüşü diğer kültür ve medeniyetlerde olduğu gibi, organikti. Yani canlı idi! Diğer bir ifadeyle en azından ruhsuz değildi. Batı kültür ve medeniyetinde bu organik dünya görüşü Aristo ve kilisenin otoritesine dayanıyordu. Aristo’dan beri süregelen bu organik dünya görüşü, 16. ve 17. yüzyıl Avrupasında köklü bir değişime uğradı. Organik-canlı ve manevi bir kâinat tasavvuru yerini makina tarzındaki bir anlayışa bıraktı. Bu gelişme Copernicus, Galileo ve Newton’un çalışmalarıyla zirveye ulaştı. 17. yüzyıl bilimi Descartes’in tasarladığı tabiatın matematiksel tasviri ve analitik akıl yürütme yöntemine ve de Bacon’un yeni araştırma yöntemine dayanıyordu.” (9)

 

"Eskiden bilimin amacı, bilgelik, tabiî düzeni anlamak ve onunla uyum içinde yaşamak olmuştu. Bacon’dan beri ise bilimin amacı, bilgiyi tabiate hükmetme ve onu boyunduruk altına alma amacıyla kullanmak olmuştur.” (10)

 

"Bacon’un yeni tecrübeye dayalı araştırma yöntemini savunurken kullandığı terimler düpedüz şiddet kokmaktaydı. Tabiat, hizmet etmeye mecbur ve köle yapılması gereken bir şeydi. Tabiatın sırlarını söküp almak için ona işkence etmeliydi. Bacon da tabiatı bir kadın olarak görüyordu. Besleyip büyüten, bağrına basan yeryüzü kavramı, Bacon’un yazılarında temelden değişmiş, organik dünya anlayışı bir makina tarzındaki mecazi bir dünya ile yer değiştirerek kaybolup gitmişti. Bu değişim, 17. yüzyılın devasa şahsiyetleri Descartes ve Newton tarafından başlatılmış ve tamamlanmıştır.” (11)

 

"Rönesans-Yeniden Doğuş” hareketi ile birlikte Batı’da yetişen kafa adamları kilisenin eğitim anlayışına karşı dediler ki: İnsan eğitiminde sadece ruhun değil, aynı zamanda bedenin de eğitilmesi gerekir. Bu anlayış değişmeli. Kadına, akla, tabiate karşı olan bakış değişmeli. Böyle bir çıkışın derhal kiliseyi karşısına alacağı muhakkak idi. Nitekim öyle de oldu. Ama bu mücadelede netice olarak, “Rönesans-Yeniden Doğuş” hareketine taraf olanlar galib geldiler. Dolayısıyla kazanan beden oldu, kadın oldu, akıl oldu ve tabiate yönelen müsbet ilimler oldu. Nitekim Batı’da müspet ilimlerin miladi noktası da yine “Rönesans”tır. Fizik, kimya, fizyoloji, biyoloji, psikoloji gibi ilimler hep rönesans hareketiyle teşekkül etmiştir.

 

Rönesans hareketi ile birlikte Batı’da yeni bir eğitim anlayışı baş göstermiştir. Bu anlayış kendisine eski Yunan’ı örnek ittihaz etmişti. Eğitimde hedef, Eski Yunan’da olduğu gibi “ruh ve bedenin dengeli bir şekilde geliştirilmesi” şeklinde kabul edildi. Bunu böylece kabul eden eğitimciler arasında, daha doğrusu eğitim düşüncesi üzerinde kafa yormuş insanlar arasında daha çok şunlar vardı: İtalya’da Viktorino da Feltre (1378-1446), Enea-Silvio Piccolomini (1404-1464), Hieronyumus Mercurialis (1590-1606), İspanya’da Johann Ludwig Vives (1492-1540), Fransa’da François Rabelais (1483-1553), Michael de Montaigne (1533-1592), Almanya’da Martin Luther (1483-1546), İngiltere’de Johan Locke (1632-1704), Çek asıllı Johann Amos Comenius (1592-1671) ve Cenevreli Jean Jacques Rousseau (1712-1778) olmuşlardır.

 

Eski Yunan’da ruh ve beden arasındaki muvazene fikri (armoni) sırasıyla Batı’da kendisini şu şekilde gösterdi: Romalılarda, şekilciliğe, kuvvete, gösterişe, v.s. olan aşırı iltifat, ruh ve beden arasındaki muvazenenin bedenden yana ağırlık göstermesi sözkonusu, ortaçağ Avrupası’nda ise hristiyanlık anlayışının tezahürü halinde bunun tam tersi sözkonusudur. Ruh ve beden arasındaki muvazene tamamen ruhtan yana ağırlık gösterdi ve beden büsbütün silinme noktasına geldi, bedenin horlanması şeklinde... Rönesansla birlikte bu düşünce yerini Eski Yunan’daki gibi bir düşünceye terketti. Ama bu öyle çok da uzun sürmedi. Rönesansla birlikte müsbet ilimlerin neticesinde madde üzerinde alabildiğine derinleşmenin tılsımına eren Avrupalı, ruh ve beden arasındaki muvazeneyi bu sefer de tekrardan beden yanı bozmaya başladı. Kısa bir süre sonra da bu dengesizlik büsbütün yerini beden hâkimiyetine terketti. Ruh artık ortalıkta yoktu. Varsa yoksa beden... Artık beden Avrupalının yeni putu olmuştu. Sporun azizleştirilmesi de böyle oldu. Başlangıçta vasıta idi, şimdilerde gaye...

 

Daha önce de söylendiği gibi, eski Yunan’daki dualist anlayış Rönesansla birlikte tekrar gündeme geldi. Bu, Descartes’in elinde sistematik bir hal aldı. Descartes’ten sonra Newton’un mekanik dünya görüşü beden üzerinde daha bir derinleşmeyi getirdi. Ondan sonra da Laplace gibi ilim adamları ruhu büsbütün ortadan kaldırdılar. Ama bugün gelinen nokta çok farklı. Meselâ kuantum teorisyenleri ile izafiyet teorisinin sahibi Einstein gibi kişilerin madde üzerindeki düşünceleri Batı’da spor mevzuuna nasıl yansıyacak, istikbâlde bunun verilerine şahid olacağız. Bu mevzuya daha sonra değineceğiz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Daha önce de söylendiği gibi, eski Yunan’daki dualist anlayış Rönesansla birlikte tekrar gündeme geldi. Bu, Descartes’in elinde sistematik bir hal aldı. Descartes’ten sonra Newton’un mekanik dünya görüşü beden üzerinde daha bir derinleşmeyi getirdi. Ondan sonra da Laplace gibi ilim adamları ruhu büsbütün ortadan kaldırdılar. Ama bugün gelinen nokta çok farklı. Meselâ kuantum teorisyenleri ile izafiyet teorisinin sahibi Einstein gibi kişilerin madde üzerindeki düşünceleri Batı’da spor mevzuuna nasıl yansıyacak, istikbâlde bunun verilerine şahid olacağız. Bu mevzuya daha sonra değineceğiz.

 

Rönesansla birlikte Batı’da temayüz eden yeni anlayışlar, eğitimde kendisini ruh ve bedenin dengeli bir şekilde eğitilmesi gerektiği üzerinde düğümlenmişti. Bu düşünce “Beden Talim ve Terbiyesi” mevzuu etrafında gayret gösteren kişilerde şu şekilde göstermiştir. “Spor, ruh ve beden sağlığını dengeli bir şekilde geliştirir.” Bu düşünce ile yola çıkan birçok beden eğitimci peydahlanmıştı Batı’da. Bunların başlıcaları şunlardır: Almanya’da Johann Bernard Basedow (1723-1790), Cristian Gothilf Salpmann (1744- 1811), Johann Cristian Friedrich Gutsmuths (1759-1839), Friedrich Cudwig John (1778-1827), Pehr Henrik Ling (1776-1839), Genhard Ulrich Anton Vieth (1763-1836); Danimarka’da Franz Nactegall (1777-1847); Fransa’da Don Fransizco Amoros (1770-1848); İngiltere’de Thomas Arnold (1795-1842) ve birçok beden eğitimci daha.

 

Yukarıda adı geçen beden eğitimcileri, Batı’da Rönesans sonrası gelişen hâdiselerin eşliğinde, kendilerini çeşitli şekillerde ifâde etmişlerdir. Bunların birçoğu başlangıçta zengin ve asil aile çocuklarına beden eğitimi yaptırmışlardı. Nitekim kendilerinin birçoğu ya bir papazın oğludur, ya da papaz okulundan yetişme kişiler veya papazlardı. Gelişen süreç içinde eğitimin bütün halka yaygınlaştırılması beden eğitimciler için de geçerli olmuştu ve artık beden talim ve terbiyesi mevzuu bütün bir halka tatbik edilmeye başlandı. Bunun ilk örnekleri Almanya’da kendini gösterdi. Alman cimnastiğine (Turnen) damgasını vuran ve Almanya’da halen “cimnastiğin babası” olarak bilinen Friedrich Ludwig John bütün Alman halkına beden talimi yaptırmayı hedeflemişti. Bunu da Alman ırkının güçleri ve kuvvetli olması için istemişti. Almanların Fransa ile olan savaşları Alman halkını savaşa hazırlık olarak görülmüştü. Bu mevzuda John o kadar ileri gitmişti ki, kendi öğrencileriyle Napolyon’un üzerine bile yürümüştü. Diğer taraftan, müsbet ilimlerin paralelinde gelişen fizyoloji ilminin ışığı altında İsviçre’de Pehr Henrik Ling, sporu hastalıktan perişan düşmüş halkının rehabilite edilmesi için devreye sokmuştu. İngiltere’de ise Thomas Arnold, sporu, bütün bir İngiliz gençliğini üstün idealler doğrultusunda sıçratmak için eğitimde kullanmıştı. Sporla eğitim. Sporla “centilmen” yetiştirmenin yolunu seçmişti Arnold. Fransa’da da Amoros sporu eğitimde kullanmanın yolunu seçmişti. John-Amoros cimnastiği diye bilinen “karma cimnastik”, yani yarı askerî, yarı sağlık muhtevalı cimnastik Amoros’un yol verdiği beden eğitimi idi. Aynı cimnastik anlayışı Tanzimatla birlikte (1839) Osmanlı’ya da taşınmıştı. Özellikle Fransızların tasarrufunda kurulan Galatasaray Lisesi’nde uygulanan beden eğitimi anlayışı John-Amoros cimnastiği anlayışıydı. (1869).

 

Artık Batı sporu sırf bedene yönelik olarak ele almaya başlamıştı. İnsan eğitiminde spor, bedeni geliştirmenin de etkin kılmanın bir tür vasıtası olarak görülmeye başlandı. Spor bir yanda ocaklarında insan eğitimini tamamlayan bir tür vasıta olarak telakki edilirken, diğer yanda sosyal hayatta ve iktisadî hayatta aynı mantık çerçevesinde spor yardımcı bir unsur halinde boş zamanlarda meşgul olmak ve stres atmak için kullanılmaya da başlandı. Kapitalizmin en bariz özelliğidir ki, o elini her neye değdirdiyse onu mutlaka paraya/maddi kazanca tahvil etmeyi düşünmüştür. Nitekim kısa bir zaman sonra spor, eğitimde eğitimi tamamlayan bir tür vasıta olmaktan çıkıp iş bizzat spor eğitimine dönmüştü. Sosyal hayat ve iktisadî hayatta da spor işten arta kalan zamanı, boş zamanı değerlendirmenin veya meşgul olmanın bir tür vasıtası olmaktan çıkıp artık işin ta kendisi oluvermişti. Kısacası spor, bir tür vasıta veya yardımcı unsur olmaktan çıkıp gayeleşti. İçtimaî hayatın bütün unsurları/müesseseleri artık spor hizmet etmeye başlamıştı. Eğitim, iktisad, hukuk vs. “Ne aradığını bilmeyen bulduğunun da ne olduğunu bilmez” hesabı Batı, “mihraksız tümevarım zafiyetiyle” ömür tüketmektedir.

 

Halbuki Rönesansla birlikte eski Yunan’ı kendine örnek ittihaz eden Batı, eski Yunan’da olduğu gibi, sporu belli bir fikrin tasarrufunda daima tarassut altında tutabilseydi, sporun bugün gayeleştirmesi de sözkonusu olmayacaktı. Batı bunu başaramadı. Eski Yunan’da bu nasıl başarılmıştı?

 

Her şeyden evvel Eski Yunan’da sistematik maddi hareket tekniklerine taalluk eden bütün faaliyetler (günümüz anlayışıyla spor faaliyetleri) “cimnastik” kavramı ile ifâde ediliyordu. Cimnastik, ruh ve beden uyumunun bedenî faaliyetlerdeki adı idi. Üstad Necib Fazıl’ın tesbiti halinde, “eski Yunan’da kafa ile denk giden beden hareketleri” esprisi bütün bir spor tarihi kitablarından takib edilebilir. Çok kısa ve öz olarak bunun hülasalandırılmasının, eski Yunan’ın bilgelerinden olan Solon’un (M.Ö. 640-558) ağzından takib edelim. Solon diyor ki:

 

"Beden alıştırmalarını gençliğe yalnız yarışmaların hatırı için tavsiye etmiyoruz. Onları sadece yarışmalara katılsınlar diye bu işe zorlamıyoruz. Gençler bu çalışmaların sonunda kendileri ve vatanları için büyük değer taşıyan erdemler kazanıyorlar. Yaptıkları iş, bütün iyi vatandaşların uğrunda uğraştıkları bir ortak dava ile ilgilidir. Gençler görünüşte çamdan, meşeden, zeytin veya defne dalından yapılan, fakat anlamında insanların bütün mutluluğunu taşıyan çelenkler uğruna yarışıyorlar. Ben bu mutlulukla ferdin ve toplumun ortak özgürlüğünü, refahını, güvenini, şan ve şerefini, bir kelime ile tanrılardan dileyebileceğimiz en güzel şeyleri kasdediyorum. İşte bütün bu güzel şeyler, uğrunda mücadele edilen çelenklerin örgülerinde saklıdır. Büyük yarışma bayramları bunlara ulaşmaya imkân sağlar. Cimnastik alıştırmaları ve yarışmaları vatandaşı bu amaca götürmek için düşünülmüştür. Onların mükafatları da aynı düşüncenin mahsulüdür. Yarışmalar, büyük ve ortak davalarımızın, uğraşlarımızın küçük bir örneği, çelenkler de uğrunda mücadele edilen büyük manevi değerlerin küçük maddi sembolleridir.” (12)

 

Bugünkü Batı medeniyetinin köşe taşlarından kabul edilen ve Eski Yunan’a hâkim rengini veren üç büyük kafa halinde Sokrat, Eflatun, ve Aristo, cimnastik faaliyetlerine alabildiğine yol vermişlerdi. Bu, spor tarihi kitablarından takib edilebilir. Mesela, Sokrat’ın ilerlemiş yaşına rağmen cimnastik faaliyetleriyle iştigal ettiği sözkonusu idi. Sokrat çok düzgün bir vücuda sahibti... Meselâ Eflatun, Eski Yunan’ın en başarılı atletlerinden biri idi. Kendisine Platon denilmesi de "geniş omuzlu” olmasından dolayıdır. Kendisi, Eski Yunan’ın dört büyük şenliklerinden biri olan İsthmik oyunlarına (diğerleri, Olimpia, Pythia ve Nomea) güreşten katılıp başarılı olmuştur... Aristo’nun ta o günlerden cimnastiğe getirdiği tarif bugün bile geçerliliğini korur niteliktedir. Aristo diyor ki:

 

"Cimnastik hangi hareketlerin insan vücuduna daha yararlı olduğunu, tabiatın insan vücuduna ölçülü olarak bağışladığı niteliklere göre bunların hangilerinin en iyi ve en uygun düşeceğini araştırma bilimidir.” (13)

 

Eski Yunan’da insan eğitimine, dolayısıyla da beden eğitimine gösterilen ihtimam ayniyle Rönesansla birlikte Batı’da kabul görmüştür. Meselâ İtalyan doktor Hieronyumus Mercurialis (1530-1606)’in cimnastiğe getirdiği tarif bunun en bariz delili olarak kabul edilebilir. Mercurialis diyor ki:

 

"Cimnastik sanatı, hareketlerin vücud üzerindeki etkilerini göz önünde tutan, hareket şekillerini pratik bir tarzda öğreten bir faaliyettir...” (14)

 

Eski Yunan’da cimnastik Atinalıların elinde “estetik ve güzellik”, Ispartalıların elinde ise “güç ve kuvvet” unsuru olarak görülmüştü. Romalılarda ise Ispartalılarda olduğu gibi “güç ve kuvvet” unsuru olarak görülmekle birlikte biraz da “güç ve kuvvet gösterisi” şeklinde kendisini göstermişti. Yunanlılar kendilerini çeşitli şenliklerde, dört büyük şenlik halinde Olimpia, İsthmik, Pythia ve Nemea şenliklerinde gösteriyorlardı, Romalılar ise sirklerde.

 

"(Sirk) oyunlarını, Roma’nın ilk kurucusundan biri, (Romülüs) tesis etmiş... Arkadaşlarına zevce bulmak için (Sabin)leri Roma’ya çekmek gayesiyle... En eski (Sirk), Miladdan evvel altıncı asırda yapılan (Circus Maximus-Sürküs Maksimüs)dür. (Tarken) zamanında yapılan bu (sirk), sırasiyle (Jul Sezar) ve (Trajan) zamanında büyütüldü. Muazzam bir meydan ve etrafında seyircilere mahsus sedlerle çevrili... 670 metre uzunluğunda ve 170 metre genişliğinde... Dört yüz bine yakın seyirci...

 

Roma (sirk)lerinde yedi cins oyun oynanıyor:

 

1- Truva oyunları... At üstünde asil aile gençlerinin muharebe oyunu...

 

2- Süvari ve piyade muharebesi... Hakiki bir harb temsili...

 

3- Jimnastik müsabakaları... Atletizm gösterileri...

 

4- Avlanma... En vahşi hayvanların kendi aralarında ve insanlarla boğuşması...

 

5- Su oyunları...

 

6- Lâtince (Certamia Eguestria-Sertamina Ekstriya) denilen at yarışları...” (15)

 

Ortaçağ Avrupasında ise bedenî faaliyetlerin tamamı “şövalyelik, yani atlı adam ocağı”nda kendini gösteriyordu. “Eski Yunan’ın (Olimpik) ve Roma’nın (Sirk) oyunlarına mukabil ortaçağın şövalyeler müsabakası...”

 

Üstad Necib Fazıl’ın ifâdesiyle, “Bir nevî ciride benziyen bu atlı müsabakalarda, attan azamî manevra kabiliyeti istenerek, kılıç, mızrak ve gürze bağlı bütün mücadele hünerleri, fiili tatbikat halinde gösterilirdi. Attan düşmek, yaralanmak, ölmek tabiî neticeler ve mağlubiyet...

 

Altıncı asırda Fransa’da meydana gelen (Turnuva)lar, mutlaka ölümle neticelenen teke tek atlı muharebelerdi...” (16)

 

Ortaçağda şövalyelerin kendi aralarında yaptığı bir nevî savaş tatbikatı diyebileceğimiz bu atlı muharebeler bazen teke tek, bazen de gruplar halinde yapılırdı. Bazı muharebelerde yüzlerce insanın öldüğü bile olurdu... Ortaçağ aristokrasisi böyle davranıyordu da, sıradan halk ne yapıyordu? Onlar da (soule) adı verilen bir oyun türüyle aynı neticeleri verecek şekilde oyalanıyordu! Bu oyun, 18. yüzyıla kadar devam etmişti. Bugünkü takım sporlarının atası olarak kabul edilir ki, ortaçağ Avrupasında bu oyun yüzlerce insan arasında oynanırdı. Bazen iki köy karşı karşıya gelirdi, bazen de evli erkeklerle bekar gençler... Oyunun neticesinde yaralanmaların ve ölümlerin olduğu üzerinde durulur... Bundan dolayı gerek kilise ve gerekse krallar tarafından bu oyuna yasak getirildiği bile olmuş; ama neticede 18. yüzyıla kadar devam etmiş bir oyundur bu oyun.

 

Batılılar, zaman içinde sonu ölümle biten oyunları, tehlikelerden arındırılmış kurallara bağladılar ve böylelikle modern sporun temelini de atmış oldular. Bu kurala bağlama işinin baş mimarları İngilizlerdi. Oyunları belli bir disiplin altına alarak ve onları kurallı faaliyetler haline getirerek oyunla eğitim devri açılmış oldu. Artık Batı’da spor, eğitimi tamamlayıcı bir unsur olarak görülmeye başlanmıştı.

 

İngiliz eğitimcisi olan Thomas Arnold’un modern spora en büyük katkıyı yaptığı söylenir. Nitekim Modern Olimpiyat Oyunları’nın kurucusu Pierre Coubertin’e de ilham kaynağı olmuştur bu kişi. Thomas Arnold’un elinde spor, takım çalışması, takım ruhu, kaptanlık, centilmenlik gibi kavramlarla yeni bir boyut kazandı. Adeta İngilizlerin elinde spor, bütün bir gençliği aristokrat seviyeye yükseltmek için bir sıçrama tahtası olarak kullanıldı. Nitekim İngiltere’de bir takım kaptanına ileride Başbakan gözüyle bakılırdı. Halen de öyledir.

 

 

d.edecek...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ayrıntılı ve ilgi çekici bir yazı dizisi.Bizler hayat kavgasından böyle güzelliklerle buluşmaya fırsatımız olmuyor.Burada bizi aydınlatmanız çok güzel .işte Nfk farkı :(

Share this post


Link to post
Share on other sites

Batı medeniyetine Eski Yunanlılardan sonra en büyük katkıyı yapanların Romalılar olduğu malûmdur. Romalılar, Üstad Necib Fazıl’ın ifâdesiyle, “Batı’ya nizâm fikrini aşılayan”dır. Romalıların çöküşünü hazırlayan isevîlik dininden bozma hristiyanlık da Batı’ya “ahlâk” fikrini aşılamıştır.

 

Romalılarda sistematik maddi hareket telkinlerine taalluk eden faaliyetlerin (sirk)lerde kendisini gösterdiğini söylemiştik. Bu faaliyetlerin tam bir “güç ve kuvvet gösterisi” şeklinde kendisini gösterdiğini de... Romalılarda idealize edilen kuvvetti, dolayısıyla da idealize edilen kuvvetli, dolayısıyla da beden... “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünün bir Roma atasözü olduğu üzerinde durulur ki, bu söz Romalılara yakışır bir sözdür. Gerçi bu sözün M. Kemal’e ait olduğu da söylenir. Yardakçıları tarafından M. Kemal’e neler yakıştırılmadı ki!... Bilmek lazımdır ki, içi boşaltılmış kavramların kullanılmasının hiçbir kıymeti yoktur. Önemli olan kullanılan kavramların muhteva zenginliğidir.

 

Esasında bütün kültür ve medeniyetler hem kafadan yana ve hem de bedenden yana güçlü ve kuvvetli olmak isterler. Önemli olan kafa ile beden arasındaki muvazenenin nasıl kurulacağıdır. Ya da, kafa ile beden arasında hangisinin ön planda tutulacağı ve niçin tutulacağının izahıdır. Evet; eski Yunanlılar kafa ile beden arasında bir denge tutturmuşlardı. Bunu, kafayı besleyici felsefe, matematik ve müzik, bedeni besleyici olarak da cimnastikle halletmenin yoluna gitmişlerdi. Ama Roma’da denge tamamen bedenden yana gelişmişti. Ortaçağda ise ruhtan-kafadan yana... Rönesansla tekrar bir denge kendisini göstermeye başladıysa da, bu kısa bir zaman sonra bedenden yana ağırlık basmıştı. Daha sonra da büsbütün beden ön plana çıktı ve artık beden putlaştırıldı. Bu mânâda Batı tamamen bir buhran geçirmektedir. Bu buhranını hafifletmek veya örtbas etmek için oraya buraya saldırmaktadır. Hint mistizmine teveccüh göstermesi de bunun bir neticesidir.

 

Batıda beden (madde) putlaştırılmıştır. Ruh, maddenin karşısında dize getirilmeye çalışılmaktadır. Madde üzerinde derinleşen Batı, ruhun eşiğine dayanmış gözükmektedir. Yeni fizikte kuantum teorisyenleri ile izafiyet teorisinin kurucusu Einstein’in çalışmaları Batı’yı bugün bu noktaya taşınmıştır. Felsefede Bergson gibi bir kafa ve onların izinden giden Alexes Carel gibi insanlar Batı’nın geldiği noktayı ve haddi zatında ihtiyacının neye olduğunu dile getirmektedirler. Bugün Batı’nın ihtiyaç duyduğu şey Büyük Doğu-İBDA Mimarları tarafından sistemleştirilmiştir. İBDA Mimarı diyor ki:

 

"Batıda sosyolojinin bugün vardığı nokta, İslâmî ölçüler ışığında tesbit, teşhis ve müşahade verilerinin değerlendirilmesi usûlüne uygun bizim anlayışımızın delillendirilmesi doğrultusundadır.” (17)

 

"Medenî insanlık bugüne kadar ulaştığı binbir kemale rağmen elinden kaçan nizam ve muvazeneyi iade etmek ve kendisine yepyeni bir ruh, yepyeni bir şekil yoğurmak için ya tam yoksulluk, ya tam varlık peşinde müthiş bir metabolizma ihtilâli yaşadı; ve bu ihtilâl çilesi içinde atomu çatlattı, ama henüz muhtaç olduğu sistemin zarını delemedi.” (18)

 

Batıda madde, dolayısıyla beden putlaştırılmıştır. Sporun putlaştırılmasını da buradan bilmek lazımdır. Yoksa spor zati keyfiyeti itibariyle put değildir. Esasında spor, ruhun emrinde yerini ve değerini bulması gereken bir tür insanî faaliyettir.

 

Batıda Rönesansla birlikte temayüz eden müsbet ilimler veya tabiat ilimleri veya madde ilimleri, batı dünyasını bugünkü noktaya talımıştır. Malum, müsbet ilimler sayesinde Batı, Endüstri Devrimi’ni gerçekleştirdikten sonra bugünkü teknolojik seviyeye ulaştı. Bugün ulaşılan bu teknolojik seviye sayesinde Batı, büsbütün ruhu hadım etmenin derdine düşmüştür. Bilgisayar ve ileri teknoloji sayesinde Batı ruhu, madde-bedenin karşısında dize getirmenin hesaplarını yapmaktadır. Maddeleştirmekte ve adeta maddeden, tersinden keramet şeklinde, yani istidraç şeklinde yararlanmaktadır. Eski Hind keşişlerinin nasıl ki bedenin üzerine gide gide, bedeni eze eze, bedene çile çektire çektire, kısaca bedenî riyazetle bir takım olağanüstü hallere mazhar oluyorlarsa, aynı şekilde Batı’da maddenin üzerine gide gide, maddede olağanüstü atraksiyonlara vardılar...

 

Aristo’dan Descartes’e, Descartes’ten Newton’a, Newton’dan Laplace ve Laplace’den kuantum teorisyenlerine ve Einstein’a ve oradan da "şeytanın elçileri”ne kadar süregelen bir bedenî-maddî tekamül!.. “Şeytanın elçileri” günümüz teknolojisini kuantum ve izafiyet teorileri üzerine bina etmiş olabilirler: Ya da bugüne kadar ruhçuların yolda bulduklarını teknolojik imkânlarla makineleştirmiş de olabilirler! Nitekim, “Yeni nesil silahları” denen teknolojik buluşlar, hak yoldan keramete mevzu olan uygulamanın batıl yoldan istidraç mevzuudur.

 

İnsanlığın başlangıcından bu yana ruh ve maddenin nihaî savaşı/müsabakası yakındır... Bu savaştan ruhun galib geleceğine ne şüphe... Bizleri bu mevzuda ümitvar kılan zamanımızın sahici mütefekkirine kulak verelim:

 

"İnsan başını fare kafasından ayıran tek haslet ve haysiyet fikir... Mücerret fikir... Arayıcı, tarayıcı, çırpınıcı, çatlayıcı fikirdir. İşte bu türlü arayışın yolda bulduklarıdır ki, bugünkü teknolojiyi doğurdu. Fakat durak ve gaye onlar değil, öteler, ötelerin ötesi ve sonsuzluk... Eğer mücerret fikir olmasa ve herşey hayvanî bir insiyaka bırakılsaydı, arz cazibe kanunu bulunur muydu?.. Siz; 21. asra doğru sarkan teknik küfür, insan saadetini ruhu hadım etmekte arar ve onu bağırsak yoluna doğru iterken, atom bombanızın bile eşiti olamayacağı patlamaya belki 21. asırda şahid olacaksınız.” (19)

 

 

 

 

 

DİPNOTLAR

 

1- TMOK, Olimpik Hareket, İstanbul 1998, s. 19

 

2- Kurthan Fişek, Spor Yönetimi, Bağırgan Yay., Ankara 1998, s. 151

 

3- A.g.e., s. 151-152

 

4- A.g.e., s. 152

 

5- Saadettin Mardin, Tanrıya Koşan Fizik, Timaş Yay., İstanbul 996, s. 11

 

6- A.g.e., s. 11

 

7- A.g.e., s. 11

 

8- Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname, Bedir Yay., s. 302

 

9- Saadettin Mardin, a.g.e., s. 12

 

10- A.g.e., s. 13

 

11- A.g.e., s. 13

 

12- Alpman, s. 63

 

13- Alpman, s. 58

 

14- Alpman, s. 147

 

15- Necip Fazıl Kısakürek, At’a Senfoni, Büyük Doğu Yay., İstanbul, s. 89

 

16- A.g.e., s. 97

 

17- Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatab Anlayış-Teorik Dil Alanı-, İBDA Yay., İstanbul, s. 213

 

18- A.g.e., s. 74

 

19- Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız-Temel Meseleler-, İBDA Yay., İstanbul, s. 15-16

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...