Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
nedamet..

Peyami Safa

Recommended Posts

TÜRKİYE’DE DİN DÜŞMANLARI

 

(Milliyet, 16 Ocak 1956)

 

Evvelki gece evimde telefon çaldı. Eski güreş federasyon üyesi Doktor Saib Ali Toygarlı’nın sesi:

-Size bir hatıramı anlatacağım. 1952 Olimpiyatları Helsinki’de idi. Bütün Amerikan spor ekipleri oraya gelir gelmez, yanımda bulunan Eşref Sefik’i de, beni de hayrete düşüren şu manzarayı gördük. Otelimizin bahçesine çarçabuk bir portatif kilise kuruldu. Biz pencerenden seyrediyorduk. İstisnasız bütün amerikan sporcuları, bu kilisede, dantelli siyah kisvesini giymiş amerikan rahibi ve zangoçla birlikte, dualarını okudular, dini törenlerini yaptılar. Sonra, birer birer rahibin önünden geçerek mukaddes suya batırılmış sakızı ondan aldırlar ve önünde rükûa vardılar. Eşref Sefik ve ben, amerikan milletinin Olimpiyatlara seyyar bir kilise, rahip ve zangoç gönderecek ve bütün sporcuları duaya sevk edecek kadar dindar olmasının bu canlı tablosunu gözlerimizle gördük, şaştık ve kendi hesabımıza utandık.

 

Bu hatırasını bana nakletmek lütfunda bulunan Sayın Toygarlı’ya teşekkür ettim. Dedi ki:

-Bir de, kendim için çok hazin ve utandırıcı bir hatıramı anlatayım. Oğlum Almanya’ya gidecekti. Alman konsoloshanesinde vizesini yaptırıyordu. Oradaki alman kızı, bir fiş doldurmak için, oğluma lüzumlu bazı sualler sorduktan sonra:

-Dininiz nedir? Diye sorar.

Oğlum:

-Müslüman! Cevabını verir.

-Mezhebiniz nedir? Diye sorar.

Kemali hicabla arz edeyim ki, oğlum bunun cevabını veremez. Okulların hiçbirinde din dersi almadığı için mezhep hakkında ve kendi mezhebi hakkında hiçbir fikri ve bilgisi yok. Ben de işlerimin çokluğundan ona lazım geldiği kadar bu bilgiyi veremedim.

Alman kızı oğlumun yüzüne dikkatle baktıktan sonra:

-Herhalde ‘Hanefi’ olacaksınız!

Der ve öylece kaydeder.

Sayın Toygarlı’nın bu iki hatırası, bizdeki birçok din düşmanlarını hak yoluna getirmez. Çünkü onların hedefi lâiklik ve Atatürkçülük maskesi altında bu memleketi Sovyetleştirmektir. Fakat onların telkini altında kalan bir sürü gafil için, bu hatıralar, uyandırıcı ve düşündürücü bir tesire sahiptir. Dindar Amerika ile çocuklarını din bilgi ve terbiyesinden mahrum eden Türkiye’nin bugünkü durumlarını karşılaştırsınlar, kâfi!

 

(Din, İnkılap, İrtica adlı kitabından..)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Peyami Safa denince aklıma gelen ilk şey her kitabını okuduğumda aklımda tek bir cümlenin kalması.O yüzden bu başlığı gördüğümde de bu cümlelerden ikisi geldi hemen aklıma

 

birisi malum

KENDİ KENDİMİN ÇEVRELEDİĞİ VE ÇİRKİNLEŞTİRDİĞİ DÜNYADA YALNIZIM

 

bir diğeri de

ALAKALARIMIZIN YÜZBİN ŞEKLİNE İSİM BULAMIYORUZ VE SEVMEK DİYİP ÇIKIYORUZ İŞİN İÇİNDEN,O YÜZDEN NE KADAR ÇOK SUİSTİMALE UĞRUYOR BU KELİME :D

Share this post


Link to post
Share on other sites

birçok arakadaşım vardı, guslün ne demek olduğunu ve hangi durumlarda gusl abdesti alınması gerektiğini bilmeyen,

varın gerisini siz düşünün, ve birde bi dünya benim tanımadığım. ya benimde bir dünya eksiğim var ama, bu gibi durumlar eksiklik olarak ifade edilemiyecek kadar vahim,

Share this post


Link to post
Share on other sites

Peyami Safa, Babıali'de Üstad'ın kimi konularda konuşup, muhattap olduğu bir yazardır. Nefs muhasebesinden uzak olsa da ruh analizleriyle kötünün iyisi denilebilecek niteliktedir.

Fakat Cemil Meriç onun için 'Sistemin Kalemşörü' derken haklıdır. Üstadın 'Tohum' piyesini göklere çıkarırken keyfiyette ondan on gömlek üstün olan 'Bir Adam Yaratmak' hakkında dut yemiş bülbül kesilmesi fikir haysiyetinden yoksunluğu ve kıskançlığından başka neyle tarif edilebilirki?...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Arkadaşlar Peyami Safa' nın Bir Tereddütün Romanı' nı okumuş olanlarınız var mı acaba_?

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstadın, " Hücum ve Polemik " adlı eserinde malum şahısla alakalı 3-4 başlık mevcut. Hakkında fikir sahibi olmak isteyenlere önemle tavsiye ederim ...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir Tereddütün Romanı adlı eserini aldım rafımda, okunmayı bekliyor...

Şu ana kadar: 9. hariciye Koğuşu'nu, Yalnızız'ı, Şimşek'i, Biz İnsanlar'ı, Mahşer'i, M Noralya'nın koltuğu'nu....... . okudum.. hepsi birbirinden güzel ve de değerli... Şimşek'in etkisinden hala kurtulamadım:(

Share this post


Link to post
Share on other sites
Bir Tereddütün Romanı adlı eserini aldım rafımda, okunmayı bekliyor...

 

Size bu romanı okumanızı tetikleyecek bişi söyleyeyim o halde. Roman, hastahane odasında, hastanın yardım çağrı amaçlı kullanılan bir butona (basması gereken bir durumda) basıp basmama tereddünden bahsediyor..muşş.

Size bu kötülüğü neden yaptım hiç bilmiyorum! :rolleyes:

Share this post


Link to post
Share on other sites

evet asyacım kitabı okumamma gerek kalmadı :D Şimşek'i okumadıysan oku mutlaka.. ama sinirlerine hakim olmanı tavisye ederim.. :rolleyes:

Share this post


Link to post
Share on other sites

selmanın gölgesi ve 9. hariciye koğuşu adlı romanları okudum selmanın gölgesi benim hoşuma gitti fikir bazında nasıl bir insan bilemem ama romanlarını beğenmiştim...

Share this post


Link to post
Share on other sites
selmanın gölgesi ve 9. hariciye koğuşu adlı romanları okudum selmanın gölgesi benim hoşuma gitti fikir bazında nasıl bir insan bilemem ama romanlarını beğenmiştim...

Ya ben 9.Hariciye koğuşunu 2 defa elime aldım ve bıraktım :) -kötü kaariyim- nasıl bitiyor bari onu öğreneyim :)

Evet nasıl bitiyor yunuscoskun_?

 

Bu arada bende FAtih/ HArbiye' yi okumuştum. Şark ve garb hakkında insanın her iki yönüyle olumlu-olumsuz tahlillerine, düşüncelerine değiniyor roman..

Ve de hala günümüz gençliğine baktığımda o günlerden bu güne pek de bir şeyin değişmediğini görüyorum! Maalesef!

Güzel roman, Şinasi' nin kazanan olmasından kaynaklanabilir ama ben beğenmiştim :)

Share this post


Link to post
Share on other sites

...Müfid, o geceden sonra günlerce buhran içinde kaldı. Bitkini. Vücutça yorgun olmadığı halde, günlerce yememiş, içmemişti. Uyumamış, yol yürümüş, yük taşımış gibi kendini halsiz buluyordu. Sanki bütün vücudu çözülüyor. Bu maddi bitkinliğin manevi bir tek sebebi var:

 

Şüphe…

 

Bilmiyor. Pervin’in mazisini bilmiyor, Pervin’in bu günkü hayatının da her safhasını bilmiyor. Bu kadın ne yapıyor? Nasıl yaşıyor? Müfid’den gizli kiminle konuşuyor? Ne duyuyor? Ne biliyor? Müfid’e bakan gözlerinin arkasında meçhul, müstehzi veya merhametli, temiz veya kirli, bakir veya bozuk, hangi düşünce, hangi hayal, hangi hatıra var? Bazı göz önünde olan tek tük izlerin delaletiyle uzun ve olağan bir ihtimaller silsilesi kurarak:

 

“Bu böyle olabilir!” diyor. Mesela Suat ile Pervin eskiden beri tanılıyorlar; bazı aralarında imalı konuşuyor, müşterek bir hatırayı için için ve birlikte yâd ediyorlarmış gibi müstehzi bir sevinçle, firari göz uçlarıyla bakışıyorlar; bazı alelade bir kelime arkasından ikisi de şiddetli kahkahalarla gülüyorlar. Bu kahkahaların sebebi nedir? Bu ehemmiyetsiz kelime onları neden güldürebiliyor. Bu kemle onlarda bir hatıraya mı can veriyor.

 

Dayısı da öyle. Sacid, Pervin’e temellük ettiğini gösterecek haller yapıyor. Müfid işe gittiği vakit, bunlar evin içinde, saatlerce yalnız kalıyorlar. Köşkün uzun, karanlık, yüksek duvarları arasında bir sır gizlenmiyor mu? Müfid, ebediyen bu sırrı bilemeyecek midir?

 

Olamaz mı? Farz edilemez mi ki Pervin’in mazisi bazı erkek münasebetleriyle doludur; bu erkekler Sacid’dir, Suat’tır, Arif’tir, filandır, göz önünde olan veya olmayan birçok adamlardır; bunlarla Pervin arasında kapalı kalmış, henüz şuyû bulmamış eski ve yeni münasebetler olamaz mı? Müfid buradaki imkânı kabul ettikten sonra köşkün duvarları arasında yahut başka binalar arasında, büyük otellerde, hususi evlerde cereyan etmiş birçok zina sahneleri tasavvur ediyordu. Ah… Bu sahnelerin teferruatını muhayyileden geçirmek, dehşet! Burada bir haile var.

 

Büyük bir iptila ile sevdiği insandan şüphe edenlerin kalplerine gelen nefretin aşkla mücadelesi, katlanılamaz acılardan biridir. İnsan iğrenç bir mahlûk sevmekle kendi kendini itham eder; fakat sevdiğinin ihanetini iyice bilmediği için teselli bulmaya çalışır, burada şüphe nefrete kuvvet verdiği gibi, ümit de aşkı canlandırır…

 

Şüphenin verdiği bu nefret korkunçtur. Saf ve temiz sanılan sevgilinin sadakatsizliği ihtimaline katlanamamak, deli olmak veya kendini vurmak ihtiyacı, her sevdanın en dehşetli duygusudur.

 

Fakat bu şüphenin karşısına çıkan canlı bir ümit de var. Hangisine inanmalı? Müfid bunu bilmiyor. Bu böyle de olabilir, aksi de olabilir. Burada kaçıcı, meçhul, seyyal, kıvrak hakikatin bir cephesi var. Hangi taraftan bakılırsa bakılsın, hakikat yine aynı salim varlığıyla gözüne çıkıyor.

....

 

(Şimşek)

Share this post


Link to post
Share on other sites
Size bu romanı okumanızı tetikleyecek bişi söyleyeyim o halde. Roman, hastahane odasında, hastanın yardım çağrı amaçlı kullanılan bir butona (basması gereken bir durumda) basıp basmama tereddünden bahsediyor..muşş.

 

Okudum ve diyebilirim ki alakası yok... :)

Güzel başladı, kötü devam etti, beklemediğim gibi de bitiverdi. Zaten bir karakteriyle (Vildan ile) hiç anlaşamadım. Sürekli değişen, konuşan, yalan söyleyen, "gel" diye inat eden, her halinde belirsizlik kokan bu kadını sevemedim. Hatta ondan nefret ettim. O hançer, reel olarak da göğsüne saplanmalıydı. Mualla ile başlayan kitap , Mualla ile devam etmeliydi. Ya da Vildan ile devam edip, yine Mualla ile sona ermeliydi. Tasvirler, düşünüş ve ifadeler, tesbitler her zamanki gibi güzeldi. Fakat Olay -bence- baştan aşağı yanlıştı...

 

Kitabı yaktım.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Peyami Safa hakkında üstad yanılmıyorsam Cinnet Mustatili'nde taklitçi diyor. Peyami Safa Üstad'ı taklitçilikle suçluyor ama taklitle suçladığı eser üstadın eserinden sonra yazılmış. Bu durumda kendi kendisini yalanlıyor ve kendi kendisini taklitçi ilan ediyor.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Okudum ve diyebilirim ki alakası yok... :D

Güzel başladı, kötü devam etti, beklemediğim gibi de bitiverdi. Zaten bir karakteriyle (Vildan ile) hiç anlaşamadım. Sürekli değişen, konuşan, yalan söyleyen, "gel" diye inat eden, her halinde belirsizlik kokan bu kadını sevemedim. Hatta ondan nefret ettim. O hançer, reel olarak da göğsüne saplanmalıydı. Mualla ile başlayan kitap , Mualla ile devam etmeliydi. Ya da Vildan ile devam edip, yine Mualla ile sona ermeliydi. Tasvirler, düşünüş ve ifadeler, tesbitler her zamanki gibi güzeldi. Fakat Olay -bence- baştan aşağı yanlıştı...

Kitabı yaktım.

 

Demek ben başkasının yalancılığını yapmış oldum bu durumda yani kandırıldım oysa ki güvenmiştimm :unsure:

Neyse ben onu bi elime geçirirsem bu anlattıklarınızı bir bir ona anlatıp; hani len adam tereddüt yaşıyordu hakkaten, hani hastahane, hani buton hımh...? Meğer olay baştan aşağı yalnışmış..hımh..? şimdi bu kıs yalan mı söylüyor alelel...." derim.

Merak etmeyin siz Ümran

 

İyi yapmışınız ohh canınıza değsin :) Allah' a emanet olun

Share this post


Link to post
Share on other sites

"Benim şuûrum bir fâcia atmosferi içinde doğdu. Ben iki yaşımda iken, babam ve kardeşim, Sivas'ta on ay içinde öldü. böyle kısa bir fasılayla hem kocasını, hem çocuğunu kaybeden bir kadının hıçkırıkları arasında kendimi bulmaya başladım. Belki bütün kitaplarımı dolduran 'Bir fâcia beklemek vehmi' ve yaklaşan her ayak sesinde bir tehlike sezmek korkusu, böyle bir başlangıcın neticesidir."

 

Peyami Safa

(Seçmeler, F.K. Timurtaş, Ergun Göze, s.12)

Share this post


Link to post
Share on other sites

BİR ALLAHSIZA CEVAP

 

Şu kısa okuyucu mektubu göründüğü kadar ehemmiyetsiz değildir!

 

"Koca Peyami, Şu Allah, Allahcı lafları senin ağzına yakışmıyor. Çünkü kafan işliyor ve mantığın sağlamdır. Yoksa sende de mi öte dünya korkuları başladı?"

 

İmza yerinde de şu cümle: "Komünist filan değil. Sadece Allahsız: Sâhir Kafalı."

 

Ey koca kafalı,

Dünyanın Eflatun'dan Farabiye, İbn-i Sina'ya Mevlanâ'ya, Newton'a, Hegel'e, Bergson'a ve bugün hayatta bulunan doğulu, batılı meşhur bilim adamları ve filozoflara varıncaya kadar "kafası işleyen" ve "mantıkları sağlam"yüz binlerce dahi ve mütefekkiri Allah'a inanırlar.

Kafası dalavereden başka bir şeye işlemeyen karaborsacılar, vurguncular, düzenbazlar ve çeşit çeşit günahkar arasında Allah'a inanmayanlar pek çoktur.

Allah'ı körükörüne inkâr etmek kolaydır ve çok kârlı görünür: İnsanı hesap vermekten, mesuliyetten, vicdan azabından, ceza korkusundan kurtarır. Fakat Allah'ı metafizik, felsefî ve ilmî delillerle inkâr etmek, isbat etmekten daha zordur. Allah fikri öyle bir güneştir ki onsuz her izah karanlıkta kalır. Allahsız filozoflar bile hedefini şaşırmayan karanlık bir tabiat şuuruna inanmışlardır. Arada bir kelime ve derece farkından başka bir şey kalmaz. Mahiyet aynıdır.

 

Ben Allah'a, öteki dünya düşüncesinden en uzak olduğum çocukluk çağımda inanmaya başladım. Bütün ömrüm bu inancı kontrol etmekle geçti. Mizacım bakımından, inanmaktan ziyade şüphe etme meylim vardır. Boşuna inanmaktan ve boşuna şüphe etmekten çok sakınırım. Bence şüphe edilecek şeyden şüphe etmemek ve şüphe edilmeyecek şeyden şüphe etmek ahmaklıktır. Benim imanım, şüpheye karşı adım adım kazanılmış bir dikkat, inceleme tenkid ve bilgi zaferidir.

Allah kendisini kabul ettirmek için, insana yeter derecede bilgi imkânı vermiştir. Fakat gizli bir varlığın (hele Allah'ın) yokluğunu isbat etmek için herşeyi bilmek lazımdır. Hiç kimse bu küllî bilgiye sahip olduğunu iddia edemez. Allah'a inanmak değil, Allah'a inanmamak insanın boyunu aşar.

 

Unutma ki insanlar arasında Allah'a inanan dehalar ve büyük zekâlar pek çoktur; eşekler arasında ise hiç yoktur!

 

Peyami Safa - Milliyet, 1958

Share this post


Link to post
Share on other sites

×
×
  • Create New...