Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
Davud

*İskender Pala*

Recommended Posts

Bir Aşk Hikayesi

Geceleri balkonda ışığın etrafını alan pervane böceklerini fark etmiş miydik hiç?

Ya onların aşk uğruna yaşadıklarını bilir miyiz? Yani pervanenin mum ışığıyla yaşadığı aşkın hikayesini...

Aşk bir farkına varış, bir idrak seviyesidir... 'Aşk odu önce ma'şuka, andan âşıka düşer.' derler, malum. Yani aşk ateşi önce sevilene ondan sonra sevene düşer. Önce sevilende bir ateş yanmalı ki pervane onun etrafında dönsün, pervane o ateşi görsün, sonra aşkının farkına varsın... Pervane aşkını ispat edebilmek için gördüğü anda ışığı, etrafında dönmeye başlar. Bir cezbedir bu. Bu cezbenin gittikçe daralan bir çemberi vardır. Işığın etrafında döner, döndükçe biraz daha yakından dönmek ister. Işığı gördüğü anda aşkı ilmel yakin olarak tanıyan pervane, onu aynel yakin bilmek istediği için gittikçe mumun etrafındaki çemberi daraltıyor. Çember daraldıkça pervanenin aşkı artıyor, şevki artıyor, coşkusu artıyor. Coşkusu arttıkça da cesareti artıyor. Aşk cesaret işidir, neticede. Ve pervane cesaretle kanadını şöyle bir değdirir ateşe. İlk lezzettir işte o acı. Acı verir, yakar içini. Ama ona verdiği acı o kadar hoşuna gider ki, daha fazla dönmeye başlar. Acı ve lezzet... Birbirine zıt bu iki duygunun bir arada olması nasıl mümkün... İşte bu noktada, azabın ve acının lezzet olmasındaki sırrı yakalamak gerek.

Azap kelimesi azp kelimesinden türüyor. Azp lezzet demek. Azabın ne olduğunu buna göre ölçün ve düşünün. İşte kanadının ucunu bir defa yaktığı zaman pervane ilk azabı duyar; fakat öyle bir lezzettir ki o azap... Bu azap ve ondan alınan lezzet, insanı yavaş yavaş nefsinden sıyırıp vuslatı mümkün kılar. Bu sefer daha büyük bir cesaretle kendini ateşe atarcasına gider ışığı kucaklar.

Ve burada ateş pervaneyi yakar kavurur. Bir buğday tanesi gibi toparlayıp yere düşürür. Artık pervane 'hakkal yakin' biliyordur vuslatı. Bu fenadır. Bu canını verdiği noktadır. Mumun bundan haberi bile yoktur belki. Olmasına da gerek yoktur. Bu pervanenin aşkıdır çünkü. Aşkı uğruna can veren pervanenin aşkı. Ama öbür taraftan mum da yanar. Onun aşkı da, acısı da kendincedir. Önce can ipliğine bir ateş düşer ve yanmaya başlar mum... Sonra içindeki o yangını söndürmek için gözyaşı döker. Ateşi su söndürür çünkü. Ama mumun gözyaşları onun ateşine daha da bir güç verir, elemi arttıkça artar. Ve erir can ipi, sevgilinin yolunda yok olana dek...

 

İskender Pala

 

 

:(

Share this post


Link to post
Share on other sites

GERÇEK SEVGİ(Lİ)

Klasik şiirimizin temelini oluşturan aşk bahsinde, aşığın en belirgin vasfı, sonsuz derecede kıskanç ve sevgili konusunda katı gayret sahibi olmasıdır.

Sevgilisini rakiplerden korumak kadar rakipleri de sevgiliye yaklaştırmamakla görevli sayar kendini.Ne ki, Taşlıcalı Yahya Bey, bütün bu klasik çerçevenin ve mazmunlaşmış düşüncenin dışında,

 

Kaşki sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan

İşimiz cümle heman kıss-i canan olsa

 

Keşke yaratılmış ne varsa hepsi benim sevdiğimi sevse de işimizin tamamı hemen sevgiliyi konuşmak, onun yaptıklarını söyleşmek olsa!

 

deyivermiştir.Hayretengiz bir ifade, çarpıcı bir hitap...İçinde mangalların tutuştuğu bir yüreğin yangınından bir kıvılcım dışarı taşmış gibi...Bu sevgi, olsa olsa bütün kalplerin hamurunu yoğuran, kainatın, üzerine yaratıldığı, yerleri ve gökleri ayakta tutan o mutlak sevgi; o sevgili de, katıksız güzelliğin(hüsn-i mutlak) hakimi, kelime-i tevhidin sahibi olan Rab ve İlah olabilir.İlah ki, "sevgi, saygı, boyun eğme ve itaat ile yüceltilen'in adıdır.Bütün beşeri sevgiler o sevgiden ve O'nun sevgisinden bir iz ve işaret taşır ve elbette bu yüzden sevgiliye boyun eğilir, saygı duyulur, itaat edilip adı yüceltilir.Bu iki sevgi arasındaki tek fark, tapınma ve ibadet hissinden ibarettir.Çünkü ibadet ancak O'na yapılır(Fatiha 5) ve bu da mükemmel sevginin önünde eğilip boyun eğme, yerlere kapanmadan başka bir şey değildir.Bu noktada sevme eylemine başka sevenlerin de ortak olması sevgilinin yüceliğine işarettir de, sevilene başka bir sevgiliyi ortak etmek Sevgili'nin affetmeyeceği en büyük zulümdür.Sevgili ki, bütün zatı ve sıfatlarıyla sevilmeye layık yegane varlıktır; o halde bütün diğer varlıklar ancak ona bağlı olarak sevilebilirler.Başka türlü söyleyecek olursak; O, sevgi adına yarattığı her şeyin tek İlah'ıdır ve ondan başka sevgililer edinip ilahlaştırmayı affetmez.

 

Yaratılanları sevgiye yönelten iki hasletten biri güzellik, diğeri yüceliktir.İnsanlar ya güzel olana yahut yüce olana karşı ilgi duyar, sevgi uyandırırlar.Allah hem güzellik hem de yücelik açısından mutlak olan mükemmelliğe sahiptir.O kadar ki, her ne güzellik ve ululuk varsa O'ndandır; belki ona aittir.Dolayısıyla, her bakımdan sevilmeyi hak eden yalnızca O'dur.

Sevgi dostluğun da harcını karmştır.İnsan kimi severse onu kendisine dost bilir çünkü.Bu açıdan bakıldığında, mutlak sevgili, şairin de dediği gibi,"kamu halk-ı cihan"ın dostudur, onları sever.Burada ihanet eden taraf sevendir.Bu yüzden "keşke herkes benim gibi sevse!" denilmiş.Ancak o zaman her sohbet Sevgili üstüne olacak, herşey Sevgili'ye dönüp varacaktır.Oysa Allah, kendinden başka dostlar edinenleri de, sevgide kendisiyle başkalarını bir tutanları da ikaz etmektedir:"İnsanlardan bazıları Allah'tan başka ortaklar edinir, onları Allah'ı sevdikleri gibi severler.Müminler ise Allah'ı daha çok severler."(Bakara 165)

Sevgili önce güzellik ve yücelik adına sevilmeyi hak eder, sonra onu bir seven çıkar.Allah, kullarına eriştirdiği her türlü ihsan ve iyilik ile, onların kalplerine koyduğu güzellik ve estetik ile sevilmeyi hak etmiş, hatta belki kullarına gerekli kılmıştır.Şüphesiz, Allah'ın bir şeyi vermesi yahut vermemesi, yapması yahut yapmaması,sevinç veya kedere boğması, kolaylaştırması da zorlaştırması da, kahrı yahut lütfu da, üzmesi yahut üzüntüsünü gidermesi ve de bütün bunları hiç de kendisinin ihtiyacı olmadığı halde müstağni ve münezzeh olduğu halde yapması,ancak kişiyi bir Sevgiliye yöneltecek İlah'lığındandır. Ta ki, kalpler böylece O'nu ilah edinip sevsinler.Daha ileri gidelim:Allah'ın günah işlemesi için kulunu serbest bırakması,günah işlerken onu koruması, bekçiliğini yapması, yardım etmesi günahını gizlemesi,hatta kendisine isyan derecesine gelse de izin vermesi ve nimetlerini kesmemesi,hep kulunu sevmesindendir.Ta ki, sevme hamuru üzerine yaratılan kul bunu fark etsin ve tevbe ile gerçek Sevgili'yi bulsun.Yoksa hangi zat, kendisine düşmanlık besleyen birini sevmeye;hangi patron, kendisine küfreden birinin rızkını vermeye devam eder?Bir an düşünülsün, acaba herhengi bir yaratık bir başka yaratığa bu derece müsamahakar olsa ve iyi davranıp nimet bağışlasa,onu sevmemek mümkün olur mu?!..Kulunun bütün kötü sırlarını bildiği halde onları ortaya saçmayan, bütün günahlarını örtüp ona bir de lütuf ve ihsanlarda bulunan birine dost olmamak yahut onu sevmemek mümkün müdür?!..Peki de, sürekli iyiliğini gördüğümüz, nefeslerimiz sayısınca nimetlerine kavuştuğumuz, her saniye kendisine muhtaç olduğumuz bir Sevgili'yi sevmemek, daha da iğrenci, başka sevgilileri ilahlaştırmak ne demektir?!..Üstelik O, bir kutsi hadiste,"Kulum!Herkes seni kendisi için ister; ben ise kendin için seni isterim!"deyip dururken.

Şairin duasına amin demekten öte ne gelir elimizden?!..

 

İskender Pala,"Kırkıncı Kapı"Kapı yayınları(İstanbul 2005)s.69-72

Share this post


Link to post
Share on other sites

PATRİK DUVARA NASIL GİRDİ?

 

Fatih'in istanbul'u zabtını müteakip halkın bir kısmı ile asker kaçakları Ayasofya'ya girip içerden kapıları sürgülemişler ve necat ayinine başlamışlardı. Ne var ki bu onlara fayda vermeyecek ve biraz sonra yeniçeri baltaları kapının menteşelerini söküverecekti, işte o sırada mağlup Rumlar bir hikâye uydurdular. Güya tam Türk askeri Ayasofya'ya girdiği sırada mihrabın olduğu duvar yarılmış ve patrik de buraya girerek gözden kaybolmuştu. Yeniçeriler duvarın sapasağlam durduğunu görünce bunun Patrik hazretlerini korumak için uydurulmuş bir yalan olduğunu hemen anladılar. Ne var ki yıllar geçtikçe bu yalan bütün İstanbul Rumları arasında efsane hâlini aldı ve hatta daha da abartılarak Ayasofya tekrar kilise olduğu gün patriğin yeniden meydana çıkacağı ve daha da ilginci, ayine kalınan yerden devam olunacağı hurafeleri eklendi.

 

Ne diyelim; kıyamete dek vakitleri var!..

 

Hani biz de Evliya Çelebi'ye atfen, Erzurum'da bir kedinin damdan dama atlarken havada donduğunu, bahar gelince de donu çözülüp yere düşerek yürümeye devam ettiğini anlatırız ya!..

 

Şenlik olsun işte!..

 

(İskender hoca çok fena dalga geçmiş, acı çizmiş :()

Share this post


Link to post
Share on other sites

Maksat eğlence, ayin filan bahane :D

Yazık adamlar zaten yenilgiye uğramışlar bir de İskender Pala böyle yazmış tüh tüh tüh vah vah vah!...(Çok üzüldüm çoook :( )

Share this post


Link to post
Share on other sites

SEVGİLİNİN ADINI DİLE DÜŞÜRMEK

 

Leyla, Şirin, Zeliha, Aslı ve Azra'lar...Nicolet, Juliet veya Floire'lar...Her biri dillere destan aşkların kahramanları...Adları saygıyla anılan aşk ikonları.Şairlerin daim dilinde olan uzak sevgililer...

Ve şairlerin yakınlarında olan, hemen yanı başlarında hissettikleri sevgilileri de var. Hercai veya tutkulu, vefalı veya ihtiraslı, ama mutlaka duygulu bir aşkın eseri olarak şiire yansıyan kadınlar... Bu çeşit kadınlar mı şairler için bir lütuftur, yoksa bu kadınlar için şairler mi başa konan birer talih kuşudur, doğrusu pek müşkil bir soru. Ama bilirim ki bir şairin yakınında olmak, bir kadın için çetin bir azaptır. Burada azap kelimesini iki zıt anlamıyla; hem olumsuz(acı,keder,elem,ıstırap) hem de olumlu(tatlı içimli su, dimağ lezzeti) anlamıyla kullanıyorum. Bir yandan şair gibi çılgın birisine tahammül, diğer yandan varlığını tarihe armağan bırakma fırsatı. Acaba Tanpınar'ın ancak rüyada gördüğü Leyla'sı, Attila İlhan'ın kalben mecbur kalıp da aşk şarkıları yazdığı Müjgan'ı, Asaf Halet'in Mariyye'si veya Bedri Rahmi'nin şuh kadını Karadut'u, Bekir Sıtkı Erdoğan'ın gizemli Marya'sı, Abdürrahim Karakoç'un erişilmez Mihriban'ı bu bakımdan azabın hangi çeşidiyle daha aşina yaşamaktaydılar?!....İçimizde Dante'yi hatırladıkça onun nahif ve narin sevgilisi Beatrice için iç geçirmeyen; Edgar A. Poe'dan bahsederken romantik deniz kokulu Annabell Lee'yi düşünmeyen, yahut Floransalı Petrorca'yı okurken nazenin güzel Laura'ya kalbini kapatan kaç nadan bulunabilir?!...Bütün bu fani kadınların her biri şiirlerde hala zarif güzellikleri ve ince parmaklarıyla, mest edici kokuları ve iç gıcıklayıcı endamlarıyla, hayal tüllerini andıran saçları ve esrarlı bakan gözleriyle yaşayıp durmakta ve bize kendilerini tanıtmaktadırlar.Onların şairlerle aşinalıklarından doğan acılarını ve ıstıraplarını bilemiyorum ama yıllar ve yüzyıllar sonra bugün hala yaşıyor olmanın kendileri için bir nimet olduğunu söyleyebilirim.Bir kadını yalnızca cismiyle değil, gizli veya aşikar bütün ruh çalkantıları, duygu ve düşüncesiyle seven bir aşığın aynı zamanda şair olması, o kadının "Sevenler ve Sevilenler Kitabı"nda müstesna bir yer edinmesi de demektir.Çünkü sonraki çağlarda meraklı aşk maceralarının gizemli kahramanlarını tanımak isteyen her şiir okuyucusu, şairin kadınını yine şairin gözüyle tanıyacak, hayranı olacak ve sevecektir.

Öte yandan, sevgililerin adını anmak bakımından doğu şiiri ile batı şiiri arasında telifi imkansız uçurumlar vardır.Batılı şair sevgilisinin adını anmakla her zaman bahtiyar olmuş, onunla geçen maceralarını, duygu yüklü birliktelikleri, hatta beşeri ve cinsi mahremiyetleri terennümden kaçınmamış, belki bundan gizli bir haz da duymuştur.Oysa doğulu şair kendi özel hayat çemberinin sınırlarını başkalarına açmak istememiş, sevgilisini mevhum bir varlık, hayali imkansız bir güzellik olarak yansıtmış, ondan bahsederken mahremiyetine ve özel hayatına hassasiyetle yaklaşmış, adını bile söylemeye çekinmiştir.(Yar ismini desem olmaz/Düşer dillere dillere-Erzurumlu Emrah).Böylece şair ile okuyucu arasında oluşan saygıya dayalı ilişki,okuyucuya,şairin anlattığı kadını kendi sevdiği kadını ile yer değiştirtebilecek bir imkan sunmuş, dizeler arasında gezinen özel bir sevgili yerine her okuyanın kendi zihnindeki sevgiliye giydirebileceği desenler ve atlaslardan dokunmuş şiir kumaşları üretilmiştir. Böylece okuyucu da aşk panoramasının bir yerinde kendi resmine de yer bulmuş, şiiri dışarıdan anlamaya çalışmak yerine, içeriden hissetmeye başlamıştır.Bunun tabii sonucu olarak da batı edebiyatının özel hayatları mercek altına alınan, bazen en mahrem çizgilerin bile ötesine geçerek teşhir ettiği kadınlarına mukabil doğunun kadınları biraz daha gizemli, gönül maceraları daha bir heyecanlı, suretleri, endamları, gözleri, kaşları daha bir merak edilir konumda yaşamışlardır. Doğunun şairi kendi sevdiği kadını bir masal veya efsane içine gizler gibi sunmaktan hoşlanır; ta ki okuyucu o masalda kendisine de bir rol biçerek özlemini çektiği sevgilisinin izini sürebilsin.Onun için ben Dıranas'ın Fahriye Ablası'ndan çok Yahya Kemal'in Mehlika Sultan'ını, Oktay Rıfat'ın Türkan'ından çok Sezai Karakoç'un Mona Roza'sına tutkunum. Bu yüzden olsa gerek Nedim'in Sadabad'da gördüğü ve Beşiktaş'taki evine davet ettiği dilber, Karacaoğlan'ın kınalı ellerini öperek düğmelerini çözmek istediği yaban çiçeği, beni Galip'in gizliden gizliye niyaza durduğu, kimliği belli, saraylı sevgilisinden daha fazla etkiliyor.Evet, itiraf etmeliyim ki Fuzuli'nin onca şiirini terennüm ederken düşündüğü kadını bilmeyi, tanımayı, dünya gözüyle bir kere görmeyi çok istemişimdir, ve görsem bu isteğim yine devam eder mi, bundan emin değilim...

Şimdiki gençler galiba gizli kalması gerekeni açık ettikleri( ne ayıp!...) ve sevgililerinin adlarını dillendirmekle kalmayıp aradaki macerayı başkalarıyla paylaştıkları için aşkın gülümseyişlerini ve zenginliğini ıskalıyorlar... Çünkü sırlara hükmetmek ayrıcalık ve olgunluktur.

 

İskender Pala,"Kitab-ı Aşk",Alfa yayınları,S.33-35

Share this post


Link to post
Share on other sites

SEVGİLİNİN ADINI DİLE DÜŞÜRMEMEK

Bir şiire en ziyade yakışan konular arasında, bir kadının güzelliğinden alınmış ilhamlar bulunur.Şair, maksadı ve fikri ne olursa olsun, kadın güzelliğinden istifade ederek onu dillendirme imkanına hep zengin bir konu olarak bakmıştır.

Aşkın tasavvuf bahçesinde açan gülü Yunus'u ele alalım; Hüsn-i Mutlak'ı terennümünde İlahi aşkın merkezine doğru sehil adımlarla yürürken,

 

Karlı dağların başında

Salkım salkım olan bulut

Saçın çözüp benim için

Yaşın yaşın ağlar mısın

 

der ve Taala'nın yüce harem dairesine varan yolda, yine O'nun ahsen-i takvim üzere yarattıklarından bir cins-i latifin tavrından hareket ederek mısralarını örer.Yani ki, bir söğüt dalına bakarak yukarıdaki dörtlüğü terennüm eden Bizim Yunus'un, gür ve uzun saçlarını, büyük bir acının tesiri altında darmadağın (perişan) edecek şekilde savurarak ağlayan bir kadının hüzünlü güzelliğini görmeden söylediğini iddia etmek haksızlık olur.O halde, Rabbı'na yönelerek "Bana Seni Gerek Seni" mertebesinde içli ve dışlı bir aşkı yaşayan bu yiğit adamın, daha önceden bir kadını çok sevmiş, hem de büyük bir yürekle sevmiş olması pekala mümkündür.Daha da ileri gidelim, bir adım ötesini söyleyelim; coğrafyamızın en güzel desenlerinden biri olan bu sevimli dervişin hayatında bir kadın hayalinin bulunmadığını düşünmek, belki de onu asıl bulunduğu beşeriyet noktasından uzaklaştırmak olur ki, bu da onunla bizim aramızdaki mesafeleri uçuruma dönüştürür, onu bizden uzaklaştırır.Oysa Yunus bize yakın olduğu için biz onu sever, onu kendimiz gibi bir beşeriyet ikliminde yoldaş bildiğimiz için ona değer veririz. Bu hal, zihinlerimizde melekleşen bir Yunus'tan bize daha sıcak ve yakın gelir çünkü.Binaenaleyh hiçbir kadının aşkı, Allah'a varılacak aşk yolunda bir engel teşkil etmez.Engel, belki de kadının rolünü Tanrı'ya ulaşan yolda bir şerik haline getirmeye kalkmaktır, o kadar.Peki o halde soralım:Neden Yunus'un şiirlerinde o kadının adı yok?!...

* * *

 

Bütün zamanların lirizmle süslenen bahçesinde açan en rana gülü Fuzuli, sevdiği kadında Cemal-i Mutlak'ın güzelliğinden yansımalar bulup İlahi ve beşeri aşkın her ikisini bir yüreciğinin iki odacığında yaşatırken,

 

Değildim ben sana mail

Sen ettin aklımı zail

Bana ta'n eyleyen gafil

Seni görgeç utanmaz mı

 

diyerek sevgiliye sitemde bulunur.Acaba kimdi o ince ve nazenin Bağdat güzeli ki Hilleli Fuzuli'nin aklını başından almış olsun ve şairimiz tutulduğu o güzelin aşkıyla bunca coşkulu ve duygulu beyitleri yazmış olsun?!... Dediğine göre, görür görmez gayriiradi gönlünü aldırdığı ve bunun için de halkın kendisini ayıpladığı( bu aşk yüzünden şairi ayıplayanlar, sevgiliyi görseydiler kendileri de elbette ona aşık olacak ve ayıplanacak hale düşeceklerdi) sevgilinin aşk menzillerinde yoldaşsız yürüyen bu adam, gerçekten de nasıl bir güzele tutulmuş, onu nasıl görüp sevmiş, hayalini kaç yıl gözlerinin önünde, sevgisini kaç zaman kalbinin içinde taşımıştı? Söz gelimi onun için beşeri acılara katlanmış mıydı, hakkında fedakarlıklar yapmış mıydı?Yahut hiç kavuşmuş muydu, kavuşmaya mecali var mıydı?!... Ve daha bir yığın soru... Peki o halde yeniden soralım: Neden Fuzuli'nin şiirlerinde o kadının adı yok?!...

 

* * *

 

Bir kadının bütün beşeri güzellikleri sıralansa, kaşı, gözü, dudağı, yanağı, kaşı, kirpiği için sayısız şiirler yazıp defterler ve divanlar dolduran yüzlerce şairin tutulduğu, aşık olduğu, tutkuyla sevdiği o kadim yüzyılların yaşmaklı, feraceli zarif İstanbul kadınlarının kimler olduğunu bilebilseydik; acaba onları şimdiki gibi seçkin bir aşkla sevebilir miydik?!...

Peki o halde yeniden soralım:Neden Baki'nin, Nedim'in, Necati Bey'in ve nicelerinin şiirlerinde andıkları o eski zamanlar güzeli kadının adı yok?!...

Ve cavap verelim; çünkü eskiden bir kadının adını anmak, onun adını dillendirmek ayıp, hem de çok ayıptı ve üstelik onlara duyulması gereken ihtiram ve sevgiyi zedelerdi.Sevdiği kadının adını dile düşürmektense uğruna can vermek, bir aşık için şerefti, şandı.Aşk kitabının ilk maddesi de zaten bunu söylerdi.Hem doğru söyleyin Allah aşkına, kaçımız Leyla'nın kara kuru bir kız olduğunu öğrenince onu yine coşkuyla sever, kaçımız hayalimizdeki Şirin'lerin, Aslı'ların 60 yaşındaki durumlarını öğrenmek isteriz.Onlar bizim için birer protip, birer kızıl elmadır ki beşeri hayatlarında ayrıntılara indikçe güzelliklerinin büyüsü kaybolur.

 

İskender Pala,"Kırkıncı Kapı",Kapı yayınları,(İstanbul 2005),S.82-85

Share this post


Link to post
Share on other sites

FELLUCE'DE BİR SERÇE

Giriş:

De ki,

-Ey millet! Var gücünüzle elinizden geleni yapın! Ben de (memur olduğum) vazifemi yapıyorum.

-Güzel akıbetin kime ait olacağını yakında bileceksiniz. Muhakkak olan şu ki zalimler felaha eremeyeceklerdir.(Kur'an, En'am 135)

 

Dekor:

Perdeleri yarı indirilmiş melal boyalı bir oda. Ortada bir kadın, köşede bir çocuk; yerde upuzun, sütbeyazı bir çarşaf...Çarşafın üstünde gittikçe genişleyen kanlı desenler ve altında boylu boyunca uzanmış, ayakuçları günün son ışığıyla gıdıklanan taze bir ölüm. Tebessüm dolu dudağının ucunda bir mutluluk, ve donuk yüzünde birdenbire gelen kutlu meleğin aydınlık sevinci. Zulmün ve zalim güllelerin arasından giriliveren bir hadika... Nefeslerden başka kımıldama yok odada. Uzaktan uzağa kurşun ve top sesleri bölüyor muhteşem sükutu, ve bir de ölü saçların çığlığıyla çırpınan aynanın görüntüsü. Bu, koynuna doğduğu yurttan, sonsuz sılaya dönüvermesi ansızın bir yiğidin. Oğlunun başına dokunamadan ve belki kırkıncı mevlidi okunamadan; eşinin yüzüne doyunca bakamadan ve vatanının sevgisine bir çivi çakamadan... Hangi bahçelerde kaldığını bilmeden özlediği çiçeklerin; ve hangi kurşunla devrildiğini anlayamadan dilediği dileklerin... Bir dönüş vatana apansız... Göğsünde bir yara yalnızca ve şahadetinin mermisini İlahi bir çağrıya uçurup götüren bir can kuşu... Karşı dünyadan umut ve tebessümle bakıyor geride bıraktıklarına...

 

Olay:

Babalar ölür, saçlarına dolaşır çocukların hasret; ve dillerine anaların...Kuşlar havalanır uzaklardan; ikindi kısmetlerini aramaya...Duadayken elleri ananın, hasretini aramak üzere süzüldü kapıdan çocuk...Ellerinde tane tane bulgurlar ve yüreğinde bulgur bulgur umutlar. Dağlardan kentin üstüne bir serçe; ve ölümlü odadan sokağa bir çocuk...Caddelere serpilmiş umutların peşinde iki yanlı bir koşu, kan tere batmışçasına, durmadan dinlenmeden ve dinlenmeden durmadan... Yüzyüze kanatlar ve adımlar... Birbirine umutlar ve hüzünler... Ve kaderleri kilitlenerek hızla çarpan minicik yürekler... Savaş kentinin sokaklarında gündelik çırpınmaları yöneten acıların doyumsuz yoldaşlığına doğru iki can. Köşe başlarında toprağa uzanmış yığın yığın gölgelerin üstünden; kimliksiz ölüleri başında nereye ve kime gideceğini şaşırmış atların kıyısından; ve düşürüldü mü gelişleri gidiş eyleyen zalim tetiklerin arasından; bir daha görünmeyecek olan görüntülerin içinden; ve bütün güzellikleri geride bırakarak donup kalan güneşin altında lirik bir mısra gibi, içli bir rüya gibi ve hüzzam bir şarkı gibi birbirine... Neden sonra düğümlendi kanatlar ve adımlar bulgur tanelerinde... Dışarıdaki ölüler, ve içerideki ölüler arasında...( Ya dışımızdaki ölüler; ya içimizdeki ölüler arasında!?) Masum yüzlü delikanlılar, umut sözlü kızlar... Bir merminin, ya şarapnellerin kurbanları... Caddelere korku ve dehşet, evlere şiddet ve vahşet olarak akan istilanın damıtılmış acıları... Pencerede yanan son karanfil dalı ve dehşetle gözünü göğe çeviren toprak şiddetli bir sesle dağılıp büyük bir alevle yandı... Bir gülleydi, bir çığlık, bir ölüm oldu. Anaların, kardeşlerin, arkadaşların ve arkadaşlıkların ölümü; insanın ve insanlığın ölümü!... Ve de bir serçenin... Ve de bir çocuğun...

 

Düğüm:

Sen ey!... kuş seslerine gömülesi çocuk!.. Parmaksız avucuna düşen serçenin en hafif teleği adına; pas tutsun inşallah zulümler ve öfkeler artık, inşallah pas tutsun namlular ve tetikler. Ayak ucuna gurubu, başucuna şafağı dikelim biz senin. Sen ey!.. Mor ikindilere verilesi serçe!... Küçücük dilinin üstünde bekleyen son bulgur tanesi adına; artık vakitsiz solmasın tomurcuklar ve kurşunların yerinde papatyalar açsın.Siz ey, gelinlerin ölüleri, ve aşıkların, ve anaların, ve kardeşlerin ölüleri... Bir vatanın ölüleri... İnşallah sizden sonra ilk mezar mezarcının mezarı olsun ve inşallah dünyada zalimlere arka çıkan bütün anneler bebeklerinin gözlerine kapanırken, dünya kapansın gözbebeklerine.

 

Sonuç:

Gülüm!... Bugün bir oyun daha bitti... Perde indi, çığlıklar, gürültüler, ağıtlar kaldı geriye... Yarın, melekler yeniden gelecek ölen çocukların üstüne örtülecek atlasın kalıbını almak için; ve serçeler yeniden konacak şefkatli avuçlarına çocukların... Sen dur demezsen eğer, kim bilir ne zaman, hangi baharda bitecek çocuğun üstünde güller; kim bilir ne zaman, hangi nisanda yağacak toprağına yağmurlar!...Gülüm!... Sahi, yalnızca sessiz harflerle konuştukları için mi duyuramazlar seslerini bize ölüler?Yoksa kurşunlar kalplerimizi de kulaklarımız gibi sağır ettiği için mi işitmeyiz onları!?.. Bir an gülüm, yalnızca bir an, evinde şefkatle başını okşadığın çocuğu, dağlardan gelen serçeyle birlikte güllerin arasında, kanlar içinde düşün... Peki de, zalimlerin ürünlerini boykot etmek de mi gelmez elinden!?..

İskender Pala,"Kırkıncı Kapı",Kapı yayınları(İstanbul 2005),S.123-126

Share this post


Link to post
Share on other sites

ah - mine'l - aşk

 

Osmanlı'da toplumda söze değer verilir, sözün güzel olması, uluorta harcanmaması gerektiği her fırsatta vurgulanırdı. 'insanda dil bir, kulak ikidir' sözünü uyduranlar da, bundan 'bir söyle, iki dinle' kuralını çıkaranlar da onlardır. onlara göre söz, nötr kabul edilir; üst derecesine (vahiy, söylev); alt derecesine de laf (değersiz, boş lakırdı) denilirdi.

Share this post


Link to post
Share on other sites

kitab - ı aşk

 

 

 

 

 

 

 

şimdiki gençler galiba gizli kalması gerekeni açık ettikleri (ne ayıp!..) ve sevgililerinin adlarını dillendirmekle kalmayıp, aradaki macerayı da başkalarıyla paylaştıkları için aşkın gülümseyişlerini ve zenginligini ıskalıyorlar... çünkü sırlara hükmetmek ayrıcalık ve olgunluktur!..

Share this post


Link to post
Share on other sites

İskender hoca demişken fikirlerimizi yazalım kendisi hakkında...

 

Çok büyük değer verdiğim insanlardandır kendisi...

 

Eğer bazı hislere sahip değilseniz onun edebiyatından bayıcısını bulmak zordur fakat istidadınız varsa, birşeyleri hissediyorsanız onun edebiyatına sarılır, kendi teliflerini kovalarsınız. Romancılığı teknik manada çok iyi değildir, bazı kronolojik hatalar yaptığı vakiidir fakat bu açığını malumatla, insanı celbeden bir üslupla, yer yer karşınıza çıkan ilginç buluşlarla öyle güzel kapatır ki, başkası yapsa 'böyle şey olur mu?' diyeceğiniz hatalara nazar boncuğu gözüyle bakmaya başlarsınız. Hocanın estetik zevkine ve estetiğe bürüme kabiliyetine ise kelimenin tam manasıyla hayranım. Tablosunu çizdiği ve özlemini duyduğunu hissettirdiği olaylar, nostaljik hisler taşıyan herkese 'keşke' dedirtebilecek güzelliktedir. Fikrî planda eleştirdiğim lale devrini bir anlatışı vardır ki hocanın, gaza gelip 'ah be, ben olacaktım orada!' dediğim olur. Ehl-i keyf bir adam olduğu intibâını uyandırmaktadır kendisi ve hoşsohbet olduğu izlenimini vermektedir (inşallah görüşebiliriz bir gün). Ayrıca onun estetik zevkinin belki de en parlak aynası, berceste seçebilme konusundaki müthiş kabiliyeti olsa gerek. Tanzimattan sonra ortaya çıkan ve günümüze kadar uzanan divan edebiyatını dışlama temayülünün karşısında İskender hoca gibi birkaç edebiyatçımız dik bir duruş sergileyemeseydi, şimdi hislerimizi anlatma konusunda bize yegâne yardımcı olan o bercesteleri de yitirecektik belki de. Belki de, yitirdiğimiz nice güzelliğimizin ve değerimizin yanında o belagat mucizelerini de kaybedecektik. Bu bile başlı başına, İskender hocaya hayran olmak için vesiledir.

 

Bir diğer yandan, hocayı, bir kültür tarihçisi olarak kabul edebiliriz. Kendisi bildiği pek çok nükteyi, menkıbeyi ve gizli kalmış hatırayı yerli yerinde kullanmakta ve bizleri mest etmektedir. Yerli yerinde kullanmak meselesinin üzerinde durmak istiyorum, çünkü Sunay Akın gibi bazı adamlar bi şeyler bilir fakat öyle bir yerde, öyle bir şekilde anlatırlar ki tiksinirsiniz. Velhasıl İskender hocada bu da yok, İskender hoca bu yüzden de güzel bir adam.

 

Divan edebiyatına genel manada hakim bir insandır kendisi, tam bir otoritedir ve kaliteli bir araştırmacıdır. Bu yönünden istifade etme lüzumu hakkında söz söylemiyorum bile...

 

Tasavvuf mevzusunda ise hoca malesef biraz satıhta kalıyor gibi. Abdülbaki Gölpınarlı gibi bal kavanozunu dışarıdan yalayıp tuz tadı alanlardan değil, kavanozun kapağından sızan balı yalıyor ama o kapağı da bir açabilse, şahken şahbaz olacak hocamız. Hoca tasavvufu seviyor ve tasavvufi bilgisi de, divan edebiyatıyla ilgilendiği için haliyle epeyce var ama bilirsiniz, tasavvuf kâl değil, hâl işidir. Hocanın, bugüne kadar takip etmekte olduğu çizgisine sadık kalması ve bu üretkenliğiyle devam etmesi temennilerimin dışında, tasavvuf konusunda biraz daha işin içine girebilmesini arzulamaktayım. Allah inşallah ona, bunu da nasip eder de ortaya saygıdeğer bir gönül ehli çıkar. Fakat şu haliyle bile çok seviyoruz saygıdeğer hocamızı, Allah uzun ve bereketli bir ömür nasip eylesin kendisine...

Share this post


Link to post
Share on other sites

GÜL DEYİNCE KALEM ELDEN DÜŞÜYOR

 

Gülü tarife ne hâcet, ne çiçektir biliriz.

 

Hilkatin Fatiha'sı, nübüvvetin hatimesi, ins ü cinnin efendisine selamdan sonra,

 

Biz O varlık güzeline Gül diyeceğiz, gül çağında ıtırlarını duymak için...

 

Beşeriyet bütün zaman ve mekân boyunca Gül'ü bilememenin ve Gül'ü sevememenin ıstırabıyla kıvrandı ve en büyük hakikat şu ki, başını nereye vursa o Gül'den başka gül bulamayacak, Gül'ü örnek almadıkça ete kemiğe bürünmüş feryadından kurtulamayacaktır. Eller nakış nakış, desen desen Gül'ü dokur çünkü, kâğıtlar renk renk, deste deste Gül' ü okur. Gül'ün ıtırlarında bülbüller yaşar aşk ile; ve aşk ile renginin şulesinde pervaneler düşer. Kimin eline değerse Gül, elleri gül kokar onun. "Burada beni ancak Allah buyruğuna bağlı Peygamber affı kurtarır/ Ben de onun öç ve adalet eline uzatıyorum işte şağ elimi" der Sezai Karakoç dilinden Ka'b b. Züheyr, ve o günden sonra bürdesini giyer Gül'ün. Çelikten büklümler

 

"Eğer Gül'ün vasıflarının şerhini devamlı, durmadan söylesem, yüzlerce kıyamet geçer de o yine bitmez" buyurur Mevlânâ.Lisan ve kalem hakkıyla anlatamaz Gül'ü, bunu herkes bilir. Bilir de Asr-ı Saadet'ten bu yana sayısız kalemler Gül'ü yazar ciltler ve kütüphaneler dolusu; hesaba gelmez lisanlar Gül'ü söyler manzumeler ve şiirler boyu.

 

Şimdiye kadar neler söylenmedi Gül hakkında, neler yazılmadı. Yazmakla bitirilemedi ve bitirilemeyecek. Adına naat dediler, Gül'ü anlattılar, şemail dediler vasıflarını sayıp döktüler. Hilye yazdılar yakınlıklarını ifade için, miraciya dizdiler şanı tebcil için. Besteler yaptılar Gül terennümünde, ilâhiler söylediler Gül deminde. Na'tî mahlâs kullandılar, divanlar doldurdular, adını anarak başladılar mesnevîlere bir bakışına mazhar olmak için. Aharlı kâğıtlara döküldü bin bir harf düz ve eğik, Gül'ü yazmak için yarıştı gubari ile şikesta ta'lik. Hamdullah'tan Hamit'e harf başına şükür diye yazdı divitler; Levnî'den Osman'a tel tel renk verdi çivitler. Ne yana baksa Gül'den bir iz görür gözler; ne yöne dönse Gül'ü özler, geceler ve gündüzler. Eşya ve varlık gül için vardır ve Gül, eşya ve varlık için. Bir milyon adı varsa aşkın, bir eksiğiyle hep Gül'den alır ilhamını. Kâğıt, kalem ve kitap... Söz, kelâm ve hitap... Her suret ve her şekilde Gül'e mahkûm.

 

Kimileri Gül dediler, ömür boyu güldüler; kimileri Gül dediler, gül uğruna öldüler.

 

Gül'ü anlatmayan dil ne söyler ki efsaneden başka!... Gül harflerinden gül söylemeyen kelimeler gerçeği olmayan isimlerden öte nedir ki?!... Gül kokusu taşıyan bilgi canda ışık; gül destesi götürmeyen kervan bedene kuru yük değil midir?

 

Dicle'nin serin yamaçlarında gözyaşlarını ikindi sularına karıştırarak Kıble'ye yönlendiren bağrı yanık şair hasretini anlatıyordu:

 

Suya versin bâğbân gülzârı zahmet çekmesin

Bir gül açılmaz yüzün teg verse bin gülzâre su

 

Sultan, rüyalarının sevgilisine Gül rölyefleriyle başı üzre yer vermek için sorgucunu O'nun ayak izinden yaptırıyor ve üzerine şu dizeleri nakşettiriyordu:

 

Nola tacım gibi başımda götürsem dâim

Kademi nakşını ol hazret-i şâh-ı rusûlün

Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir

Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün

 

Ve sultanın mürşidi her yüzde Gül'ün aşkını okumaktaydı:

 

Gül ağlama gül bize

Ele diken gül bize

Gül olanın yüzünde

Gül açılır gül bize

 

Şimdi bir yılgınlık çağına geldik, Gül için feryatlar çağına ve denildi:

 

Güle gûş ettirmez boş yere bülbül inler

Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler

 

Şikâyet değildir kastım Gül'üm, cür'etim içimin yanışından... Gülistanlarda savaşlar var, bülbüllerin kurşuna dizilip kefensiz gömülüyor. Hiç bugünkü kadar yakışmadı Kâbe'ne siyahlar ve biz seni hiç bugünkü kadar özlemedik. Varlığa bir Gül ise sebep, kokusundan ya renginden nasıl duralım ayrı?!...

 

Ebedî gülşeninde tek ayak üzre duracak bir yer de vermez misin bize Gül'üm?!...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kendisiyle bir kereye de mahsus olsa görüşmüşlüğüm vardır. Oldukça mütevazı ve ehl-i keyf bir kişiliğe sahip. Sohbeti de tadına doyamayacağınız eserleri kadar lezzetlidir. Ayrıca iki gözü iki çeşme ağlayan ufak bir çocuğun yalnızca başını okşayarak, kulağına fısıldadığı iki kelimeyle yüzünü güldürme kudretine de sahiptir. :rolleyes: Tanışmak hepinize nasip olur inşallah...

vesselam...

Share this post


Link to post
Share on other sites

AŞKTIR Kİ GERİSİ VESAİREDİR...

 

Sevgili!..

Aşkın şiirini yazmak isterdim sana; sana aşkı şiir ile yazmak isterdim... Aşkı seninle tanımlamak ister, aşkı sende tanımak isterdim. Ay ikiye bölündüğünde yanında olmak, Uhud’da dişini avcuma almak isterdim.

 

Sevgili!..

Şimdi senden uzakta, aşk şudur diyebilsem eğer, son defa kendimi ve ilk defa okuyucumu kandırmış olacağım. Bildim dediğim bir aldanıştır çünki o, duydum dediğim bir yanlıştır. Şimdi ayın, şın ve kaf’ları çıkardılar elif belerden de sensizliğin mektebinde bir sabra mıhladılar bizi elif’lerle he’lerden.

Sensizlikte hasretin hüzzamlarını öğrendik kucak kucak, ve aşkın nihavent saltanatını arar olduk köşe bucak. Bildiğimizi sandıkça yandık da yolunda, yolunda yandığımızı sandıkça bildik sonunda.

 

Aşkın gerçeği değildi bildiğimiz, ama aşkın ateşiydi yandığımız. Artık şüphedeyiz, canları yâre ulaştıran bir sel miydi aşk, şekeri güzele sunup ağuyu kalbe bulaştıran bir el miydi!..

 

Sana varacak yolların çilesi miydi; tutkular ötesi tutkunun zirvesi, hasretle yanışların sesi miydi!..

Galiba varlığın çekim alanına giren en ulvi acıydı aşk; ve maddeyi mânâya veren en cömert sancıydı. Ruhların çeşitli varlıklar arasında bölüştürülen süsüydü belki; belki ötelere yazgılı yitirişlerin türküsüydü.

 

Kalp kalbe konan kelebek kanatlarında renk; kudümlerde düşünüp neylerde ağlayan âhenkti aşk. Şarkın bütün şiir macerasıydı, belki Yesribli sevgililer için tutulan bir Anadolu yasıydı. Yağmur yağmur belaya başını tutmaklar ve ateş ateş denizlere kendini atmaklardı. Mansûr’u dâra takan da, Halil’i oda yakan da oydu, ve oydu Eyyub’u derde bırakan da. Tuz kadar mübarek, ekmekçe aziz idi; toprakleyin bereket, su gibi temiz idi.

 

Aşk iğnesiyle dikilince bir dikiş, kıyamete kadar sökülmez imiş. Aşk ile insan elbet güneşe benzer; ve aşksız gönül misâl–i taşa benzer. Hayatı aşka bölünce hayat çoğalır; bütün hayatları toplasan geriye aşk kalır. Gelip kemiğe dayanınca dünya, hayata atılan kemend olur; göz kapaklarından vurulunca kasırgalar, annelerce deprem, babalarca bend olur.

Aşksız bahar dallarını kuru bir ayaz boğar, aşksız rahmini yargılayan bebekler nâgehan doğar. Mahrem düşüncelerle perdelenen odalarda ya ezel ya ebet olur; aşk kayıp giderse dünyadan ebet kıyamet olur;

sevgisizlik gelir, dünya cehennem olur.

 

Aşk gelince burukluğun şiirinde hüzün dokur heceler; ve azarlanmış kalpleri ısırır tam yarısında geceler. Saban onunla sürerse toprağı koşarak, ancak o vakit yeşerir taze bir başak. Atların nallarından yıldırımlar masallara dökülür, ve yollanamayan mektuplarda nice kalpler sökülür.

 

Kayan yıldızlar gibi büzülür elem dehlizlerine diller, ve melal süzülür gibi melek kanatlarında döker yapraklarını güller. Kaderin dehşetini yakan şamdanlar özge pervanelere tesellikâr düşer, şefkatli bir ekmek kırıntısıdır kurutulmuş buselere yâr düşer.

 

Sevgili!..

Kapına geldik; aşkı öğret bize; ve aşkını ver yüreklerimize.

Bir nihânîce gamzene gamzede âşıkların adına... Hani uykuya dalınca kenti, ve yalnız başına kalınca kendi...

 

Hani yalnız gecelerde konuşmadan kalınca dilleri, ve hâl üzre gönüller anlar olunca bütün dilleri... Vicdan sesinden bîzâr kürek mahkumlarınca, hani âşıkların hasreti özlemle karınca...

 

Hani gurbetin ucunda gönlüme gömen de seni, hani seni gurbet gurbet gönlüme gömende... Güneş ve ay nurunu aşkından alırken; güneşin ışığı aya vurur gibi âşıkı aydınlatırken... Gel ey Sevgili bir huzmecik bahş eyle âsî ve aciz üftadene, ve umut ver peykin olmaya teşne kem zerrene. Aşkları unutan bendene aşkını unutturma!..

Her şey sen olsun şu dünyada ve olmasın sen olmayan dünya da.

 

 

 

İskender PALA

Share this post


Link to post
Share on other sites

İskender Pala...Şu an okuduğum okulda Fen-Edebiyat Fakültesi,Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı olarak görev yapmakta...Onunla aynı okulda bulunmak,yazdığı kitaplardan bir şeyler öğrenmeye çalışmak,eserlerini okurken aldığımız hazzı tekrar yaşatmakta...

Share this post


Link to post
Share on other sites

"Ah mine'l-Aşk"

 

Bir çoğalmadan ibarettir aşk, bir coşmadan, kabarmadan, büyümeden ibarettir. Devamlı artmayan bir duygunun aşk olması ne mümkün?

.

Sözün var olduğu günden beri, en fazla sarf edildiği alan aşktır. Aşk üzerine söylenmiş sözlerin sınırı yoktur. Belki söylenmemiş söz de yoktur; ama her dönemde başka türlü söylenmekten dolayı çoğalan söz vardır. Söz nötr bir varlıktır, üst derecesi kelam, alt derecesi laftır. Sözün kelam derecesinde konusu aşktır. Söze en güzel manayı aşk verir. Bütün boyutlarıyla sözü aşkla söylediğiniz zaman sözün güzelliğini hissedersiniz. Bir cümleyi aşkla yazın; görün cümle ne kadar güzelleşir. Usulen yazılan cümleden muhatabın alacağı pek bir şey yoktur.

.

Hayatin aşktan yoksun olduğu hiçbir zaman gösterilemez ki. Bitkinin hayati olsun, insanin hayati olsun, dünyanın hayati olsun, bütün hayatların her kademede aşka ihtiyaçları vardır.

.

Aşkla bakmak; yürekle bakmak demektir. Göz sadece bir fonksiyonu yürütür; ama fonksiyonun içini dolduran, onu san’ata dönüştüren gönüldür. Biz gözümüzle bakarız; ama gören gönüldür. Gönlümüzde aşk varsa, gözün gördüğü güzeldir.

.

"Yalnızca bir türlü aşk vardır; ama görüntüleri binlerce türlüdür" der bir bilge. Üç çeşidini söyleyelim: Aşk beşeridir; şakayla baslar, sorumluluk getirir. Gözden girer, gönülde yasar. Surete meyledenler ziyandadır. Aşk platoniktir; sohbetle baslar, zahmet getirir. Zihinden girer, gönülde yaşar. Siretini süslemeyenler yol şaşırır. Aşk İlahidir; imanla başlar, vahdete götürür. Gönülde doğar, gönülde yasar. Sırrı saklamayanlar, başını verir.

.

Aşk, Allahu Teala'nın "Bilinmeyi istedim kainatı yarattım" buyurduğu noktada başlar. Ve oradan bir ırmak gibi birdenbire coşkuyla akar, binlerce yola ayrılır, binlerce ırmak oluşur. Bir bastan binlerce baş oluşur. Onun için bir türlü aşk vardır. Varlığımızı sürdürdüğümüz medeniyet birikiminin içinde aşkın bütün çeşitleri mevcut. Bugün dahi mevcut, biz hangi boyutunda yasıyorsak aşkın, o türlüsünü tadıyoruz demektir.

.

Beşeri aşkın (mecazi aşkın) İlahi aşka dönüşmesi tabii bir seyir. Pek çok mutasavvıf İlahi aşk için beşeri aşkı ilk basamak olarak görür. Çünkü Allah güzeldir, güzelliği sever. Mevcudattaki o İlahi kudretin eserine bakarak ancak bir izden asıla gidebilir, görüntüden orijinale geçebilir manasında beşeri aşkı ilk basamak olarak görmüşlerdir ve atlamışlardır oradan.

.

İşte; Leyla ile Mecnun. Leyla’nın bir beşer olarak aşkını Kays'in biriktirmesi... Kays içinde büyüyen o aşkla ileride bir eşikten atlayarak Leyla ile bütünleştirmesi... Buradan da ileri giderek başka boyutlara yol alması... Artık o Hallacın "enel hak" dediği noktadır, o Nesimi'nin cübbemin altında "Allah'tan gayrisi yoktur" dediği noktadır. Gerek baş verirsiniz gerek derinizi yüzerler. Sırları ifşa etmek noktasında aşk biter.

.

Salt sırdır aşk. Aşk bir kişilik sırdır, iki kişiye müsaadesi yoktur. Zaten aşk tekildir. Sevilen hiçbir zaman aşkın içinde değildir. Aşkın içinde seven vardır o kadar. Sevilenin haberi bile olmayabilir aşktan, olması önemli de değildir üstelik. Aşk tekil olduğu için sırları da, kederleri de, acıları da, firkati de, hicranı da, gözyaşı da, ateşi de tekildir. Yani içinde bulunduğu ateş sadece bir kişiyi yakar, gözyaşı da bir kişiden akar, ayrılığı bir kişi çeker. Aşkı bunlar çoğaltır, aşkın "eksilmeyen fakat artan" özelliği ayni zamanda buradan beslenir. Gözyaşı aşkı artırır, hicran, hasret bu duygular aşkı devamlı büyütür, katmerler, yuvarlar bir çığ gibi. Yani aşk, acı çekmeyi bastan göze almayı gerektiriyor. Aşkın bir tarifi de acı ve bütün bu acılardan duyulan mutluluk. Onun ötesinde de insanin kabiliyeti. Aşk her gönülde ayni kıvamda varolamaz. Gönül medeniyetindeki gönüllerimiz aşkı değişik boyutlarda alacaktır, o zaman işin içine sırrı da girer. Yani benim sırrım benim kalbime sığacak olan kadardır, daha ötesini kaldıramaz. Sır, acı ve hasret varsa aşk vardır ve o aşk tekildir bir kişiyi ilgilendirir.

.

Biz aşkı genel kabulümüzde "beşeri aşk" derken bir zaaf olarak algıladık "İlahi aşk"i da bir hedef olarak gördük. Beşeri aşkın ve İlahi aşkın ikisinin de ayni anda ve ayni bünyede tezahürü bir geçiş itibarıyla mümkündür.

.

Ahsenü'l-Kasas buyurulmuş Yusuf Suresi'nde; aşkı anlattığı için bu sure. Mevlana "Zeliha o hale gelmişti ki..." diyor, "... çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adi Yusuf'tu onun için. Yusuf'un adini başka adlara gizlemişti, mahremlerine bu sırrı söylemişti. Mum ateşte yumuşadı, dese; sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakin ay doğdu, dese; söğüt dalı yeşerdi, dese (...); başım ağrıyor, dese; başımın ağrısı geçti, iyiyim, dese hep ayrı manaları vardı bu sözlerin. Birini övse onu överdi, birinden şikayet etse onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüz binlerce şeyin adini ansa, maksadı da Yusuf'tu onun, dileği de..."

.

Hiçbir insan bir kadına aşık olmayı veyahut da bir kadının bir erkeğe aşık olmasını, "beşeri aşk" dediğimiz duyguyu yadsıyamaz, ayıplayamaz. Ne din, ne de yasalar yasaklamıştır aşkı; yürekler Allah'a aittir çünkü. Gönül ki Allah’ın evidir, aşkın her çeşidine itibar eder.

.

Bütün milimetrekarelerinde ayni sevgili olmayan bir gönül aşkı bilir mi acep?!. Bir kuru yakınlaşmayı, ilgiyi, arzuyu aşk sanarak yaşanılan ömür adına va veyla ve va esefa!.. Bir Cemal'e kul, bir Ahmed'e köle, bir Leyla'ya deli ve bir ışığa pervane olmayanın aşkı mi vardır, ya akli mi vardır ki!.. Alem bir ask için yaratılmış ve "Aşk imiş her ne var alemde!...

.

"Muhabbetten Muhammed oldu hasıl

Muhammedisiz muhabbetten ne hasıl."

.

Sevgi üzerine kullanılabilecek bütün mecazları üstüne alınmadır aşk. Aşk acıdır, hasrettir. Hicran ve hayrettir, firkat ve gurbettir. Gözyaşı ve ahtır; tazarru ve münacattır. Aşk ölümdür, can vermedir, kurban olmadır. Canların birbirinde kaynayıp erimesidir; canların can özünde yitirilmesi ve aranmamasıdır aşk. Parçalara böldükçe demiri, mıknatısı güçle bütün parçaların yine birbirlerini aramalarıdır. Arama gücünü yitiren, zayıflatan, küçülten parçalar bırakır; ancak birbirini kovalamayı. Tasın içinde saklı olan ateştir aşk; bir kıvılcım çakınca kuşatır bütün evreni. Atom çekirdeği etrafında saniyede iki bin kilometrelik hızla dönen elektronların karıdır bu. Kudretin ve İlahi san'atin özündeki cevherden beşeri estetiğe akıp gelen ilhamdır o. Bir şehre Ussak bir köye Asıklar adini vermektir. Aşk ki şiirde Su kasidesi, mimaride Selimiye, musikide Ferahfeza'dir. Aşk, haddehanelerden dökülen ateş, manaya gebe sözdür. Aşk, meşktir.

.

"Kim aşık olur da iffetini muhafaza eder, halini gizler ve bu yüzden ölürse şehit olarak vefat eder." diyen bir hadis-i şerif rivayet ediliyor.

.

Kalplerimizin incelmesi, yüreklerimizin güzellikleri tatması ve tanıması açısından her insanin aşka ihtiyacı vardır. Bunu yasaklayamazsınız. Fakat gizlilik esastır. Aşık olan insan aşkını herkese ilan edemez, bu ayıp bir şeydir. Çünkü sevgilinin adi onun için kutsaldır. Sevilen insanin eskiden beri adinin ulu orta söylenmesi aşık’ı incitir. Aşık olmak değil, aşkı söylemek ayıptır. Çünkü aşk bir sırdır dedik. Aşkı mutlaka kötü yorumlamamak lazımdır. Çünkü aşk olgunlaştırıcıdır. Gönlümüzle, Allah’ın işaretlerini görebilmemizi sağlayacak en önemli vasıtalardan birisidir aşk. Gönlü açmak ancak sevmekle olur. Aşktan kaçış ta yoktur, siz istediğiniz kadar yasaklayın o, kişiye bir gün gelir. Seyh Galib’in dediği gibi "Birden bire bu aşkı bu tuhfe bulanındır." (Tuhfe:hediye)

.

Önce beşeri aşkın rafine edilmesi lazım, İlahi aşka yükselmesi için. Bir insanin esine veyahut da bir başkasına beslediği aşk-i mecazi var. Daha sonra bu insan Aşk-i İlahi‘ye yükseliyor. Bu hal ailesine karşı olan aşkında bir düşme göstermeyecektir. İlahi aşkın içerisinde beşeri aşkın cüzleri zaten mevcuttur. İlahi aşka vasıl olmak bilakis beşeri aşkların temelini sağlamlaştırır. Denizin içinde damla vardır; ama deniz damladan ibaret değildir. Bugün aşkla ibadet edebilen bir insan, yarin ibadet eder gibi aşık olabilir. Bugünkü isini aşkla yapan da, ayni isi yarin aşk ile yapamayabilir.

.

Aşk sayesinde insan ebedilik kazanır ve lamekan olur. Aşk bir hiçliktir tasavvuf neşvesinde. Fakat o hiçlikte kendinizi "hiç" hissettikçe var olursunuz ve hiçlik büyük bir varlığa sebep olur. Can verirsiniz; ama can verdikten sonra yaşamaya başlarsınız, kendinizi feda edersiniz feda olduktan sonra şöhret olursunuz.

.

"Güzelsiz olmazız amma oluruz etsiz ekmeksiz".

.

Beşeri boyutta aşkın mekanı ve zamanı çok kısıtlı, insanlar sadece birisinin gözlerini görebiliyor. "Küçüksu'da gördüm seni, gözlerinden bildim seni" gözlerinden başka bir yerinden de bilmesi mümkün değil zaten. Böyle bir kıyafet, böyle bir toplum yapısı, sokakta olmayan bir kadın. Beşeri aşkın sadece gözyaşı getirdiğini, sadece acı getirdiğini, dolayısıyla bizim şairlerimizin de "sevgili" diye hitap ettikleri insanların ancak kokularını duyabildikleri; saba yeli sevgilinin saçının kokusunu getirdiği zaman, acısının en fazla olduğu, yoldan geçecek diye günlerce yolda beklemek, bir haber gelecek diye bir süzgün bakışına, bir gamzeli bakışına muhatap olurum diye günlerce uykusuz kalmak. Bütün bunlar içerisinde beşeri ilişki ve birliktelik çok sınrlı. Bu sınırlılık aşkın bir gömlek daha yükselmesini sağlayabiliyor. İçinizde büyütüyorsunuz, hasretin çoğalması aşkın da çoğalması demek.

.

"Eyitti ol peri bir gün düşüne gireyim bir seb, Sevincimden nice yıllar geçiptir görmedim uyku" : O sevgili bir gün bana dedi ki hadi gönlün olsun rüyana gireceğim bir gece, bu sözü duyduğumdan sonra sevincimden nice yıllar geçiyor hala uyku uyuyamadım. Böyle bir tek söz, bazen bir çift göz ömür boyu süren bir aşkın merkezidir. Böyle bir toplumda o güzellikten, o sözden yola çıkan insan İlahi aşka gidebiliyor.

.

Aşkın en büyük özelliği ruh terbiyesine müsait olması. Seven daima niyazda, sevilen daima nazda. Sonuçta insanin yaratılısındaki özü, mutlak suretle hissetmesini sağlayacak bir acı ve kederle kalbi yumuşatmak, mumları eritmektir. Kalp mumlaşıp mum da eriyince ister istemez bir yanış, "Hamdım, pistim, yandım" olur. Yanma son noktadadır. Artık çeşitli tecellileri kabul etmeye hazırız; hoşgörü, affetme, sabır ve hatta bütün ömrünüz boyunca ulaşacağınız duyguları kapsar. Bunu yapmadıkça, kalp çiğ kalır, ister istemez meseleleri de hazmetmek zor olur. Onun için ayrılık vardır, acı ve hasret vardır. Aşkta vuslat yoktur, vuslat olduğu an aşk yoktur. Vuslat aşkın düşmanıdır üstelik.

.

Bugünün nisanlılıkları üç ay, evlilikleri iki-üç sene sürüyor. Çünkü aşk diye yaşanılan şeyler riyakarca yürütülen bir oyundan ibaret. Her iki taraf da gerçek yüzlerini gizliyorlar, karşı tarafa hoş gelecek geçici bir hale bürünüyorlar. Oğlan bir simit alıp gelesiye kadar, kız yeni bir sevgili bulabiliyor mu kendine, ona bakmak lazım. Bu kadar vazgeçilebilir duygulara aşk diyebiliyorlarsa onu sorgulasınlar.

.

Aşk sorgulanmalıdır; bir ilgi midir, bir sevgi midir, bir tutku mudur. Anormalliktir; ama bu anormalliğe geçiş sürecinde bizim duygularımızı hangi derecede, hangi merhalede tuttuğumuza bağlı. Bir üstünlük, bir ayrıcalık vesilesi yani. Oysa bugün hepsine aşk diyoruz, hatta cinselliğe bile aşk deniyor, aşk yapmak aşk adına çok küçültücü bir şey üstelik. İnsanin bir ilgiyi aşk sanması; onun askıdır; fakat aşkın ancak bir nebzesidir. İçinde aşk yok değil mutlaka vardır; ama askın ne kadarıdır iste ona bakmak lazımdır. Mutlak aşktan herkes ancak nasibi kadarını alabilir.

.

Bir şeyin aşk olabilmesi için tutkulu olması, patolojik olması, anormal olması gerekir. İştahla yemek yerken hatırlayıp sevileni, yemek boğazda düğümleniyorsa; derin uykularda görülen rüyadan sonra bir daha uyku girmiyorsa gözlere, sen bir mecliste adi anıldığında onun, inziva engin bir boyut kazanıyorsa, hamasi bir söylevin tam ortasındaki bir kelime, bir cümle ne dediğini bilmezleştiriyorsa insani, iste odur aşk. O ki, göz kapakları kapandığında karanlıkları son bulmuyorsa, ne cür’et aşktan söz edile!?.

.

Eskiler "Ah mine'l-Aşk" yani "Ah aşkın elinden!..." demişler. Galiba biz de "Ah Bine'l-Aşk " yani "Ah aşka ulaşmak!..." demeliyiz.

Share this post


Link to post
Share on other sites

İSKENDER PALA'NIN KÖŞESİNDEN-MECNUN,LEYLA İLE SOHBETTE

 

Mecnun bir gün fırsat buldu,Leyla ile oturmaya muvaffak oldu.Leyla,onu sınamak için bir dilekte bulundu:

 

-Ey aşık!Neyin varsa getir.

-A ay yüzlü,dedi Mecnun,aşkınla ne suyum kaldı,ne kuyum.Ne ciğerimde azıcık kan,ne gözümde bir nebze yaş.Aklımı yağma ettin,uykumu çaldın.Artık bir canım var,emreyle onu vereyim.

-Ben onu senden ne vakit istersem alırım,başka neyin var,sen ondan bahset.

 

Mecnun o vakit arandı,yakasında sakladığı bir iğnesi vardı,onu çıkarıp sevgiliye sundu.

 

-İşte varlık aleminde sahip olduğum tek şey bu iğnedir.Bunu da neden taşıyorum bilmek istersen,çölde,ovada seni izlerken çok düşüyorum,kendimden geçiyorum;oralarda ayağıma,bedenime dikenler batıyor;bu iğneyle o dikenleri çıkarıyorum.

-İşte bunu istiyordum ben senden.Eğer aşkında gerçek isen bu iğne nasıl layık oluyor sana?Dikeni çıkarırsan buna vefa mı derler?!..

 

İskender Pala-Tavan Arası

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hakîkatli Sevgili

 

Aşk ve sevgi… Tecellisi gönülde beliren, gönlü muhatap alan duygular... Buna, insanı anlamlandıran beşerî, İlahî ve mecazî boyutta telvinler de denilebilir.

 

Belki biri diğerinin vasıtası, diğeri ötekinin hedefi. Asıl hedefe giden yolda kah temrin, kah oyalanıp aldanma…

 

Aşk ve sevgi… İçinde mahabbet, alâka, yakınlık, dostluk, meveddet, mürüvvet ve daha pek çon insanî hasletlerin gizlendiği dünya… Bazen şefkatin, bazen himayenin, bazen merhametin adı. İlahî anlamda yalnızca bir hedefe, Sevgili’ye bakmak, beşeri anlamda ise aynı hedefe birlikte bakmak…

 

Sevgililer günü diye bir icad var artık. Bize dışarılardan dayatılmış bir anlayış… Ve aşkın yalnızca beşeri boyutunu görüyor; başka sevgileri ve sevgilileri de hariçte tutuyor. Evet… Varsayalım ki biz de bu mânâda “sevgili” diyeceğimiz kişiyi, can yoldaşımızı hatırlayacağız; onu hediyelerle, çiçeklerle hatırlamadan evvel kalbimizde hatırlamaya kim itiraz edebilir?!.. Üstelik bunu bir gün değil, her gün yapmamız gerektiğini ihtara hacet var mıdır?!.. İşte bu daimi hatırlamadır ki bizi ismete, ahlaka, nezahete ve necata götürür. Bu da bizim, canına sevgili arayan behîmî yanımızı yontup sevgili için can götüren insanî hasletimizi teraziye koyacaktır. Örnek mi istiyorsunuz; beraber okuyalım:

 

Canı için sevgili isteyenin hikâyesi

 

Vaktiyle bir padişahın çok güzel bir kızı vardı. Garibanın biri onu görmüş ve âşık olmuştu. Her nereye gitse sevdiğinden bahsediyor, aşkını anlatıyor, sabredemiyor, çırpınıyor, ah çekiyor, halkı kendine acındırıyordu. Öte yandan şehirde haber çabuk yayıldı ve sultan bunu duyunca âşıkı huzura getirtip,

 

-Ya ülkemi terk eder gidersin, dedi, ya da kelleni vurdurtacağım, kararını hemen ver.

 

Zavallı adam, düşündü, taşındı ve gitmeye karar verdi. Sultan ise adamın cevabını duyunca cellatları çağırttı. Vezir dedi ki:

 

-Hünkarım, neden suçsuz birinin kellesini vurdurttunuz?

 

-Çünkü gerçek bir âşık değildi o, sahtekardı. Eğer gerçekten âşık olsaydı başının kesilmesini seçerdi. Eğer başının kesilmesini seçseydi, tahtımdan kalkıp onu yerime oturtacaktım.

 

İhtar: Hayatını sevgilisinden daha çok seven kişi aşk davasına kalkışmamalı.

 

Sevgili için can isteyenin hikâyesi

 

Vaktiyle bir padişahın çok güzel bir kızı vardı. Uzun saçlı bir delikanlı ona âşık oldu. Geceleri hasretiyle ah ediyor, gündüzleri sarayın kapısını gözlüyor, o nereye giderse atının ardından sürüklenip gidiyor, koşuyor, gözlerinden yağmur gibi yaşlar akıtıyordu. Bu yüzden sultanın çavuşlarından durmadan eziyet görüyor, dayak yiyor, ama bir kerecik olsun feryad etmiyor, ah demiyordu. Halk bu olup biteni gördükçe kah delikanlıyı ayıplıyorlar, kah sultanın insafsızlığına söyleniyorlardı. İçlerinden bir tanesi bile delikanlıyı kıza layık görmüş değildi. Nihayet kız, babasına,

 

-Bu bela niceye dek sürecek, dedi; beni bu halden kurtar, artık utanıyorum.

 

Sultan bunun üzerine o delikanlının tutulup derhal şehir meydanına getirilmesini, orada saçlarından bir atın ayağına bağlanıp bedeni paramparça olana dek sürükletilmesini ferman etti. Halk, yürekleri parçalanarak meydana toplandılar, göz yaşları toprağı kızıl güllere benzetmekteydi. Ve nihayet sultan da kızı uğrunda can feda edecek olanın halini görmek istiyordu. Herkes hazır olunca bir asker, delikanlının saçlarından tutup hazırlanan atın ayağına bağlamak üzere sürüklerken aniden kurtuldu ve padişahın huzuruna koşup eteğine yapıştı:

 

-Ey âleme adalet veren sultan, dedi; senden bir dileğim var, bir parçacık beni dinle!...

 

Sultan hışımla karşılık gösterdi:

 

-Canını bağışlamamı istiyorsan, nafile; şu anda seni öldürtmekten daha önemli bir arzum yok. Saçımdan sürükletme, bir anda öldürecek bir yol tut diyeceksen, ahdettim, senin kanını at nallarına çiğneteceğim. Bir zaman için bana aman ver diyeceksen, bu da mümkün değil, çünkü toplanan halka karşı küçük düşmüş olurum. Yok kızımla birkaç dakika olsun yalnız kalayım diyeceksen, onun bir tek tel saçını bile sana reva görmem, artık onun yüzünü göremeyeceksin.

 

-Hayır, ey her yaptığını güzel yapan sultan, dedi delikanlı, canımı bağışlamanızı istemiyorum sizden. Hiçbir an mühlet de dilenmiyorum hatta. Kızınızı bana göstermeyeceklerini de artık biliyorum. Atların ayağı altında sürüklenme konusuna gelince, buna da itirazım yok. Benim sizden isteğim tamamen başka.

 

-Söyle o vakit nedir dileğin?

 

-Elbette bugün beni öldürecek, at nalları altında hor ve hakir bir halde kanımı toprağa karıştıracaksın. Dileğim o ki beni onun atının ayağına bağlayıp sürüklet. Çünkü ben o ay yüzlünün yolunda ölünce ancak diri olabilirim.

 

Sultan, onu bağışladı ve kızıyla evlendirip ölü gönlüne can verdi.

 

Aşağıdaki satırlar, gerçek sevgilerin cazibe merkezi, yüreklerin en hassas süveydalara açılan kapısını ve Sevgililer Sevgilisi’nin ruh ve beden yapısını anlatır ki Hakanî Mehmed Bey tarafından yazılan Hilye-i Saadet adlı kitaba göre düzenlenmiştir.

 

En Sevgili’nin hilyesi...

 

“Saçı fazla uzun olmazdı ve tam kıvırcık denilmeyecek derecede dalgalı idi. Saçını ortadan ayırır ve dört bölük halinde; ikisini omuzlarına, ikisini de kulaklarına doğru bırakırdı. Bazan kulaklarını açıkta bıraktığı da olurdu. Bu saçlar, misk gibi siyah renkli ve güzel kokulu idi.

 

Her iki mânâda alnı açıktı. Bu alın genişçe ve buğday renkli idi. Ancak ortasında daima bir nur parlardı.

 

Yüzü değirmi idi. Ona dikkatle bakılamazdı. Parlak bir çehresi vardı. Ayın ondördü gibi parlardı. Dolgun veya şişman olmadığı gibi kuru ve zayıf bir yüz de değildi. Yanakları ne etli ne de çöküktü. Yüzünün aklığı içinde yanaklarının kırmızısı gâlip idi. Terlediği zaman üzerine çiğ tâneleri kondurmuş gülü andırırdı. Öfkesi ve memnûniyeti, yüzünden anlaşılabilirdi. Uzun, ince ve hilal kaşlı idi. Kaşlarının ucunda kıvrım vardı. İki kaşı arasında tüy yok idi ve bembeyaz görünürdü.

 

Kirpikleri siyah ve uzun idi.

 

Gözünde ezelden bir sürme mevcuttu. Beyazı katı beyaz; karası kapkara idi. Gözleri geceleyin de gündüz gibi görürdü. İlahî aşkın eseri bazan gözlerinde kızarıklık oluştururdu. Baktığı zaman karşısındaki kişi nazarına dayanamaz ve gözlerine dikkatle bakamazdı.

 

Burnu mütenasip idi. İki kaşına yakın olan kısmı bir parça yüksekçe idi. Koku almakta çok hassastı.

 

Ağzı ne çok büyük; ne de çok küçük idi.

 

Dişleri aralıklı olup üst üste değildi. İnci gibi bembeyazdı. Konuşurken ön dişleri arasından bir nur çıkar gibi görünürdü. Güldüğü zaman dişleri dolu taneleri gibi parlardı.

 

Gülüşü tebessümden ibaretti. Kahkaha ile gülmekten hayâ ederdi. Eğer kahkaha ile gülecek olsa Arş-ı Âlâ titrerdi. Bu sebeple ömrü boyunca hiç kahkaha ile gülmedi.

 

Çenesi yuvarlak idi.

 

Sakalı sık ve siyah idi. Ömrü boyunca sakalında yalnızca 17 kılı ağarmıştı. Her yeri aynı uzunlukta kesilirdi.

 

Boynu ve gerdanı bembeyaz idi. Bu boyun, ne uzun; ne kısaydı. Gerdanı çok güzel görünüşlüydü.

 

Pazuları etli ve beyaz idi.

 

Omuzları genişti. Üzerinde tek tük kıllar mevcut idi. Yassı yağrınlı olup yağrının ortası etli idi. Nübüvvet mührü onun iki kürek kemiği arasında ve sağ omzuna yakın bir yerde bulunuyordu. Bu mühür, siyaha çalan sarı renkte olup çeyrek altın büyüklüğünde bir ben idi. Üzerinde dik duran siyah kıllar var idi.

 

Beden olarak ince yapılıydı. Vücut yapısının bir benzeri daha yaratılmamıştır. Giyecek olarak en çok beyaz; sonra yeşil rengi tercih ederdi. Yazın ince atlas kumaş; kısın yün giyerdi. Elbisesi asla gösterişli olmazdı. Ömrü boyunca aynı anda iki elbiseye birden sahip olmadı.

 

Bir yere yöneldiği zaman bedeniyle birlikte döner, asla başını çevirerek bakmazdı. Başını çevirip bakmak insanı hayasız eylediği için onun bu tavrı ümmetine sünnet olmuştur.

 

Vücudundaki kemikler irice ve muntazam idi.

 

Pazusu koluyla; uylukları da ayaklarıyla şekilce birbirine uygun idi. Kuru yâhut ince olmayıp dolgun idiler. Her azası birbirinden güzel idi. El ve ayak ayaları genişçe idi. El parmakları uygunluk içindeydi.

 

Göğsü ve karnı birbirine uygun ve aynı düzgünlükte idi. Göbeği yuvarlaktı. Göğsünden göbeğine kadar bir çizgi hâlinde kıllar uzanırdı.

 

Orta boylu sayılırdı. Göze çarpacak kadar kısa; dikkat çekecek kadar da uzun değildi. Orta boylu olmasına rağmen kendisinden uzun birinin yanında el ayası kadar uzun görünürdü. O kişi yanından ayrılınca yine orta boylu gösterirdi. Boyu selvi misâli düzgün idi. Bedeninde kıl yok idi. Teni gül gibi kokardı ve yaşı ilerledikçe âdetâ tazelenirdi. Ne zayıf; ne de etli ve göbekli idi. Her bir parmağı kalem gibi düzgün idi.

 

Yürürken hızlı yürürdü. O kadar ki ayakları altında yeryüzü dürülüyormuş gibi olurdu. Yürürken ona yetişebilmek zor idi. Hayasından yokuş iner gibi önüne eğik olarak yürür ve etrafına bakınmazdı.

 

Yolda birdenbire karşısına çıkıveren kişi ondan heybet duyar ve aciz kalırdı.

 

Konuştuğu kişiye güzel kokusu siner ve birkaç gün çıkmazdı. Bir çocuğun başını okşasa birçok günler çocuğun kokusundan, ona Peygamberimiz’in dokunduğu bilinirdi. O çocuk, diğer akranları arasında daima fark edilirdi. Konuştuğu her kişi sözlerindeki güzellik ve tatlılık ile onun kulu kölesi olmaya hazır olurdu. Etkili konuşması ile müşrikler Müslümanlığı seçerdi. Sözlerinde ruha ferahlık veren bir edâ var idi. Asla dedikodu ve malayâni konuşmazdı.

 

Kısacası yaratılış ve huyca ne o tam olarak kimseye benzer; ne de kimse O’na benzeyebilirdi. Bir hadîs-i şerîfte; “Ben en fazla babam Hz. Âdem’e benzerim; peygamberler içinde bana en çok bezeyen de atam Hz. İbrahim’dir.” buyurmuştur.

Share this post


Link to post
Share on other sites

o kadar çok yazıyormuş ki, yeni kitabı piyasaya sürüldüğünde, bir sonraki kitabı elinde hazır,basılmayı bekliyormuş.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kalp ve Göz…

 

 

Bütün aşk hikâyelerinin en unutulmaz en heyecan verici sahnesi, sevenin sevgiliye ilk baktığı andır şüphesiz. Daha doğrusu, onun yüzünü ilk gördüğü vakit. Âşıktaki içsel değişimin başladığı an, gözün sevgiliye ilk takıldığı saniye dilimidir ve aşığın bütün biyografisi, bu “ilk bakışın öncesi ve sonrası”ndan ibarettir. Kalpte ateşin yükselmesi, aklın ve sabrın ateşe düşmesi o ilk bakış ile başlar. Kılıcın kınından sıyrılması yahut okun yaydan fırlamasıdır bu. Sevgilinin yüzü kınında bir kılıç yahut sadakta bir yay gibidir; bakış onu kınından ve sadağından çıkarır.Sevgili’nin yüzü; aşk yangınını alevlendiren ilk kıvılcımdır.

Aşığın kalbi mi, ilk bakıştan sonra suda titreyen bir mehtap.

Göz… Savaşı başlatan haberci.

Bakış… Elde olmayan kader; ilahi kaza.

Ve aşk… Kalp ile göz arasındaki kutlu bir hadise.

 

Çok sonraları kalp göze diyecektir ki, “Ben bu onulmaz derde iten sensin. Safayı sen sürdün, acıyı ben çektim. Nimet senin, zahmet benim oldu. Sen sevinirken, kaygılanan ben oldum. Bakışlarını arttırdıkça sen, dertlerimi çoğalttın benim. Zafere eren sen, hezimete uğrayan ben. Sen emirlere itaat edilen hükümdar oldun, ben senin peşinde koşan tebaan. Sen emir ben esir. Sonra devam eder:

 

- Ey göz! Sen ikisin ben birim. İki kişinin bir ferde saldırıp onu öldürmesi zulüm değil de nedir?… Şimdi ağla o halde; ettiğin zulmün cezasını çek bakalım.

 

Göz buna karşılık ayet-i kerime ile cevap verir: “Gerçek şu ki; gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur” (Hacc 46)

 

Göz görünce bir kez geriye ne kalır?

Share this post


Link to post
Share on other sites

paylaşımlar için teşekkür ettik.. bu adam zaman gazetesinde yazıyor arada bir..

Share this post


Link to post
Share on other sites

MİHRABIM

 

Mihrabım’a uğra saba yeli,huzuruna varıp edeple,selamı mıilet,heceler yarım yamalak,heyecanlar salkım saçak…

 

"Ant olsun kuşluk vaktine…",kuşluk vakti onun gönlündeki vahyin ışığıdır,ve ışıklar nurunun aşığıdır.

"Geceye ant ederim ki…",O’nun saçlarını kıskanmaktan gecenin bağrı yanık;gece yarısı hasretle uyanıktır.

"Güneşe ant olsun…"ondan daha kutlu bir faniyi hiç izlemedi ve yer ondan daha kıymetli bir hazineyi hiç gizlemedi.

 

Ahmet!…gönüller gıdası,ruhlar şifası… Gözlerin feri,şerefin zaferi… Dudağının değdiği bir güle bin can feda Ahmet,eline değmiş bir ele cihanca cihan feda.

 

IŞIĞIM!…

 

Göz kırpasıya Burak’ınla vardığın yere bin yılda varamazken berk uran melekler,nasıl aşkına dönmesin zeminler ve zamanlar,nasıl tutulmasın burçlar ve felekler.

Sen var iken kıblem,gök ile yerin arasında hangi varlığa adansın ya emekler,ya hangi renk ile iltica etsin çiçekler?

Cemalini gören aşık,görmeyen aşık iken nurun,gamzene rüyada olsun ermesin mi tennure kelebekler?

 

GÜNAYDINIM!…

 

Tohum versen de bize mahsul olabilseydik,kanat olsan da bize katına varabilseydik.

şarkıların ürperdiği şebnem avuçlarında Medine rüzgarlarının ışıltılı kumlarınca yanabilseydik,sana kanabilseydik.

bir kez olsun aşkınla döktüğümüz gözyaşlarından abdest alabilse ve denizine ve bir kez olsun dalabilseydik,ya denizinde kalabilseydik.

Himalayalar kadar kara yüzümüzü kara yerlere salabilseydik;bağından razıye ve marziye ilhamlar alabilseydik!

 

SEVGİLİM!…

 

Kutlu gelişine yüz bin selam olsun,sen aydınlık içinde aydınlık,sen açıklık içinde açıklıktın.seninle sevgiler sevgili olu,seninle muhalimiz hale dururdu.

mühürleri kaldırmada son idin sen,can kilitlerini açmada sonuncu,gülümsesen.seni görenlerin güneş düşerdi gözünden,seni sevenlerin ışık yayılırdı

yüzünden.birer efsaneydi iki yanağın;hayal ile hatıra eleğim sağmalarıyla karanın ve ağın.

 

SULTANIM!…

 

Adına altınlar bastıran sultanlar şehirler alırdı,şimdi şehirleri düşüyor adınsız sultanların,adını gizli anıyor aşık-ı nalanların.

Kulluk prangaları çözülünce ayağımızdan,azad oldu zülfünün zenciri solumuzdan ve sağımızdan.

Ashabının kara kerpiçte gözsüz gördüğünü,biz cilalı aynalarda yitirdik ve yaptık düğünü.

Tedavisinde hayat bulmuş hekime düşman hasta gibiyiz,mürebbisine kin güden çocuklara hasta gibiyiz.

İnsanlık güneşe nisbet zulmete döndü,balıklar suya öfkelendi,kuzgun ete döndü;bahtımız hasrete döndü.

 

HASRETİM!…

 

Gümüş tenli Yusuf’u arayanlar gül teninde Yusuflar ülkesine girdiler;cennet peşinde koşanlar gül cemalinde cennetlere erdiler.

‘’Körün elinden tutana Hak’tan yüzlerce ecir vardır!’’buyurmuştur.

kıyam et,tut körlerinin elinden ve israfilleyn kıyametten evvel bir kıyamet kopar.

Yıllar yılı kendi yatağını öpen nehirlerce ak ezeli özlemlerimizin yokuşlarına ve öğüt,yine öğüt, yine öğüt aşk tanelerimizi değirmenlerinin nakışlarına.

 

ÖVÜNCÜM!…

 

Ruhlarımızdan kuşluklar geçti,gün geçti…akşam oldu,düğün geçti…ve gece olmadan,Yesrib’in güneşi,kerem kıl,tüllenen hayallerimize bir huzme bıraksın himmetin ve artık getirdiğin kutsal emanetin kaybolacağından korkmasın ümmetin!

Kalbimizi kaydırmadan,bize onu haşre dek baki kılma ruhsatı ver ve yalın unutuşların poyrazında bırakıp bizi bir başımıza,belleklerimizin tereddüt dolu zembereklerinde kıvrandırma yeter.

Gel,son kez ilk baharımız ol!.bu mevsim güller incitilmesin,gamküsarımız ol!..

 

ÖMRÜM!…

 

Taha ve Yasin aşkına…

Öncesinde Senin aşkın yoksa neye yarar ölüm.

 

İSKENDER PALA

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sanırım dünkü (19 Mart) Zaman gazetesindeki köşesinde Çanakkale geçildi (mi?) başlıklı güzel bir yazı yazmıştı. Bir kısmını aktarıyorum. Tamamını okumanızı tavsiye ederim.

 

"Çevrenize bakınız, geleceğimizin teminatı olacak gençlerimizin eğlence biçimlerine, eroin partisinde can veren çocuklarımıza, televizyon ekranlarından üzerimize sıçrayan bayağılıklara, turistik (!) ülkemizde yine turistik diye her türlü rezalete baş üstüne deyişimize, internet cafelerde sigara dumanlarına esir olan yavrularımıza, topluma örnek gösterilen insanların sapkınlıklarına veya sapkın insanlara, okumayı unutan toplumumuza, alışveriş merkezlerini mabet haline getiren halkımıza... Ayrıca burada anmaya gerek görmediğimiz onlarca, yüzlerce çarpık uygulamaya bakınız, bakınız da Çanakkale geçilmiş mi; geçilememiş mi kendinize yeniden sorunuz. Galiba İstanbul'un Müslüman kimliğinden rahatsız olup onu Konstantinepol yapmak isteyenler Çanakkale'yi geçmişler."

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...