Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Davud

*İskender Pala*

Recommended Posts

Yazının tamamını okumadım ama burda okudugum kadarına cevap vermek ıstedım..ıskender pala'nın bu yazısındakı gunumuz toplumunun halıne katılmakla beraber Çanakkele'yı kım gecmıs kımler kalmıs konusuna katılmıyorum.. Atalarımız Çanakkale'de mücadele verırken bırılerı o eskının Kostantinepolunde kalıp şirketler kurup,tabırı caızse yan gelıp yatmanın rahatlıgında kendı menfaatlerı uğrunda para kazanmakla gecırmısler..fabrıkalar kurulmusve bılmem neler ınsa edılmıs...ve atalarımız o yoklukta ölüm kalım mucadelesı verırken onlara vasıta olacak ve belkı de bırılerının bugunun rahatlıgında yaşamalarına vesıle olduğu lastıklerı yıne o bırılerı parayla satmıstır...Çanakkaleyi kımın gectıği bellı...ve kımlerın kaldığı da...ulkemızdekı o kıyda kosede ve ıcımızde nefes alan onca ermenı,rum nasıl kaldı sanıyorsunuz...

Share this post


Link to post
Share on other sites

22 Mart Cumartesi saat 14'de Altındağ Yunus Emre salonunda İskender Pala'nın Divan şiiri ve aşk konusuna dair konferansı olacakmış. İlgilenen arkadaşlarımıza duyrulur. Altındağ'ın Ankarada'da olduğunu da belirteyim . :)

Share this post


Link to post
Share on other sites
22 Mart Cumartesi saat 14'de Altındağ Yunus Emre salonunda İskender Pala'nın Divan şiiri ve aşk konusuna dair konferansı olacakmış. İlgilenen arkadaşlarımıza duyrulur. Altındağ'ın Ankarada'da olduğunu da belirteyim

Tüüff be,,keşke bunu daha öncesinde görmüş olsaydım :) :)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Okuyacak ne çok şey var ve zaman ne kadar az!

 

Ders kitaplarının arasına mahrem sevgililerinin resimleri gibi saklayarak evin soba yanan tek odasındaki kış gecelerinin Teksas ve Tommiks’lerini geride bıraktığım ilk mektep yıllarından sonra -ki kendilerini takip eden soluk benizliler yanlış istikamete gitsin diye Apaçilerin atlarının ayaklarına nalları ters çaktıklarını bu vesile ile bilirim- okuduğumu hatırladığım ilk kitap, Peyami Safa’nın 9. Hariciye Koğuşu olmuştu.

Kitabı elime aldığımda önce Kızılderili reisi Oturan Boğa’ya ihanet ettiğim için utandığımı ve bir asker hikâyesi okuyacağımı vehmederken safran boyalı koridorlardan eter kokusu duyarak sükût-ı hayâle uğradığımı hâlâ unutmam. Galiba kitabın adındaki ‘Koğuş’ kelimesinin en masum askerî anlamıyla böyle düşünmüş ve Uşak sokaklarında asker koğuşu hayal eder olmuştum. 9. Hariciye Koğuşu’nu lise yıllarımda yeniden okuduğumda, ben de roman kahramanı gibi hasta yatağındaydım ve ıstıraplarımın ince sızılarında bir haram lezzeti duymuştum.

Bunu, Peyami’nin Yalnızız’ı takip etti. O kitaptan aklımda kalan tek cümle -eğer yanlış hatırlamıyorsam- “Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım.” idi ve ben Peyami’nin, yalnızca bu cümleye anlam katabilmek için o koca romanı yazdığına inanmıştım. Gerçekten de ilk gençlik yıllarımın bütün ruh ummanları bu cümleyle çalkalandı ve Türkiye’nin 70’li yıllarına rastlayan bütün gençlik fikir ve bunalımları yavaş yavaş beynimin cidarlarında acıyla, nefretle formatlanmaya başladı.

Yıllarım kitap satırlarının arasından süzülürken Ömer Seyfeddin, Refik Hâlid, Reşat Ekrem ve diğerleri birer dönem benim vazgeçilmezlerim oldular. Kütahya kahvehanelerinin kesif sigara dumanlarıyla grileşen duvarları ve Tekel markalı iskambil destelerinin konçinaları arasından sıyrılıp -ki heder edilmiş o birkaç yıla hâlâ acırım- sağlıklı nefesler aldığım zamanlarda kitaplarla muaşakaya devam ettim. Spor yapıyor ve kitap okuyordum. Hâlâ özlemini duyduğum ve dudağımda tatlı gülümseyişlerle hatırladığım güzel bir hayattı, herkese tavsiye olunur!..

İtiraf etmeliyim ki şiir kitapları hiç ilgimi çekmiyordu. Çünki yazdığım dörtlüklere sitayişler yağdırıp ileride büyük şair olacağımı söyleyen arkadaşlarım ve hocalarım yoktu. Bugün bir şair olamamışsam ve ömrüm şairleri kıskanmakla geçiyorsa eğer, bunun sorumluları onlardır.

Siz, adına taşralılık kompleksi deyin, ben imkansızlık diyeyim; gençliğimi savurduğum şehirlerde kimsenin, en azından benim çevremdeki insanların kitapla alâkaları bulunmuyordu. Bu yüzden kitap biriktirmeye başlamam üniversite sıralarına rastlar. Bugün kütüphanemde ortaokul yıllarından kalma tek kitap, vaktiyle cildini de kendi elcağızımla yaptığım Hayat Büyük Türk Sözlüğü’dür. Şevket Rado’nun haftalık fasiküller hâlinde yayınladığı ve inşaatlarda amelelikle geçen yorgun günlerin terapi seansları gibi bilmediğim kelimelerini okumayı alışkanlık edindiğim bir kitaptı o ve hâlâ aralarında zaman zaman kendi parmak izlerimi bulurum. 1974 yazıydı ve üniversiteli olmanın eşiğindeydim. Akakuro Kurusava’nın Çaynâme’sini okudum. Doğu kültürüne yabancı Batı’nın onu küçümseyen tavrına içerledim. Edebiyat okumamda Kütahya’daki Vahitpaşa Kütüphanesi’nin elyazma Fuzulî divanı ne derece etkili olduysa (-ki yazdığım mektuplara epigraf bulabilmek için koca elyazma nüshaları kekeleye kekeleye okumaya çalıştığımı şimdi size söylesem gülersiniz-), Çaynâme de o kadar bunu desteklemiş, belki de Doğu’nun kara leke sürülmüş yüzünü ağartma hedefine beni yönlendirmiştir.

Osmanlı tarihi ve edebiyatıyla tanışmam, Erzurum ve İstanbul’da geçen üniversite yıllarıma rastlar. Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ne çarpılmıştım. Onun açtığı kapıdan girerek artık İsmail Hâmi’ler, Uzunçarşılı’lar, Pakalın’lar, Öztuna’lar okuyordum. Ve bir de Necip Fazıl ile Cemil Meriç... Türk Klasik Edebiyatı’nı sevmiştim ve bir dönem, onunla ayrı dünyaların insanı olduğuma yanarak geçti. Âşıktım; ama onu tanımıyordum. Nihad Sami merhumun Resimli Türk Edebiyatı Tarihi benim Divan-u Lugati’t-Türk’ümdü. Oradan berceste eserleri seçmeye, okumaya, ezberlemeye başladım. Mesnevî, Gülistan, Kelile ve Dimne, Eflakî Menakıbı, Hafız Divanı vs. derken Kebikec benim de dünyamı kemirmeye başladı. Dante, Homeros, Shakespeare, Goethe bilgimin öteki yüzünü oluşturdular. Artık rahmetli Harun Tolasa hocamın hazırladığı Ahmed Paşa’nın Şiir Dünyası ile tanışma vakti gelmişti. Ardından Ferid Kam, Tahirü’l-Mevlevi, Köprülü, Gölpınarlı, Banarlı, Tarlan, İpekten, Alparslan, Çavuşoğlu, Karahan, Çelebioğlu vb. Hepsine Teala’dan rahmet dilerim.

Ve Stuart Mill’in ifadesiyle, “Kutsal su, bir baştan yüzlerce başa ayrıldı.” Ve ben İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin kitaplığında memuriyete başladım. Şimdi size bir kütüphanede çalışıyor olmanın bin bir faydasını sıralamam abes olabilir; ancak benim için ne olduysa işte o zaman oldu, bilimsel okumanın lezzetini o zaman kavradım. Artık elyazmalarının âherli dünyasını, ebru ciltlerin mikleplerini, ortaçağ Türk sanatının dizilip gelen rik’alarını, siyakatlarını anlamaya başlamıştım. Güllerin ve bülbüllerin, ebrûların ve gamzelerin, gazellerin ve kasidelerin kırkıncı kapısından girme zamanıydı o. Önümde bir medeniyet duruyordu ve şimdi ne Troya kentini keşfeden Schliemann, ne Tut-enk-Amon nam Firavun’un mumyasını çözen Champollion; ne mikrobu keşfeden Pasteur, ne de arzın cazibesi kanununu haber veren Galileo Galilei, benim kadar mutlu olamazlardı. O medeniyet aynasında hüsn-i ta’lillerin fıstıkî feracelerine bürünmüş güzellerinin ve onların müraat-i nazîrlere bulaşmış ateşi etrafında kelebekler gibi dönen derbeder şairlerin nefeslerini duyabiliyor; saraylar ve konaklarda, sokaklar ve dükkânlarda, tekkeler ve medreselerde, mesire ve sayfiyelerde hangi âhenkle yaşayıp ne tür vezinlerde güldüklerini yahut ağladıklarını, sevindikleri yahut üzüldüklerini anlayabiliyordum.

Türk klasik şiiri meğer benim için bir tarz-ı hayat imiş; beni öyle buldu. Hâlâ şiir yazamam; ama şiirin has bahçesindeki seyranın yolunu yordamını iyi bilirim. Bunu, Fuzulî’den, Bakî’den, Nef’î’den, Yahya’dan, Nailî’den, Galib’den, Nedim’den öğrendim. Galib Dede, “Birdenbire bul aşkı, bu tuhfe bulanındır.” diyordu ve ben, tam da onun dediği bir hediye gibi birdenbire aşkımı bulmuştum. Bu aşk beni iflah etmeyecekti, biliyordum. Artık kitaplarım, divanlar olmuştu ve çocukluğumda bütün merhamet duygularımı sömüren kızılderili reisi Oturan Boğa şimdi müstesna gazeller yazmaya başlamıştı. Üniversite yıllarından sonra yanlış bir karar ile asker olmuş, gülle bülbülle sohbet ederken birdenbire üniformayla postalla uğraşmaya başlamıştım. On beş yıl sürecek bu dönem içinde okumayı ve yazmayı asla bırakmadım; hatta dönem dönem okuyup yazmayı bir teselliye bile dönüştürdüm. Anladım ki Divan şiiri için yazdıkça daha çok yazmak gerekiyordu; ve daha çok yazmak için de daha çok okumak... Tarih, medeniyet tarihi, sosyal bilimler, felsefe, sosyoloji, sanat vs. ne bulursam okuduğum yılların semeresini hiç durmadan yazmam gereken yıllarda gördüm. Divan şiirinin püf noktalarını ve eski şairlerin hayatlarını keşfetmiştim. Bu bana hem bir bakış açısı hem de yazma kolaylığı sağlıyor; hemen her konuda eskilerin ne söylediklerine dair birkaç beyit nakletme cesareti veriyordu. Benim için yazıda bir konu sıkıntısı da yoktu üstelik. Herhangi bir divanın herhangi bir sayfasındaki herhangi bir beyitten elbette bir gazete fıkrası çıkabilirdi. Yahut en sıkışık zamanlarda bir divanın gazeller bölümünden fala bakar gibi bir sayfa açıp ilk karşılaşılan gazel hakkında yazı yazmanın keyifli bir macera olduğunu söyleyebilirim size. Şimdi mi?!..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ah İskender Hocadan önce Divan Edebiyatını halktan kopuk türkçe karşılığı olduğu halde yabancı kelime kullanılan bir edebiyat sanıyordum.Ama divan edebiyatı nedim vb. hariç bir Ummanmış.Leylasını bulamayan Mevlasını bulamaz itikadınca yaşamaya çalışan ve Leylayı en acılı platonik tek taraflı şekilde seven böylece mecazi aşk acısıyla pişip ilahi aşk deryasında aşka yabancı olmamaya çalışan Ariflerin edebiyatıymış.Kendimde bir platonik aşk acısı çekmiş olarak saygıyla divan edebiyatı önünde eğiliyorum, öyle şeyler anlatıyorlarki değil türkçe+farsca+arabca normal bi insan tüm dilleri bilse anlatamaz.Ah aşk yaram kabardı :)

Share this post


Link to post
Share on other sites

ZARAFET

 

Zarafet kelimesinin içini doldurabilecek özellikler nelerdir? Acaba hiç düşündünüz mü, zarif insan kime denir?

 

Zarif kelimesi zarf kelimesi ile aynı köktendir. Zarf, "içine bir şey konulan kap" anlamını taşır. Mektup zarfı gibi. O hâlde zarif insan da, "içinde lâtif ve hoş şeyler bulunan kişi" anlamına gelecektir. Soru şu: Zarafetin içini dolduran bu lâtif ve hoş şeyler acaba nelerdir?!..

 

Zarif olmanın ilk şartı hiç şüphesiz nazik olmaktır. Nazik olmanın ilk şartı da hatayı kendinde aramak. Konfüçyüs, insaniyeti tanımlarken, "Kendine hâkim olmak ve nezaketli olmak" der. Bu bir bakıma zarafetin de tanımıdır. Çünkü zarif kişi hiç kimseye zararı dokunmayan, bilâkis kendisinden çevresine güzellik ve iyilik yansıyan kişidir. Zarafeti olmayan, nezaketle terbiye edilmeyen bütün varlıklar gitgide canavarlaşır. O hâlde zarafet, haddi aşmamak da demektir. Haddi aşan her şey çevresine zarar verir çünkü.

 

Rüzgâr, saba yeli yahut meltem iken güzeldir de, haddini aşıp şiddetlenince fırtınaya, boraya, kasırgaya durur. Dalgalar belli bir ahenkle sahile vururken hoşa gider de, şiddetini artırınca çevresini yıkmaya başlar. Sevgi belli ölçülerde erdemdir de, haddi aşınca adı aşk olur, cinnete varır. Yerinde bir öfke edep içindir de, haddi aşınca insanı katil eder. Şakanın normali nükte ve mizahtır ama aşırısı maskaralık olur. Velhâsıl, zarafet bir itidaldir. Hani mevsimler içinde bahar gibi. Kış ve yaz haddi aşan hava şartlarıyla vardır ama baharda sıcak ile soğuğun, gece ile gündüzün, belki tabiattaki ölüm ile canlılığın eşit ve dengeli olduğu görülür. Bunun insan ruhuna yansıması da aslında insanın itidali, fıtratın en beğenilen yüzüdür. İnsan ruhu iyilik ve güzellik ile gerçek kimliğine kavuştuğuna göre, bir bahar zarafeti de insana en uygun olan tavrı sunar. Ne buyrulduğunu biliriz: "İşlerin hayırlısı, orta hallice olanıdır." Bu düstur, derinine bakıldığında, aşırılıktan kaçmaktan öte, zarafeti bize telkin etmektedir.

 

Her tavrın bir zarafeti vardır. Oturmanın, kalkmanın, iş görmenin, eşyaya bakmanın, sosyal ilişkilerin, çalışmanın, dinlemenin ve tabii söz söylemenin... Gönüllerdeki zarafet dışa yansıdıkça hayat güzelleşir ve kalite kazanır. Söz gelimi, sanat eserleri ancak zarif bir duyuş, zarif bir bakış ile ortaya çıkabilir. Sözün zarafeti şiir, rengin zarafeti resim, taşın zarafeti mimarî, sesin zarafeti beste olarak dışa yansıdığı vakit eşya da zarafet kazanır ve sanat olur. O hâlde sanatın kullandığı yöntem, baştan başa bir zarafetten ibarettir. Ortaya çıkan şey edepten sıyrılmış olsa bile yöntemin zarafetine halel getirmez.

 

Eşyanın zarafeti insanın ona yüklediği anlam ile ölçülür. Çivi, iğne, çengel, giyotin, mengene, kerpeten vb. eşya bir zindanda da bulunabilir, bir ciltevinde de. Zindanda aynı eşya ile işkence yapılır ama ciltevinde onlar bir sanat eseri için vardır. Yani birisi nezaket ve zarafet adına kullanılır, diğeri nezaketsizlik ve zulüm adına. Birinden estetik, diğerinden kötülük çıkar. Bunlardan ilki insan tabiatına uygun olan, diğeri onu insanlıktan çıkaran tavırlar olduğuna göre, insanlığın da ölçüsü zarafete vabeste kalır. İnsaniyetli olmak demek, önce zarif olmak demektir.

 

Eski kitaplar, zarif kişide bulunması gereken özellikler arasında yüzün aydınlığı, vücut ve elbisenin temizliği, güzel koku sürünme, görünümün iç açıcı oluşu, konuşmama düzgün ve akıcılığı, fikirlerin mantık ve akıl çerçevesinde olması, müstehcenlikten kaçınma ve pis şeylerden uzaklaşma gibi özellikler sayarlar. Buna gülümseme, kararlılık, samimiyet, tek yüzlülük, sevgi, takdir hissi vs. de eklenebilir. Ama bizce hepsinden önemlisi, sözün güzel olmasıdır. Sözün güzel olmasından kasıt, onu düzgün ve akıcı ifade etmekten, süslemekten ziyade içinin dolu olması, değerli bir fikri ifade etmesi, yüksek anlamlar taşıması, yapıcı olması, gönül almasıdır. Yerinde bir teşekkür, uygun bir selamlaşma, gerektiğinde özür dileyiş, takdir ve sevgiyi ifade gibi. Bunlar yoksa mutluluk yoktur çünkü. Yani ki, söz candan ibarettir. Ve canın tek gıdası zarafettir.

 

(Mir'at isimli eserinden iktibastır)

Share this post


Link to post
Share on other sites
paylaşımlar için teşekkür ettik.. bu adam zaman gazetesinde yazıyor arada bir..

Arkadaşlar sevgili, değerli hocamız İskender Pala salı günleri düzenli olarak Zaman gazetesindeki köşesinde yazıyor.İlgililere duyurulur....

Share this post


Link to post
Share on other sites

Gözyaşım,

Dizeler güzeli dedim sana inci inci, ve güzeller incisi koydum adını dizi dizi… Yabanlara gönderdiğimsin hem akın akın, hem canımı verdiğimsin uzak yakın… Sevgilinin geleceği yolları sulayıp süpürmek için sakladım seni… Kirpiklerimi süpürge ettim; sultanlar ayağına düşürmek için tuttum ve bırakmadım seni.

 

Gözyaşım,

Bütün boşluklarını sen doldurdun ömrümün… Söylenmedik sözler yerine sen vardın yanımda. Sevdaya dair yeminlerden sonra sen vardın. Köhne zamanın direnci adına, acı çağların yaşlısı ve genci adına yine sen vardın. Dikenler gülden habersiz iken, gözler dilden de fersiz iken; zamanından geriye düşmüş acılar için, mânâda biçimleri yitiren sancılar için; aynalarda eriyen sırlardan taşarak, ucu kıyamete çıkan asırları aşarak; gerçekten daha gerçek kelamlarda ve Güzeller Güzeli’nden vuslat müjdeli selamlarda sen vardın… Hep sen vardın…

 

Bir gözyaşı, gül mevsiminde güle karşı akarsa aşk olur adı; sevgiyi damıtır en derin yerinden. Suçlardan sonra tenha gecelerde akarsa tevbedir tadı; gönülleri arıtır en kara kirinden. Madem ki gözyaşı bir kutlu demdir, elbette bir erdemdir.

 

Bir gözyaşı, bir cevherdir ateşten kaynayan ve alev gibi yanan. Özü sudur ama avuçta bir yalım, gönülde bir yangın olur. Bir ateş düşünün, dumanı âh ile çıkar da külleri göz yaşına karışır ya… Hayat bir mum alegorisidir hani, mumun başındaki yanış gözde yaş olur da gözyaşı alevle barışır ya…Alev can ipliğini yakınca, acıdır ki, bedenini eritir de mumun, su ile alev birbiriyle yarışır ya… Aşıka göre cennet olur cinnet ve kendi gözyaşında boğulur akıbet…

 

Gözyaşıdır ki yıkayarak yakar, yakarak yıkar. Arıtır ve eritir; temizler ve gizler… Fazilettir, diyettir… Bu yüzden denilir ki gözyaşı yiğitler kârıdır ve civanmertler vakarıdır.

 

Şaire unuttuğu mısrayı bir gözyaşı hatırlatır, şehrazad üveyikler uçuran acıları bir gözyaşı anlatır. Sancılı damarlarda ölümcül çılgınlıkları gözyaşıdır okuyan satır satır. Toplasan gözyaşlarını âşıkın, dalgalı bir deniz olur; süzülürken bağrından, yakar geçer iz olur. Yalnız doğar gibi her insan, yalnız akar her damla ve yağmur yağmur gözyaşıyla ıslanır nisan. Bir kere ölür de kahır yüklü savaşlarda nice aylar batar ve Filistin’de sapanlar çakıl taşları, takaroflar kurşun yerine gözyaşı atar. Ceylanları âmâ düşürünce avcılar, avcıları ceylanlar vurur, ve hamuru sevdaların, gözyaşıyla yoğrulur. En son, yağmur kuşları konar kuşpalazı çocukların salıncaklarına, gözyaşı şefkat olur.

 

Gözyaşı ki, kişinin kendisiyle kavgasının sonunda akarsa tomur tomur mercandır; ve eğer pişmanlıklarla tartılırsa mübarek bir heyecandır.

 

Gül yüzlülerin kirini gülsuyu kokan gözyaşları alır…Ve damla damla gül dökülen ellerde gül kokusu kalır.

 

Tohumu eken bilir

Göz yaşın döken bilir

Gül kadrin diken değil

Çileyi çeken bilir

 

Ve ey gözyaşım,

 

Bulutuna sadık yağmurlar gibi gel, ve kadim bir dostu uğurlar gibi git… Bir atımlık mesafede yalnızlığın kurşunlanan coşkusuyla gel, geleceği savaşa mecbur annelerin korkusuyla git… Geceyi içine döken tomurcukların yeşiliyle gel; goncayı açılsın diye bekleyen bülbülün diliyle git…Bülbüller konan dallarda yaprak gibi gel, ve derinlerde bendini yıkan bir ırmak gibi git. Yalınkalem savaşlara meftun acılarla gel, pişmanlık dolu yüreklerden sancılarla git…

 

Ve ağlamaktan korkma gözüm!..

 

iskender pala

Share this post


Link to post
Share on other sites

SU BENİM EFENDİM…

Bir akarsudur ömrü insanın, zamanın muttasıl içinde…Su üzerine kurulmuştur cümle hayat; damarlarına su götürdüğü vakit çiçeklenir bitkiler ve meyveye durur dallar.Dört zıtlığa vabeste bilinir varlık alemi: Toprak ve hava; ateş ve su.Ateşin yaktığını söndüren , havanın kuruttuğunu yeşerten,toprağın düğümlediğini açan sudur oysa.

İmdi;

Sevgili , alemlere rahmet olarak gönderilmişti.Hatırlayın, su bir rahmet değil miydi?

Sevgili hayatı güzelleştirdi, süsledi ve ölü kalplere hayat verdi.Akledin, bunlar suya has sıfatlar değil midir?

Sevgili cömertti (düşmanlarına bile) hayırhah ve alçakgönüllü idi.Bakın,suda hepsi birden yok muydu?

Sevgili Kuran ile gelmişti, kutlu ağızdan çıkan ayetler birer hayat idi.Araştırın ,Kuran’ı güzel okuyan fem-i Muhsinler için ‘Su gibi okuyor, su gibi ezberlemiş ‘ deyimleri boşuna mı söylenirdi?

Sevgili Levlak sırrına mazhariyetle alemlerin en yücesi olarak yaratıldı. Düşünün, su ikram edenlere dua için neden ‘Su gibi aziz ol’ denilirdi!..

Sevgili kainata süs olmuş bir dür-i yek dane bir müstesna inci idi. İncilerin suda büyüdüğünün farkında mısınız gerçekten?

Sevgili ahir zaman nebisi idi ama ilk önce onun nuru yaratılmıştı.Acaba ‘ Hayatı olan her şeyi sudan yarattık (Enbiya ,30) ‘ bize neyi hatırlatıyordu?

Su benim Efendim , Sevgilim!...

Su , Efendilerin Efendisi , en Sevgili!...

İbtida Gül vardı, Meğer su da varmış!...

Aah, Gül-i rana!... O gün ben müştakına da şefaat denizinden bir damlacık lütfeder misin?...

 

İSKENDER PALA

Share this post


Link to post
Share on other sites

EYLÜL

 

Eylül... Fersude sonbaharların giriş kapısı... İlk yaz rüzgârından alınmış bir hızla savrulan düşüncelerin, hoyrat hayallerin ve avare zamanların yorgunluğu, kırgınlığı, pejmürdeliği içinde yeniden derlenip toparlanması gereken hayatın rengi... Ve yeniden başlamanın yorgun ritmini hatırlatan yağmurlar... Bölük pörçük hatıralar, kırık dökük sevinçler... Şiir kılığında gelen acı...

 

Eylül işte; nâm-ı diğer, hüzün...

 

Eylül... Her şair için ayrı bir Leyla; kurşunî gelinlikler giyinip de gelen... Dilemmaların çıldırtıcı sükunu bir yanda; ve bir yanda sislerin ve buğuların ardından sökün edip yürümüş sancıların ilhamı... Katar katar uzaklaşan kuşların kanatlarına yüklenen son arzular kadar umutsuz ve beklenesi...

 

Eylül işte; nâm-ı diğer, pişmanlık...

 

Bilmiyorum, siz bu yazıyı okurken yağmur yağıyor olacak mı?.. Belki yapraklar savruluyordur şimdi bulunduğunuz şehirde; belki sular kararıyordur yavaş yavaş... Altın kızılı bir gurubun soyunmuş dalında çifte kumruları seyrediyorsunuz belki de... Bir sanatoryum bahçesinde gezinen uzun saçlı, zayıf ve genç iki kaderdaştır belki ikindiler ve yağmurlar... Belki sizin kentin huzurludur akşamları, belki de alaca düşmüş gecenin bir yüzünde siyah tırnaklarını ruhunuza geçirmeye çalışan ifritler dolaşır...

 

Eylül işte; nâm-ı diğer melal...

 

Tenha yollar, aşınmış günler, hayata dar gelen arzular ve kanadı kırık kuşlar... Tabiatın birden uyanıp gerçeği gören yüzü... Kıymeti bilinmeyen lezzetin çamurlara bulaşmış sarı bir acılık tarafından istilasına karşı şaşkınlık... Acıların beyhude, sevinçlerin zavallı, mutlulukların fanî olduğunu anlamanın dehşeti...

 

Eylül işte; nâm-ı diğer, ölümün rengi...

 

Eylül... Yaşanmamış mevsimlerin en gerçeği... Uçuk benizli koşuşturmacalar, yeniden kurulan defter kitap pazarı... Eski okul çantasına kalem yerine ancak gözyaşını koyarak okula giden minik adımlar... Yoksul mahallelerde gitgide çamurlanacak karanlık sokaklar... Camlara mıhlanıp 70 yıllık muhteşem bir sükût ile yolları seyreden kırçıl hatıralar... Ciğer paresini okula eksik kitapla gönderen annenin yüreğindeki çizik... Para etse canını da verir ama...

 

Eylül işte; nâm-ı diğer, acının mührü...

 

İSKENDER PALA

Share this post


Link to post
Share on other sites

Cânıma bir merhabâ sundu ezelde çeşm-i yâr

Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsını bilmedin..

 

'Ezel günün de sevgilinin gözü bana bir merhaba lütfetti. O gün bu gündür, o bakışın mestliğiyle başka birinin merhabâsını hiç tanımadım.'

 

Aşk... Kainatın yaratılış vetiresi, özünü ve esasını oluşturmak bakımından başlangıcı ezel gününe dayanan ve ebede kadar süreceğinde şüphe bulunmayan macera... Gönülleri terbiye eden, ruhlara derinlik katan, dimağlara yükseklik veren bir hüzün ve neşe. Varlıkla birlikte var olan ve varlıkta en son yok olacak olan. Başlangıcı tâ ezel günün de şöyle:

 

Kur'an'da anlatılır ki (ÂRAF,171-172) Allah, dünyada hiçbirşey yok iken, hata dünya yok iken ruhlar âlemini yarattı. Orada bütün ruhları bir araya toplayıp sordu: 'Elestü bi-Rabbiküm? ' Yani, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim? ' 'Kâlû Bela! ' Yani 'dediler ki: Evet (şüphesiz Sen bizim Rabbimizsin) '. Bu meclis (ezel bezmi, elest meclisi) , varlığın ilk toplantısı idi ve bütün ruhlar orada birbirlerine şahit tutuldular.; ta ki dünyaya geldikleri vakit bu sözlerinden dönmesizler.. Dönenler olursa, o mecliste rahmet ve merhametiyle kullarına muamele eden Rab Taala'nın rahmet ve merhamet çizgisinin dışına itilsinler...

 

Ezel bezmi öyle bir meclis idi ki, orada yan yana olanlar, yakın olanlar, birbirlerini görenler, birbirleriyle konuşanlar; bu dünya ya geldiklerinde de birbirleriyle yan yana geldiklerinde de yan yana ve yakın olur, buluşur ve konuşurlar.

 

İskender Pala

Share this post


Link to post
Share on other sites
Bir Aşk Hikayesi

Geceleri balkonda ışığın etrafını alan pervane böceklerini fark etmiş miydik hiç?

Ya onların aşk uğruna yaşadıklarını bilir miyiz? Yani pervanenin mum ışığıyla yaşadığı aşkın hikayesini...

Aşk bir farkına varış, bir idrak seviyesidir... 'Aşk odu önce ma'şuka, andan âşıka düşer.' derler, malum. Yani aşk ateşi önce sevilene ondan sonra sevene düşer. Önce sevilende bir ateş yanmalı ki pervane onun etrafında dönsün, pervane o ateşi görsün, sonra aşkının farkına varsın... Pervane aşkını ispat edebilmek için gördüğü anda ışığı, etrafında dönmeye başlar. Bir cezbedir bu. Bu cezbenin gittikçe daralan bir çemberi vardır. Işığın etrafında döner, döndükçe biraz daha yakından dönmek ister. Işığı gördüğü anda aşkı ilmel yakin olarak tanıyan pervane, onu aynel yakin bilmek istediği için gittikçe mumun etrafındaki çemberi daraltıyor. Çember daraldıkça pervanenin aşkı artıyor, şevki artıyor, coşkusu artıyor. Coşkusu arttıkça da cesareti artıyor. Aşk cesaret işidir, neticede. Ve pervane cesaretle kanadını şöyle bir değdirir ateşe. İlk lezzettir işte o acı. Acı verir, yakar içini. Ama ona verdiği acı o kadar hoşuna gider ki, daha fazla dönmeye başlar. Acı ve lezzet... Birbirine zıt bu iki duygunun bir arada olması nasıl mümkün... İşte bu noktada, azabın ve acının lezzet olmasındaki sırrı yakalamak gerek.

Azap kelimesi azp kelimesinden türüyor. Azp lezzet demek. Azabın ne olduğunu buna göre ölçün ve düşünün. İşte kanadının ucunu bir defa yaktığı zaman pervane ilk azabı duyar; fakat öyle bir lezzettir ki o azap... Bu azap ve ondan alınan lezzet, insanı yavaş yavaş nefsinden sıyırıp vuslatı mümkün kılar. Bu sefer daha büyük bir cesaretle kendini ateşe atarcasına gider ışığı kucaklar.

Ve burada ateş pervaneyi yakar kavurur. Bir buğday tanesi gibi toparlayıp yere düşürür. Artık pervane 'hakkal yakin' biliyordur vuslatı. Bu fenadır. Bu canını verdiği noktadır. Mumun bundan haberi bile yoktur belki. Olmasına da gerek yoktur. Bu pervanenin aşkıdır çünkü. Aşkı uğruna can veren pervanenin aşkı. Ama öbür taraftan mum da yanar. Onun aşkı da, acısı da kendincedir. Önce can ipliğine bir ateş düşer ve yanmaya başlar mum... Sonra içindeki o yangını söndürmek için gözyaşı döker. Ateşi su söndürür çünkü. Ama mumun gözyaşları onun ateşine daha da bir güç verir, elemi arttıkça artar. Ve erir can ipi, sevgilinin yolunda yok olana dek...

 

İskender Pala

 

 

:D

 

Üstad İskender Palaya bu konuda katılmıyorum.Öyle aşıklar vardır ki maşuğu onun kim olduğunu bile bilmez.Zaten aşkın tarifi yapılmaz, ne tasavvuf ehlinin çektiği aşk nede eskilerdeki gerçek mecazi aşk(tahir ile zöhre, leyla ve mecnun, aslı ile kerem vs) anlatılmaz yaşanır...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Artık şüphedeyiz.Canları yar e ulaştıran bir sel miydi aşk?Şekeri güzele sunup ağuyu kalbe ulaştıran bir el miydi?Sana varacak yolların çilesi miydi,tutkular ötesi tutkunun zirvesi,hasretle yanışların sesi miydi???

İSKENDER PALA(kitab-ı aşk)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sayın İskender Pala zaman zaman Mehtap TV'deki Çınaraltı ve Günışığı programlarına katılmaktadır.

 

Kanalın sitesinden izleyip indirebilirsiniz:

 

Çınaraltı: http://www.mehtap.tv/ShowLiveProgram.aspx?ContentId=1085

 

Günışığı: http://www.mehtap.tv/ShowLiveProgram.aspx?ContentId=1081

 

Geçmişe ait videolar daha fazla yer alıyordu ancak artık 10-15 gün sonra siteden silniyor.

Günlük takip etmenizi tavsiye ederim...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...