Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
cihat

Abdülhamid'in Hatıra Defteri

Recommended Posts

Selamun Aleyküm

 

arkadaşlar bir yıl kadar önce bir sitede Abdülhamit'in Gizli Defteri başlıklı bir yazı dizisi okumuştum.

Site şu an teknik aksaklıklar sebebiyle hizmet vermiyor.www.mecelle.com

 

Okuduğum kısımları kaydetmiştim.Şimdi onları sizlerle dizi halinde paylaşmak istiyorum.

Eser İsmet Bozdağıın imzasını taşıyor.Gerçekliği kuvvetle muhtemel olmakla birlikte hakkında kat'i bir hüküm veremiyoruz.

Konuyla ilgili teferruatlı bilgisi olan arkadaşlar bir yanlış varsa düzeltebilir.

 

1.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı

 

Sonradan Batı takvimi benimsenmemiş olsaydı, bugün yeni bir yılımız başlardı. (1) Bizim iki tarihimiz var : biri, DİN'in ki, Muharrem'Ie, öteki DEVLETİN ki, Mart ile girer.

 

(1) Osmanlı Devletinde Tanzimattan beri kullanılmakta olan Rûmî takvimde yılbaşı, l Mart'dır. Julien takviminin, müslümanla-rın kullandığı Hicri takvime uygulanmasıyla yapılan Rûmî takvim, bugün kullanmakta olduğumuz Gregorien takvimden 13 gün geridir. 1917 yılında Hükümet bu farkı kaldırmak istemiş ve Rûmî tarihle 8 Şubat 1332 de, 5 maddelik bir kanun çıkarılmıştır. Kanunun 1. ci maddesi şöyledir:«1332 senesi Şubatının 16. cı günü, 1333 senesi Martının birinci günü sayılacaktır.»

 

Bundan sonra yılbaşımız «Kânunsâni» olacak. Bilmem, ilgili Daireler, Bakanlar Kurulu, Milletvekilleri, Senato ve muh terem biraderim hazretleri» (2) «Kânunsâni» deyimiyle yeni Bir yıla girmenin, biraz manâsız, biraz gülünç olacağını dü-şündüler mi?...

Bir yıl, Kânunun (birinci) sinde bitiyor, ardından ge-çen yıl da (ikincisi) adile besmele çekip buyuruyor. Batı tak-viminin benimsenmesine karşı olduğum sanılmasın; tersine, uygun bulduğum içindir 'ki şu birkaç satırı yazdım. Bir yenik eksik olursa, yararı da eksik olur. Umulur ki, zaman bunu da düzeltsin.

 

Şehzadelik Günleri

 

2.Mart.1333 (1917)

 

Dün yaptığım bu yorum, bugün beni biraz düşündürdü, Şimdiye kadar sigara dumanlan arasında düşünceyle geçen günlerimin bazı hatıralarını yazmaktaki ihmalime nerdeyse pişman oldum ve üzüldüm. Uzun bir hayat ve uzun bir hü-kümdarlık çağı geçirdim. Hatıralarım, yalnız benim değil, biraz tarihin ve özellikle tarihindir.Ben Saltanatta iken, düzgün bir tahsile ve okumaya vakit bulamıyordum. Şehzadeliğim de büyük kardeşim gibi, hiçbir şeye aldırış etmezlik içinde geçmişti.Büyük kardeşim hazretlerinin çevresini alan edebiyatçılar ile, sonra beni yeren yazılar yazanlar, Sultan Murad'ı bilgin, şair, yurtsever sağlam bir kişi olarak halka tanıtmak ve sevdirmek isterlerdi. Oysa Rahmetli'nin bilginliği, olgunluğu şöyle dursun, yazısı ve imlâsı bile zayıftı. Sadrazam Fuat Paşa (3) tedavi için Nis'e giderken, gelini Nimet hanıma yazdığı bir tezkereyi o zaman görmüş ve bir suretini çıkarmıştım. Rahmetli kardeşim Fuat Paşadan pek çok korkardı. Buna o vakit «bey» olan Ziya Paşa'nın, «Veraset-i Seniyye» (4) mevzuunda broşür olarak yayınladığı mektupları sebep olmuştu. Ziya Bey'in Fuat Paşa'ya hıncı vardı. Güya, rahmetli Amcama (5) Fuat Paşayı Sadrazam yapmasını o salık vermiş de, Paşa Sadrazam olunca onun isteklerini yerine getirmemiş!

 

Yılbaşı da l Kânunsâni (l Ocak) olarak benimsenmiş, ancak bütçe yılının başlangıç tarihi, eskisi gibi l Mart olarak bırakıl -mıştı.

Abdülhamidin sözünü ettiği ve biraz da mizaha aldığı deği-şiklik işte bu değişikliktir. Çünkü böylece bir yıl, «Birinci Kanunla bitiyor, ikinci yıl «ikinci Kânun» la başlıyor. Sonradan Birinci Kânun, ikinci Kânun» deyimleri kaldırılarak bu aylar, «Aralık ve Ocak» olarak adlandırıldıktan, yeni kuşakların bu ince mizahın zevkine varmaları güçleşmiştir. (2) Sultan Mehmet Reşat.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Veliahd Murat Efendî'nin Mektubu

 

Ben, Ziya Bey'i o zaman da sevmezdim, «Ziya Paşa» olduktan sonra da... Çünkü zekâsını iyilikten çok hıncı olan kimselere karşı kullanır, hırslı ve intikam peşinden koşan bir adamdı, İşte bu (Paşayı hoş tutma) hevesile Veliaht Mu-rad Efendi'nin Fuat Paşa ailesine yazdığı mektup olduğu gibi şudur :

«İffetlû Hanımefendi, Peder-i vâlâları Paşa Hazretlerinin nâmizaç oldukları ve tebdil-i ab-u hava zımnında gelecek

 

hafta zarfında Avrupa'ya azimet buyuracakları reside-i câ-mia-i teessüfümüz oldu. Cenab-ı hak ve feyyaz-ı mutlak, ka-riben kesb-i afiyet ihsan (6) buyursun. Doğrusu şu hâle, aşırı derecede mağmum ve mükedder olduk. Ve şafi-i (7) hakikî olan cenab-ı perverdigârdan şifa-yı acil ihsan buyurması da'vatını an hulusulbâl yad-ü tezkâr eyledik. Her halde hıfz-ı hüdâda bulunmaları mütemenna-yı hulusveriyedir. (8)

 

Merhum, bu tezkereyi yazarken ben yanındaydım, önce uzun, uzun müsveddesini yaptı. Sonra dikkatle ve ağır, ağır temize çekti. (9)Ben Selânik'e gittikten ve bu değişikliğin getirdiği bezginlik iki üç ay içinde silindikten sonra, düzenli olarak okumaya başladım. Edebiyat ile Tarih en sevdiğim bilgi dalları idi. Ben saltanatdan uzak kaldığım bu günlerde yalnız dinlenmeyi değil, şan ve şerefimin de büyük bir bölümünü kazandım. İşte bugün, Allah'a şükür, fikrimi oldukça düzgün bir üslup içinde ifade edebiliyorum. Fransızca'dan, kulak dolgunluğu ile birçok kelime bilirdim. Selânik'in uzun günlerinde bu dili, düzenli olarak öğrenmeğe çalıştım. Şimdi okuduğum gazete ve kitapları, lügat yardımı ile, fakat kolaylıkla anlıyorum.

 

-Tanzimat döneminin ünlü sadrâzamlarından Keçecizâde

Mehmet Fuat Paşa. (1815 - 1869)Ziya Paşanın Âli Paşayı Mısır'da saltanat şeklini değiştirmesi yüzünden eleştiren düzyazı eseri: «Veraset-i Saltanat-ı Seniyye.» (1868)Sultan Abdülâziz.Abdülhamid tarafından metinde yanlışlıkları belirtilmek

için altlan çizilen sözcük ve deyimler siyah dizilmiştir.

Eski harflerle imlâsı yanlış yazılmıştır.Metinde bu kelimenin altında 2 çizgi vardır.Mektup, bu hâlile de anlaşılacağı gibi, Fuat Paşa'nın hastalığı yüzünden Avrupa'ya gitmesi üzerine, Sultan Murad tara

fından kaleme alınmış bir hatır mektubudur. Mektupta, Paşa'nın hastalığı yüzünden Avrupa'ya gideceğini üzüntü ile haber aldı

ğını yazıyor, o günün diliyle Paşaya Allah'dan sağlıklar diliyor.

 

Bu birkaç satırlık mektupta Abdûlhamid bazı sözcüklerin yanlış yazılmasını, bazılarının da yanlış kullanılmasını ele almakta ve

Sultan Murad'ın da pek öyle bilgili, şair, edebiyatçı olmadığını anlatmaya çalışmaktadır. Çünkü başka annelerden doğan bu iki

kardeş, oldum olası birbirleriyle geçinememiş, birbirlerini kıskanmaşlardır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ben Edebiyatçıların Değil, Edepsizlerin Düşmanıyım

 

Ah... Beni edebiyata düşman sanır ve böyle gösterirlerdi. Hayır!.. Ben edebiyatın değil, edebsizliğin, edebiyatçıların değil, edebsizlerin düşmanı idim.

 

Ziya Bey'i Vezirlik ve Valilikle İstanbul'dan uzaklaştırmaya beni iten kuvvet, efkâr-ı umumiye değil, onun bilgisine ve olgunluğuna olan saygımdı. Mithat Paşa, bilgisi ve olgunluğu ile halka daha müessir olduğu halde, onu Avrupa'ya sürdüğüm zaman, kaç adam sesini çıkardı?...

 

Ben edebiyata düşman olsaydım. Kemal Bey'e (Namık Kemal) öldüğü güne kadar kesemden aylık vermez ve oğlunu saray hizmetine almazdım. (10) Ben edebiyata düşman olsaydım, Ekrem ve Ebüzziya beylerin nazlarını çekmezdim. Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak Hamit Bey'i dolgun aylıklarla rahat yaşatmaktan başka, ara sıra borçlarını da vermek gibi hayırhaklıklarda bulunmazdım. Ben edebiyata ve tarih bilimine düşman olsaydım, bir ara tacımla, tahtımla uğraşmak istemiş olan Murad Bey'in (Mizancı Murad) her münasebetsizliğine katlanarak, istifa ettiği halde etmemiş kabul ederek devlet hizmetinde kalmasına razı olmazdım! Hayır, tekrar ederim ki ben, edebiyatçıların gerçek ve şefkatli bir dostu idim. Eğer onlara düşman olsaydım, benim de sokak ortalarında edebiyatçı ve muharrir öldürecek adamlarım yok değildi!...

(10) Ali Ekrem Bolayır (1867 - 1937) babası sürgüne gönderildikten sonra Mabeyn Kâtibi olarak saraya alınmıştır. (1888)

Share this post


Link to post
Share on other sites

«Ben Yangın Bırakmışım!»

 

3.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı

 

Bu sabah, Musahibim söyledi : Kadıköy vapurunun yan şamatalarından birinde dört-beş efendi, heyecanlı bir sohbete koyulmuşlar : İçlerinden biri, günün bütün yoksulluğunu ve hayat güçlüğünü eleştiriyor ve bundan da Hükümeti sorumlu tutuyormuş. Ama sarı bıyıklı birisi bu tenkitleri yapana kaşlarını çatarak, kaba bir tutum ve dil ile :

— Bu yangını Abdülhamid bıraktı. Mithat Paşa'yı attıktan ve öldürdükten sonra, tuttuğu yolun buraya çıkması zorunluydu demiş ve bu sözü söyleyen de Selânikli Doktor Nazım Bey'miş... Bunu musahibim merak ettiği için soruşturarak öğrenmiş...

Doktor Nazım Bey'in adım yirmi yıldanberi sık sık işitir-dim. Öncüleri, Ahmet Rıza Bey'le birlikte aleyhimde çalıştı. «İttihat ve Terakki» nin koyu taraftarlarından olduğunu, kimseyi beğenmez, kimseyle hoş geçinmez bir adem diye tanındığını söylerlerdi. Bana karşı olanların hayatlarım ve hareketlerini köşemden arasıra izlerdim. Doktor Nazım Bey'in, mesleği olan doktorlukla uğraşacağı yerde politika ile, ama karmakarışık bir politika ile uğraşıp didindiğini bilirdim. Yalnız övülecek bir yanım söylüyorlar; kendi adına hırsı olmamakla, hiçbir memuriyet kabul etmemekle, arkadaşları arasında mütemayiz bir vatansevermiş!

Soyumdan getirerek taşıdığım unvandan (Sultan) bile adımı tecrit etmeğe kendisinde yetki gören Doktor Nazım Bey'in şahsıma değil, Kadıköy vapurunun yan kamarasından hakkımda bir kere daha savurduğu bu aşağılık hicviyeyi burada mevzubahs edeceğim.

 

Abdülhamid bir yangın mı bıraktı acaba?.. Ve Abdülhamid'in devrine bağlanan üç yüz senelik kopuşmalar döneminden gelen kundaklar var mıydı, yok muydu?... Bunun münakaşa yeri burası değildir, tarihtir; Doktor Nazım Beyle, fikir yoldaşlarının da bir gün içine girecekleri Tarih!...

Ben 1324 (1908) yılının Temmuzunda Hükümeti bu mücahitlere, 1325 (1909) Nisanında da saltanatı şevketlû biraderim hazretlerine teslim ettim. Benim zamanımda hududumuz, İşkodra'dan Basra Körfezi'ne, Karadeniz'den Afrika'nın kum çöllerine uzanırdı. «Almanac de Gotha»nın 1908 yılında yayınlananı ile bugün çıkanı karşılaştırılırsa, benden sonra gelenlere yangın değil, büyük bir ülke, otuz milyonu aşan nüfus ve bir ordu bırakmış olduğum anlaşılır

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ben Ödedim, Onlar Borçlandı.

 

Şöyle böyle on yıl oldu. Yani, sürdüğüm padişahlığın üç-de biri... Eserlerimin üç'de değil on'da birini vücuda getirdiler mi?... Hükümdarlık makamına geldiğim zaman, üç yüz milyon liraya yaklaşan dış borçlarımızı iki büyük harbin ve birçok ayaklanmaların gerektirdiği masrafları karşıladıktan sonra otuz milyona indirmeyi başardım. (11) Yani, onda birine!. Nazmı Bey'le arkadaşları ise, benim bıraktığım otuz milyon borcu, bugüne kadar dört yüz milyona çıkardılar... Yâni, on üç katına... Demek benden sonrakiler, Saltanat makamının güç ve kuvvetini yürüten yalnız biraderim olmadığı için benden sonrakiler diyorum — yalnız dış borçlarımızı arttırmak konusunda büyük bir marifet ve muvaffakiyet göstermişlerdir.

 

Ben, hangi şartlar içinde ve nasıl bir zamanda padişah oldum?... Bunu hatırlatmak isterim. Bosna-Hersek ayaklanmış, Karadağ ordumuzu sarmış ve yenmiş, Sırbistan düzenli ve tehlikeli bir kuvvetle ülkemize savaş açmıştı. Bu bâdire-lerden o müthiş Rus muharebesi doğdu. (12) Bu savaşı doğuran iç ve dış olaylar benim saltanat günlerimin işi değil.. Ben ki padişahın ardarda hâl'inden, 93 günlük bir hükümet buh-ranından ve bir saltanat boşluğundan sonra padişah olmuştum. Millet, rüştünü, erginliğini iddia ediyordu.Kamuoyunun güvenini elinde tutan Mithat Paşayı hemen Sadârete getirdim. Rusya'nın ileri sürdüğü istekleri veya Rusya ile savaşı göze alıp almamayı yine millete bırakmıştım. Bunu konuşup tartışmak için kurulan «Meclis-i Umu-mi»ye de milletin o kadar güvendiği Mithat Paşa başkanlık etti.

(11) Bugünkü paramızla borcumuz 7 tirilyon 800 milyar Türk lirası veya takriben 26 milyar Amerikan dolan kadardır.

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ben Ne Şahıs Olarak, Ne Makam Olarak Sorumluyum.»

 

Öyleyse, 93 Savaşı ile bunun getirdiği bütün sonuçlardan ben ne şahıs olarak, ne makam olarak sorumluyum.

Harbin idaresine gelince : O zaman tayin edip hizmet verdiğim kumandanlar, Osmanlı tarihinin yalnız o döneminde değil, ondan önce ve ondan sonraki dönemlerinde de eşine seyrek rastlanan kumandanlardı. Ulaşım araçlarının eksikliği, Rumelindeki müslüman halkın dışında kalan azınlıkların taa Edirne vilâyetinin içine kadar bulaşan ayaklanma ateşleri, hep benim zamanımda ve benim yüzümden oluşmuş uğursuzluklar ve felâketler sırasında gösterilmek istenirse, tarihin insaf ve adaletine dokunulmuş olur.

 

O savaşın sürüklediği felâketler altında ezilenlerin yardımına yetiştim. O göçmen dindaşları kondurmak ve yaşatmak için mümkün olan her şeyi yaptım, İstanbul'dan Sivas'a, Halep'e kadar bir uçtan bir uca göçmen köyleri kurdum. Bunların bir çoğundaki camilerin masraflarını, ulu Allahın bana emanet buyurduğu kullarına acizane bir yadigâr olmak üzere, kendi kesemden verdim.

 

(12) 1877 Osmanlı-Rus Savaşı. Bizde buna «93 Harbi. (1293) denir.

 

«Millî Ticaret» adı altında üç-beş kişiyi patlayıncaya dek doyurmak için halkın midelerine girecek lokmalara kadar el uzatmak, böyle dar ve bahtsız günlerde değil, en geniş ve rahat zamanlarda bile hatırımdan geçmedi. Aklımdan hiç çıkmayan şeyler, bu Allah kullarının yiyeceği, içeceği, yakacağı, barınacağı idi. Bunları, kendimi savunmak için söylemiyorum; çünkü yerime geçenler beni o ka'dar savundular, temize çıkardılar ki, dinime ve devletime getirdikleri felâketin hatırası olmasaydı, kendilerine bunun için teşekkür bile ederdim.

 

Ben, sayıp döktüğüm bu küçük hizmetlerimle iftihar etmeye de kendimde hak bulmuyorum; çünkü hepsi vazifemdi. Bugün üzgün ve pişman olarak görüyorum ve yaşarsam ilerde kendi kalemimle enine boyuna itiraf edeceğim ki, benim de birçok kusurlarım vardır.

 

Haydi, o yurtsever Doktor Nazım Bey'e hak vererek kendisi ile birlikte ilân edeyim ki :

 

— Bu yangını Abdülhamid bıraktı!...

 

Ama o haksever doktor da eğer mert bir insansa saklamasın ki, o yangını güya söndürmek için gelenler su yerine petrol kullandılar!

Yaşlılık, daha fazla yazmama engel olacak; yoruldum. Mithat Paşa için de söyleyecek sözlerim var. Vaktim olur ve Allah da isterse yarın bu konuyu ele alacağım.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mithat Paşa

 

4.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı

 

Hatırımda kaldığına göre, cennetmekân pederimin (13) son Veziri Mithat Paşa'dır. Son Veziri olmasa bile, son ve-zirlerindendir. Amcam merhumun maiyetinde Avrupa'dan dönerken Mithat Paşa'nın Tuna vilâyetindeki bayındırlığı ve devlet düzeni hepimizin takdirini kazanmış ve Avrupa'da gördüğü bayındırlığa hayran olan amcam, Tuna vilâyetine girer girmez hayır-dualarla hatırlamış, anmıştı.

Paşanın «Şura-yı Devlet» başkanlığına getirilmesi, ona Sadrazamlık yolunu açmak içindi. Fakat Sultan Abdülâziz, Âli Paşa'yı incitmek istemediği ve Avrupa dönüşünde bu duygusu daha da güçlendiği için, Mithat Paşa Şurayı Devlet'de, yâni İstanbul'da çokça duramadı.

 

Cennetmekân amcam, pek vakur bir hükümdardı Âli Paşa'yı böylece arkalamasında, öyle sanıyorum ki Üçüncü Na-polyon'un da etkisinin payı vardı. Fakat rahmetli, böyle bir etki altında olduğunu kimseye belli etmezdi.

 

Bir gün Âli Paşa Sultan Aziz'e gelerek Bağdat vilâyetinin olağanüstü önem kazandığını ve Şiiliğin giderek arttığını, Acem Şahı'nın «Atebâtı» (14) ziyaret vesilesi ile oralara seyahat edeceğinin söylenti halinde dolaştığını anlatarak Vali Nakittin Paşa'nın idaresine güvenmediğini söyledikten sonra, kendisinin bu vilâyete memur edilmesini arz etti.

 

Âli Paşa, Padişah'ın kendisini İstanbul'dan uzaklaştırmayacağından emindi. Nitekim düşündüğü gibi çıktı. Bunun üzerine : «O halde Reis Paşa kullarından uygun bir Vali bulamıyorum.» dedi. Mithat Paşa da böylece Bağdad Valisi oldu.

 

(13) Sultan Abdülmecid.

 

(14) «Atebat-ı aliyye> Hz. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin

meşhed-i mukaddesleri mânasına gelir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

«Mithat Paşa'nın Politikası Hatalı İdi

 

Bağdad vilâyetinin sınırı o zaman pek genişti. Mithat Paşa, sanırım üç seneden fazla Bağdad'da kaldı. Vilâyeti iyi idare ettiğini, ve bazı bayındırlık ve düzenlemelerde başarı kazandığını işitiyorduk. Önceleri pek gitmek istemediği bu vilâyetten Mithat Paşa'nın ayrılırken çok üzgün olduğunu da işittik. Mithat Paşa'yı Bağdat'dan kaldırmak, Âli Paşa'nın yerine Sadrâzam olan Mahmut Nedim Paşa'nın hatası idi. Çünkü, rekabetinden Ali Paşa'nın bile çekindiği bir adam, Mahmut Nedim Paşa için tehlikeli bir muhalif olabilirdi; nitekim öyle oldu. Mithat Paşa, tayin edildiği Edirne vilâyetine gitmeden, bir yolunu bularak kendisini huzura kabul ettirmiş ve Mahmut Nedim Paşayı düşürerek yerine geçmiştir.

 

Mithat Paşa iyi bir Vali idi, fakat yürüttüğü politika hatalı idi. O zaman padişahın ve vükelâ'nın gözünde şüpheli olan adamlarla sık sık buluşur ve bir şark padişahını değil, en meşrutiyetçi hükümdarları bile kuşkuya düşürecek davranış ve konuşmalar, Sadrâzamın ağzından ve konağından duyulurdu.

 

Sultan Abdülâziz'i tahttan indirmek fikri, ilk önce Hüseyin Avni Paşa'da doğdu. Sebebi de Padişah'ın daha önce kendisini İsparta'ya sürmesiydi. Amcam merhum, ağır başlı ve herkesi de kendisi gibi eli ve yüreği açık zannedecek kadar insanlara güvenliydi. Hüseyin Avni Paşa gibi kinci bir adamı hem bağışladı, hem de Seraskerliğe getirdi, İşte amcam, bu hatasına kurban gitmiştir.

«Hâl' İşine Girmiş Kimseye Güvenilmez.»

Mithat Paşa, hâl' işine karışmakla, idare adamı olmaktan çıkarak ihtilâlciler sınıfına geçti. Hiç bir Hükümdar, hâl' işine karışmış bir adama güven duyamaz. Meğer ki, hâl' edilen hükümdar, yerine geçenin can düşmanı olsun. Ve dünyada hiçbir ihtilalci görülmemiştir ki, yıkmakta gösterdiği başarıyı, yapmakta da gösterebilmiş olsun...

Ben tahta çıktığım zaman, Sadrazam Mithat Paşa değildi. Kamuoyu'nun kendisine eğilimi ve güveni olması, durumun da olağanüstü tehlike ve nezaket taşıması nedenile, hemen kendisini Sadrazamlığa getirdim.

Şunu temin ederim ki, Mithat Paşa idareli ve tedbirli bir Sadrâzam olsaydı, hiç olmazsa Rus Muharebesinin sonuna kadar sadaretde kalırdı. (15) Halbuki ilk günden başlayarak bana bir âmir, bir vasî kesildi. Üstelik tutumu da meşrutiyetten çok, despotluğa yakındı. Mithat Paşa'yı iyi tanıyanlar, re'yinde ve tutumunda ne kadar müstebit olduğunu saklamazlar. Tuna vilâyetindenberi en aziz ahbablarından bulunan ve Mahkeme-i temyizin birinci reisi iken Mithat Paşa'ya olan sevgisi nedeni ile taşralarda ömrünü yitirmeğe razı olan Ramiz Molla'nın Beyrut merkez niyabeti sırasında Vilâyet idare Meclisinde bir mesele konuşulurken : «Bu esasen Mithat Paşa'nın Tuna Valisi iken düşünmüş olduğu bir şeydir. Paşa hürriyeti yalnız kendi nefsi için isterdi; bunun dışında müstebidin müstebidi idi.» der.

 

Mithat Paşa'ya görmeden âşık olanlardan birinin bu söz pek gönlüne dokunur ve elinde olmadan bir kırgınlık gösterir. Ramiz Molla, bu öfkenin farkına vararak Meclis dağıldıktan sonra o zatı yanına çağırır ve uzun, beyaz sakalını eline alarak :

 

— Bak oğlum, ben bu sakalı yalnız yılların zahmeti ile değil, bir parça da Mithat Paşanın yüzünden çektiğim gurbet mihneti ile ağarttım. Şimdi seni gücendiren bu sözü, ben Paşanın yüzüne karşı da kaç defa söylemişimdir. Ben, şunun bunun hatırına uyarak değil, gerçeğe uyarak konuşan bir adamım.demiş olduğunu Ramiz Molla'nın ölümünden sonra, o çevre insanlarından biri, bir gün bana hikâye etmişti.

 

(15) 1877 Osmanlı - Rus Savaşı.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Teşekkürler paylaşımlarınız bizlere memnuniyet verecektir.

 

 

 

O İşret Gecesinde

 

Mithat Paşa'nın ikinci Sadâretinde Kanun-ı Esasî (Anayasa) hakkındaki «Hatt-ı hümâyûn» benim tarafımdan çıkarıldı. Bilindiği gibi bu hattım okunduktan sonra, akşam olunca Mithat Paşa'nın konağında toplanırlar; O zamanın hür-riyetsever şairleri, edebiyatçıları hep beraber, o gece devlet işleri konuşulacak yerde, işaret işleri konuşulur. Mithat Paşa, taa gençliğindenberi sarhoşluğu ile ünlüydü.

«Kanun-i Esasî» ilânının verdiği zevke, içkinin verdiği sarhoşluk da eklenince, yemekten kalktığı zaman, düşmemesi için iki koluna girerler. Elini yıkarken dili dolaşa, dolaşa eniştesi Tosun Paşa'ya :— E, Paşa!.. Bundan sonra beni kim yerimden atabi

lir?... Söyle bakayım Paşa!.. Ben bu sefer kaç yıl Sadarette

kalacağım?..

demiş. Tosun Paşa da :

 

— Bu gidişle bir hafta bile kalamazsın!...diyerek ve âdeta sürükleyerek harem dairesine götürmüş. Ben bu olayı o gece haber almıştım.

Mithat Paşa'nın değerini inkâr etmem. Çalışkan, namuslu bir Vali idi. Fakat meziyetleri kadar, noksanları da vardır. Hele politikada, zamanın gerektirdiklerini, Safvet ve Ethem paşalar ölçüsünde anlamazdı.Tuna Valisi iken, Bulgarca'nın Bulgar okullarında okun-

 

masını hem teşvik etmiş, hem arkalamış. Bunun ağır sonuçlarını hatırlatanlara da : «Hangi dilde olursa olsun, tek okusunlar» diye sözüm ona parlak bir gerekçeyle direndiğini herkes bilir.

Sultan Abdülâziz'in şehadeti meselesi, derece derece yargı kurullarından geçmiş bir işti. Ben, çıkan idam kararını hafifletmekten başka bir şey yapmadım. Eğer gayritabiî bir ecelle ölmüşse, benim bunda parmağım yoktur.

Ölümünden aşağı yukarı on yıl sonra, Avrupa'da basılmış türkçe bir kitapta, nasıl öldürüldüğü üzerinde ayrıntılı bilgi var ve bazı isimler açıklanıyor. Bu kitabın yazdıkları doğru ise, suçu işleyenler arasında bana nisbeti olan kimselerin bulunmaması da gösterir ki, o meselede benim ilgim yoktur.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mithat Paşa'nın Ölümünde Parmağım Yok...»

 

Bu bir gerçektir ki, Mithat Paşa'dan her zaman çekindim. Fakat o kadar ünlü bir insanı — hattâ mahkemeden idamına hükmolunduğu bir zamanda bile — mahkeme kararını icra ettirmeyecek kadar kurumaya lâyık görmüşken, sonra niçin ve ne menfaat umarak öldürteyim?.. Düşmanımı şehitler sırasına çıkarmak benim menfaatime elbette aykırı olurdu.

 

Haydi, beni karalayan bu iftirayı olmuş sayarak olduğu gibi ve tamamen kabul edelim. Size kaç Halife göstereyim ki, çekindiği veya çekiştiği kimseleri bir anda yok etmişlerdir, İslâm halifelerinin en büyüklerinden biri olan Halife Abbas, Mansur'a, Devaniki hanedanının velinimeti olan Ebu Müslim-i Horasanî'yi idam ettirmedi mi?.. (16) Harun-ül Re-

 

(16) Abûl Abbas'a Ebû Müslimin yok edilmesini ötedenberi salık veren al-Mansur, bu emeline Rûmiye kasabasında muvaffak oldu. (13 Şubat 755)

 

şid'in, o kadar sevdiği Cafer-i Bermekî'yi idam etmekle kalmayıp akrabasına ettiği zulüm, benim Mithat Paşa'ya davranışımdan daha mı hafiftir?

Özellikle ben, Mithat Paşa'nın umulabilecek saldırısına — ki meydan bulsaydı, umduğum başıma gelirdi — yalnız ihtiyat tedbiri almakla yetindim. Adamlarına hiç dokunmadım ve ailesine musta'fi maaşlar verdirdim. Yetiştirdiği vezirlerden Abdurrahman ve Halil Rıfat Paşalar gibi işe ya rayanları, taa Sadaret makamın kadar çıkardım. Ve Müşir Şakir Paşa ve Raif Paşa gibi devlet adamlarını da önemli işlerde ve mevkilerde kullandım. Fatih Sultan Mehmet'in, Halil Paşa gibi, Varna zaferinin kazanılmasına sebeb olmuş değerli bir Sadrâzamı idam edivermesi, bir halde sadece Rumları direnmeye teşvik hainliğini yaptığını gösteren mektup efsanesine dayalı bir işlem değildir.

Sokullu Mehmet Paşa'nın şehadetinde Üçüncü Murad'ın ilgili olmadığı iddia olunabilir mi?.. Alemdar Mustafa Paşa hadisesinde ceddim Sultan Mahmut hazretleri, Paşa'ya hay-rihahlık gösterdi mi?..

O kadar uzaklara gidip de tarihten örnekler aramaya gerek yok. Dört yıl önce Takvim-i Vekayi'de okumuştum; Mahmut Şevket Paşa'nın öldürüleceği yer ve saat, hükümetçe daha önceden haber alınmışken, koca bir Sadrâzam ve Harbiye Nazırı, güpe gündüz ve Harbiye Nezareti'nin önünde bir yaveri ile birlikte parça parça ediliyor ve on yedi kurşun atılıyor da, yine bir polis, bir jandarma eri meydana çıkmıyor. Otomobille kaçamayan bir topal olmasaydı, belki olayın suçluları da kolluk memurları gibi ortaya çıkmazdı!...

 

Boş Bir Meşrutiyet Hayranlığı

 

Mithat Paşa meselesinde bu kadar direnişim, bu ismin hayatıma bir leke gibi sürülmek istenilmesindeki genel inad-dan çok üzüldüğüm ve nefret ettiğim içindir.Diyorlar ki, bizde Kanun-i Esasî'yi kuran Mithat Paşa-

 

dır.Gerçekten öteden beri meşrutiyet yanlısıydı. Ama adını, bazı kitaplarda övgüsünü duymaktan doğmuş bir taraf-darlık... Mithat Paşa, Meşrutiyet idaresinin Avrupa'da sağlamış olduğu faydaları yalnız görmüş, fakat bu bayındırlığın öteki sebebleri ve tesirlerini incelememişti. Solfato, her hastalığa, her bünyeye yaramadığı gibi, Meşrutiyet yönetiminin de her millete, her ulusal bünyeye yaramayacağını sanırım. O vakit, faydalı olamıyacağım sanırdım, simdi ise, zararlı olduğu kanısındayım.Mithat Paşa, Kanun-i Esasî'nin mutlaka ilân edilmesini teklif ettiği zaman, hiçbir devletin Kanun-i Esasî'sini incelememiş ve bu konuda temelli bir bilgi edinmemişti. Akıl hocası, Odyan Efendi idi. Odyan Efendi ise, o zaman bile bizde önemli bir hukukçu değildi. Hele memleketi, hiç tanımazdı. Sanırım ki bu anlayış kıtlığı yüzünden Mithat Paşa ile «Taif» kalesine kadar beraber gitti.

93 de (1877) Ziya Paşalar, Kemal Bey'ler, Abidin Paşa'lar Kanun-u Esasî layihasını hazırlamaya çalıştıkları gibi; sır kâtibim Sait Paşa ve o sırada müşir olan Mekâtib-i Har-biyye Nazırı Süleyman Paşa da bir lâyiha düzenleyip sundular. Ama bu kişilerin hiçbiri arasında fikir birliği yoktu. Kemal Bey bu konuda, hem Mithat Paşa'ya, hem de kendi arkadaşları ile Sait Paşa'ya karşı idi. Bana yirmiye yakın arîza verdiler. Yıldız Sarayı'ndan Harbiye Nezareti'ne aktarılan evrak arasında saklıdır. Bu kâğıtların, tarihî olmaktan öte bir değerleri olmadığı için, yağma edilmemiş, ya da satıimamıştır umudundayım.

 

Şunu da söyleyeyim, o zaman aydınlar arasında Kanun-i Esasî'ye karşı olanlar, tarafdar olanlardan çoktu. Ethem Paşa (17), Safvet Paşa (18) ve öteki vezir ve tanınmış devlet adamları, bir millete hazırlanmadan bir kalemde tam bir hürriyet verilmesine karşı idiler. Hattâ, Tunuslu Hayrettin Paşa gibi sözünü esirgemez bir vezir bile Sadrâzam'ken bana bir ara : «Eclâfı (19) kanun ile silâhlandırmadan önce, birçok düşünmek gerekir,» demişti. Bu deyim aynen Hayrettin Paşa'nındır.

 

(17) Abdülhamid'in babası Sultan Mecid'e ders vermiş, Fransa'da okumuş bir Sadrâzamdır. Oğullan ressam Hamdi bey, müze müdürü Halil bey tanınmış değerli kimselerdir,

(18) Mehmet Esat Safvet Paşa (1814 -1883) Hariciye Nâzın ve Sadrâzam oldu.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sultan Abdülaziz Öldürülmüştür.

 

 

Sultan Abdülaziz Öldürülmüştür.

Ortada, uydurulmamış, herkesin bildiği, belli bir olay vardı ki o da rahmetli amcamın kanlı ölümü idi. Sultan Abdülâziz intihar mı etti, yoksa onu şehit mi ettiler?...

Ben hâlâ o inançtayım ki Aziz amcam intihar etmiş değil, öldürülmüştür. Önce, doktor raporu o kadar lastiklidir ki dünyanın her yerinde en büyük tıp bilginleri tarafından tartışılabilir.

intihara kalkışan bir kimse, iki kolunun damarlarını birden nasıl kesebilir?. Bunu daha o zaman, doktorlar ortaya koymuş, yazarlar kitaplarına geçirmişti.

Ahmet Mithat Efendi merhumun «Üss-i inkılâp»ındaki şüpheli satırlar, Mithat Paşa'nın mahkemesinden de, mahkûmiyetinden de önce basılmış ve yayınlanmıştı; hem de dört yıl önce... Ahmet Mithat Efendi ise, paşanın düşmanı değil, yetiştirmesi, yakını idi.

 

Mahkeme, açık yapıldı. Muhakeme usulleri dışına çıkıl-mamıştır. Tanıklardan başka, bazı suçluların itirafları da var. Cinayet ve temyiz mahkemelerinin bu kadar önemli bir davada hak ve adaletten uzaklaşacak kadar vicdansız ve pervasız üyeleri ve kurulları bulunduğunu ileri sürmek, içlerinde Mithat Paşa'nın da bulunduğu bütün milleti aşağılamaktır!

 

Adalet mercilerinden geçmiş olan bir hükmü, bir de vezirler, devlet adamları ve din bilginlerinden kurulu bir fevkalâde Heyet'e inceleterek fikirlerini istedim. Hiç kimseyi madde ve manâ olarak baskıya almamış olduğum da içlerinden bazılarının, büyük bir özgürlükle fikirlerini söylemiş olmalarından bellidir. Dikkat olunursa, bunların arasında şahsıma bile söz dokunduranlar oldu. Böyle olduğu halde, toplanan oylar, hüküm giyenlerden yana bir çoğunluk sağlayamamıştı. Ben bu konuda mahkemelerden de, vezirler, devlet adamları, din bilginlerinden kurulu fevkalâde Heyet'den de insaflı kalarak hükümlülerin hayatlarına merhamet ettim : idam hükmü hiçbiri hakkında uygulanmadı.Şimdi, mahkeme kararından da, doktor raporundan da daha kuvvetli bir akıl delilini de ben öne süreyim : Sultan Azizi hâl' etmek fikri, en önce Serasker Hüseyin Avni Paşa'ya gelmişti. Mithat Paşa ile bu işe karışmış öteki devlet adamları, olaya âdeta sürüklenerek karışmışlardır.

Hüseyin Avni Paşa Serasker'i, padişaha düşman eden sebeb, bir aralık rütbe ve nişanlan alınarak memleketi olan İsparta'ya sürülmüş olmasıdır. Kinci Hüseyin Avni Paşa bunu unutmadı; ve eline geçen ilk fırsatta intikamını aldı. İsraflar, falanlar hep be-hânedir. (Martin-i Hanri) tüfeklerinin satın alınması sırasında Hüseyin Avni Paşa, hazine zararı karşısında köpüren titiz bir kişi olmadığını âleme göstermişti!..

Ama Hüseyin Avni Paşa kinci olduğu kadar ihtiyatlıydı. Sultan Aziz, intihar etmek değil, yaşamak, ve kendisinin aranacağı bir günü görmek isterdi. Topkapı'dan Sultan Murad'a gönderdiği o acıklı mektup da bunu ispatlar. Hâl' edilmiş hiçbir hükümdar yoktur ki, halkın kendisini nedametle aramakta olduğunu görüp işitmeden ölmeyi istesin.

 

Sultan Murad'ın hastalığı daha ilk gün, biat töreni sırasında hissedilmiş ve görülmüştü. Sultan Aziz, belki gafil avlanmıştı ama, kendisinden yana olanlar pek çoktu. Kısa bir süre içinde, Abdülâziz'in lehinde toplumdan büyük tepki doğacağını kurnaz Serasker hâl' sırasında gördü. Tehlikeyi ne suretle olursa olsun kaldırmak, onun için bir zorunluktu. İşte Sultan Aziz'in şehadet sebebi budur! (23)

Amcam Abdülâziz'in kendisini öldürmeyip «öldürüldüğü» böylece tahakkuk ettikten sonra, mahkûmlar arasında masum bulunup bulunmadığı ikinci derecede kalır.

 

(Bu satırları yazdıktan sonra hatırıma geldi, unutmamak için kaydediyorum. Hüseyin Avni ve Mithat paşalarla, ken-dilerile işbirliği yapmış arkadaşları Beşiktaş'taki" «Muvak-kithane»de, Harbiye Okulu öğrencilerinin gelişini heyecanla beklerken, belirli saatin gelip geçmiş olduğunu sanarak, «Ah, Süleyman Paşa, bizi ele verdi, hiyanet etti.» diye birbirlerile konuşmuşlardı. Bu olay, hiç kimsenin inkâr edemiyeceği bir gerçektir.)

Evet, mahkûmlar arasında masum bulunup bulunmadığı meselesi, suçun yaratılmadığı, hükmün zorlanmadığı belli olduktan sonra, ikinci derecede kalır. Yanlış varsa, hâkimlerine aittir.

Mithat ve Mahmut Paşaların bir gece, adlan belli subaylar ve askerler tarafından Taif kalesindeki mahpeslerin-de boğulmuş olduklarını iddia ediyorlar. Doğru olsa bile, bu işe ben ne katıldım, ne de rızam vardır. Hatırıma gelen bir olayı buraya olduğu gibi aktarmak, tarihi ve tarihle birlikte ileri sürdüklerimi aydınlatmak ve pekiştirmek isterim.

 

(23) Abdülhamit ve Murad birbirlerini hiç sevmezlerdi. Abdül-hamid'in hâl' edilmesinden sonra tahta çıkan kardeşi Sultan Reşat, Mâbeyn Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi'ye şu olayı anlatarak bu düşmanlıkların Sarayda nasıl kullanıldığını açıklamıştır.

«Bir gün Şehzade Abdülhamid Efendi ile beraber, Sultan Aziz'in huzuruna çıktık. Hamit efendi, büyük birader Murad efendinin Sultan Aziz'i ne suretle fasl-u mezemmet (arkasından konuşmak) etmekte olduğunu nakletti. O da bana: «Sen de işittin mi?» diye sordu. Ben cevaben «Biraderin ağzından efendimizin senasından başka birşey işitmedim, dedim. Dışarı çıkınca Hamit efendi: «Tu senin suratına, beni rezil ettin» dedi.

 

Bir gün de Murad'ın dairesine gittiğimde kendisini Sultan Aziz hakkında pek hiddetli bir halde gördüm; yanında duran hançeri göstererek: «Bir gün gidip şu hançerle o koca karnını deleceğim» dedi. Ben de «Pek iyi edersin birader, sen onu öldürürsün, kısas olarak seni de öldürürler; Hamit efendi tahta çıkar. Bu suretle sevmediğin Hamit efendiye hizmet etmiş olursun» dedim.

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mithat», «Deva-i Devlet» Demekti..

 

 

Fakat ben o zamanki ceryanın önüne geçemezdim. «Mademki millet, kendi mukadderatını bir de kendisi idare etmek tecrübesinde bulunmak istiyor, Milletin istediği olsun» dedim. Ve eldeki lâyihalar arasında Mithat Paşanınkini küçük bir düzeltme ile onaylayarak bilinen Hatt-ı Humayûn'u çıkardım.

 

Mithat Paşa'nın lâyihasını öncelikle kabul etmek zorundaydım. Çünkü, «Mithat» adının ebced hesabile «Deva-i devlet» (20) olduğunu keşf ve ilân etmiş olan hasta bir halka, yine onun hazırladığı devayı vermek zorunluydu... Başka türlü susturamazdım.

 

Rusya muharebesini Mithat Paşa hazırlamış t ve Millet Meclisi harbin cereyanına tanık ve gözlemci olmuşken, sonunda her felâket ve uğursuzluğu, özellikle benim sırtıma yıkmak bile istemişlerdi. Hâlâ bu direnmeler ve saldırılar öteden beri sürüp gidiyor.

 

Açık alınla iddia ve belgelerle ispat ederim ki, millet, «Ayastafanos Muahedenamesi»ni imzaladı. Bense, «BerlinEclâf: Baldırı çıplak, edebsiz takımı anlamına gelir.«Deva-i devlet» ve «mithat» kelimelerindeki harflerin, eb

cet hesabı ile, her iki kelimede 452 rakamını tespit etmesine işa

ret edilmek isteniyor.Kongresinin kararlarını ortaya koydum. Ben harbin millet için bir âfet olduğunu, tahta çıktığım günden, indiğim güne kadar, dikkatimden hiçbir zaman uzak tutmadım. «Filibe Vakası»m savaşsız geçirdiğim için uzaktan yakından ne kadar söze geldim. Yunan'la savaşı kabul ederken o kadar düşünmüştüm ki, bu gerekli ve haklı endişeleri bile, aleyhimde bulunanlar, türlü türlü biçim ve manâya sokarak telli pullu yalanlar ortaya çıkardılar.

 

Bu dünya savaşına (21) girip girmemeyi çok düşünür, hele yeneceğine yüzdeyüz inanmadan taraflara iltifat etmezdim. Bence, bir millet için âfetlerin en büyüğü savaştır. Zaferle sona erenleri bile milleti bitirir, yorar.

«Beni Övdüler, Onu Yerdiler.»

Mithat Paşa Sadaretinde milletin kendisini sevdiğine o kadar inanmıştı ki, azlettiğim anda büyük bir ihtilâl çıkarak benim hâl' ve belki de Mam edileceğimi bile saklamaya gerek görmezdi. Halbuki, ben onu Avrupa'ya uzaklaştırdığım zaman, hiç kimse ağzını açmadığı gibi, birçok vezirler ve devlet adamları beni kutlamışlar, şairler, bana övgüler, ona yergiler yazarak, gazetelerle, kitaplarla bunları yayınlamışlardı. Hattâ o kimseler arasında Gazi Ahmet Muhtar Paşa, bu olayla ilgili bir macerayı, sonradan yayınladığı «Hâtırat»da da otuz bu kadar yıl sonra itiraf ediyor (22)

 

Mithat Paşa'nın saflığına ölçü olmasaydı, şu meseleyi burada açıklamayı gerekli görmezdim. Kendisine hürriyet vermiş olan bir velinimetin, — henüz eserinin mürekkebi kurumadan — sadâretten ve memleketten uzaklaştırılmasına halkının sustuğu, aydınının teşekkür ettiği bir milletin Meşru-Birinci Dünya Savaşı (1914 - 1918).Sergûzeşt-i hayatım.tiyet İdaresine ne kadar lâyık olduğunu ben söylemek istemem. Beni İstibdat îdaresi'nin en büyük taraftarı ve dünyanın en büyük müstebidi ilân edenler, hakikati —hiç olmazsa ben dünyadan el çektikten sonra — itiraf etsinler ve onlar da benden el çeksinler.Mithat Paşa'yı niçin yargılattığımı ve mahkûm ettirmiş olduğumu da ikide birde beni suçlamak için soruyorlar.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şerif Abdülmuttalibin İhbarı

 

 

Hükümlüler Taife gönderildiği zaman Mekke Emiri, Şerif Abdülmuttalip idi; ve Şerifin, Amcamın hâl' işine karışmış olanlara karşı açık bir düşmanlığı vardı. Ayaklarına zincir vurduğunu işitmiş ve kötü tutumundan vaz geçmesini kendisine hemen emretmiştim.

Şerif Abdülmuttalip bilindiği gibi, Hicaz Valisi ve Komutam Osman Paşa tarafından tutuklanarak Emir'likten azl edildi. Şerif o zaman bana yazdığı dilekçede «Mithat ve Mahmut paşaları Mısır'a kaçırmak için bazı yabancılar tarafından girişimler olduğunu, kendisinin bu girişimleri önlediğini ve başına gelenlerin de bundan ileri geldiğini» söylüyordu. Şerif Abdülmuttalib'in hiçbir sözüne ve davranışına inanmazdım. Bununla birlikte, iddiası, dikkate alınmayacak kadar önemsiz değildi. Bu Paşalar kaçarlarsa, muhafızlarını şahsen sorumlu tutacağımı ve hiçbir mazeret ve behane kabul etmeyeceğimi Osman Paşa'ya hatırlattım, îrademi tebliğ eden, o zamanki Başkâtibim Rıza Paşa idi. Rıza Paşa, özü, sözü doğru bir adam olduğundan, bu münasebetle hükümlüler üzerinde fazla baskı yapılmaması ve eziyete konulmamasının da bu arada hatırlatılmasını, insanlık adına benden rica etti. Takdir ile kabul ettim. Sarayın evrakı arasında müsveddesi hâlâ mevcut olsa gerek...

 

Şimdi düşünüyorum :Olabilir ki muhafızlar kendi başlarından korkarak böyle bir olup-bitti'yi ortaya koymayı, kendi menfaat ve selametlerine uygun görmüşlerdir. Yalnız hemen belirteyim: bana gelen raporlarda her ikisinin de normal olarak öldükleri bildiriliyor ve doktor raporları ile de bildirileri belgeleniyordu.

İşte Mithat Paşa hakkında söyleyeceğim sözler bunlardır. Tekrar ederim ki, nefsimi değil, namımı haksız yergilerden korumak için bu satırları yazdım. Dünyada daha ne kadar kalacağım belli değildir. Ölüm bana o kadar yaklaşıyor ki, âdeta adımlarının sesini duyuyorum. Bu gerçeklerin herkesçe bilinmiş olacağı bir günün geleceğine inansam, pek rahat bir vicdan ve huzur içinde gözlerimi kapatacağım.-Daima iman etmiş olduğum Allah'ın huzuruna adalet ve lüt-fundan emin olarak çıkacağım.

 

Balkan Hadiseleri

5.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı

 

Doğu Rumeli konusunda benim zaaf göstermiş olduğumu pek çok iddia ettiler. «Zaaf göstermek», var olan kuvvetten faydalanmamak demektir. Hangi kuvvet vardı da Doğu Rumeli'deki egemenlik hakkımızı savunmak için kullanılmadı? Bunu düşünen ve söyleyen bir insaf sahibinin çıktığını bugüne kadar duymadım.

 

Bulgar Prensi Du Battenberg Filibeyi bir baskınla işgal ettikten sonra Hükümetimiz olaydan haberdar olabildi. O da, Rus sefirine gelen bir telgrafdan, Telgraf Nazırı İzzet Efendi'nin bana bilgi vermesi ile sağlanabildi. Sadrâzam. Sait Paşaydı. Tahttan ayrıldıktan sonra okuduğum bazı beyan ve yazılarında Sait Paşa'nın olayları kendi lehine bozduğunu hayretle ve üzülerek gördüm.

 

Sait Paşa, Bulgarların saldıracaklarını daha önceden bilmediği gibi, olay İstanbul'a aksettikten sonra da bir süre tereddüt ederek —Devlet Şurası Başkam Akif Paşa'nın açıklamaları üzerine— inanabildi. O sıralar bu mesele için Fili-beye Asker göndermek hem güç, hem de tehlikeliydi. 93 seferinin perişan ettiği Ordu daha toplanamamıştı. Hazine tamtakırdı. Askerin ihtiyaçlarının karşılanması, memurların aylıklarının verilmesi için bile güçlükle para bulunuyordu. Vilâyetler vardı ki ordaki jandarmalar, yirmi aydan, otuz ay-danberi aylık almıyordu. Böyle bir zamanda, sırf nâmdan ibaren kalmış olan bir hükümranlık hakkı namına, sonu karanlık ve meçhul bir savaşa girmeyi ben tehlikeli gördüm.

 

Balkan Hadiseleri

 

Güya, Saray'ı korumakla görevli ikinci tümenden bir kaç tabur ayırmamak için bu meselede benim azimsizlik gösterdiğimi söylediler. İkinci Tümenin bir kaç taburu gidip gitmemiş... Bunun, sonuç üzerine nasıl bir etkisi olabilirdi?... Daha toplu ve bize bakarak daha hazırlıklı olan Sırp ordusunu yenen o vakit ki Bulgar ordusunu, ikinci tümenin bir kaç taburu darma dağın edecekti?...

Büyük devletlerin bu konudaki niyet ve tutumları da apaçıktı. İlk tahminler, darbenin Rus tarafından gelmiş olduğu noktasında iken, sonradan görüldü ki Rusya bu meselede Bulgarlara karşı ve düşman durumundaymış...

Koca imparatorluğu şiddetli sarsıntılardan korumak için arasıra küçük fedâkârlıklar lâzımdı. Doğu ve Batı'nın aleyhimize yürüdüğü bir sırada ben her tarafa meydan okuyamazdım. Eğer Bulgar'ların Filibe'ye girmeleri üzerine hesapsız kitapsız meydana atılsaydım, Bulgarlarla Sırplar düşman değil, dost ve müttefik olurlar ve yalnız Doğu Rumeli meselesini değil, Makedonya meselesini de beraber hallederlerdi.

Bulgarların Doğu Rumeli'ye saldırısı üzerine, Balkan dengesinin bozulduğu iddiası ile Alasonya hududunda yığınak yapan Yunanlılar da Yanya havalisi ve Adalar üzerindeki isteklerini kabul ettirmek için onlarla birleşir ve İşkodra'ya inmeyi amaç edinmiş Karadağ'ı bu fırsattan yararlanmaktan alakoymak kimsenin, kârı olmazdı.

«Gavriyel Paşa» adlı bir Bulgarin Doğu Rumeli valiliğinden uzaklaştırılmış olmasından ötürü gözüm kızsa da işe girişseydim, 1328 (1912) yılındaki felâketi o zaman, yâni or-dusuz, parasız, pulsuz, hazırlıksız bulunduğumuz bir sırada, kendi elimle hazırlamış ve felâketi davet etmiş olurdum.

Sonradan kopan Balkan Savaşı, benim kalbimi çok kanattı. Yalnız bir şeyle avunuyorum ki ben 1301 (1885) yılı Eylülünde hazımlı ve ihtiyatlı tutumumla bu faciayı 28 yıl geciktirmişim...

 

Sait ve Kâmil Paşalar.

 

Sait Paşa'yı yakından tanıyanlar, tereddüt etmeden kabul ederler ki Paşa, bu gibi önemli meselelerde açık bir fikir söylemez, daima: «Şöyle yapılırsa bu, böyle yapılırsa şu mahzur vardır,» demek alışkanlığındaydı. Oysa ki, oyalanmak değil, kesin bir karara varmak sırasındaydık. Kâmil Paşa'yı ilk defa Sadaret mevkiine getirmekle, Doğu Rumeli meselesini geçiştirdim.

Kâmil Paşa'nın bu Sadaret'ini benim Doğu Rumeli konusundaki temayülümü hissederek savaştan yana olmamasına bağlayanlar yanılırlar. Kâmil Paşa'yı daha önceleri gözüme kestirmiş ve sadarete getirmeyi kararlaştırmıştım.

Sait Paşa'nın, Kâmil Paşa'yı kendisine rakip gördüğünü anlar ve Vekiller meclisinde, arkasından hafifsemeye çalıştığını işitirdim. Suriye Valisi Hamdi Paşa'nın ölüm haberini selâmlık resmînde aldım. Suriyenin ehemmiyeti sebebiyle valilik için kimin uygun olacağını Üryânîzade Ahmet Esat Efendi'den sormuştum. Efendi. Evkaf Nazırı Kâmil Paşa'nın o yörede memuriyeti ve iyi şöhreti olduğunu söyleyerek Suriye Valiliğine tâyini reyinde bulundu.

Kâmil Paşanın Vekiller arasından uzaklaştırılması için, yine Vekiller arasında bir ceryan olduğunu anladım, İşte Kâmil Paşa'nın Sait Paşa'nın yerine geçme sebebi budur.

Sait Paşa, gerek Sadrazam'ken, gerek değilken, kendi-sile ne zaman istişare etsem, kesin bir kanaat söylemezdi. Sorumluluktan, kamuoyundan, tarihten ve bunlar kadar, benden korkardı. Bu korku ve kuşkular onda, kafi bir söz söylemek kabiliyetini yok etmişti.

Sait Paşa'yı tahta çıktığım güne kadar tanımazdım. O sıralar, Ticaret Nazırı Damat Mahmut Paşa tavsiye etti: Mektupçusuymuş... Gerçekten muktedir bir kâtiptir. O zamanlar pek meşhur olan Ziya Paşa'dan, Kemal Bey'den ve benzerlerinden aşağı kalmayan bir kâtip... Babiâli'nin «Arz» larını bizzat inceler ve günlük işlerle de uğraşırdı. Hükümet gücünün Saray'da toplanması, onun fikriyatını yaptığı bir düşüncedir. Babıâli Hükümetin, Saray da Saltanat'ın merkezi olduğuna göre, saltanatın hükümete üstünlüğü gerekirmiş. Bunu söyleyen bizzat rahmetli Sait Paşadır.Fakat ben Saltanattan çekildikten sonra yayınladığı hatıralarında hiç de böyle söylemiyor; ama benim sözüm, Ba-bıâlînin kayıtları ile de pekiştirilmiştir. «Hazine-i evrak». dan aşırılmış vesikalar varsa, Yıldız Saray'ından giden evrakla tamamlanabilir.Tunus, Mısır meselelerinde de hep kem-küm ile günler ve aylar geçirmişken, hatıralarında kusuru bana yüklüyor. Halbuki, bana kusur suretinde isnat ettiği şeylerle ben iftihar ederim. O meseleleri, birer savaş vesilesi yapmak fikrinde değildim. Ben, daima harbin aleyhinde bulundum.

 

Tunus'da direnseydim, belki Suriyeyi, Mısır'da inadım tutsaydı, muhakkak Filistin ve belki Irak'ı kaybederdim. Yalnız Sait Paşa'nın nimeti inkâr değil, hakikati da tahrif etmesine teessüf ediyorum.

 

Sözde hâkimiyetleri koruyacağım diye, gerçek hakimiyetleri tehlikeye koymak akıl kân değildir.

 

«Sait Paşa Bazen Cesurdu.»

 

O kadar kararsız ve vehimli olan Sait Paşa, bazan da cesur olurdu; Mısır meselesinde bir aralık İngiltereye savaş açmakta ve karadan asker göndermekte direndi, İngilizlerin Mısırı ele geçirmelerinde Fransızların muarız olmasına bel bağlamıştı... Ben engelledim. Bununla beraber, Gazi Ahmet Muhtar Paşa da hazır olduğu halde, durumun bir kere de «Meclis-i Vükelâ» da konuşulmasını tavsiye ettim. Muhtar Paşanın kafi ve haklı mukavemeti üzerine bu tehlike savuşturuldu; Fransa da bugüne kadar, ne elini uzattı, ne sesini çıkardı.

 

Bu Devlet, inşallah korktuğum neticelere uğramaz; iradesi metin olmayan biraderim hazretleri, devlet işlerile bizzat ve yakından uğraşamadı. Bundan sonra gelecek birader ve oğullarıma nasihat ederim ki artık, uzun, kısa savaşlarla uğraşmasınlar. Bir kere daha demiştim; zaferle biten savaşlar da, mağlubiyetle biten savaşlar kadar milleti yorar. «Şan ve şeref» gibi şeyler, her yanı mâmur, günü ve geleceği güvenli memleketlerde hoş görünür. Harabelerde aç ve çıplak dolaşanların «şan ve şeref» iddiasında bulunmaları ve bu «şan ve şeref» peşinden koşmaları kadar hem gülünç, hem feci bir şey yoktur.

 

Saltanatımın son dönemlerinde bir Balkan Birliği ortaya koymayı tasarlamıştım. Paris Sefiri Münir Paşa bu ko-

 

nuda gizli, açık çalışıyordu. Balkan devletleri iki tehlike karşısında idiler: Rusya, Avusturya..

 

«Daha Kuvvetli Bir Rusya Doğabilir!»

 

Durumun ilerde ne şekil alacağı bilinmez. Rusyanın Birinci Dünya Savaşında parçalandığı görülüyorsa da kaderi daha iyice belirmemiştir. Bir yılı aşkın zamandanberi içini saran ihtilâlden kurtulursa, -daha büyük olmasa bile- daha kuvvetli bir Rusya meydana gelir. Şimdi orada olan, fikir mücadelesidir. Fransa ihtilalindekinden daha şiddetli bir fikir mücadelesi... Ben Balkanları bu iki ortak tehlike karşısında uyarmaya çalışıyordum.

 

Bosna - Hersek meselesinde kuru bir namdan ibaret olan hakimiyetten vaz geçmek gibi sözde bir fedakârlığa karşılık, yararlı tavizler alacaktım. Romanya Kralı Karol, başta güvensizlik gösterdiyse de yavaş, yavaş yola geliyordu. Başlayan konuşmalar tam meyvesini vereceği zaman, Temmuz inkılâbı ortaya çıktı. Hattâ Münir Paşa İstanbul'a gelmişken, şehre uğramadan döndü. Benden sonra, iç ayrılıkları yatıştırmaya çalıştılar ve bu ittifakı sağlamadan dünyaya meydan okudular. (24)

 

İşte benim o kadar istediğim ve çalıştığım ittifak, hiç istemediğim bir biçimde gelişti, yâni aleyhimize dönüştü. Ve günün birinde dört Balkan Devleti birden üzerimize atıldılar ( 25)10 Temmuz 1908.(1912 Balkan Savaşı.)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir bölümünü okumuştum. Okudukça insan o Ulu Hakan'a ne çok haksızlıklar yapıldığını görüyor.

Share this post


Link to post
Share on other sites

6.Mart.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı

 

Bugün Mithat Paşa için yazdıklarımı bir kere daha okuyunca, bunları söylerken susarak geçiştirdiğim bir noktayı yazıp yazmamak hususunda ciddî bir tereddüde düştüm. Allah'tan ve tarihten saklanacak bir şey yoktur!. Ne kadar saklansa, ne kadar örtülüp gömülse bir gün bütün teferruatı ile ortaya çıkar. Benim gibi, otuz bu kadar yıl Osmanlı Devleti'ni idare etmiş bir padişah, kendisi için zehir gibi acı bir hakikat da olsa, bildiklerim ortaya dökmelidir.

Serasker Hüseyin Avni Paşa'nın İngilizlerden para aldığını bilirdim. Bir devlet adamı, başka bir devletten para alıyorsa, onun hizmetini de görüyor demektir. Demek ki rahmetli amcam Sultan Abdülâziz'in düşürülmesi ve biraderim Murad'ın tahta çıkarılması yalnız Hüseyin Avni Paşa' nın kin'ini değil, bir başka devletin de hırsını doyurdu!...

Daha önce de yazdığım gibi, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülâziz tarafından nişanları ve rütbeleri alınarak memleketi olan İsparta'ya sürgün edildiği zaman, beş parasızdı, üstelik hastaydı. Amcamın iradesi evinde kendisine tebliğ edildiğinde, şaşkına dönmüş ve elinde, avucunda bir şey olmadığını düşünerek, o güne kadar kendisine bir varlık sağlamadığı için çok pişman olmuştu. O günlerde «Ah elime bir daha fırsat geçerse, ben yapacağımı bilirim,» dediğim işitenler çoktur.

 

Hüseyin Avni Paşa'nın meziyyetleri olduğu gibi, elbette kusurları da vardı. Kendisine çokça güvenir, bildiklerini kimsenin bilmediğini sanırdı, iyi bir asker olduğunu kabul ederim. Fakat ihtiyatsızlığı, boşboğazlığı, gururu ile kötü bir devlet adamı idi, ama - itiraf ederim - sürgüne gönderildiği tarihe kadar namusluydu. Sürgünde çektiği yoksulluk ve acıların sebebini, namusunda aramak gafletine düştü; bütün talihsizliği budur!

 

«Padişahı Eski Seraskerini Bağışlamıştı, Ama...»

 

Ispartada dar günler geçirdiğini, yoksulluk çektiğini işitiyorduk. Bizim gibi Amcam'da bunları işitmişti. Sanırım bu yüzden kendisine acıdı ve yaptıklarını bağışlayarak İstanbula dönmesine izin verdi. Az sonra Aydın Valiliğine tayin edildiyse de, sürgünde geçirdiği on bir aylık zaman içinde hastalandığını ileri sürerek Avrupa'ya, kaplıcalara gitmek istedi, gitti.

Padişah'ı, eski Seraskerini bağışlamıştı ama, eski Seraskeri padişahını bağışlamamıştı! Hüseyin Avni Paşa, kininin homurtuları içinde yaşıyor ve bunu kimseye belli etmemek için elinden geleni yapıyordu. Avrupa'ya gidince, kaplıcalardan çok, devlet kapılarını çaldı; Fransa ve Ingiltereye gittiği zaman da İngilizlerin kucağına düştü.

Bunun nasıl olduğunu bilmiyorum; Hüseyin Avni burada iken mi İngiliz Sefareti ile uyuşup anlaştı, yoksa oraya gittikten sonra mı İngiliz Hariciyesi, Paşa'nın kininin homurtularını duyup onu tuzağa düşürdü, bilemem. Ancak çok sonra Londra Sefirimiz Musurus Paşanın bana bildirdiğine göre, Hüseyin Avni Paşa, İngilterede bir elden, yüklüce bir para almış ve Sefirimiz bu olayı pek geç öğrenebilmiş!. Bu haber bana ulaştığı zaman. Hüseyin Avni Paşa ölmüştü. Fakat bir Osmanlı Seraskerinin yabancı bir devletten para alması küçümsenecek bir iş değildi ve üzerinde ehemmiyetle durdum.

Zaten Avrupa dönüşü, gerek Saray'a, gerekse yakın dostlarına getirdiği ağır hediyelerin, sürgünden yeni dönen ve yoksulluk çeken bir Paşanın varlığının çok üstünde olduğu, o günler gözümden kaçmamıştı. Rahmetli Amcamın buna nasıl dikkat etmemiş olduğuna hâlâ şaşarım; hem de kendisine, değeri çok yüksek, tarihî, murassa bir çift şamdan getirmiş olmasına rağmen!. Bu bir çift şamdanın Paristen üç bin altına satın alındığını da sonradan tahkik edip öğrenmiştim.

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Selamlar,

 

Başlığı "Abdülhamit'in Hatıra Defteri" şeklinden "Abdülhamid'in Hatıra Defteri" olacak şekilde değiştiriyorum. Kulakların çınlasın Dervish. :rolleyes:

 

Saygı ve selamlarımla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...