Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
ToKSiN

Mehmet Âkif Ersoy

Recommended Posts

yine en sevdiklerimden

 

‘Ah o din nerde, o azmin, o sebatın dini

 

O yerin gökten inen dini, hayatın dini,

 

Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek

 

Müslümanlık mı dedin? ...Tövbeler olsun,

 

ne demek!

 

Hani Kuran'daki ruhun şu heyûládaki izi

 

Nasıl İslám ile birleştiririz kendimizi'

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

İhtiyar amcanı dinlermisin oğlum nevruz?

Ne büyük söyle ne çok söyle yiğit işte gerek.

Lafı bol karnı geniş soyları taklit etme;

Sözü sağlam özü sağlam adam ol, ırkına çek.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites
Bu şiiri ben de çok severim,bir ara Safahattan bişeyler yazayım ben de,gerçekten çok güzel şiirler var.

Bem de şu mısrayı çok severim:

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

 

 

evet gerçektende güzel mısraymış..

Share this post


Link to post
Share on other sites

(Safahat'tan ilgimizi çekenler...)

 

TEVHÎD yâhud FERYÂD

 

...

Sendense eğer çektiğimiz bunca devâhî,

Kimden kime feryâd edelim söyle İlâhî!

...

 

Devâhî: Büyük belâlar, afetler, kazalar...

Share this post


Link to post
Share on other sites

SELMÂ

 

(Kızkardeşinin, henüz dört yaşında iken dünyaya gözlerini kapayan kızı için yazdığı şiirden bir bölüm...)

 

...

 

Bu hem kaçıncı felâket? Beşinci! Yâ Rabbi,

Tamam beşinci seferdir ki kız ölüm gerecek!

Bu son ümîdi de şâyed giderse dördü gibi,

Zavallı kendini vaktinden evvel öldürecek.

Çıkıp da gör hele bir kerre şimdi Selmâ'yı...

Ne hâle koydu felek, git de bak, o sîmâyı!

 

...

Share this post


Link to post
Share on other sites

MERHUM İBRÂHİM BEY

 

(Ziyadesi ile beraber fazilet sahibi birisi olarak tasvir ettiği Baytar Mektebi âlimlerinden İbrâhim Bey için yazdığı şiirinden bir bölüm...)

 

...

 

Demek, görünmeyeceksin ilel-ebed bana sen,

Demek, uzaktasın ey yâr-ı mihriban benden!

Hayâta sen beni rabteylemiş iken, şimdi

Aceb nasıl yaşarım söyle âh sensiz ben?

...

 

Ey yâr-i azîz-i gam-küsârım,

Mahvoldu Hudâ bilir karârım,

Sarsıldı olanca ıstırâbım;

Bî-zâr peyinde rûh-i zârım!

Gittin, beni kimsesiz bıraktın,

Yaktın beni hasretinle yaktın!

 

Gam-küsâr: Gam def'eden, teselli veren, dert ortağı, arkadaş...

Istıbâr: Sabretmek...

Pey: Ard, arka...

Share this post


Link to post
Share on other sites

AZİM

 

Sa'dî, o bizim Şark'ımızın rûh-ı kemâli,

Bir ders-i hakîkat veriyor, işte meâli:

 

"Vaktiyle beş on kâfile sahrâya düzüldük;

Gündüz yürüdük hep, gece bir menzile geldik.

 

Çok geçmedi, baktım, bir adam hâsir ü hâib

Koşmakta... Meğer eylemiş evlâdını gâib.

 

Bîçâre gidip haymelerin hepsine sormuş;

Bir taş bile görmüşse, hemen oğluna yormuş.

 

Avâre peder, nerde bulursun onu! derken...

Gördüm ki ciğer-pâresinin tutmuş elinden,

 

Lebrîz-i meserret geliyor bizlere doğru,

Taşmış da gözünden akıyor şimdi sürûru!

 

Yaklaştı şütürbâna nihayet, dedi yekten:

"Evlâdımı buldum... Nasıl amma? Onu bilsen...

 

Karşımda ne görsem, “O!” dedim geçmedim aslâ.

Aldatsa da tahmînimi binlerce heyûlâ,

 

Azmimde fütûr eylemedim, ye'si bıraktım...

Mâdâm ki dünyâdadır elbet bulacaktım...

 

Kumlarda yüzüp, zulmetin a'mâkına daldım;

Hep rûh kesildim... Ne boğuldum, ne bunaldım.

 

Tevfık-i İlâhî edip en sonra inâyet,

Gördüm gözümün nûrunu karşımda nihâyet. "

 

İm'ân ile baksak oluyor işte nümâyan,

Sa'dî bize göstermede bir meslek-i irfan:

 

Bir gâye-i maksûda şitâb eyleyen âdem,

Tutmuşsa bidâyette eğer azmini muhkem,

 

Er geç bulacak sa'y ile dil-hâhını elbet.

Zîrâ bu şuûunzâr-ı tecellîde, hakîkat,

 

Tevfik, taharrîye, taharrî ona âşık;

Azmin de emel lâzımıdır, gayr-ı müfârık.

 

Olsun da emel azm ü taharrîye mukârin;

Tevfik zuhûr eylemesin sonra... Ne mümkin!

 

Ba'zen iki üç haybet olur rehzen-i ümmîd...

İnsan o zaman etmelidir azmini-teşdîd.

 

Ye'sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen

Hüsrâna düşersin; Çıkamazsın ebediyyen!

 

Mahkûm olarak ye'se şu bîçâre peder de,

Evlâdını şâyed o karanlık gecelerde,

 

Vaz geçmiş olaydı aramaktan, ne bulurdu?

Elbet biri candan, biri cânandan olurdu.

 

Hâib: Mahrum, ümidsiz, kederli, me'yus, bi-behre olan...

Hâsir: Bir şey söyler veya okurken dili tutulan kimse, kekeme insan, hasarete uğrayan, zarara, ziyana uğrayan, hasret çeken, meramına nail olamayan, yorulmuş, zayıf, eli boş, çaresiz...

Hayme: Çadır...

Lebrîz: Taşacak kadar, ağıza kadar, taşkın...

Meserret: Sevinç, şenlik, sürur...

Şütürbân: Deveci, deve çobanı...

Fütur: Yeis, ümidsizlik, usanç, zaaf, keder, gam, gevşeklik...

A'mak: Derinlikler...

Nümayan: Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Parlayan...

Şitab: Seğirtmek, koşmak. Çabukluk, acele etmek...

Dil-hah: Gönül talebi, gönül arzusu...

Şu'un: İşler, fiiller. Havadis.

Taharri: Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.

Müfarık: Ayrılan, ayrılmış. Müfarakat eden.

Mukarin: Yakın olan. Bitişen. Ulaşan. Ulaşmış olan.

Haybet: Mahrumiyyet. İsteğine erememek. Me'yus ve mahrum olmak.

Teşdid: Şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme.

Share this post


Link to post
Share on other sites

çanakkale şehitlerine şiirini ezberleyemediğim için edebiyattan kalmıştım hocaya hırstanda su gibi biliyorum şimdi bu şiiri

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest Bir Kereye Mahsus

Üstaddır. Bir numaradır. Yeganedir. Benzersizdir. Türk ve müslüman bir genç olmama -çok şükür- gurur vesilesidir. Neyzen Tevfik in kadim dostudur. Bizim gibi cahil gençlere üstadın kullandığı kelimeler çok ağır gelse de, onun gibiler yüz yılda bir zor gelir...

 

"Budur benim hayatta en beğendiğim meslek

Sözün odun gibi olsun, hakikat olsun tek!"

Share this post


Link to post
Share on other sites
S.a

Şiirin tam hali alttadır.

 

Çanakkale Şehitlerine

 

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde -gösterdiği vahşetle- "Bu bir Avrupalı!"

Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi... Mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,

Ostralya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;

Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...

Hani, tâ'ûna da zuldür bu rezil istilâ!

Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,

Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,

Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...

Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.

Sonra mel'undaki tahribe müvekkel esbâb,

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

 

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,

Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,

Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,

Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,

Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.

 

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?

Çünkü te'sis-i İlâhî o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;

Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;

"O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme" dedi.

Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.

Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar...

Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...

Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?

"Gömelim gel seni tarihe" desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...

Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.

"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,

Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan;

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,

Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

 

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,

Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,

Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...

Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;

Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât!

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.

 

 

 

keşke şu şiiri ezberleme yeteneğim çok iyi olsaydı edebiyatım tam beş gelecekti :)

Share this post


Link to post
Share on other sites

HÜSRAN

 

Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,

İslâmı uyandırmak için haykıracaktım.

Gür hisli, gür imanlı beyinler, coşar ancak,

Ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım

Haykır! Kime, lâkin? Hani sâhipleri yurdun?

Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım;

Feryâdımı artık boğarak, na´şını, tuttum,

Bin parça edip şi´rime gömdüm de bıraktım.

Seller gibi vâdîyi enînim saracakken,

Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.

Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;

İnler "Safahât"ımdaki hüsran bile sessiz!

 

 

enînim : inleyişlerim

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest Bir Kereye Mahsus

RESMİM İÇİN

 

Resmim İçin

 

Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,

Günler şu heyûlâyı da, er geç, silecektir.

Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,

Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?

 

Resmim İçin

 

Bir canlı izin varsa şu toprakta, silinmez;

Ölsen seni sırtında taşır toprağın altı.

Ey gölgeden ümmîd-i vefâ eyleyen insan!

Kaç gün seni hâtırlayacaktır şu karaltı?

 

Resmim İçin

 

Dış yüzüm öyle ağardıkça ağarmakta, fakat,

Sormayın iç yüzümün rengini: Yüzler karası!

Beni kendimden utandırdı, hakikat şimdi,

Bana hiç benzemeyen sûretimin manzarası!

 

Resmim İçin

 

Beni rahmetle anarsın ya, işitsen, birgün

Şu sağır kubbede, hâib, sesinin dindiğini!

Bu heyûlâya da bir kerrecik olsun bak ki,

Ebediyyen duyayım kabrime nur indiğini.

 

Kaynak: http://www.siraze.net/antoloji/mehmetakif/resmim.htm

 

Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'la Yapılan Son Röportaj:

 

İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u ölümünün 67 yılında rahmetle anarken, şair ile vefatından önce yapılan son röportaj ortaya çıktı. İşte Üstat'ın Yedigün dergisinde 1936'da yayımlanan son ropörtajı:

Kaynak : yorumla.net - Linkleri Sadece Kayitli Uyelerimiz Gorebilir. Uye Olmak Icin Tiklayiniz...

M.Akif TBMM’nin kendisine verdiği 500 liralık büyük ödülü ret ederek kışın paltosuz bir şekilde vatanına hizmet etmiş gizli kahramanlarımızdandır. Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun.

 

Şair Temmuz 1936 yılında Yedigün dergisi adına muhabir –yazar Kandemir bey Taksim`deki Mısır apartmanında hasta yatağında yatan M.Akif Ersoy’u ile röportaj yapmak için merdivenlerden çıkarken M.Akif ile vefatından önceki son röportajı yapacağını bilmez.

 

69 yıl sonra bu röportajı arşivlerden bulup sizin için tekrar gün yüzene çıkartık.

 

Türk Edebiyatına son devrin çok güzel şiirlerini hediye eden büyük şair Mehmet Akif vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra tekrar aramıza kavuştu.Fakat İstiklal Marşı’nın milli his,milli heyecan ve milli şiir yaratan bu büyük şairi akif yurda hasta döndü.Şimdi hastanede tedavi altındadır.Yedigün muharriri Akif’le konuştu.Onun yurttan ayrı yaşadığı günlerdeki hatıralarını,intibalarını topladı.

 

Günün birinde sessiz sedasız yola revan olarak vatan ufuklarını aşan şair Mehmet Akif, tam on bir yıl süren bu uzun seferin sonunda,işte bembeyaz bir hastane odasının bembeyaz bir yatağında solgun,mecalsiz ve bitap yatıyor.Başucundaki sandalyeye oturdum. Ak kılların çerçevelediği bu sapsarı yüze,bu gevşemiş,şarkmış çizgilere bu yorgun ve dalgın gözlere bakıyorum, zaman denen şeyin kudretini hayat denen efsanenin sırrını bilmek istiyorum,sonra yavaşça soruyorum

 

-Özledin mi bizi üstat ?

 

dudaklarını hiç kıpırdatmasaydı hiç ses çıkarmasaydı bile,bu zehir gibi gülümseyişiyle her şeyi söylemiş olurdu.

 

Özlemek mi oğlum..Özlemek mi ?

 

Bu acının büyüklüğünü bir daha kendi içinde görmek ister gibi gözlerini yumdu, sonra kesik kesik konuştu;

 

Mısır’dan üç gecede geldim. Bu üç gece otuz asır kadar uzun sürdü..Orada on bir yıl kaldım ..fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım çıldırırdım…

 

-Hasret

 

Kupkuru dudaklarında kendi gibi solgun bir ses sızıyor;

 

-….Çok acı…

 

-Ya kavuşmanın sevinci ?

 

-Onu sorma oğlum…Onu ben kendi kendime bile soramıyorum..ancak yazık ki vapurdan çıkar çıkmaz yatağa düştüm.hiç bir şey göremedim.

 

-Ve kendi kendine söylüyor;

 

-Cennet gibi yurdumdayım ya..Çok şükür.

 

Hastalığı akla geliyor;

 

Karaciğerim, dalağım şişmiş..geldik, yattık burada .Müşahede altına aldılar, bakalım ne olacak?

 

Eski hatıralarını deşiyorum.Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Ankara istasyonunda karşılaşışımız hatırlıyorum.

 

Evet diyor.İstanbul’dan, mücahede aleyhine fetva çıktığı gün ayrılmıştım.Üsküdar’dan araba ile şimdi ismini hatırlayamadığım bir köye gittik, oradan’Cuma’yı tuttuk.O zaman Adapazarı’nda karışıklıklar vardı, kenarında geçtik, kah öküz arabalarıyla, kah beygirlerle lefke’ye geldik ve trenle Ankaraya ulaştık..

 

Ankara Yarabbi ne heyecanlı gün..Ya Sakarya günleri..fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla ye’se düşmedik. Zaten başka türlü çalışabilir miydi ? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz..Fakat imanımız büyüktü’

 

Yorgun ,susuyor..

 

-İstiklal marşı`nı nasıl yazdınız ?

 

Yavaşça yatağında doğruluyor, yastıklara yaslanıyor sesi birden canlanıyor;

 

-Doğacaktır, sana vaat ettiği günler hakkın!...

 

Bu ümitle, imanla yazılır.O zamanı düşünün..İmanım olmasaydı yazabilir miydim.zaten ben,başka türlü düşünüp, başka türlü yazanlardan değilim. Bu elimden gelmez.İçimde ne varsa,bütün duygularım yazılarımdadır..Şu var ki’İstiklal Marşı`nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur. Ancak tarihi bir değeri vardır’

 

Ve gözleri, yemyeşil Şişli sırtlarında, dilinde bir dua gibi aynı nağme titriyor.

 

Kim bilir belki yarın,belki yarından da yakın

 

-Ya büyük zafer üstadım..O anda ne duydunuz ?

 

Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi nereden geldiği bilinmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek;

 

-Ah diyor;

 

Ve bir lahza bırakıyor kendini bu essiz sevincin koynuna..Dalıyor

 

Ve ,sesini ta içiten dudaklarına dökülüşünü seziyorum;

 

-Allahım ne muazzam zaferdi o’ ortalık hercümerç oldu… Beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu. Tekrar gözlerini yumuyor.

 

-ve biz mest olduk !...

 

-O zaman bir şey yazmadınız mı ?

 

-Artık benim ne düşünecek,ne duyacak,ne yazacak hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı… Bizim dilimiz tutulmuştu.Ordu, bizzat yazıyordu.

 

Üstadı ziyarete gelenler, görüşmemize ikide bir birde fasıla veriyorlar.Hastabakıcı hemşirenin getirdiği yemek tepsisi odayı bir parça boşaltıyor,şimdi ,o ağır ağrı çorbasını içerken bir yandan da benimle konuşmak nezaketini gösteriyor;

 

-Mısırda nasıl vakit geçirdiniz ?

 

-Kahire’nin yirmi beş kilometre cenubunda Helvan vardır. Sakin asude bi köşedir. Orada oturdum.

 

Zaten,tab’an münzevi bir adamım.gürültüyü sevmem.İstanbul’da iken de böyle idim. Mısır’da da darülfunun işi çıkıncaya kadar Helvan ‘da yaşadım.son zamanlarda kahireye indim.

 

-Sevdiniz mi mısır’ı ?

 

-Var güzel tarafları var.. Bilhassa kışın..hoş yazın da sıcak iklimlerde bulunduğum için muzdarip olmazdım.Orada sıcak da sürekli değişir, evler de ona göre yapılmıştır. En sıcak günlerde odaların harareti yirmi sekiz, otuzdan fazlaya çıkmaz..fakat bir yaz günü İstanbul… Bu doğup büyüdüğüm ,büyün dostlarımın yaşadıkları İstanbul, hele Boğaz gözlerimin önüne gelince…

 

-Mısır’da neler yazdınız ?

 

Geçmişten adam hisse kaparmış..Ne masal şey!

 

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi ?

 

Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;

 

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi ?

 

Ve üstadın Helvan’sa yazdığı

 

‘Firavunla Yüz Yüze’s,nden şu son parçayı alıyorum;

 

Bileydim,ey koca Mısır’ın ilahi uryanı!

 

Mezara, heykele ait bütün bu velveleler

 

Bekan için mi hakikat ? Meramın oysa, heder;

 

Evet, bütün beşerin hakkıdır beka emeli

 

Fakat bu hakı ne taştan, ne leşten istemeli!

 

-Kolay mı yazarsınız ?

 

dudaklarına götürdüğü bardağı yana çekerek;

 

-hayır..diyor

 

Ve suyunu içtikten sonra, devam ediyor;

 

-Çok uğraşırım..Epeyi çalışırım..Mevzuu uzun boylu kafamda işlerim..nihayet kağıt üzerine naklederken de hayli yorulurum..

 

-zevklerinizi sorabilir miyim üstadım ?

 

Hafifçe gülümsüyor.ve ‘ zevk’ diye dünyada bir şey var mı der gibi yüzüme bakıyor;

 

-Zevk mi.Benim zevklerim mi ? eğer sevdiği eserleri okumak, hoşlandığı mevzuları yazmak için uğraşmak, nihayet düşünmek, yapayalnız, bir köşeye çekilerek, sessiz sedasız düşünmek bir zevkse..eh benim de zevklerim var demektir.

 

Çorbasından başka bir şeye el sürmeyen şaire, hastabakıcı hemşire, yalvaran bir sesle öteki yemekleri gösteriyor.;

 

Siz yorulmayın..ben vereyim.

 

-Yiyemeyeceğim..

 

-Bir parça sütlaç..

 

-Mümkün değil..Rica ederim ısrar etmeyin..

 

ve bana dönüyor.

 

Eskiden beri yemekle başım hoş değildir..Sigara da içmem..

 

Şimdi doktorlar zorla ye deyip duruyorlar..zorla ne olur ki, yemek yenebilsin.

 

Tekrar yatağına geçince, ben de vedaya hazırlanıyorum.ve ayak üstünde soruyorum:

 

-Neler yazacaksınız?

 

-biraz kendime gelirsem,yazacak şeylerim hazır..

 

eliyle birkaç defa başına vuruyor.

 

-Var kafamda hazırlanmış mevzularım

 

-Ya en son yazınız ?

 

-Mısır’da geçen sene bir resmimi çekmişlerdi. Güneşli bir hava idi gölgem de upuzun,kumlarda duruyordu.Bu resmin altına şöyle yazmıştım;

 

Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiç biri yok

 

Sen mi kaldın yalnız, kafileden böyle uzak

 

Postu sermekse meramın yola, serdirmezler

 

Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak

 

Ve kupkuru kalın dudaklar birbirine yapışıyor…

 

Kaynak: http://www.yorumla.net/turk-tarihi/178194-milli-sairimiz-mehmet-akif-ersoyla-yapilan-son-roportaj.html

Share this post


Link to post
Share on other sites

istiklal_marsi.jpg

 

İşte yurdumun en güzel şiirlerinden biri tabikide İstiklal Marşı'mız.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bülbül

 

Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım:

Nihayet bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.

 

Şehirden çıkmak isterken sular zaten kararmıştı;

Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı.

 

Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl...

Bu istiğrakı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl.

 

Muhitin hali "insaniyet"in timsalidir sandım;

Dönüp maziye tırmandım, ne hicranlar, neler andım!

 

Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,

Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryad.

 

O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu:

Ki vadiden bütün, yer yer, eninler çağlayıp durdu.

 

Ne muhrik nağmeler, ya Rab, ne mevcamevc demlerdi:

Ağaçlar, taşlar ürpermişti, güya Sur-ı mahşerdi!

 

-Eşin var âşiyanın var, baharın var ki beklerdin.

Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin?

 

O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun,

Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun!

 

Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,

Gezersin hânumânın şen, için şen, kâinatın şen!

 

Hazansız bir zemin isterse, şayet ruh-ı serbâzın,

Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-ı pervâzın.

 

Değil bir kayda, sığmazsın kanatlandın mı eb'ada

Hayatın en muhayyel gayedir âhrara dünyada.

 

Neden öyleyse matemlerle eyyâmın perişandır,

Niçin bir katrecik göğsünde bir umman huruşandır?

 

Hayır matem senin hakkın değil, matem benim hakkım;

Asırlar var ki aydınlık nedir hiç bilmez afakım.

 

Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda

Bugün bir hanumansız serseriyim öz diyarımda.

 

Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı,

Seraba Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!

 

Hayalimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,

Salahaddin-i Eyyubi'lerin, Fatih'lerin yurdu.

 

Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman'ın;

Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın!

 

Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâb olsun;

O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!

 

Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden Yıldırım Hân'ın;

Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan'ın!

 

Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,

Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş!

 

Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;

Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!

 

Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem...

Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

 

Mehmet Akif Ersoy

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...