Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
BDG

Elestü: Kâlû–belâ Ne Demektir?

Recommended Posts

Elestü: Kâlû–belâ ne demektir?

 

Cevap: Bu sözler, Yaradan’ın yaratıklarıyla; hususiyle insanla olan mukâvelesine ait bir kısım sözlerdir ki bu mukâvelede: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorulur. Karşılığında da: “Evet, Rabbimizsin”(Arâf, 7/172) cevabı alınır.

 

Bu meselenin iki yönü vardır:

 

1. Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur?

 

2. Ne zaman sorulmuştur?

 

Birinci şık itibariyle, birkaç mülâhaza arzedilebilir.

 

a. İnsan henüz hiçbirşey değilken “var olma” emrini alması ve onun da bu emre, “evet” demesi ki; tekvînî mahiyette bir soru-cevap ve bir mukavele sayılır.

 

b. İnsan atomlar âleminde, hatta bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibaret iken, herşeyi bir kemale doğru sevkedip terbiyeye tabi tutan Rabbulâlemin, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikamette onlardan bir söz ve mîsak almasıdır ki; bu da, her zerrenin kendi takatinin çok üstünde, Kafdağından ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin “var etme” teklifine “evet” demesinden ibâret sayılabilir..

 

Bu iki şekilde cereyan eden “soru-cevap” veya “teklif ve kabul” söz ve beyanla değil gibidir. Buna binâen bir kısım tefsirciler bu mukâveleye istiare-i temsîliye tarîkiyle yapılmış bir mukavele nazarıyla bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevab verilmiş ve öylece hukûkî kıymeti hâiz bir sözleşme kabul edilmiş; yoksa, beyânla ve yazışma ile yapılmış bir akid değildir.

 

Aslında, binbir çeşit hitab ve binbir çeşit cevab sahibi Rabbin, “hitab ve cevab” indeksini (fihristini) nazara almadan böyle bir hükme varmak, tekellüfden sâlim olamaz. Buna da yeri gelince temas edeceğiz.

 

c. Bu türlü bir ikrar isteği ve şehâdette bulunma sözleşmesi insanın kendini duyması ve kendinin, kendinden başka birşey olmadığını anlamasından ibâret, bir nefis ma’rifeti, bir “nefsini bilen Rabbini bilir”1 hakîkatini temsîl; bir mâhiyet âyinesini seyre koyulma ve bu yolla şuûruna akseden rengarenk hakîkatlerin petekleşmesine şâhid olma ve bu şehâdeti ilân etmektir. Ne var ki, bu îcâb ve kabûl; bu duyma ve uyanma, çok açık ve hemen sezilecek gibi de değildir. Belki, çok îkaz ve tembihlerle duyulup hissedilebilecek şeylerdendir ki; irşadın ehemmiyeti de, bu noktadan ileri gelmektedir.

 

İnsana emânet edilen nefis veya benlik (ego), Yaratıcı’nın yüce varlığını bilmek ve itiraf etmek için ona verilmiştir. Zaten onun varlığının gâyesi de bu bilme ve îtirafdan ibarettir. Binâenaleyh, insan, varlığıyla O’nun varlığını, sıfatlarıyla O’nun servet ve gınâsını, aczi ve fakrıyla O’nun iktidar ve ihsanlarını gösterir. Bu bir ilk mevhibe ve ihsandır. Bu ilk ihsana terettüb eden idrâk ve irfan ise, her varlıkta onun varlığını; her ziyâda O’nun nurunu hissettiği yüce Yaratıcı’yı, ilân ve i’tiraftır. Bu ise “elestü” ve “belâ” mukâvelesi demektir.

 

Bu mukâvele, kudret ve irâdenin yazdığı muhteşem kitabın ma’nâsını anlama ve hâdisat satırlarının esrârını kavrama neticesinde, âdetâ bir “icab ve kabul” gibidir.

 

d. Bu sözleşme ve sözleşme içindeki suâl-cevab, cismâniyâta göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hakk (cc) bütün varlıklara, kendi mâhiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlûkatdan yükselen sesleri, sadâları dinler, anlar ve yerine göre onları is’af eder. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehçelerle merâmını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hz. Allah (cc), aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehçelerle, onlara emirler verir, hakikatleri anlatır; insan ve kâinatı şerheder; yarattıklarından sözler alır, mîsâklar yapar ve mukâvelelerde bulunur ki, lâfzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi “kelâm-ı lâfzî” cümlesindendir. Bir de, bize göre kelâm ve beyân olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilhamdan, meleklerin mazhar olduğu İlâhî hitap tarzına kadar, Hakk’ın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, “Kelâm-ı nefsî”nin ayrı bir tezâhür ve tecellîsidir.

 

Allah’ın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dâirede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dâirenin “alma-verme” keyfiyeti başka başka olduğundan, bu dâirelerden herhangi birine, ne gelen mesajı, ne de ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka daireye göre ne duymak, ne de tesbit etmek mümkün değildir.

 

Aslında bizlerin herşeyi duyabileceğini iddia etmek de çok yanlış bir kanaattir. Zira, bugün artık anlamış bulunuyoruz ki, bizler, duyulma cinsinden olan şeylerin ancak, milyonda birkaçını duyabilmekte; görülebilecek şeylerden de ancak, o kadarını görebilmekteyiz. Bu demektir ki, bizim duyduğumuz ve gördüğümüz âlem, duymadığımız ve görmediğimiz âlemlere nisbeten hiç hükmündedir.

 

Bu îtibarla, Cenab-ı Hakk’ın zerrelerle konuşması; sistemlere emirler vermesi; terkibler, tahliller yapması, çok yüce buudlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tesbit edilmesi mümkün değildir.

 

Allah (cc), zerrelerle mukâvele yapacak, moleküllerle mukâvele yapacak, hücrelerle mukâvele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukâvele yapacak, fakat biz bunları, kendi ölçücüklerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tesbit edemeyeceğiz.

 

Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhda bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa..

 

İnsan ruhu, müstakil bir varlıkdır ve bu husus bugün artık münakaşa götürmeyecek şekilde vuzûha kavuşmuştur. Çeşitli dallarıyla, bütün ilim dünyasını saran parapsikoloji, günümüzde ruhu, mevcudiyetiyle, fonksiyonlarıyla; düşleriyle, temennileriyle; ümitleriyle, emelleriyle öylesine merak mevzuu haline getirdi ki, âdetâ ondan bahsedilmedik bir sosyete salonu ve ilmî mehâfil kalmadı... Tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu teşkil eden ruhun üzerinde başka bir yerde durduğumuz için, şimdilik sadece mevzumuzla alâkalı kısmına temas edeceğiz.

 

Ruh, insan bedeninden evvel ve bir bakıma zaman üstü mahiyete sahip bulunduğundan, mîsâkla alâkalı icâb ve kabul onunla yapıldığı takdirde, anlama ve anlatma kıstaslarımız içinde onu kavramamız kat’iyen mümkün değildir. O, rüyalardaki diline ve duymasına benzer şekilde konuşuyorsa; telepatide olduğu gibi, ses titreşimlerine ihtiyaç duymadan muhabere temin edip anlayabiliyorsa ve hatta bu husus kendine has ağırlığıyla, dağılan Sovyetler Birliği’nde dahi -materyalist bir dünya olması itibariyle çok ma’nidardır- alâka görmüşse, ruhun kendine mahsus konuşması kabul ediliyor demektir. Bu farklı konuşma, farklı bantlara alınacak; farklı kasetlerde korunacak ve yeri geldiğinde kendine has hitabetle ortaya çıkacak; kendi dilini kullanarak konuşacak ve yine nev’i şahsına mahsus (orijinal) tedâileriyle (çağrışım) ortaya çıkacaktır.

 

Binaenaleyh, “elest bezminde” de ruhlar Rab’le mukâveleye çağrıldılar. Cismaniyet berzahı arada olmadığı için, herşeyi ayan beyan gördüler ve “evet” diyerek böyle bir mukâveleye imza attılar. Ancak, günümüzde çokça bulunduğu gibi bir kısım kimseler, ruh kitabının vicdan bölümünü hiç kurcalamadıkları için böyle bir imzaya ve mîsâka rastlamadılar. Rastlamalarına da imkân yoktu; çünkü o âleme ne bir bakışları, ne de araştırmaları olmamıştı. Aslında, Kant’ın; Yaratıcı’yı tarif istikametinde yazılan bütün kitabları arkaya atarak, Bergson’un, umum kâinata sırt çevirerek dinlemek istedikleri sessiz kitab da işte bu idi... Ruh dinlenilecek; ruhun ilhamlarına kulak verilecek; vicdanın dilini anlama laboratuarları tesis edilecek ve şuura akseden indeksde hakikatin çehresi görülmeye çalışılacaktı...

 

Bu kitab başlı başına yüce hakikatin en yanılmaz şahidi ve mukâveleye imza atan âkiddir ama, böyle bir dili öğrenme cehdinden mahrum olanlara bunu anlatmak çok da kolay olmasa gerek..

 

Şayet kafalar, şartlanmışlıkdan arınabilse, insan, vicdanının bu ilk mîsâka “evet” dediğini duyacak ve görecektir. Aslında âfâkî ve enfüsî tefekkür ve araştırmalardan maksat da işte budur. Zihin kendi saplantılarından kurtarılacak; mefkûreye hürriyet kazandırılacak ve serbest düşünce adesesiyle vicdandaki bu ince yazılar okunmağa çalışılacaktır. Bu yolla kalbin derinliklerine bakmağa kendini alıştırmış nice kimseler vardır ki, iç müşahede ve iç duygularıyla, elde ettikleri vâridatı, hiçbir kitabda görmeleri mümkün değildir. İlâhi kitabların remiz ve işaretleri dahi, ancak bu adese altında kendilerine has renklilikleriyle zuhur ederler. Bu ufku göremeyen, kendini aşamamışlar ise, hiçbir zaman bundan birşey anlayamayacaklardır.

 

Şimdi, gelelim meselenin ikinci yönüne, acaba bu mukâvele ne zaman yapıldı? Hemen arzedeyim ki; bu mevzuda, nasslarda kat’î bir şeyin gösterilmesi oldukça güçtür. Ancak bu hususta tefsircilerin bir kısım beyanlarının bulunduğunu söyleyebiliriz.

 

Bu îcab ve kabul, spermin döl yatağına seyahati esnasında olmuştur. Ceninin insan şeklini iktisab ettiği zaman olmuşdur. Veyahud, çocuğun rüşde erdiği, kendini bildiği zaman olmuştur.

 

Bütün bu mütâlâaların kendilerine göre müdafaa yol ve usulleri de vardır. Ne var ki, bunlardan birini diğerine tercih ettirecek; hatta bunlardan başka bir diğer hususa râcih kılacak ciddi bir sebep göstermek de bir hayli zordur.

 

Bu misâk ruhlar âleminde olabildiği gibi, ruhun kendi atomlarıyla münâsebete geçtiği başka bir âlemde de olabilir. Embriyolojik safhaların herhangi bir devresinde olduğu gibi, rüşde erileceği âna kadar geçen herhangi bir devrede de olabilir..

 

Düne, bugünle beraber seslenen ve dünü bugünle beraber duyan ve dinleyen Allah (cc), bütün bu devrelerin hepsinde de bu misâkı almış olabilir. Bizler, vicdanlarımızın derinliklerinden gelen böyle bir sesi duymakta ve kalbimizin bu bezme şehâdetine muttali bulunmaktayız.

 

Ne var ki, mide, açlığını kendine has diliyle anlattığı, vücud, elem ve acılarını kendi kelimeleriyle dile getirdiği gibi, vicdan da kendi dilini kullanarak, kendi terminolojisine sâdık kalarak sözleşmelerden bahisler açıyor; duyduğu acı ve ızdırablar için inliyor; verdiği sözde sâdık kalmak için çırpınıyor ve muttasıl bir dalgalanma hâlinde heyecanlarını sürdürüyor. Bir çocuk gibi, iniltileriyle dikkati çekdiğinde, kendini mes’ud ve tâlihli sayıyor; hâlini anlatamadığı, derdine nigehbân bulamadığı zamanlarda da inkisar içinde kıvranıp duruyor.

 

En yüce hakikate bir mir’ât-ı mücellâ olan gönül ne zengin bir kütüphane, ne muhteşem bir kayıt defteri, ne âli bir mahfaza, ama, ondan anlayan mütâlâacının nazarında!...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...