Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
kılıçkıran

Çapraşık Zaman

Recommended Posts

Bu hikaye yıllardır içimde bir ur gibi büyüyen bir takım ruhi fenomenlerimin kelime üzerindeki tezahürleridir.Son üç gün içerisinde bitirdiğim,yazarken adeta o fenomenleri tekrar yaşadığım bu hikayeye kitaplık çapta bir eser iddiasıyla girişmediğimden dolayı roman ve hikaye teknikleri doğrultusunda yazma gibi bir endişe ve çabaya düşmedim.Ama oldu mu? Oldu?..Çift taraklı sanat erbabının “pek olmadı ya,kabul edin”gibi tevazu numaralarına yatmayacağımıza göre,yine yapanı yaptırandan biliriz hikmetine göre Eser varsa eserin müessirinin,müesseri de vardır.Biz senaları gerçek sahibine yergileri de üzerimize alaraktan gönül rahatlığıyla siz sevgili kardeşlerime takdim ediyorum.

 

ÇAPRAŞIK ZAMAN

“Niye karanlık bu köy (kasaba) böyle? Nerede insanlar? Ne oldu, ne var ,nereye gittiler!? Hem bu camları tokatlayan,bacaları uğultudan rüzgar da neyin nesi? Ah evim!..Hemen evime girmeliyim içim titriyor.İnsan namına kabus gibi bir karanlık ve sessizlik bu.Bana refakat eden sadece yerde uçuşan üç beş kağıt ve naylon parçası…Çok korkuyorum hem de çok!..Üstelik üşüyorum. Ne oluyor yine?..Bu komşu evinin duvarı da niye yıkık böyle.Hatta hatta balkonu…Ahşap balkonu da çökmüş! Korkularım katlanarak artıyor.Hemen evime girmeliyim ve girer girmez uyumalıyım.”

Hızlı hızlı çıkıyorum toprak damlı evimin balkona çıkan taştan basamaklarını…

“Allah Allah!..Neden bu kadar çok kurumuş ağaç yaprakları birikmiş evimin tahta kapısının eşiğine…Sanki yıllarca süpürülmemiş ve dönüp bakılmamış gibi.Musalla taşında terkedilmiş bir garip cenazesini andırıyor, rüzgar üfledikçe kapıyı yalayan bu gazel yaprakları.Fakat,fakat daha 2 saat önce evet evet 2 saat önce!..Dipsiz bir canavar ağzı gibi camdaki bu karanlık da nedir öyle? Kapıyı çalmalıyım,her ne olursa olsun çalmalıyım.Babaannem evdedir? Ailem uyumuş olsa dahi o pencerenin kenarında oturmuş dışarıyı seyrediyordur şimdi.Babaanne ne olursun aç kapıyı,içim titriyor kalbim çarpıyor nefesim daralıyor ve çok korkuyorum çok!..Ne olursun babaanne ne olursun aç kapıyı aç! Yok,yok!.. Kimsecikler yok evde!..Saat de daha erken aslında uyumuş da olamazlar ki!.Nerede ailem;annem,babam,kardeşim!.Her şey niye bu kadar tuhaf ve niye bu kadar ürkütücü!..Ah evet evet belki komşulara gitmiş olabilirler.Hemen bir sokak ötedeki Nuriye teyzelere gitmeliyim.Büyük ihtimal onlara oturmaya gitmişlerdir.”

Havadan sökercesine hızlı hızlı aldığım nefesimin ve titreyen dudaklarımın yanında bana kayıtsız ve takatsiz kalan bacaklarımı devşirdiğim küçük bir ümitle hareket ettiriyor ve diğer sokağın yolunu tutuyorum.”Hayret!..Şu köşedeki elektrik direğine de ne oldu?.Yıllarca burada duran elektrik direği...Daha birkaç saat önce…Of başım başım!..Hiçbir şey anlamıyorum artık…Yeter artık şu köşeyi dönünce bitsin bu kabus gibi korkulu dakikalar!..Aman Allah’ım...Aman Allah’ım!!!

A-a-ama bu ev harabeye dönmüş!..Nuriye teyze!...Annem,babam,babaannem!..Ailem!..He-he hepsi de yoksa!...Yoo! yoo! İnanmam inanamam!..Her şey bir kaç saat içinde değişmiş olamaz.Allah’ım sen aklıma mukayyet ol Allah’ım!..Hayal görüyorum.Hayal hayal hayal! Hepsi bu.Evet yalnızca hayal!..” Korkudan dilim damağıma yapışmış,ağzımın içi kurumuştu.”Hayır,elimi vuramam buraya elimi vuramam!.Daha fazla ilerleyemem.Önce şu karşı ki Camii’nin lavabosuna gidip önce bir yüzümü yıkamalıyım ve bir lahza dinlenip kendime gelmeliyim. sonra Selim’in yanına gitmeli...Onunla tekrar gelmeliyim buraya...Ah Selim,dostum kardeşim ne olurdu şimdi yanımda olsaydın keşke. O kadar çok korkuyorum ki çok…” Aynı sokağın köşesinden kıvrıldıktan sonra Camiye çıkan meyilli toprak yola düşüyorum.İki yana yıkılmış zifiri karanlığı yaran bu yolun sonu hayatımın müntehası gibi korkularımı daha da bir depreştiyor.Takatsiz bacaklarımı sürüye sürüye yaklaştığım camiye nihayet 20 metre kalmıştı ki buz gibi kesilen ve kasılan elimi yumruk yapıp ağzıma götürdükten sonra“ Cami...Cami’ye ne olmuş böyle!...Da-Daha bu akşam,akşam namazını kıldığımız cami...O cami bu cami değil!...Her şey değişmiş hiçbir şey yerli yerinde değil…Neredeyim ben? Ne oluyor bana!!! Ama lavabo yerinde...Yoo hayır!...Metanetli olmalıyım.Düzelecek düzelecek...Hemen şu lavaboya girip yüzümü yıkamalıyım önce.”Sanki o an tek değişmemişlik namına ortada kalan bu lavabonun varlığına dayanmıştım ve tutunmuştum.”Evet bu gerçek diğerleri hayal,sadece hayal…”Karanlık lavabonun yarı açık demir kapısını ürkek ellerimle itekliyor,bir yandan da beynimi delici gıcırtısından dolayı içeriden bir hayalet çıkacakmış vehmine kapılıyordum.”Çok karanlık ve ürkütücü burası,hemen ışığı yakmalıyım” Bedenimin yarısı dışarıda olduğu halde heyecanlı,titrek ve yorgun elimi bir müddet iç duvar yüzünde hızlı hızlı elektrik düğmesini bulmak için gezindirdikten sonra nihayet düğmeyi buluyorum ve karanlıklı ve korkulu dakikalarım sonrasında şükürler olsun ki ilk kez bir ışığa kavuşuyorum.”Ohh ışık ışık!...”

Bir lahza dinlendikten ve ışığın nurunu seyre daldıktan sonra gerilen ve kasılan vücudum sobanın yanına konmuş buz kütlesi gibi bir nebze de olsun çözülmeye başlamış,vücudum gevşemiş ve bu kabus dolu dakikaların az sonra biteceğine ve sonra eve gideceğime ve çok sıkıntılı olduğum zamanlarda yaptığım gibi ümit ve şefkat kaynağım babaanneme sarılacağıma ve hatta iki damla sevinç ve huzur gözyaşı dökeceğime inanmıştım artık.Evet bu kabus bitecek bitecek!..

“A lavabo!..”

Yüzümü yıkamakla birlikte bütün karanlıkların peçesini düşürüp nura inkilap edeceğine olan inancımla hızlı hızlı musluğu çevirip yüzüme üç beş avuç su çarptıktan sonra son hareketimde ellerimi yüzümden çekmeden yavaş yavaş başımı kaldırıp aynaya bakmaya yelteniyorum.Başımı aynanın hizasına getirdikten ve kısa bir süre derin bir nefes aldıktan sonra aynı yavaşlıkla ellerimi bir tiyatro perdesi açılırcasına yavaş yavaş yüzümden indiriyorum.Aynadaki suretime karşın gayriihtiyari yanaklarıma geçen tırnaklarım…Ve aniden lavoba önünden geriye doğru irkilişim…Ve çığlık… “Hıııh Hayır!!! Hayıııııır!!!..Allah’ım Allah’ım!..Bu,bu be-be ben değilim.Ben değiliiiiim! Yeter artık yeteeer! Yeter!”

Bir müddet sonra yanaklarıma zıpkın gibi geçmiş parmaklarım gevşemiş,parmak uçlarım yanaklarıma hafif temaslar yaparak şiddetli bir hummalı hasta gibi titremeye başlamıştım.Bu titreyişler birkaç dakika sürdükten sonra yerini sarsıla sarsıla bir ağlayışa bırakmıştı.”Ben kimim ,neredeyim,ne yapıyorum,sağ mıyım,ölümüyüm,gerçek miyim,yalan mıyım,yalanın yalancısı mıyım?...Ağlamaya devam ederek “Seliiim ne olursun gel ne olursun selim.…Sen de mi yalansın,sen de mi yalancısın?”

Bir süre sükuttan sonra titreyen ellerimle duvardan destek alarak lavabonun dışına attım kendimi..Her ne pahasına olursa olsun güçsüz bacaklarımın kifayetsizliğine,”gerçek”,”yalan”çatışması yaşayan beynimin dağınıklığına ve ikincilliğime rağmen gitmeliydim selimin yanına.Bu düşünceler geçerken içimden sırtımı verdiğim lavabonun dış duvarına sürtünerek yere doğru süzülmeye ve kendimden geçmeye başlamıştım.Başım dönüyordu.Bir süre sırtım duvara bitişik vaziyette askıda kaldıktan sonra kemiklerimin hepsi bir den ve aniden çekilmişçesine yere serildim.Ve yaklaşık 200 metre ötedeki evim belirdi gözümün önünde ve hala karanlıklar içerisinde ışıkları yanmayan odanın kapkara penceresi…

“Ah babaanne,canım babaannem!..Şefkat ve teselli kaynağım babaannem!..Niye bu kez seyretmiyorsun o karanlık pencerenin arkasından dışarıyı.Veya seyrediyorsun da niye “biricik torununun” yanına gelmiyorsun.Hadi ne olursun,yalvarıyorum gel!..Veya!..Veya bir ışık bir işaret gönder de ben geleyim yanına canımdan can çekerek!...Geleyim ve yine balkonumuzda başımı dizine yaslayıp ay dedeyi seyredeyim babaanne! Yine atkını üzerime ört ve sıcak ellerini saçlarımın arasında gezdir babaanne!..Babaanne,anne,babam…Ailem neredesiniz!.Ben öldüm mü,burası kabir mi yoksa!?...Ben öldüysem iliklerime kadar sinmiş bu ölüm korkusu da nedir? Ölüler korkar mı hiç? Yoksa siz,siz!...”

Kısa süreli baygınlığımın ortasına bir şimşek gibi düşen caminin toprak yoluna bağlanan taşlı yoldan gelen,azalan-artan hep bir ahenk içinde azalan-artan bir ayak sesi...

“Hey!..Heyy!..Duymuyor musun beni!..Buradayım işte burada!...Niye duymuyorsun beni niye niye!...Lütfen duy beni lütfen...lütfen lütfeeeen!!!” Ve gizli bir derinliğe inercesine aynı ahenkte yavaş yavaş kesilen ayak sesleri...Ve dudaklarımı sıktığım halde gözümden yuvarlanan çaresizlik gözyaşları...”Evet ben ölmüşüm galiba!..Ölüyüm ben ölü! Ölüüüü!..A-ama bu yanaklarımdan süzülen ılık kan ve şu gözlerimden yuvarlanan gözyaşı da neyin nesi öyleyse!..Ölüler ağlar mı? Ölüler den ılık kan akar mı hiç? Madem yaşıyorum niye her şey yerli yerinde değil? Madem ölüyüm niye hissediyorum?...Ne olur yalvarıyorum biri gelsin ahvalimi söylesin bana.”Hiç”likteysem “hiçlik” teki yerimi;”varlık”taysam varlıktaki yerimi söyleyin,söyleyin bana…Yeter ki söyleyin ben neyim ve neredeyim söyleyin bana söyleyiiiiiiiiin!”

“Selim…Selim geliyorum yanına!…Solucan gibi sürünerek de olsa,geçtiğim her sokakta gövdemden bir parça bırakarak da olsa geliyorum.Daha iki saat önce ayrıldığın bu zavallı dostunun vuslatı,varlığının veya yokluğunun veya her ne isem onun şehadeti olacaksın.Geliyorum!”

 

Selim’e doğru yine karanlık ve ıssız bir yola düşüyorum.Sağ tarafımda karanlığın üzerlerine bir örtü gibi düştüğü içime işleyen çizgi halindeki kavak sesleri...Sol tarafımda evler ve rüzgardan tabelası sallanan bir köy kahvehanesi…Biraz ileride,sonu selimlerin evinin önündeki cadde de biten mezarlık…Ah o mezarlık!...Her eve gelişimde yanından geçmeye mecbur olduğum ve bana her an beni içine çekecekmiş vehmi veren o mezarlık...Ensemden doğru ta ayaklarımı kavrayan soğuk bir ürperti…Mezarlığa yaklaştıkça cesaretim erimeye;ayaklarım vücudumdan kesilmeye başlamıştı.O an aklıma birden her defasında bu mezarlığın yanından onunla geçerken bana “ölü zaten ölüdür,sen önce diriden kork Murat” diyen,her ne kadar Selim mesabesinde olmasa da iki dostumdan biri olan ve bu akşam üçümüzün de bereber olduğu Ahmet geldi...”Evet evet !..Önce Ahmet’e uğramalı;vaziyeti ona anlatmalı hatta onu da yanıma alıp Selim’e gitmeli…Hem Ahmet’in evine ulaşmak için mezarlık yolundan geçmeme de gerek yoktu.”Bulunduğum yerin hizasındaki üç sokak ve bir cadde ötesi Ahmetlerin eviydi.

Birbirinin üzerine devrilecek gibi sıra sıra dikine dizilmiş tabutları andıran evlerin olduğu ürkütücü sokaklardan ve suların gözenekleştirdiği dik ve çamurlu bayırdan geçtikten sonra nihayet kendimi Ahmetlerin evinin önünde buldum.Ahmetlerin o geniş,bahçeli ve daima sürgüsü açık olan avlularının demir kapsalığından içeri süzüldüm.Fakat burada da bir takım ilginç ve yine ikincil bir korkuya sevkedici değişiklerin olduğu gözüme çarpmıştı.Ama öyle yorgun,bitkin ve his iptali içindeydim ki artık beni ürküten ve titreten bu eşyadaki ani değişiklere ülfet kazanmıştım.Ahmetlerin evi iki katlıydı.Ve Ahmet biraz da münzevi bir kişiliğe sahip olduğu için birinci katta otururdu.Bu bizim işimize de gelen cazip bir durumdu açıkcası..Bazı günler Ahmet’in evinde üçümüz bir araya gelir “aykırı” muhabbetler yapardık.Ahmet’i bulmak için her gelişimde kapısı avlunun giriş bölümüne uzak düşmesinden dolayı avlu girişine bakan odada oturduğu için gelişimi odanın camını tıklatarak duyururdum. Ve benim geldiğimi anlar öylece kapıyı açardı.Fakat,fakat bu kez Ahmet’in ışığı da yanmıyordu.Diğer odada da oturması mümkün değildi.Çünkü o oda boştu.Hem nereye gitmiş olabilir ki ?Yaklaşık iki saat önce ayrılmıştık ve “ben eve gidiyorum” demişti.Ah yine başlıyoruz yine mi başa dönüyoruz?...Yine ışığı yanmayan bir pencere ve sessiz bir avlu;yerde uçuşan “ölüm boşluğu”gazelleri…Ahmet,Ahmet sende mi?...Sen çık ortaya bari sen neredesin?...Ah yine başım,başım dönüyor!..Sanki bütün bir köylü bir süpergeyle çekilmiş gökyüzüne...Ben sadece bir dekorun üzerinde yalnız başıma geziyorum.Ben unutulmuşum burada. Sanki sadece ben!..Ya Cavit amca…Evet Ahmet’in babası cavit amcaların ışığı yanıyor!..Yanıyor!..Nihayet şükürler olsun,şükürler olsun penceresinden ışık saçan bir ev buldum!...Hemen ikinci katın zilini çalmalıyım ve Cavit Amcaya sormalıyım,Ahmet’in nerede olduğunu.”

Bir yandan ışık görmenin ve bu kabusun ortasında nihayet bir insanla konuşacağım sevinci ve heyecanıyla hiç düşünmeden titreyen ellerimle abanıyorum kapı ziline…”

“kim o?”

Oh nihayet,nihayet!..Allah’ım bir insan sesi bir insan sesi!..Varlığımın deliline doğru yükselen bir insan sesi!...

“Cavit Amca Be-be ben Murat!”

“Murat?...Tanıyamadım murat da kim? Hem bu saat de…”

Kendi kendime mırıldanırcasına “Ne,ne,ne demek Murat da kim!?...Nasıl tanımaz beni,başka hangi Murat olabilir ki?”

“Cavit Amca ben Murat…Murat Kılıçkıran”

“A-a-a!..Murat !...Murat evladım sen ne zaman geldin!...Hayırdır inşallah hem bu saat de!”

Yine kendi kendime “Allah’ım!...Ne ne demek, nasıl yani?...Ne zaman geldim.Ben zaten hep buradaydım.Cavit Amca niye uzun zamandır beni görmüyormuş gibi konuşuyor böyle!!!..Daha akşam namazında aynı camideydik.”

Balkonu saran asmaların arasından yüzünü zar zor seçebildiğim Cavit Amcaya yönelerek:

“Cavit Amca!...Ben zaten buradaydım.Daha,daha akşamüstü beraberdik ya. Yalvarıyorum lütfen siz yapmayın bari…Hem ben!...Ben buraya Ahmet’i sormaya gelmiştim.Konuşacaklarım var O’nunla...”

Cavit Amca:

“Murat yavrum ne oluyor sana?…Bir sıkıntın mı var?.Hangi akşam beraberdik yavrum beni korkutuyorsun.Hem Ahmet İstanbul’da…Bilmiyormuş gibi niye soruyorsun yavrum.Gel hele bir yukarı çık,gel de yüzünü göreyim.Tövbe tövbe!..”

“Ne-ne-ne demek Murat İstanbul da Cavit Amca ne diyorsunuz siz!..Daha birkaç saat önce şuracaktan ayrılmıştık!..”

Saniyelik bir süre içinde en derin okyanusun en dibine girmiş ve aniden çıkmışçasına bir beyin zonklaması…Adeta varlığım parça parça bölünüyor ve her parçam başka bir zamanda diliminde yaşıyormuşçasına korkunç bir dipsizliğe,şuursuzluğa ve bilgisizliğe ve “ben”sizliğe doğru yuvarlanıyorum.İki elimle başımı kavradığım halde avludan geri adımlarla uzaklaşmaya başlıyorum.

“Murat!..Murat evladım,ne oldu niye yukarı çıkmıyorsun?.Nereye gidiyorsun? Evladım korkutma beni...Buraya gel…Murat!..Muraat!”

Bu korkunç şuursuzluk ve “ben”sizlik olduğu halde Cavit Amca’nın çağırmalarına kayıtsız kalarak avlunun demir kapsalığına çarpana denk geri geri gidiyorum.O an çarpmanın sonucu olacak ki bir ara sendeliyorum ve tam düşecekken demir kapsalığın kenarından sımsıkı yakalıyorum.Hem de sımsıkı ta ki bir daha bırakmamak istercesine…Bütün “ben”sizliğimi çağrıştıran eşyaya inat soğuk demire “ben”liğimi ve varlığımı ve hep burada olduğumu kabul ettirmek istercesine sıkıyorum!

Bir süre sonra sımsıkı tuttuğum kapsalığın demirine kilitlenmiş ellerim Selim’in beynimde parlamasıyla gevşemeye başlıyor.Kapsalığın dibine eğik başımı kaldırıp yerimden fırlayacakmışcasına bir müddet buğulu gözlerle selimlerin evinin istikametine çeviriyorum gözlerimi...

“Dostum,varlığımın diğer yarısı!..Ne hallerde olduğumu bir bilsen…Sen kaldın Selim tek sen!

Bu kabusun ipini koparabilecek yalnız sensin sen!...Hangi alemde ve ya zamanda olursam olayım senin varlığın bu alemin ben de kabulü olacak.Sana geliyorum selim sana sanaaa!”

***

Ve işte o bağrına gömdüğü her kurbanını içime salan o mezarlık ve tam karşısında varlığımın diğer yarısı Selim’in evi…Mezarlıktan uğultular,ayağımın altından yer sarsıntısına benzer homurtular duyuyordum sanki…”Ne oldu ne var?...” Her an olacağına inandığım,olacağına inanmakla birlikte içimde o an gerçekleşen bir vaka:Saniyenin binde birinden daha kısa bir sürede mezarlık önce uğuldayacak,sonra içinden yeni bir dünya,hem de kocaman bir dünya doğururcasına çatırtılar arasında sarsılacak ve içindeki bütün ölüleri bir kaynak gibi fışkırtacak bu mezarlık Fışkırtacak ve herkesi kendi mekanına savuracak bu mezarlık!…

Ağlamaklı bir tonda sayıklarcasına ”Ya,ya olmuşsa bütün bunlar!...Ve ben!..Ve ben de bu mezardan fışkıranlardan biriysem…Ve benim mekanım da Cehennemse ve burası da bir Cehennemse!!!..Olmuş olamaz mı?...Hayır olmaz, olmamalı!?...Selim!.selim selim ah selim!..Selim sen buradaysan burası cehennem olamaz…Olamaz!”

 

Bayırın sonuna düşmüş ve aniden karşılaşmış olmamdan olacak ki…Bir süre bu dipsiz ve korkunç sayıklamalarımdan sonra son ümidim olan Selim’i -bu grift ve korkunç muammayı çözecek dostumu -tekrar hatırlamakla birlikte sabit bir şekilde üzerine mıhladığım gözlerimi irkilircesine çekiyorum mezarlıktan…Neden sonra başımı sol tarafa,üç ev ötedeki selimlerin evine çeviriyorum.

 

Yıkık omuzlarımla ve zik zaklar çizen adımlarımla ipten ince bir ışık çizgisi üzerinde ilerlemeye çalışırcasına yürüyorum. Selime doğru yürüyorum.Evet,ipten ince bir ışık çizgisi…Işık… incecik bembeyaz bir ışık..Bu kutlu bir gidenin ardından bıraktığı alamet,bir işaret bir takip çizgisi adeta…”Ama niye yürüyemiyorum bu çizgi üzerinde ben…Ne yaparsam yapayım sendeliyorum,ayağım kayıyor zik zaklar çiziyorum!... Hem niye illaki bu çizginin dışına çıkmadan yürümek zorunda hissediyorum kendimi...”

Selim’in evinin önüne gelmemle birlikte esrar yumağı içindeki o beyaz, ince ve esrarlı çizgi de kayboldu birden…Ama kafama ilişen ve sabit bir fikre dönüşen iki kelime “kutlu giden…”

Bu sabit fikirler iğne iğne beynimi işleye dursun.Nihayet yorgun ve bitkin ve arı kovanı gibi uğultulu başımı taşıyan gövdemi Selim’in kapısının önüne dikebilmiştim.

“Ama niye uzatamıyordum ellerimi bir türlü kapı zilene doğru?...Ne oldu?..Ne demek oluyor şimdi bunlar? Melonkoli şeklinde bir davaya dönüşen selime kavuşma arzusunun bir zil ötesindeyken ve ben kapıyı çerçeveleyen baygın bakışlarımın ötesinde hiçbir şey yapamıyorum.Halbuki solucanlar gibi sürünerek,tenimden her bir parçayı geçtiğim sokaklara bırakarak gelmiştim buraya...Evet korkuyordum bir şeylerden hem de çok korkuyordum.Yine zift çekilmiş camlar mı? Kanımı donduran karanlık mıydı beni korkutan?Belki hep ümidimi havale ettiğim Selimde de hüsrana uğramaktan korkuyordum.Ama hayır,hayır Selim,Selimde bu düğüm çözülecek,çözülmeliydi!...”

Sonunda,demir ağırlıklar bağlanmışçasına aşağı sarkmış sağ kolumu titrek bir şekilde,havada çok küçük daireler çizerek kapı ziline doğru uzatıyorum ve soğuk terler akan avucumun tümüyle zile basıyorum.Neden sonra içeriden bir takım sesler geldikten ve ışıklar yandıktan sonra kapı açılıyor.

“Murat!!!..Murat kardeşim!..Sen ne za…Murat! Dur bir dakika sana ne olmuş böyle kardeşim.Yüzündeki kanlar ve bu çökmüşlük de nedir öyle? Ne olmuş kardeşim sana ne olmuş böyle!”

Yine titrayen ellerimi üç beş karış ileriye –Selime doğru-uzatıp kekemeli bir şekilde:

“Se-se Selim,Selim se-se senin yüzünde birden değ...!” (sükut)

“Murat yalvarırım bir şeyler söyle...Ne oldu sana böyle?..Hem ne zaman geldin sen köye?”

Selimin bu ‘sen ne zaman geldin köye?’sorusuyla adeta beynime iki yandan iki büyük kaya çarpmış ve olduğum yerde sarsılmıştım.Artık aramda ne mekanla,ne zamanla nede eşyayla hiçbir uyum kalmamıştı.O haldeyken ürkek bir şekilde donuk gözlerim Selim’in üzerinde olduğu halde bir adım geri gidiyorum..Aşağı sarkmış ellerimi yumruk yapıp zangır zangır titreyen başımın hizasına getirdikten sonra,yumruklarımı çözmeden iki elimi de dudaklarımın önüne getirip,dişlerimi sıkarcasına,çok ama çok kısık bir sesle:

“Seliiiim!..Selim bari sen yapma selim”diye inliyor ve kendimi Selim’in omuzlarına bırakıp hıçkırıklar arasında sarsıla sarsıla ağlamaya başlıyorum.Çok geçmeden halimden dolayı teessüre,korkuya ve şaşkınlığa kapılan Selim de dayanamayıp benimle birlikte ağlamaya başlıyor.Dakikalarca ağlaşmalardan sonra Selim iki eliyle beni usulca doğrultup:

“canım kardeşim…Murat hadi söyle ne oldu söyle? daha fazla korkutma beni…”

“Selim ben hep buradaydım selim!..Bana niye ‘Ne zaman geldin köye?”diye soruyorsun Selim.Daha bu akşama doğru ayrılmıştık ya birbirimizden Selim!…Sen ve Ahmet…Ve senden ayrıldıktan sonra birden her şeyi değişmiş,tükenmiş ve köyü terkedilmiş gibi buldum Selim!...Ah Selim asıl ben Sana yalvarıyorum ne olursun neyin nesi bu söyle?...Annem,babam,babaannem,kardeşim!...Yok yok yok işte yok! “

Selim Aklımı oynattığım düşüncesiyle başını iki yana acı acı salladıktan sonra,aynı acıyla,hatta daha korkunç bir acıyla gülümseyerek eline bana doğru uzatıp kısık bir sesle:

“Murat sen ne diyorsun?...Kardeşim,canım kardeşim bir sıkıntın mı var!...Kendine gel Murat biz seninle tam üç yıldır görüşmüyoruz ve siz bu köyden taşınalı tam 9 yıl oldu!.En son telefon görüşmemizde de yazın köye geleceğini söylemiştin ve ben de sabırsızlıkla yazı beklerken sen apansız bir şekilde çıkageldin.Üstelik bu vaziyette ve bu saatte!..”

Bu sözlere karşılık Selim’in endişeli bakışları arasında şiddetli ve çok tuhaf hırıltılar çıkarıyor ve iki elimle yüzümü kapatıyorum.Selim daha “Murat” demeden ellerimi Selim’in yakasını tutacak gibi uzattıktan sonra:

“Selim!...Kaç tane zaman,kaç tane mekan kaç tane “ben” kaç tane “sen” var selim.Gerçek hangisi!..Gerçeeeek! Ve hani annem,babam,babaannem!...Evet babaannem…Evet o nerede Selim O nerede? Şefkat kaynağım,üşüdüğüm vakit atkısına sığındığım,içlendiğim de dertleştiğim ve sarılarak ağladığım babaannem nerede Selim…Nerede? ”

Selim iki elini göğsünün hizasında “çok kötü” dermişçesine bir edayla salladıktan sonra:

“ Ah babaannen!...Murat!...Murat kardeşim babaannen öleli iki yıl öldü iki!..”

Uzunca saçlarımın arasına parmaklarımı geçirip saçlarımı yolarcasına bir çığlık atıyorum:

“Ne-ne-ne ne diyorsun sen!!!? BA-BA-AN-NEM ÖL-DÜ-MÜ!!!? Hayır Hayıııııır!!!

 

“Murat kuzum Murat Besmele çek Murat!...Hadi ya Allah!...”

“Babaanne!..”

“Hadi kalk oğlum hadi.Sabah’ın sıcağı düşmeden nohut tarlasına gidin kardeşinle…Hadi Aslanım benim çayın da hazır hadi.”

“Babaanne..Yaşıyorsun sen babaanne!”

Yataktan fırladığım gibi hemen o gece dışarıdan karanlık dipsiz bir canavar ağzı gibi görünen penceremizden büyük bir merak ,telaş ve heyecanla dışarıyı seyrediyorum.

“Cami!..Cami değişmemiş Allah’ım,değişmemiş o bizim eski camimiz! Allah’ım şükürler olsun şükürler!...O zaman her şey yerli yerinde demek;bu gördüklerim de gerçek o zaman gerçek” O esnada birden başımı yerinden fırlayacak derecede irileşmiş gözlerimle babaanneme çeviriyor ayağının dibine atılıyor;elini yüzünü öpmeye ve gözyaşları içinde sarılmaya başlıyorum.

“Hele bir dur yavrum dur!..Muradım ne oldu?”

“Babaanne öyle bir korktum ki seni kaybettim diye…Çok kötü şeyler yaşadım babaanne çok!”

“Gece Elham’ı (Fatiha Suresi) okumadan yattıysan kötü düşler görmüşündür oğlum.Geceleri Besmele çekmeden,okumadan yatma!”

“Yok babaanne yok bu rüya olamaz.Belki rüyaydı ama rüya değildi bu… Çok korkunç ve esrarlı bir bilinmezliğin peçesinin düşer gibi olduğu bir andı bu!...”

Sanki bir an “zaman”a olan itimatımı yitirmişçesine veya şu anki varlığımın gerçekliğine teminat ararcasına birden içinde bulunduğumuz zamanı soruyorum:

“Babaanne,bugün ayın kaçı hangi tarihteyiz?”

“Ah yavrum ah!..Okul tatil diye günleri de şaşır oldun…Bugün Çarşamba oğlum.Ağustos’tayız”

“Hayır babaanne yıl yıl!..”

Babaannem daha cevap vermeden mamurlu gözlerim duvardaki takvime takılıyor.Yıl 1997...

“Tamam babaanne tamam!...Allah’ım şükürler olsun şimdi inandım şimdi!..Ohhh Yıl 2007 değil!”

“Babaanne sana da anlatacağım akşam tarladan gelince rüyada gördüklerimi? Ama inan babaanne bu rüyadan başka bir şeydi…Akşam balkonda otururken anlatırım sana babaanne…”

“Hayır ola hayır gele yavrum.Hayra yoralım hayır olsun”

“Ha babaanne şu kadarını söyleyeyim.Nuriye teyzelerin yıkılmış evi beni çok etkiledi.Hele sizin de o gece o evde olduğunuzu düşününce…Amam Aman!.. Allah korusun!”

“Ah Nuriye Ah!..Kulakları çınlasın Sabah Sabah!...Sen ta Ankaralara taşın da bu yaşta…O güzel ev burada kepsin (yıkılsın) Gerçi biraz eskiydi amma otursalardı içinde yıkılmazdı...Yıllardır ne bakan var eve ne gelen!...Ne ettin de gittin oralara…Şurada yüz yüze bakıyorduk.Komşuluğumuz vardı”

“Babaanne!..Ne Ankara’sı ne yılları...Ne yıkılan evi!..Ben,ben Nuriye teyzeden,şu bizim komşu Nuriye teyzeden bahsediyorum!”

“İyi ya oğlum ben de ondan bahsediyorum.Başka Nuriye’mi var san ki bizim komşumuz.Alah Allah...”

“Babaanne! Az önce,az önce inandığım bu gerçekliğin dünüydü vakit.Öğle vaktiydi..Siz Nuriye teyzelerle balkonda oturmuyor muydunuz?..Nasıl Ankara’da olur? Nasıl evi yıkılmış olur?...Öyleyse benim rüya!..”

“Murat kuzum ne diyorsun hiçbir şey anlamıyorum söylediklerinden.Hele ilk söylediklerinden (inandığım gerçekliğin dünü) hiçbir şey anlamadım.Oğlum hadi önce yüzünü bir yıka sen.Hala rüyadan ayıkamamışsın.Besmele çek besmele!”

“Yo,yo!..Ev yıkık mı?... şimdi o ev yıkık mı!?...Gitmeliyim,oraya gitmeliyim artık inanmam inanamam!”

“Murat oğlum kendine gel murat!”

Evet artık tıbbi bir teşhisle kafayı bozduğuma dair şehadet verilecek duruma gelmiştim.Göbek hizama doğru demir gibi gerilmiş kollarımın yanında gülmekle ağlamak arası korkunç bir hale giriyordum.Ama artık niye yaptığımı, benim için ne mana ifade ettiğini bilmeden o evin yıkık mı yerinde mi olduğunu görmek maksadıyla bulunduğum odanın eşiğinden fırlamamla birlikte içimde-su dibinden gelircesine-bir takım sesler işitiyorum:

“Saat 12 oldu hala uyuyor.Son günlerde bu çocuğa bir haller olmaya başladı.Hele Sabah odasından iniltiler geliyordu.Girdim baktım ne oldu diye,sayıklıyordu.Kıyamadım uyandırmaya.Ateş gibi de yanıyor.Vah yavrum yüzü de kireç gibi olmuş…”

“uyandır,uyandır!”

“Murat!..Murat!..Kalk yavrum öğle oldu hadi kalk”

“babaane,babaanne ev yıkık babaane!”

“Babaannesini sayıklıyor yavrum.Ne de severdi rahmetli,murat’ı...İçine çok atmış babaannesinin ölümünü hala unutamadı.”

“Bize de hiç belli etmez di babaannesinin ölümünü…Doğru söylüyorsun hanım doğru,içine atmış çoçuk içine..”

“Hala uyanamadı..Murat…Murat!..Hadi Murat hadi yavrum…”

Kıpırtatamadığım ayaklarıma ve gerilmiş kollarıma rağmen zorlukla açabildiğim gözlerimin önünde,buğular içinde iki kişi…

“Neresi burası?neredeyim ben?hani babaannem!..Of kolum!..kolum!..”

“Aman Allah’ım!...Bu çocuğun kollarına ne olmuş böyle...İçe içe geçmiş kolları Mustafa!..”

“Çok gerilmiş de ondan…Bayağı bir korkmuş galiba…Biraz ovala geçer her halde”

“Allah’ım!...Açılmıyor kolları nasıl gerilmiş böyle..Ne oldu sana yavrum ne oldu böyle!..Bir uyku da bir insan bu halemi gelir”

Bir müddet sonra adeta anne şefkatini hisseden vücudum çözülmeye,gözlerim biraz daha iyi seçmeye,bilincim de açılmaya başlıyor.Tabi ki bunun adı bilmekse..Bildim diyerek eşyanın üzerine yürümekten;anne teması da olsa bu gerçek temas demekten korkuyorum artık.

“Anne sen misin?..Burası neresi?”

“Evet kuzum!..Benim ben Annen!..Evimiz burası yavrum evimiz.”

“Anne!...Anneceğim tut ellerimden tut!..Yalvarırım tut!..Söyle,söyle anne bu temas gerçek temas,bu zaman gerçek zaman değil mi?..Sen yanımdasın değil mi?Ayağının altına al çiğne beni;tenimi liğme liğme kopar:gözlerime kızgın miller çek;bütün bunları annelik şefkatine vereyim.Hiç üzülmem,hiç darılmam!. Sen söyle yeter ki anneciğim bu an gerçek an değil mi?..Anne,anne çıldırıcağım Anne!..”

Annem hıçkırıklar içersinde ellerimi sımsıkı tutarak:

“Nasıl söylersin bunları kuzum Nasıl ben anayım kıyabilir miyim sana nasıl?..Değil senin tenine kıymayı;her parçam adına sana ömür yazılsa; göreceğin her parçam senin gerçekliğin adına bir ispat olsa şu an kendimi pare pare parçalamaktan bir adım bile geri durmam kuzum geri durmam!”

Bir ara gözlerim yatağımın sağ tarafındaki sehpanın üstündeki küçük çerçevedeki küçük bir vesikalık resme ilişiyor.

“Babaanne!..Anne, babaannem nerede?”

“ Şeyy..Oğlum Nasıl yani!..”

“Babaannem anne babaannem!”

“E oğlum,bildiğin gibi işte!..Babaannen öleli iki yıl oldu..Biliyoruz çok seviyordun;unutamadın ama biraz da toparlaman gerekir kendini yavrum.Bunlar hayatın gerçeği”

“Hangi gerçek anne? Hangisi gerçek?...Hayır Anne!...Hayır Anne bu bir yalan sen de yalansın anne sende,sendeeee!”

“Oğlum!..yavrum,kuzum Muradım kendine gel..Ne diyorsan yapayım;öl de öleyim kendine gel kuzum kendine!”

 

“Anne!..Biz “zaman”ın neresindeyiz Anne.Hangisi gerçek anne hangisi!..Hangi bir rüyadan uyanırsak başka bir rüyaya giriyoruz.Uyandığımız her “sanılan gerçeklikten” başka bir “sanılan gerçekliğe” uyanıyoruz.Korkuyorum anne korkuyorum.Bunların hepsi yalan;koca bir yalan sen de yalansın babaannem de yalan yalaaaan!”

Ömrü boyunca bir fiske bile vurmamış babamın yüzüm de patlayan tokatı ve bir süre sükut..

“Vur baba vur ki hissedeyim vur!..Ama rüyada hissettiklerime de kanmıştım “hissediyorum bu gerçek” diye ama onlar da yalan çıktı yalan!”

İçine saldığı pişmanlığını gözyaşıyla dışarı çıkaran babam yüzüme çok kısa,acıklı bir bakışla baktıktan sonra odadan dışarıya atıyor kendini…

“Oğlum neye inanmıyorsun neye?”

“Anne,şu anında bir rüya olmadığına dair kim teminat verebilir…Bizim gerçek diye uyanacağımız başka bir rüya olmasın bu.Her temasıma şüpheyle bakıyorum.Her temasa gerçek bir temas diye yapışmıyorum artık...Asıl gerçekliğe uyanana kadar,türlü türlü rüyalardan başka bir rüyaya gerçek diye uyanacağız ve aldanacağız anne aldanacağız!”

“Oğlum anlamıyorum artık seni!..Kaybediyorum yavrumu gözlerimin önünde eriyip gidiyor Allah’ım!..Allah’ım!..”

 

Annemin bir türlü kabullenemediğim gerçekliğine rağmen içime,hatta en ince yerime dokunan ağlamaları arasında yerimden doğrulup odamın penceresine yaklaşıyorum.Etrafı yarı baygın bir alaycı gülümsemeyle seyrettikten sonra dilimden süzülen son kelimeler...

 

“Zaman içinde zaman,rüya içinde rüya…Sonsuz bir helozon gibi kıvrılan bu alemin ve zamanın hangi katındayız Anne…Hangi katı gerçek..Hangi katı…”

 

“Murat!!!”

 

Kılıçkıran / 2007

Share this post


Link to post
Share on other sites

Gerçekten güzel,bende hep düşünmüşümdür zaman içinde zaman olabileceğini,biraz daha farklıda olsa bu konuyu hikaye tarzıyla okuyabilmekte çok hoş gerçekten.

Tam benzeşmeselerde Abdülkadir Geyleni Hazretlerinin talebesine verdiği bir dersi hatırlattı bana.

Tebrik ediyorum.Umarım bu tarz mevzularda farklı eserlerinizide okuyabiliriz...

Share this post


Link to post
Share on other sites

(Murat) Kılıçkıran abi, aslında bu yazı üzerine yorum bile yapmayı uygun bulmadım önce (yazının ahengini yabancı bir yazı ile karıştırmamak için). Ama bu yazıyı okuyup herhangi bir cevap vermemek, niye ise, bir anda gerçek sandığım benliğimde bir fırtına kopardı. Ve daha yazamadığım şu veya bu sebebler ile sanki hayatta suyun yeri neyse bu yazıya da cevabı da bu şekilde lüzumlu hissettim. Ve bu harikulade hikaye üzerine birşeyler söylemeye karar verdim.

Yazıyı okurken saat 12 yi geçiyor( gece yarısı), Ve arkadan üstadımın çile şiiri ve o şiirde geçen "zamanın raksı ne...", "gözsüz görüyorum rüyada nasıl...", "hakikat olsan da çekil..." , "ateşten zehrini tattım bu okun" gibi diğer can alıcı oklar beni bir ruh girdabına çekerken, bir taraftan bir anda üstadımın hikayeler kitabındaki o muazzam hikayelerini bir anda nefsimde yaşadım. Ve bana uslup olarak üstadı hatıralatan bu yazı sitenin seciyesi ve seviyesi ile birlikte birleşince kendimi hayal- gerçek arası bir yerde hissettim. Ve ruhumun bir yaratık tarafından sokulduğunu hissettim. Ve bir anda sanki içimdeki o "ürperti", "korku", "girdap", "vehim" vs bir devin bir anda uyanışı ve herşeyi hazırlıksız yok etmeye başlaması gibi, benim ruhumdaki o mevhumları bir anda ayaklandırdı ve beni içten yok etmeye başladı. Ve sanki ileride( eğer bu hali atlatabilirsem) o ruh halini tekrar nefsimde yaşayacağımı müşahede eder gibi oldum. Ve takılıp kaldığım son nokta olarak "biricik meselem, sonsuza varmak" da mıhlandım.

(Murat) Kılıçkıran abi, yazınızdan dolayı teşekkür edrim, elinize, emeğinize, yüreğinize sağlık. Edebi açıdan da çok seviyeli olmuş. Ve "hikaye" nedir'e çok güzel bir örnek olmuş.

Nefsinizde hissettiğiniz bu hali aktarmanız size nasıl bir yarar sağlayabilir onu siz daha iyi bilirsiniz, ama bizim için en azından okuyanı ürpertip onu sarsar. Ve kendini bir yerde hissettirir. Ve hayatın sonu memat dır demek gibi basit bir anlayıştan uzaklaştırır. Ve .... Fazla söze ne hacet, zira söz söylemek için bile kendimi kendimde bulmam lazım. Ben son olarak çok şey dedikten sonra hiçbirşey dememek konumuna geçmeyi yeğliyorum....

Share this post


Link to post
Share on other sites

Elinize , emeğinize, yüreğinize sağlık kılıçkıran abi. Çok degerli ve etkileyici bir çalışma olmuş.Eserlerinizin devamını sabırsızlıkla bekliyoruz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hepinize ayrı ayrı ve tafsilatlı olarak teşekkür etme borcundayken buna imkan el vermediği için icmali olarak hepinize olan teşekkürümü kabul edin kardeşlerim...İçimde volkanizma gibi biriken fakat kelimelere dökme manasında özel bir gayretim olmadığı ve başka bir proje üzerindeyken ve yatağıma uzandığım bir vakit yüksek bir his yoğunluğu arasında kendiliğinden fışkıran bu hikaye'nin ruhuna,özellikle ruhuna gösterdiğiniz alakadan dolayı Allah razı olsun sizden.Esasen bir süredir mevcut olan ve şu hikaye'nin yazıldığı son dört gün içinde fevkine çıkan sıhhatimin bozukluğundan dolayı ne diyeceğimi bilemiyor ve kelimeleri toparlayamıyor ve dolambaçlı yollara giriyorum...Özellikle bu hikaye..Her ne derece üzerimdeki tesiri kendi irademin çapında olmasından dolayı kontrol edebilecekken tuhaf bir şekilde beni kendi irademin dışında yoğun ve karmaşık bir ruh hallerine sevketti...Bundaki en büyük amil de;ilk defa bir çalışmam da bu derece kendi ruh iklimimin en mahrem yerlerine yaklaşmış olmam olsa gerek...Daha fazla yazmaya kendimde takat bulamıyor,ve sizinle paylaşmak istediğim fakat güç yetiremediğimden dolayı anlatamadığım bazı hadiselerin elemini yaşıyorum...Yalnız şu kadar ki bu hikaye'nin görünen yüzünde şahsımızın ismi olsa da asıl ve manevi müellefinin Üstadım olduğunu söylemek borcundayım.Ve BDG kardeşim,Murat'ı adeta deşifre eden ve kelimeler üzerinde ruhunu tecessüm ettiren yorumunuzun üzerine asıl ben ayrı bir yorum yapmaya muktedir olamıyorum...Tekrar Allah razı olsun sizden...Kardeşlerim hastalıklı halimden dolayı cümlelerimde belki yersizlik ve abasiyet olabilir.Öyle telakki doğacaksa şimddien özrümden büyük affınıza sığınıyorum..

Share this post


Link to post
Share on other sites

BDG arkadaşım gibi bende bu hikâyenin ardından bir şeyler söylemek istiyorum.

Hikâye oldukça iyi…

Bu tür derin ruh analizlerinin yapıldığı eserlerde yazarın kendi ruh halini yansıttığı, anlattığı hikayenin kısır bir döngü etrafında şekillenmesi ve bu yönüyle diğer hikayeler yanında zayıf olduğu, herhangi bir fikir çilesi çekmeyen, her şeyi satıhüstü bir kolaycılık ve acizlik üzerine bina edip, sadece göze hitap edenlerin kanaatidir.Çünkü onlar has edebiyatın sadece bir fikriyatın hizmetkarı olduğunu düşünemeyecek durumdadırlar.

 

Hikayede ‘kılıçkıran’ ağabeyin düşüncelerinin ne kadar güzel billurlaştığını gördüm ben.

Çünkü o, herkesin malik olamayacağı bir temel üzerine bina etmiş hikayesini…

 

Umarım düşüncelerimi anlatabilmişimdir.

 

Tekrardan gönülden tebriklerimi sunarım…

 

Saygı ve selamlarımla…

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kılıçkıran abi, ne desem az, bölümün belki de en kral yazısı... Soluksuz okudum, biraz Shakespeare'i, biraz Üstad'ı, biraz Filibeli Ahmet Hilmi'yi, biraz Dante'yi hatırladım. Tek kelimeyle muhteşem bir yazı, Allah razı olsun. Hemen hemen aynı şeyleri yaşıyoruz, hemen hemen aynı düşünüyoruz, belki feyz aldığımız menbaa bizi bu neticenin kucağına itiyor, bilmiyorum. Ama Allah'ın izniyle hakikatin keşfi noktasında bahtlı insanlar olduğumuzu söylemek durumunda hissediyorum kendimi. Rahatsızmışsınız, Allah acil şifalar versin abim, kısa zamanda sıhhatinize kavuşursunuz inşallah. Fikir çilesini son haddine değin yaşadığını haykıran beyninizden süzeceğiniz yeni fikirlerinizi, türü ne olursa olsun, yeni yazılarınızla bizimle paylaşmanızı istirham etsek sanırım terbiyesizlik etmiş olmayız, zira biz insanı sadece birkaç dakika etkisine hapsedebilme mevkiinde olan bir kısım leziz yiyeceğin dahi peşinden koşarken, şahsımızın her daim hatırlanacak, her daim tadı ruhumuzca hissedilecek böyle ürünleri talep etmesi, insanlığımızın, nefs taşıyan varlıklar oluşumuzun en tabii neticesi olsa gerektir. Allah razı olsun abim, tekrardan ellerinize sağlık...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Kılıçkıran abi, ne desem az, bölümün belki de en kral yazısı... Soluksuz okudum, biraz Shakespeare'i, biraz Üstad'ı, biraz Filibeli Ahmet Hilmi'yi, biraz Dante'yi hatırladım. Tek kelimeyle muhteşem bir yazı, Allah razı olsun. Hemen hemen aynı şeyleri yaşıyoruz, hemen hemen aynı düşünüyoruz, belki feyz aldığımız menbaa bizi bu neticenin kucağına itiyor, bilmiyorum. Ama Allah'ın izniyle hakikatin keşfi noktasında bahtlı insanlar olduğumuzu söylemek durumunda hissediyorum kendimi. Rahatsızmışsınız, Allah acil şifalar versin abim, kısa zamanda sıhhatinize kavuşursunuz inşallah. Fikir çilesini son haddine değin yaşadığını haykıran beyninizden süzeceğiniz yeni fikirlerinizi, türü ne olursa olsun, yeni yazılarınızla bizimle paylaşmanızı istirham etsek sanırım terbiyesizlik etmiş olmayız, zira biz insanı sadece birkaç dakika etkisine hapsedebilme mevkiinde olan bir kısım leziz yiyeceğin dahi peşinden koşarken, şahsımızın her daim hatırlanacak, her daim tadı ruhumuzca hissedilecek böyle ürünleri talep etmesi, insanlığımızın, nefs taşıyan varlıklar oluşumuzun en tabii neticesi olsa gerektir. Allah razı olsun abim, tekrardan ellerinize sağlık...

Tam da sevgili kardeşim Cihad'ın o güzel tespitlerine katıldığıma dair bir iştirak mahiyetinde küçük bir yazı gönderecektim ki;trradomir kardeşimin bu letafet,samimiyet ve içtenlik yüklü sözlerine hiç olmazsa bir teşekkür mahiyetinde nasıl mukabele ederim düşüncesiyle kilitlendim...(şimdi bir şeyler yazmaya çalışıyorum)İnsanın duygularını kelimelere kondurma da imtina ettiği ve bazen kelimelere "hiç bir işe yaramıyorsunuz"dediği anlar olur ya...İşte o hale düştüm şimdi...Aramızda bir birimizin gözünün önüne duruma göre diktiğimiz bir takım dekorlar ve resmiyet olmadığı için söylüyorum...Çok duygulandım...Hatta...Biraz da mahçubum...Ama şu an hissettiğim diğer bir duygu;şahsımın haketmediği bu teveccühlerin yanında bu tevccühlerle birlikte kendimi davama ve siz sevgili kardeşlerime karşı herzamankiden biraz daha fazla sorumlu hissetmeye başladım.Sevgili kardeşim trradomir siz ve bu kadronun her bir ferdinin başlı başına bir eser ortaya koyacak istidad malik olduğunuza inanıyorum.Allah razı olsun...

Bir aşağı ki bölüme de sevgili kardeşim Cihat'ın tesbitine iştirak yazımı göndereyim.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Teşekkür ederim Sevgili kardeşim Cihad güzel bir tesbitte bulunmuşsunuz.Bu güzel tesbitinize iştirak mahiyetinde şunu söyleyebiliriz;

 

Belli başlı-özellikle mücerred-bir dünya görüşüne bağlı ruhi çözümlemeleri ihtiva eden eserler,diğer gündelik meseleler üzerine neşredilen esserlerin tersine okuyucunun eseri kuşatmasını değil,eserin okuyucuyu kuşatmasını murad ediyor.Hal böyle olunca da temsil ettiği dünya görüşüne bağlı ruhi çözümlemeleri olan eserler anlaşılma cihetinde okuyucudan tabi olarak empati cihazını çalıştırmasını beklemektedir.Tabiyatıyla empati cihazını çalıştırabilmek de aynı mefkurenin mensubu olmayı iktiza ediyor.Ve böylelikle sizin de dediğiniz gibi bu tür fikri ve ruhi fenomenleri ihtiva eden eserler maalesef gündelikçi bitaraf kesimin ruhunda karşılık bulmuyor ve azami derece gayriaksiyon ve zevksiz gözüküyor.Biz her ne kadar bir eser üzerinde empati yapabilmek aynı mefkureye muhatap olmayı gerektiriyor desek de bu gündelikçi takımıyla ruhçu kadro arasındaki bir idrak ve ilişki ölçüsüne dayalı genel bir görüştür.Ama meseleyi hakiki müslümam mefkureciler zaviyesinden ele alırsak,müslüman müfkureciler kadrosu bu genellemenin dışına çıkıyor.Örneğin;fikri mesleğini tek cepheli iktisadi bir mezhep üzerine kuran bir batıcı kapitalist Dostoyevski'inin ruhi çözümlemelerine karşı empati yapmakta zorlanacaktır.Fakat mesleği zaten ruh olan ve ruhun en çetrefilli hallerine vakıf bir hakiki müslüman mefkureci Dostoyevski'nin ruhi çözümlemelerine empati kurmakta zorlanmayacaktır.

Hasılı Sevgili kardeşim Cihad,isabetli,güzel ve önemli bu tebitinizin yanında son olarak söyleyebilirim ki;Üstad'ın şahsında remzleştirdiği bu mefkureye muhatap kendi içinde derecesi ve nisbeti ne olursa olsun bütün ruhlara empati yapabilme mevkiindedir.Sürekil "seçkinler kadrosu"dediğimiz bu kadroyu seçkin yapan unsurlardan biri de bu olsa gerek...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar

 

Harikulade, harikulade bir yazı. Allah razı olsun. Zaman ve zamansızlık ancak bu kadar güzel hissettirilebilirdi. Elinize sağlık abi, geçmiş olsun ayrıca. Artık favorilerim arasında...

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites
Selamlar

 

Harikulade, harikulade bir yazı. Allah razı olsun. Zaman ve zamansızlık ancak bu kadar güzel hissettirilebilirdi. Elinize sağlık abi, geçmiş olsun ayrıca. Artık favorilerim arasında...

 

Saygı ve selamlarımla

 

Allah razı olsun.Teşekkür ederim sevgili kardeşim.Hissetmişiniz ne güzel...Söyleyenin söyleme keyfiyetine mukabil hissetmek de ayrı bir keyfiyet ve hususiyet gerektiriyor...Fikirli ve keyfiyetli kardeşim.Bu arada artık biz de favori olmuşuz artık :( Hani insanın aklına bu pop 10 şarkı listesi gibi geliyor :( Neyse işin şakası bir tarafa tekrar en samimi tarafımla teşekkür ederim sevgili kardeşim.Hem size hem de sizin nezninizde bütün forum-istişare sitemizin sakinlerine...

Share this post


Link to post
Share on other sites

buraya herkes ruhunu dökmüş, ben ise ancak kelimelerimi dökebileceğim. O kadar etkileyici bir üslupla, hikaye yazılmış ve yorumlar yapılmış ki, okurken titredim. Ve bu yazıyı ruh-fikir sancısı çeken herkesin okuması gerektiğini düşündüm. Konusu zaman mefhumu ile ilgili .Ama asıl anlatılan onun ötesinde olan bir hal. Ve bunu yorumlarını dile getiren arkadaşlarım çok güzel ifade etmiş. Ve tabiki en başta da müellifi . Yabana atılmaması gereken, kelimelerin vecde geldiği bu bölümde, bu bölümü iyiki okumuşum ve iyiki nfk sitesi ile tanışmışım diyorum. Ruh tahlili gibi soyut mevzulara girmeyecek kadar satıhda yaşamış olduğumdan ama yazı ile yorumların hüviyetini duyurmak ve mükemmelliği göstermek ve daha çok kişi tarafından da okunmasını sağlayabilmek için buraya satıh içerikli de olsa birşeyler yazmış oldum. İnceleyen her arkadaşımın okuması muhakkak faydalı olacaktır. Elinize sağlık,emeğinize sağlık, yüreğinize sağlık. Fikir sancısı ile kavrulan ve beni de bu iklimin bünyesine girdiren herkese teşekkürler....

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...