eda 6 Report post Posted November 8, 2007 Resûlullah Efendimizin İsimleri Abdullah Allah'ın kulu Âbid Kulluk eden, ibadet eden Âdil Adaletli Ahmed En çok övülmüş, sevilmiş Ahsen En güzel Alî Çok yüce Âlim Bilgin, bilen Allâme Çok bilen Âmil İş ve aksiyon sahibi Aziz Çok yüce, çok şerefli olan Beşir Müjdeleyici Burhan Sağlam delil Cebbâr Kahredici, gâlip Cevâd Cömert Ecved En iyi, en cömert Ekrem En şerefli Emin Doğru ve güvenilir kimse Fadlullah Allah'ın ihsânı,fazlına ulaşan Fâruk Hakkı ve bâtılı ayıran Fettâh Yoldaki engelleri kaldıran Gâlip Hâkim ve üstün olan Ganî Zengin Habib Sevgili, çok sevilen Hâdi Doğru yola götüren Hâfız Muhafaza edici Halîl Dost Halîm Yumuşak huylu Hâlis Saf, temiz Hâmid Hamd edici, övücü Hammâd Çok hamdeden Hanîf Hakikate sımsıkı sarılan Kamer Ay Kayyim Görüp, gözeten Kerîm Çok cömert, çok şerefli Mâcid Yüce ve şerefli Mahmûd Övülen Mansûr Zafere kavuşturulmuş Mâsum Suçsuz, günahsız Medenî Şehirli, bilgilive görgülü Mehdî Hidayet eden Mekkî Mekkeli Merhûm Rahmetle bezenmiş Mes'ûd Mutlu Metîn Çok sağlam ve güçlü Muallim Öğretici Muktedâ Peşinden gidilen Mübârek Uğurlu, hayırlı, bereketli Müctebâ Seçilmiş Mükerrem Şerefli, yüce Müktefî İktifâ eden, yetinen Münîr Nurlandıran, aydınlatan Mürsel Elçilikle görevlendirilmiş Mürtezâ Beğenilmiş, seçilmiş Muslih Islah edeci, düzene koyucu Mustafa Çok arınmış Müstakîm Doğru yolda olan Mutî Hakka itaat eden Mu'ti Veren ihsân eden Muzaffer Zafer kazanan, üstün olan Müşâvir Kendisine danışılan Nakî Çok temiz Nakîb Halkın iyisi, en seçkini Nâsih Öğüt veren Nâtık Konuşan, nutuk veren Nebî Peygamber Neciyullah Allah' ın sırdaşı Necm Yıldız Nesîb Asil, temiz soydan gelen Nezîr Uyarıcı, korkutucu Nimet İyilik, dirlik ve mutluluk Nûr Işık, aydınlık Râfi Yükselten Râgıb Rağbet eden, isteyen Rahîm Mü'minleri çok seven Râzî Kabul eden, hoşnut olan Resûl Elçi Reşîd Akıllı, olgun, iyi yola götürücü Saîd Mutlu Sâbir Sabreden Sâdullah Allah' ın mübârek kulu Sâdık Doğru olan, gerçekci Saffet Arınmış, seçkin kişi Sâhib Mâlik, arkadaş,sohbet edici Sâlih İyi ve güzel huylu Selâm Noksan ve ayıptan emin olan Seyfullah Allah' ın kılıcı Seyyid Efendi Şâfi Şefaat edici Şâkir Şükredici Tâhâ Kur'ân-ı Kerîm' deki ismi Tâhir Çok temiz Takî Haramlardan kaçınan Tayyib Helal, temiz, güzel, hoş Vâfi Sözünde duran Vâiz Nasihat eden Vâsıl Kulu Rabb'ine ulaştıran Yâsîn İnsan-ı kâmil Zâhid Mâsivadan yüz çeviren Zâkir Allah' ı çok anan Share this post Link to post Share on other sites
eda 6 Report post Posted November 8, 2007 Efendimizin Dünyaya Teşrifleri Yeryüzünü manevî bir karanlık kaplamıştı. Mevcudat, beşerin zulüm ve vahşetinden âdeta mateme bürünmüştü. Gözyaşı döken gözler değil, ruh ve kalbler idi. Kalb ve ruhların keder, elem ve gözyaşına âlem de iştirak etmiş, sanki umumî yas ilân edilmişti! Yeryüzü, saadetin, sevincin ve huzurun kaynağı olan "tevhid" inancından mahrumdu. Küfür ve şirk fırtınası, ruhları ve kalbleri kasıp kavurmuştu. Gönüllerde tek mâbud yerine, birçok bâtıl ilâh yer almıştı! Hakikî sahibini arayan ruhların feryadı ortalığı çınlatıyordu. İnsanlar, birbirini yiyen canavarlar misâli vahşîleşmiş, küfür, şirk, cehalet ve zulüm bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. Zâlimin zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inler hâle gelmişti. Alem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzun ve sîmalar mahzundu. Akıl, ruh ve kalbleri manevî kıskacı altına alıp olanca kuvvetiyle sıkan bu küfür ve şirke, bu dalâlet ve cehalete, bu hüzün ve sıkıntıya beşerin daha fazla katlanmasına Allah'ın sonsuz merhameti elbette müsaade edemezdi! Bütün bunlara son verecek bir zâtı, şefkat ve merhametinin bir eseri olarak elbette gönderecekti! İşte, o zât geliyordu! Dünyanın manevî şeklini beraberinde getirdiği nurla değiştirecek eşsiz insan, Allah'ın Son Peygamberi geliyordu! Cin ve inse ebedî saadetin yolunu gösterecek Hz. Muhammed (s.a.v.) geliyordu! O An... Kâinat, hürmet ve haşyet içinde Efendisini beklemekte idi. Her varlık, kendisine mahsus diliyle, hâl ve hareketiyle bu emsalsiz insana "hoşâmedî"de bulunmak üzere sevinç içinde hazır durumda idi. Tarih: Milâdî 571, Nisan ayının 20'si. Fil Vak'asından 50 veya 55 gece sonra. Kamerî aylardan Rebiülevvel ayının 12. gecesi. Mekke'de mütevazi bir ev. Günlerden Pazartesi. Vakit, vakitlerin sultanı seher vakti. Bu mütevazi evde ve bu eşsiz vakitte muazzam ve eşsiz bir hâdise vuku buldu: Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (s.a.v.), dünyaya gözlerini açtı! Bu göz açışla birlikte âlem, sanki birden elem ve matemini unutarak sürura garkoldu. Karanlıklar, ânında nurla yırtıhverdi. Kâinat, sevinç ve heyecan içinde âdeta, "Doğdu ol saatte Sultanı Din/ Nura garkoldu semâvâtü zemin." diye haykırdı. Annesinin Dilinden... Yeryüzünde hiçbir anneye nasîb olmayan eşsiz şerefe mazhar kılınan azîz anne Hz. Âmine, o mes'ud ânı şöyle anlatır: "Hamileliğimin altıncı ayında bir gece rüyada karşıma bir zât çıkıp dedi ki: '"Ya Âmine!.. Bil ki, sen, âlemlerin hayrına hamilesin. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açma!' "Derken, doğum zamanı gelmişti. Kayınbabam Abdûlmuttâlib, Kabe'yi tavafa gitmişti. Evdeydim. Birden kulağıma müthiş bir ses geldi. Korkudan eriyecek gibi oldum. Bir de ne göreyim: Bir beyaz kuş peydahlanıp yanıma geldi ve kanadıyla arkamı sıvadı. O andan itibaren bende korku kaygı adına hiçbir şey kalmadı. Yanıma bir göz attım: Bana bir ak kâse içinde şerbet sunuyorlar. Kâseyi dikip içer içmez beni bir nur (denizi) sardı. Ve Muhammed dünyaya geldi."41 Azîz anne, doğum sonrasını ise şöyle anlatır: "Gördüm ki, doğuda bir bayrak, batıda bir bayrak ve Kabe'nin üstünde bir bayrak. Doğum tamamlanmıştı. Yavruya baktım: Secdede. Parmağını da göğe kaldırmış. Hemen bir ak bulut inip yavruyu kundakladı ve kapladı. Bir ses işittim: 'Doğuları ve batıları dolaştırın, deryaları gezdirin; tâ ki mahlûklar, Muhammed'i ismiyle, sıfatıyla, suretiyle tanısınlar!' Biraz sonra bulut gözden kaybolup gitti."42 Aynı gece Hz. Âmine, bir nur görmüş ve bu nurun aydınlığında Şam'ın saray ve köşklerini seyretmiştir.43 Şifa ve Fâtima Hâtûn 'un Müşahedeleri Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada, azîz annesinin yanında Abdurrahmân b. Avf in annesi Şifa Hâtûn ile Osman b. Ebû'lÂs'ın annesi Fâtıma Hâtûn da vardı. Ebelik vazifesinde bulunan Şifa Hâtûn, o andaki müşahedesini şöyle anlatır: "Allah'ın Resulü doğdukları zaman ben oradaydım. Hemen yetiştim. Kulağıma bir ses geldi: 'Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun.' Maşrık ile mağrıb arası nurla doldu. Hattâ, Rum diyarının bazı saraylarını gördüm! Sonra, Allah Resulünü kucağıma alıp emzirmeye başladım. Üzerime öyle bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı. Yavrucağı gözden kaybettim. Bir ses, 'Nereye gitti?' diye sordu. 'Doğuya götürdüler' diye cevap verildi. "Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı. O zamana kadar ki, Allah Resulü peygamberliğini ilân eder etmez, hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber îman dairesine girdim."44 Fâtıma Hâtûn ise, hâtırasında, o mes'ud gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların âdeta üzerlerine salkım salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır.45 Peygamber Efendimizin bir başka hususiyeti, sünnetli ve dünyaya göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasaydı.* Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında nebîlik mührü "Hatemi Nübüvvet" bulunuyordu. Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi. Bu mühür, Resûli Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti idi. Ashabtan Sâib b. Yezid, Resûli Ekrem Efendimizin "Nübüvvet Mührü"yle ilgili olarak şöyle der: "Çocukluğumda, teyzem beni Nebîyyi Ekrem'in (s.a.v.) yanına götürüp, 'Yâ Resûlallah!.. Şu yeğenimin ayağında ızdırabı var.' dedi. Resûlullah, eliyle başımı sığayıp, bana bereket dua etti. Sonra abdest aldı. Abdest suyundan içtim. Sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında, gerdek çadırının koca düğmeleri (yahut keklik yumurtası) gibi olan Hatemi Nübüvvet'i gördüm!"46 Rivayet edildiğine göre, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem de (a.s.) sünnetli olarak dünyaya gelmişti. Yine, kaynaklar, peygamberlerden Şit, Idris, Nuh, Musa, Yusuf, Süleyman, Şuayb, Yahya ve Hud (aleyhimüsselâm) hazeratının da dünyaya sünnetli olarak geldiklerini kaydederler. Hz. Ali de (r.a.), Resûli Ekrem'i tarif ve tavsif ederken, "İki küreği arası enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu, kürekleri arasındaki peygamberlik hateminden belliydi." der. Abdûlmuttâlib 'e Verilen Müjde... Kâinatın Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada, dedesi Abdûlmuttâlib, Kabe civarında Kureyş'in ileri gelenlerinden birkaçıyla oturmuş, sohbet ediyordu. Kendisine haber verildi. Son derece sevinen Abdûlmuttâlib, bir anda kendisini nur topu torununun yanında buldu: Kucakladı, öptü, kokladı. Sonra da, oğlu Ebû Tâlib'e teslim ederek, "Bu çocuk, sana emanettir. Bu oğlumun sânı şerefi yüce olacaktır." diye konuştu. Abdûlmuttâlib, bu mes'ud hâdisenin hatırı için Kâinatın Efendisinin doğumunun yedinci günü, develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç öğün ziyafet çekti; ayrıca, şehrin her mahallesinde develer kurban ederek, insan ve hayvanların istifadesine bıraktı. Nur Çocuğa İsim Verildi: Muhammed (s.a.v.) Umumî ziyafetten sonra nur topu Efendimize ne ad koyduğunu, dedesinden sordular. Şu cevabı verdi: "Muhammed..." "Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?" dediler. Cevabı şu oldu: "Allah'ın ve insanların onu övmelerini istediğim için!.." Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, Allah'ın, insanların ve meleklerin senasına eşsiz bir surette mazhar olmuş, dünya üzerinde tek şahsiyettir. Çünkü o, bu övgüye, bu alâka ve sevgiye ve bu hürmete lâyıktı. Bu medhi, bu muhabbeti; eşsiz îmanı, irfanı, ibâdeti, sadâkati, takvası, emaneti, cehd ve gayreti, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlakıyla haketmişti. Bunun içindir ki onun medih makamına erişecek hiçbir fânî olmamış ve olamaz. -------------------------------------------------------------------------------- DÜNYAYA TEŞRİFLERİ SIRASINDA MEYDANA GELEN HÂRİKA HÂDİSELER Kâinatta en büyük hâdise, hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.v.) dünyaya teşrifleri hadisesidir. Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kadîri Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı; dolayısıyla, imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı. "Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nuru Muhammedi, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlemi kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nuru Muhammedi, hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya, mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur."47 İşte, "Sen olmasaydın ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım!" kutsî hadîsi, bu sırra işaret etmektedir. Ayrıca, Efendimizin risâleti, diğer peygamberler gibi hususî değil, umumî ve cihanşümuldur. Buna binâen, elbette, dünyaya teşrifleri esnasında birtakım hârika hâdiseler vücuda gelecekti; ve bu hâdiseler, akıl ve basiret sahiplerini düşünceye sevkedecekti! Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevîi Nuriye, s. 106. ebîyyi Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında belli başlı şu hârika hâdiseler meydana geldi: Teşrif Ettikleri Gece Bir Yıldız Doğdu Yahudiler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allah Resulünün geleceğini görüp, öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta sayılırlardı. Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış ve Yahudî âlimler bu yıldızdan Âhirzaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamışlardı. Resûli Zîşan'ın meşhur şâiri Hassan b. Sabit (r.a.), bu hususu şöyle anlatmıştır: "Ben, sekiz yaşlarında var, yoktum. Biliyorum. Bir sabah vakti, Yahudînin biri 'Hey Yahudiler!..' diye çığlık atarak koşuyordu. Yahudîler, 'Ne var, ne yırtınıyorsun?' diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudî şöyle haykırıyordu: "'Haberiniz olsun: Ahmed'in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyaya geldi.'"48 İbni Sa'd'ın naklettiği konuyla ilgili bir rivayette ise, şöyle denilmektedir: "Mekke'de oturan bir Yahudî vardı. Allah Resulünün doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu: 'Bu gece kabilenizden bir oğlan çocuk doğdu mu?' Kureyşliler, 'Bilmiyoruz.' cevabını verince, adam sözlerine devam etti: 'Varın, gidin, soruşturun, arayın. Bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.' "Kureyşliler, varıp soruşturdular ve gelip Yahudîye haber verdiler: 'Bu gece Abdullah'ın bir oğlu dünyaya geldi; sırtında bir nişan var.' "Yahudi, gidip peygamberlik alâmetini gördü; ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı: '"Peygamberlik artık İsrail Oğullarından gitti! Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır.'"49 Demek, gök kubbe, pırıl pırıl yıldız kandilleriyle, Resûli Kibriya Efendimizin gelişini alkışlıyordu. Medayin 'deki Kisrâ Sarayından 14 Burç Çatırdayarak Yıkıldı Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi. Saatler, doğum anlarını gösteriyordu. Derin uykuya dalan Medayin şehri, korkunç bir çatırtı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telâş verici idi: Hükümdar Sarayının o sapasağlam burçlarından 14'ü, çatırdayarak yıkılıvermişti! Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ, sabaha çıkar çıkmaz memleketinin dinî reislerini derhâl bir toplantıya çağırdı. Toplantıda, cereyan eden hâdisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi. Kisrâ, tacını giymiş, tahtına oturmuştu. Henüz müzâkereye başlamamışlardı ki, doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi. Mektupta, İstahrabat'ta binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin söndüğü haber veriliyordu. Bu haber, Kisrânın korku ve heyecanını daha da artırdı. Bu sırada toplantıda bulunan İran Başkadısı Mûbezan, söz alarak, gördüğü bir rüyayı anlattı: "Gördüm ki, yüzlerce kükremiş deve, önlerinde şaha kalkmış Arap atları olduğu hâlde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar.'* Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan'ın bu rüyasını da manâlı buldu. Sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Bu muammayı çözmek istiyordu. Bilgisine ve irfanına güvendiği Mûbezan'a sordu: "Peki, bu, neye işaret olabilir?" Başkadının cevabı kısa ve öz oldu: "Araplar tarafından çok önemli bir şeyler olacağına işaret olabilir!" Kisrâ, bunun üzerine derhâl Hire Valisi Numan b. Münzir'e bir mektup yazdı. Mektupta, "Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap verebilecek kudrette biri varsa gönder!" diyordu. Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhâl Abdû'1Mesih b. Amr adında bir bilgini Medayin'e gönderdi. Gelen âlimi, hükümdar, derhâl huzura kabul etti. Cereyan eden hâdiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi. Abdû'lMesih, Kisrâya, hâdiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyledi ve ilâve etti: "Şam yakınında Cabiye'de oturan dayım Satih'te, bunilara cevap verecek bilgi vardır." Bunun üzerine Kisrâ, Abdû'lMesih'i, gidip, Satih'ten hâdiseler hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi. Meşhur Şam Kâhini Satih, kemiksiz, âdeta âzâsız bir vücut, yüzü göğsü içinde bir acubei hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Dâima sırtüstü yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Gaibten verdiği doğru haberler, o zamanın insanları arasında meşhurdu. Abdû'lMesih, dağ taş demeden yol alarak, dayısı Satih'in yanına vardı. O sırada Satih, hayatının son anlarını yaşıyor, şiddetli hastalık içinde kıvranıyordu. Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de alıp götürmüştü ki, gelen adamın ne selâmını alabildi ve ne de konuşabildi. Fakat, Abdû'lMesih olup bitenleri anlatınca, iş birden değişiverdi. Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satih, gözlerini birden açtı ve sanki kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi canlanarak heyecan içinde haykırdı: "Ey Abdû'lMesih!.. İlâhî vahyin okunması çoğalacak! Asâ'nın sahibi, peygamber olarak gönderildi. Semâve Vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü. Artık Şam da Şam değil Satih için... Şunu bil ki, zaman üzerinde hükmü geçerli olan Mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebîlik ipinin iki ucunu düğümledi." Derin bir nefes çektikten sonra da ilâve etti: "Sasanîlerden, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacaktır."50 Bu cümleler, Satih'in dudaklarından dökülen son sözler oldu. Sanki bu gerçeği dile getirmek için bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah'a teslim etti. Meşhur Kâhin Satih, bu sözleriyle, açıkça, Âhirzaman Peygamberinin dünyaya gelmiş olduğun haber veriyordu. O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hâdise, dünyaya o gece şeref veren zâtın, beraberinde getirdiği sönmez nurla, Mazdeizmin karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortaran kaldıracağına işaretti. Nitekim, tarih buna da şâhid oldu ve hâdiseler Satih'in haber verdiği gibi cereyan etti: İran Devleti, 67 yıl süren 14 hükümdarın idaresinden sonra, Kadisiyye'de Hatemû'lEnbiya'nın ordusu tarafından İslâm topraklarına katıldı. Mezdek (Mazdek) adında birinin kurduğu, eski İran'da dinî bir mezheptir. Zerdüşt tarafından va'zedilen Maniheizmin ıslah edilmiş bir şekli olarak gören ve kabul edenler de vardır. Bu mezhebin bilinen belli başlı hususiyeti, mülkte ve kadınlarda iştiraki kabul etmesidir. Bunun yanında, zühdle ilgili olarak hayvanları öldürmek ve etini yemek de, bu mezhebin yasakladığı şeyler arasındadır (islâm Ansiklopedisi, c. 8, s. 201205). Kabe 'nin İçini Karanlık ve Kirlere Boğan Putların Pek Çoğu Başaşağı Yıkıldı Kureyş müşrikleri, yeryüzünde Allah'ın tek mâbud oluşunun içinde ve üstünde ilk olarak âbideleştiği Kabe'yi, putlarla, karanlıklara boğmuşlardı. Ne var ki, henüz Tevhid Temsilcisi Resûli Kibriya'nın dünyaya gözlerini açması karşısında bile, çoğu, yerlerine kurşunla perçinlenmiş bu putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler. Bu hâdisenin ifade ettiği mânâ büyüktü: Dünyaya teşrif eden bu zât, kendisine verilecek vazife gereği, kapkaranlık şirk inancını ortadan kaldıracak, gönüllerde pâk, nezih ve saadet dolu tevhid inancını bayraklaştıracaktır. Dünya buna da şah id oldu: O Resûli Zîşan, kısa zamanda Kabe'yi cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslâm îmanıylayok ediverdi. İstahrabat 'ta Bin Seneden Beri Yanmakta Olan, Mecûsîlerin Kocaman Ateş Yığınları Bir Anda Sönüverdi Mecûsîler, bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi. Efendimizin dünyaya teşrifleriyle birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi. Demek ki, gelen zât, putperestlik gibi, ateşperesti iği de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü tevhid meş'alesiyle aydınlatacaktı. Takdis Edilen Meşhur Save (Taberiyye) Gölü Bir Anda Kuruyuverdi Bu da, gelen zâtın, Allah'ın izniyle olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifadesiydi. Dünyaya Teşrifleri Ânında, Şark ve Garbı Küçük Bir Oda Gibi Aydınlatan Bir Nur Görüldü Demek ki, dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve garbı bütün ihtişamıyla kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkatle sinesinde terbiye edip okşayacaktı. Semave Vadisi, Taşarı Seller Altında Kalıp Suya Gar koldu Resûli Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi. Taşan seller Semave Vadisi ve Semave şehrini sular altında bıraktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çâreyi dağlara ve tepelere sığınmakta buldu. Sonra da, bir mektup yazarak, durumu Kisrâya bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler. Gök Kubbeden Salkım Salkım Yıldızlar Döküldü Nebîyyi Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde, hazan yaprağı gibi, gök kubbeden yıldızlar döküldü.51 Bu hâdise de şuna işaret ediyordu: Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur! "Madem Resûli Ekrem (a.s.m.), vahiyle dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlarla karışık, kâhinlerin ve gaibten haber verenlerin ve cinlerin ihbaratına [haberlerine] set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe iras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'ân, nazil olduktan sonra onlara hatime çekti; hattâ çok kâhinler îmana geldiler. Çünkü, daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar."52 O âna kadar görülmemiş bu hâdiselerin, Resûli Ekrem'in doğumu sırasında meydana gelmeleri, elbette tesadüfi değildi. Ezelî Kudret'in kader kaleminin tâyin ve tesbitiyle vücuda geliyorlardı ve dünyaya, Âhirzaman Peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.v.) zuhurunu haber veriyorlardı! -------------------------------------------------------------------------------- 41 Kastalânî, elMevahibû'lLedünniyye, c. 1, s. 21. 42 Kastalânî, A.g.e., c. 1, s. 21. 43 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 166; İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 102; Taberî,Tarih, c. 2, s. 125. 44 Kastalânî, A.g.e., c. 1, s. 22. 45 Kaadı Iyaz, Şifa, c. 1, s. 267. 46 Buharı, Sahih, c. 1, s. 48; Müslim, Sahih. c. 7, s. 86. 48 Kastalânî, Mevahibû'lLedünniyye, c. 1, s. 22. 49 Ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 162163. 51 Taberî, Tarih, c. 2, s. 131; Kaadı Iyaz, Şifa, c. 1, s. 726733; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 161163. 52 Bediüzzaman Said Nursî, A.g.e., s. 163. Share this post Link to post Share on other sites
eda 6 Report post Posted November 8, 2007 Efendimizin Sütanneye Verilmesi Efendisine kavuşan kâinat artık şen idi. Beşeriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zâtı sinesinde barındıran Arabistan'ın kalbi, sevincinden âdeta duracak gibiydi. Kâinatın eşsiz hâdisesine sahne olan Mekke, âdeta ulvî âlemlere uçmak istiyormuşçasına heyecanlı ve mesrur idi. Hz. Âmine, huzurlu ve siirurlu idi. Nur topu yavrusu, tatlı tebessümleriyle, kocasının vefat acısını bir nebze unutturduğu gibi, istikbâle ümitle bakmasını da sağlayan tek tesellisi idi. Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb'in cariyesi Süveybe Hâtûn, Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi.53 Süveybe Hâtûn, daha önce de Hz. Hamza'yı emzirmişti. Böylece, Resûli Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu. Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahri Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet sütannelik yaptığı için Süveybe Hâtun'u hayatı boyunca unutmadı. Onu sık sık ziyaret eder, her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu. Evet, vefa, Fahri Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın temeli idi. Onun tertemiz, nezih hayatında vefasızlığı ihsas eden en ufak bir davranışa rastlanamaz. Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Haticei Kübra da, evine sık sık gelip giden Süveybe Hatun'u hürriyetine kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de, Ebû Leheb buna yanaşmadı. Ancak, Resûli Kibriya Efendimiz, Medine'ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süveybe'yi kendiliğinden âzad etti.54 Ebıı Leheb, Peygamberimizin öz amcası idi. Sonraları Resûli Ekrem'in risâletini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da putperestlikten vazgeçmeyerek karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah'ın lanetine mâruz kaldı ve cariyesi Süveybe Hâtun'un bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hattâ, Süveybe Hâtûn sebebiyle âhirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu da anlatılmıştır. Onu, ölümünden sonra rüyada görmüşlerdi. Cehennem'in şiddetli azabı içinde feryad edip duruyordu. Kendisine sordular: "Neden feryad ediyorsun? Neyin var?" Ebû Leheb, "Neyim olacak? Susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiçbir hayır görmedim. Sâdece bir tek hayır buldum: Muhammed'i emziren Süveybe'yi âzad ettiğim için, bana da şuradan emip sulanmak imkânı bağışlandı." diyerek şehâdet parmağını gösterdi.55 Hâdise, gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslâm düşmanı, sâdece onu emziren Süveybe Hâtun'u âzad ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lûtfa mazhar oluyor ve Cehennem'de azabı bir nebze hafifletiliyordu. Demek ki, sâdece Sevgili Peygamberinin zâtına değil,zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenâbı Hakk, lûtfu ve keremi ile karşılıksız bırakmıyordu! Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta mutlak imam ve rehber kabul edip, sünneti seniyyesine îttiba etmekten şeref duyan gerçek mü'minlere, ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî ihsanların hazırlanmış olduğu düşünülsün! ÇOCUKLARI SÜTANNEYE VERME ÂDETİ Mekke'nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücutlarına yaramazdı ve onların sıhhatli büyümelerine elverişli değildi. Çölde ise, hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mutedil idi. Ayrıca, çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü; asliyet ve tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi. İşte, buna binâen, o sırada Kureyş eşrafı ve ileri gelenleri, daha sıhhatli ve gürbüz yetişmeleri ve ayrıca düzgün, aslına uygun Arapça öğrenip konuşabilmeleri için, Mekke'nin dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet hâline getirmişlerdi. Çocuk iki üç sene, bazân daha fazla sütannenin yanında kalırdı. Bu sebeple de, yaylalarda yaşayan birçok kabîle, bilhassa Sa'd b. Bekr Kabilesi kadınları, senede birkaç defa kafile hâlinde Mekke'ye inerler ve yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi. Mekke civarındaki kabileler arasında Sa'd b. Bekr Kabilesi, bilhassa şerefte, cömertlikte, mertlikte, tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta temayüz etmiş ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Kureyş ileri gelenleri, daha çok bu kabîle kadınlarına çocuklarını teslim etmek isterlerdi. BENÎ BEKİR KABİLESİ KADINLARININ MEKKE'YE GELİŞİ Resûli Ekrem Efendimiz, Süveybe Hâtûn tarafından emziriliyordu. O sırada, Sa'd Oğullan yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabîle halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki, yiyecek bir şeyler bulmada bile zorluk çekiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve sütleri kesilmişti. Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekir kadınları, emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksadıyla Mekke'ye oldukça kalabalık bir kafile hâlinde geldiler. Gelen kadınların biri müstesna hepsi, kendilerine münasip birer çocuk buldular. Garibtir ki, hiçbiri, yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimizi almaya yanaşmadı. Çünkü, pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı! Mekke'ye geç giren, sâdece bir kadın vardı. İffeti, temizliği, hilim ve hayası, yüksek ahlâk ve fazileti ile, kabilesi arasında tanınmış bir kadın. Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zaîf merkeplerine bindiklerinden, kafileden geride kalmıştı. Mekke'ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş çocukları, biri müstesna, diğerleri önde giden Bekr Oğulları kadınları tarafından kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamadı. Kocası Haris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı ailelerin çocuklarını aralarında paylaşmışlardı. Sâdece işin zahirî bir sebebi olan gecikmek yüzünden eli boş kalan, bir kendisi vardı. Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî Kader'in kendisi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mekke sokaklarında münasip bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz dolaşıyordu. Bir ara, görünüşüyle etrafın hürmetini celbeden munis sîmalı yaşlı bir zâtla karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdûlmuttâlib'ti. Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar: Abdûlmuttâlib, "Sen neredensin?" diye sordu. Kadın, "Benî Sa'd Kabîlesi kadınlarından..." cevabını verdi. "Adın ne?" "Halime!.." Abdûlmuttâlib, "Ne güzel, ne güzel! Sa'd ve hilm, iki haslettir ki, dünyanın hayrı da, âhiretin izzet ve şerefi de bunlardadır." dedikten sonra derin bir iç çekti; arkasından da, Halime'ye, "Ey Halime!.. Yanımda yetim bir çocuk var. Onu, Sa'd Oğulları kadınlarına teklif ettim, kabul etmediler. Bari, gel, sen ona sütanneliği yap. Belki, onun yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erersin!" dedi. Halime, beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat, yurduna eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi içinden kabul etti. Ancak, kocasına sormadan ve ondan izin almadan cevabını izhar etmek istemedi. Hemen kocasının yanına döndü. Olup bitenleri anlattıktan sonra, "Emzirecek çocuk bulamadım. Arkadaşlarım arasında eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi, ben de gidip o yetimi(!) alacağım." dedi. Kocası Haris, fikrine iştirak etti: "Almanda bir beis yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder."56 Bunun üzerine, dönüp Abdûlmuttâlib'in yanına geldiler. Abdûlmattâlib, Halime'yi alıp Sevgili Peygamberimizin nurlandırdığı Hz. Âmine'nin mütevazi evine götürdü. Halime, Efendimizin başucuna vardı.. Nur topu Efendimiz, yünden beyaz bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etraf misk gibi kokuyordu! Halime, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize, ânında içi isınıverdi. Öylesine ki, uyandırmaya bile gönlü razı olmadı! Artık, hüzün ve ızdırap bulutu Halime'yi terketmişti. Sevincinden uçacak gibiydi. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken, birden böylesine güzel bir yavruyla karşı karşıya gelmek; ne büyük bahtiyarlıktı! Hâlime, fazla dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı. Yorganın ucunu hafiften kaldırdı. Pamuktan yumuşak, kar gibi beyaz, gül gibi kokan ellerinden, mübarek alınlarından sevgi ve bir anne şefkatiyle öptü. On anda, Peygamber Efendimiz de gözlerini açtı ve Halime'nin busesine tatlı bir tebessümle cevap verdi. Anlaşmışlardı! Biri, çocuk bulamamanın ızdırabıyla bitkin ve mahzun; diğeri, kadınlar tarafından reddedilen nur yetim! Kader, ikisinin de âlemini sevinçle doldurdu! İlk Bereket Artık, nur topu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halime'nin kucağındaydı. Fakat, bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efendimiz emmeye başlar başlamaz derhâl sütle doldu. Sanki, her bir meme bir süt çeşmesi kesilmişti birden... Halime şaşırdı, kocası Haris hayretler içinde kaldı. Sağ meme Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona süt kardeşi olan Halime'nin oğlu Abdullah'ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi, bundan böyle hep sağ memeyi emecektir! Devenin Memeleri Sütle Doldu Halime, nur yetimi kucağından bir an bile indirmeye razı değil. Hemen Abdûlmuttâlib ve Hz. Âmine ile vedalaşarak Mekke'den ayrıldılar. Âmine'nin hüznüne gözyaşları da karıştı ve âdeta bir bulut olup nur yavrusunun peşinden koştu. Gece, Haris ailesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin, Haris develeri sağmaya koştu. Elini attığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içinde Halime'ye seslendi: "Ey Halime!.. Bil ki, sen, çok mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın!" Halime, kocasını tasdik etti: "Vallahi, ben de öyle olmasını ümit ediyorum!"57 Mekke artık gerilerde kalmıştı. Halime dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi vardı. Merkep, o zaîf, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne oluyor? Bu ne sür'ât, bu ne hızlı yürüyüş! Sanki, gelişinde bindikleri merkep bu değildi. Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halime'nin yol arkadaşları şaşırdılar ve hayretler içinde sordular: "Ey Ebû Zueyb'in kızı!.. Yazıklar olsun sana!.. Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa, bindiğin merkep, gelirken beraberindeki merkep değil mi? Merkep aynı merkepti; bir farkla, şimdi üzerinde biri vardı: Kâinatın Efendisi. Onu taşımanın şerefi, o zaîf, nahif hayvanı da coşturmuştu! Halime, arkadaşlarına cevap verdi: "Hayır, vallahi, merkep aynı merkep. Hattâ, ben onu sürmüyorum bile; kendi kendine böyle sür'âtli gidiyor. Bunda bir gariblik var!"58 Ne yazık ki, henüz kafıledekilerin hiçbiri, bu farklılığın nereden ve niçin geldiğini bulabilme basiretine sahip değildi. Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbâli bütün haşmetiyle kucaklayacağına birer açık işaretlerdi! -------------------------------------------------------------------------------- 53 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 108; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 42. 54 ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 108. 55 İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 108. 56 ibni Hişam, Sîre, c. 1, s. 171172; ibni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 110111. 57 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 172; İbni Sa'd, Tabakat, c. 1, s. 111; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127. 58 İbni Hişam, Sîre, c. 1, s. 173; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127. Share this post Link to post Share on other sites
buyukdogu 529 Report post Posted November 8, 2007 Silinsin Share this post Link to post Share on other sites
eda 6 Report post Posted November 13, 2007 EY NEBİ! Ey; gözlerinde cenneti saklayan, ayağını bastığı yerler cennet kokan nebi!. Ey; Yaradan'ın en güzel eseri!. "Sen olmasaydın, sen olmasaydın.. alemleri yaratmazdım!." dediği!. Var oluşunun şerefine, bütün varlığı hediye ettiği!. Ey; insanoğlunun ufku -en güzel insan.. Allah'ın sevgilisi, kainatın gözbebeği!. Ey; rahmeten li'l-alemin!. Sen den şefaat dilenen biçarelerin en sefiliyim, desem.. şefaat eder misin?. Ey; kupkuru çölleri cennete çeviren gül!. Ey; gönlünden gül dökülen resul!. Küçük kız çocuğunun elinden tutup da giden, kuşu ölen çocuğa başsağlığı dileyen.. gözlerinden yaş dökülen devenin gözyaşlarını silen resul!. Benim de gözümün yaşını siler misin?. Küçük kız çocuğunun tuttuğu gibi tutsam elinden; yüreğimden binlerce kuş uctu, bin'i de öldü desem.. bana cennet kuşlarından bir kuş bahşeder misin?. Ey; İslam'ın peygamberi!. Sevda ikliminin, en güzel mevsiminin.. en güzel çiçeği!. Ama mahzun, ama kederli... Daima düşüncede, daima hüzün içinde ömründe, bir defa bile, kahkahayla gülmemiş.. gül yüzlü, güler yüzlü sevgili!. Gözlerimi yumsam, ve; hülyana dalsam.. o gül kokulu gülüşün ile, benim de gözlerimin içine güler misin?. Bir kerecik olsun seni düşünerek başımı koyduğum olmuşsa yastığıma, tutunduğum olmuşsa sana ve senin sevdana.. işte onun, işte onun hatrına!. Ey; gözünü sevdiğim, özünü sevdiğim, sözünü sevdiğim!. Ey; gönlümün sultanı efendim!. Ümidim, muradım, kurtarıcım, müjdecim... Seninle Kevser havuzunun başında buluşabilecek miyim?. desem.. bulunduğun yerden, yüreğime bir damla su serper misin?. Seni sevsem!. Çok, çok sevsem!. Öyle çok sevsem ki; sen koksa özüm, yüreğim.. sen koksa nazım, edam.. gönlüm sen dolsa, benim her şeyim sen olsan ! Ali'n, Fatıma'n gibi olsam!. Seni, onlar gibi seviyor olsam.. sen de; beni, onları sevdiğin gibi sever misin?. Ey; bize bizden daha ziyade merhamet eden!. "Ümmetim, ümmetim!." diyerek, üstümüze titreyen!. Ey; en ziyade muhtacımız, en çok isteyenimiz!. Bizi, Hak'tan dileyenimiz!. Sen, umanı umutsuzluğa düşürmezsin!. Sen, senden isteyeni geri çevirmezsin!. Senden, senin rahmetini dilesem.. ey; alemlere rahmet olsun diye gönderilen, bana da rahmet eder misin? Ey; Rahim!. Ve.. ey; Kerim!. Asr-ı saadet'ten değilim!. Kokladığın gül, soluduğun hava, yediğin hurma, içtiğin süt, okşadığın kuzu, bindiğin deve, avuçladığın kum dahi değilim!. Bir kez olsun, yüzüne yüz sürmedim!. Lakin; ben, senin.. "Kardeşlerim!." dediğindenim!. Ve; sana ve sünnetine revan olmak isteyenlerdenim!. Ve lakin; daha hala sevgili Veysel Karani'nin tırnağının ucu misali bile değilim, desem.. bana da hırkandan gönderir misin?. Doğduğun günün, gecenin hürmetine.. bu gün ve gece; yüreğime, bir nur olup düşer misin?. Share this post Link to post Share on other sites