Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
kılıçkıran

Barış

Recommended Posts

Müstakil manasıyla ve kutsi müessese simsarcılarının terennüm ettiği haliyle

ruhumda karşılık bulmayan ve TAMAMIYLA ISMARLAMA üzerine birkaç ay önce yazdığım bir hikaye “Barış”…Mahut çevre,hakikatte İslam’la müsemma olan bu mefhumu, “Global Demokrasi şövalyeleri”nin tuz ruhu ve perhidrol gibi bir kimyevi terkibin içine atıp İslam’dan sıyırma ve mesnetsiz hümanizme irca etme ananelerinin tesiri altına girmiş olacak ki,hikayenin içindeki küçük bir manevi vurgu bile onları alerjik reaksiyona sevketmeye ve hapşurukla ötelemeye kafi gelmişti.Bu da şahsıma hem bir ders hem de o kesime “lay lay lom”türünden eser yazacak madenimde cevher bulunmadığına dair bir ikaz oldu…

 

 

BARIŞ

 

 

 

Şefkatli bir avucun ortasında emniyetle uyuyan bir serçe gibi dört tarafını parmaksı gümüş renkli dağların kuşattığı; her canlının kendine has farklılığını ve zıt yönlerini kendi bünyesinde eritmiş bir köy vardı.Suyun toprağa koşulsuz meyli;ağacın, tepesindeki kuşa tahammülü;çiçeğin arıya cömertliği sanki bir uzvu çalışmayan insanın o çalışmayan uzvundaki gücün başka bir uzva geçmesi gibi o köydeki şuurlu varlıklarda eksik olan bir değerler manzumesi adeta şuuraltı varlıklara geçmişti.Sevgi,tahammül,hoş görü ve şefkat…Ve hepsinin vücut bulduğu ana mimari barış…

Dağdaki her canlının kendine has sesiyle terkipleştirdiği barış armonisini arkamıza alıp dağların eteklerinden köyün içine doğru süzülelim.Köyde derinliğine bir sessizlik fakat genişliğine bir koşuşturma hakimdi.Başlar dimdik,bakışlar sönük ve donuk;çehreler asık ve ölgün…Süratli adımların,üç beş çocuğun ve birkaç alet ve edevatın zaruri sesinden öte sadece ama sadece sükût… Aslında ilk bakışta muazzam bir nizamın,intizamın,huzurun ve barışın semeresi gibi görünse de bu sükût çoğu zaman köydeki ya büyük bir kavganın arifesi veya da bir kavganın ertesiydi. Açlıktan ağlaya ağlaya uyumuş çocuğun sessizliğindeki sahte huzur gibi sükût …Her an kavgayla bitişik her an yeni bir kavganın sessiz sireni…

Köy meydanı...Bütün sokakların kesiştiği noktada iki kibrit kutusu gibi yan yana duran iki pınarı ve Anadolu kokan havasıyla daima üzerinde gezinen kavganın demirden ayaklarına nispet bir resim tablosundan sıçramışçasına şirin ve estetik…Ama elemli,ama inleyen bir ney gibi kederli…Nasıl kederli olmasın ki?... Adeta somurtuk yüzlerin havası buharlaşıp gökyüzünün bir yerinde maddeleşip,narin ve şirin o köy meydanının bağrına bir taş gibi oturmuştu. Öyle ki küçük bir his derinliğine sahip bir yabancı köye gelse bu taş gibi ağır havayı hemencecik hissedebiliyor ve gördüklerine de inanamıyordu.Okul cıvıltısız…Cami cemaatsiz…Diller selamsız…Kahvehane kapalı..Bazen açık olsa da önünde ahşap ve tozlu iki masada ayrı ayrı oturan yalnızca iki üç ihtiyar…Köye gelen yabancı da çoğu zaman sağına ve soluna ürkek bir iki bakış fırlattıktan sonra derin bir elem ve kaygıyla yelesini rüzgara vermiş bir kısrak gibi hemencecik oradan uzaklaşıveriyordu.Elem ve kaygı…Şüphesiz ki bunu en çok hisseden kişi de Rasim Amcaydı.Çoğuna göre o meczup ve divane biriydi.Ama illaki sırlı bir hazineyi saklıyormuşçasına esrarlı;köylü belli etmese de merak konusuydu.

Rasim Amca daima vakarlı,serin kanlı,metanetli ve bu halini tasvir edercesine acele etmeden yürüyen ayağının altında yumurta varmışçasına yere düşünerek basan bir amcaydı.Lakin son zamanlarda Rasim Amca’ya bir haller olmuştu.Köy meydanında kafese kapatılmış bir aslan gibi yerinde duramıyor,bir sağa bir sola kıvranıyordu.Ne gariptir ki bu kıvranışların son durağı daima o iki insan kolu kalınlığında suları akan iki pınarın yanı oluyordu.Ve ince uzun kemiksi elleriyle kavradığı bastonunu pınarların betonuna “şak”diye vuruyor ve haykırıyordu:

— Meydan ola,

Can ola,

Yol ola,

Barış ola,

Yüreklere su gibi dola!

Rasim Amcadaki bu tuhaf hallere birkaç saniyelik bakışlarla köylü de kayıtsız kalamadığını belli etse de önce dudak kenarlarında alaycı bir kıvrım beliriyor ve sonra da “deli işte” dercesine uzaklaşıyorlardı.

Rasim Amca ,beş gündür tekerrür eden o esrarlı halini silici ve aratıcı bir şekilde o gün daha bir telaşlı,daha bir celalliydi.Gözler yuvasından fırlayacak gibi,dudaklar titrek,sağ eli göğsünde sabit,bir iki turdan sonra yayından fırlamış ok gibi çeşmelerin yanında buldu kendini.Diliyle dişinin arasında kısık ama çok kısık bir sesle “himmet Eyle pirim Mevlana,ılık bir su gibi ak içimize Pirim Mevlana!..” diye söyleniyordu.Bir ara, yan yana duran iki pınarın ortasına geçip derin bir vecd ve huzur haline gelmişçesine susuverdi.Başı ufkun hizasında ve yumuk gözlerinin arasından beyaz sakallarına yuvarlanan iki damla gözyaşı…Bir iki dakikalık bu vecd hali geçince titreyerek açılan gözleri ufuktan bir işaret almışçasına başını köylünün yürüdüğü patika yola çevirdi.Ve sonra bütün gövdesiyle birlikte şimşek gibi bir dönüş ve köylüden tarafa haykırış:

— Can içinde cansız,gül içinde gülsüz gezen be hey köylü!..Yetmedi bu kavga;yetmedi mi bu kin?!..Yetmedi mi?..

Yoldan geçen köylünün ekserisi Rasim amcaya kayıtsız kalsa da; 1,2,3 derken 7-8 kişi olduğu yere mıhlanıverdi.Rasim Amca kendisine dikkat kesilen kişilere konuşmaya devam etti:

— Atalarınız!..Evet atalarınız paylaşamadığı şu bir avuç toprak için kanlarını canlarını feda etti!...Ne oldu? Şimdi onlar da paylaşamadıkları bu toprakların sinesinde etiyle kemiğiyle eriyip gitmediler mi? Onların ve onların davasını güden sizlerin ne geçti eline!..Hiç!..Bakın şu elinizin erişemediği,ayaklarınızın gidemediği uzak dağların eteklerindeki her canlıyı bir ana gibi kucağına basmış ve bebek yüzü gibi gülümseyen şuursuz doğaya.Ve bakın uğruna kavga ettiğiniz ve hiç birinizin işleyemediği taşlı,dikenli gönülleriniz gibi kupkuru topraklara…Adeta atalarınızın kini,nefreti ve hırsı diken olup topraklarınızın bağrını yarıp fışkırmış ve siz de o

nefret dikenlerini suluyorsunuz.Hırsın,kinin ve kavganın yüzüne hiç biriniz ekmeye muvaffak olamadınız bu toprakları.Gönülleriniz gibi ambarlarınızda tamtakır kalmadı mı? Söyleyin!…Her biriniz büsbütün kazanmak,sahip olmak hırsıyla büsbütün mahrumluk içinde değil misiniz? Eğer topraklarınızı kardeşçe,barış içinde aranızda taksim edebilseydiniz,topraklarınız verimle,gönülleriniz sevgiyle,ambarlarınız ürünle dolup taşacaktı a canlar!

“Peki ne yapalım bu saatten sonra?” diye söylendi birisi kaş altından mağrur bakışlarıyla.

Rasim Amca meydan okuyan cevval bir delikanlı gibi elleri havada:

— Aza kanaat edip,hep kazanan iyinin,güzelin ve barışın aşkıyla;aldıkça hırslanan,hırslandıkça hep kaybeden kötülüğün ibretiyle barışın!..Gün gelir içinizdeki düşmanlık ateşi ormanı sarar,çember daralır,bir birinize sarılırsınız belki amma ya söndüremezseniz ateşi halimiz nice olur o zaman?..Siz, felaket gelmeden barışa gelin önce barışa!

 

●●●

4 gün sonra:

Köylü,Rasim Amca’nın o gün ki telkinlerinden fazla etkilenmemişçesine bir tavır içinde olsa da Rasim Amca vazifesini ihya etmiş bir nefer gibi gayet sakin ve sessizdi.Rasim Amcadaki o telaş,kaygı ve celal adeta buhar olup uçmuş eski Rasim Amca tekrar yerine gelmişti.Aslına bakılırsa o gün Rasim Amcayla birlikte her şey daha bir durgun,iğne düşse yere sesi duyulacak kadar daha bir sessizdi.Tepede mızraktan ışınlarını köye yollayan kavurucu güneş,ılık bir nefes gibi tenleri saran yoğun nemin de bu kadarı son yıllarda görülmüş değildi.

O gün ki yoğun ve baskın havaya hiç kimse bir anlam veremese de nihayet akşama doğru kavurucu güneş gri bulutlarla nöbet değiştirmiş ve ortalık serinliğe kavuşmuştu.Pınarların taştan duvarına bir gölge gibi yaslanmış Rasim Amca hariç herkes gece yarısı olunca lambaları püfleyip yataklarına süzülüverdi..Hafiften yağmaya başlayan ve damları tıkırdatan yağmur hariç her şey bir cenaze göğsü kadar durgundu yine.Neden sonra yağmurun damlardaki zarif ve seyrek vuruşları yerini uğultular ve sert vuruşlar arasında şiddetli bir yağmura bıraktı.Yağmur öylesine şiddetli yağıyordu ki adeta göğün koyu gri gömleği yırtılmış hoşurtular arasında bütün suyunu köyün üstüne boşaltıyordu.Hemen peşine yağmurun uğultularını boğan feci bir ses...Anlık zaman içinde peş peşe gök gürültüsü,ışık hüzmesi,yer sarsıntısı,cam zangırtıları ve infilak…Gök gürültüsünün doğal sesine bitişik ve gittikçe artan dehşet verici gümbürtülü bir ses…Senfoni nizamında yataklarından fırlayanlar,camlara koşuşanlar,dışarıya kendilerini atanlar,ağlayan çocuklar…Hepsi de dehşet verici sesin şiddetiyle şaşkına dönmüştü.Dışarıya fırlayanlar göz ucuyla bir birine “Ne oldu?” dercesine baksalar da sonuçta ezeli düşmanlıklarının kötü gururu onları konuşmaktan alıkoyuyordu.

Keskin bir bıçak gibi sesin şiddetiyle bölünen uykuların geri gelmesi ne mümkün?..Yatağa yorgunluktan öylece kıvrılan üç beş çocuk haricinde kimseyi uyku tutmamıştı o gece..Herkesin kafasında aynı soru” Ne oldu,ne var,neydi o ses?”

Sabahın ilk ışıklarıyla sıkılmış sünger gibi suyunu boşaltan gri bulutlar da çekilmiş yerini pırıl pırıl bir havaya bırakmıştı. Yapraklardan süzülen bembeyaz, inci gibi yağmur damlalarının aksine köyün her türlü su ihtiyacını karşıladığı pınarların oluklarından akan sular koyu kahve rengindeydi.Anlaşılan o ki; insan eli değmemiş gümüş renkli dağların arasından kristal taneleri gibi süzülerek gelen ve pınarları besleyen çaya,şiddetli yağmurun sebebiyle hayli çamur karışmıştı.Bu renk değişimi bir öncekilere nazaran daha fazla olsa da her yağmur sonrası meydana geldiği için köylüde pek de telaşa sebep olmamıştı.Ekseriyetle birkaç gün sürüyor ve sonra tekrar doğal haline dönüyordu.Gerçekten de pınarların suları birkaç gün çamurlu aktıktan sonra tekrar o eski berraklığına dönüvermişti.Dönmüştü dönmesine fakat ortada çok garip bir durum vardı.Her biri iki insan kolu kalınlığında akan sular zayıflamış ve tazyikini yitirmişti! İşte şimdi endişelenmenin tam zamanı,şimdi endişelenmek bir ana sütü gibi bütün köylüye helal...Zira her türlü su ihtiyacının karşılandığı bu iki çeşme,köylü için damarlarındaki akan kan gibi değerliydi.Sahiplik içinde büyük mahkumluk…Eksikliğine de israfına da tahammül yoktu.

Günler geçtikçe iki insan kolu kalınlığında akan pınarların gücü köylünün gözleri önünde hastalıklı bir ihtiyar gibi eriyordu.Suların çapı,derken bilek kalınlığına,ve hemen sonra da bir parmak kalınlığına kadar düşüverdi.Köylü zaruri içme suyu ihtiyacından öte ne şahsi temizlik,ne bulaşık,ne çamaşır hiçbir ihtiyacına su bulamaz olmuştu.

Ve pınar başlarında su kuyruğuna geçen köylüde manada azami uzaklık içinde mekanda azami yakınlık…Bu derece omuz yakınlığının yanında her biri diğerine gözleriyle kaçamak sorular gönderiyordu:

“Bu hal neyin nesi?...Ne oldu?!” Her birindeki endişe o çapa erişmişti ki;her biri,bir kazma darbesi kadar hükmü olan toprağın ince zarına kadar birikmiş ve fışkırmaya hazır petrol...Biri bir konuşsa adeta sinelerdeki düşmanlığın toprağına kazma gibi inecek ve altından barış fışkıracak!..Ama olmuyor…Kazma havaya kalkıyor fakat inmiyor ve bir şeyler tutuyordu sanki...Tam o esna da bir ses yükseldi kalabalıkların gerisinden:

— Rasim Amca!..Sen söyle bari,sen bilirsin ne oldu bu suya?...Bak,insanlar perişan,bir damla suya muhtaç kaldı.Susuzluktan her tarafa salgın hastalıklar yayıldı.

Konuşan kişi tahammülü son kerteye dayanmış köyün Muhtarıydı.

Birkaç gündür ortalıklarda gözükmeyen ve o gün buluttan çıkan ay gibi pınarların başında bitiveren Rasim amca, pınarların bir iki adım ötesinde tevekkül ve ibret içinde köylüyü seyrediyordu.Muhtara gülümseyerek baktı ve:

— Şu can kafesine bir damlacık su,düşman kesilir gibi oldu da feryadınızla arşı inlettiniz…Ya sizin ebedi varlığınız şu gönülleriniz yıllardır susuz…Birbirinize düşmanlığınız gönüllerinizi çöle çevirmiş.Asıl susuz olan orası,ona feryat edin a muhtar!..O zaman umulur ki şu kainatın biricik halikı ve muhtarı size şefkat nazarıyla bakar da, gönül feryadınızın hatrına suyunu kursaklarınıza yetiştiriverir,dedi.

Muhtar:

— Rasim Amca!..Ben ne diyorum sen diyorsun Allah aşkına!..Bize bunun hal ve çaresini söyle biliyorsan?

Rasim Amca adeta tevekkülden bir heykel…Bu halini mühürlercesine sakince konuştu:

— Ateş ormanı sardı.Çember darılıyor…Çember daraldıkça omuzlar da bir birine değiyor a muhtar!..Görelim Mevla’m neyler neylerse güzel eyler!

Saatler sonra pınarların başında duyulan keskin bir uğultu...Belli ki bir parmak kalınlığında akan pınarlardan biri tamamen kurumuştu.Bu saatten sonra artık tahammül koptu kopacak bir iplik…Her suratta çaresizlik ve kaygıdan mürekkep birer imza…Akşam da olmuştu artık.Herkes suratlarındaki imzayı karanlığa gömüp çaresiz evine çekilmişti.

 

●●●

Saat gecenin onu…Zifiri karanlığı ışıktan bir çizgi gibi yararcasına köyün içine doğru nefes nefese at üstünde süzülen birisi…Soluk hışırtıları arasında köyün girişinde duruverdi.Bu kişi Rasim Amca’nın ta kendisiydi.Derin bir nefes alıştan sonra bastonunu sımsıkı kavradığı gibi sağlı sollu evlerin kapısına bir yandan vuruyor bir yandan da sesleniyordu:

— Dışarı...Dışarı!..Erkekler köy meydanına!..

Bir o kapı bir bu kapı derken Rasim Amca peşine taktığı köylülerle birlikte köy meydanında buldu kendisini.

Nihayet kalabalığı gören,uğultuyu duyan herkes köy meydanına doluşmuştu.Ortada Rasim Amca ve Rasim Amca’yı saran insan çemberi…Farklı kafalardan çıksa da duyulan mırıldanmalar hemen hemen aynıydı.”Ne oldu yahu...gecenin bu saatinde…Allah Allah!”Bu kalabalığı gören muhtarda üzerine ceketini kaptığı gibi çemberi yarıp Rasim Amca’nın yanında bitiverdi:

— Ne oldu?...Hayırdır Rasim Amca ne bu kalabalık gece gece?!..Dedi muhtar telaşlı telaşlı…

Rasim Amca birinin elinden kapıverdiği gaz lambasını göğsünün hizasına getirip:

— Bana bakın,beni iyice dinleyin!..Geçtiğimiz gece yağan şiddetli yağmurun sebebiyle,köyümüzün pınarlarını besleyen çayın yanındaki kayalıklı tepeye yıldırım düşmüş ve haliyle kopan kayalar da çayın içini doldurmuş.Pınarlarımız da bu yüzden kurumuş,dedi.

Bu sözleri duyan insan çemberi ümit aşına banmak istercesine büzülüverdi.Başta muhtar olmak üzere bütün köylünün gözleri ışıl ışıl…Sevinçten bedenler bir birine sarılamasa da gözler çoktan sarmaş dolaş olmuştu bile.

Sevincin tesiriyle, muhtar,Rasim Amca’nın yakasını kavrayacakmışçasına ellerini ileriye uzatıp:

— Ne diyorsun Rasim Amca!..Doğru mu bütün bunlar? Hemen gidelim oraya hemen!..Dedi.

Rasim Amcada sarsılmaz bir tevekkül ve sakinlik…

Durun bir dakika…Bu işe lazım gelen bilek ittifakının sağlanması ancak gönül ve yürek ittifakının sağlanmasıyla olur.Zira düşmanlıkta bencillik vardır.Düşmanlık üzerindeyken kazanılan başarı,vücudun gıdasıyla beslenip semiren hastalık mikrobu gibi ancak düşmanlığınızı besler.Öncelikle size düşen pınarlarınızın beslendiği kaynağı kapatan kayaları kaldırmak değil;gönlünüzü kurutan düşmanlığı ortadan kaldırmaktır.Bunun tek hal ve çaresi barıştır barış!...Barışacak mısınız?

Önce Muhtar:

— Barışacağız!..Yeter ki bu musibet ortadan kalksın!

Sonra arkadan başka bir ses:

Evet!..Bitecek bu düşmanlık bitecek!..

Barış arzusunu kelimelerle mühürleyen sadece iki kişi…Ya diğerleri..Çıt yok…

Rasim Amca yumuk gözlerinin altında beliren apaçık bir gülümseyişle cevap alamadığı köylüye yöneldi:

— Sadece iki kişi mi? Ya sizler…Sizler hala atalarınızın düşmanlığını gütme davasında mısınız? Dış plandaki bu musibetin,içinizdeki daha büyük düşmanlık musibetinin bir ibreti ve ikazı olduğunu görmüyor musunuz a sevgili köylüm!...Hala barışmamakta ısrarlı mısınız?

Öne eğik ve sükunete gömülmüş başlardan belli belirsiz mırıldamalar:”Barışacağız…”

Rasim Amca köylünün barış hususundaki bu zayıf sözüne karşı tatmin olmasa da yüreklere düşen bu küçük kıvılcımı üfleyip tutuşturmak derdiyle işareti verdi:

— Öyleyse gidiyoruz!..Hem de bu gece!..Malum yolumuz uzun… Evvela binekler,erzaklar ve gaz lambaları hazırlansın.Ayrıca çayın içini doldurmuş kayaları kaldırmak için de halat ve bol miktarda kalın ağaç parçaları

lazım.Bunlar da tedarik edilsin.Sonra yola düşeriz ve inşallah seher vaktinde orda oluruz.Şimdi çok ihtiyar,çocuk ve hastalar hariç herkesin iştirak etmesi gerekir..İştirak ediyor muyuz?

Hep bir ağızdan yine kısık bir sesle”evet iştirak ediyoruz”dedi bütün köylü.

— Peki o zaman,malzeme taksimi yapılsın ve herkes yarım saat içinde tekrar burada toplansın,dedi Rasim Amca.

Malzeme taksimi görevini muhtar üzerine aldı.Gerekli malzemelerden kimlerin evinde mevcutsa muhtar, malzeme taksimini yaptı ve yarım saat sonra binek,malzeme ve erzaklarla köylü tekrar meydanda toplandı.

 

Rasim Amcadan son yoklama ve işaret:

— Malzemeler hazır mı?

— Hazır!..

— Siz hazır mısınız?

— Hazırız!..

— Haydi Bismillah!..Gidiyoruz öyleyse…

Binekler üstünde ,önde Rasim Amca ve arkada köylü etrafına ışıktan helezonlar saçan fener alayı gibi geçtiler köyün içinden ve biraz sonra alevi sönen bir mum gibi kayboldular karanlıklar içinde…

 

●●●

Saat sabaha karşı üç..Uykusuzluktan ve yorgunluktan sallanan başlar,kayıp giden gözler ve açlık…Bunu hisseden Rasim Amca kervanın önüne atıldı:

— Durun!...Şuracıkta bir müddet dinlenir,bir şeyler atıştırır ve sonra devam ederiz.

Bunu duyan köylü “of”,”üf” ve esneme sesleriyle bineklerinden inip yorgun bedenlerini patika yolun kenarındaki tepeciğe bırakıverdiler.Allah ne verdiyse kabilinden;çıkınlar açıldı ve nevaleler yenmeye başlandı.Fakat yine küskün çehreler ve yine ayrı ayrı oturuşlar...Rasim Amca bu manzara karşısında bir an ümitsizliğe düşer gibi olsa da az sonra şahit olacağı bir olay onu ümidin zirvesine çıkaracak ve gözyaşına boğacaktı.

Herkes bulduğu bir taşın üstüne veya dibine oturmuş bir şeyler atıştırmakla meşguldü.Ama bir kişi hariç…25 yaşlarında bir delikanlı biraz uzakta irice bir kayanın dibine çömelmiş bir yandan eline geçirdiği çöpleri kırıyor,bir yandan da kaçamak ve mahzun bakışlarla etrafı süzüyordu.Elindeki son çöpü kıracakken tam o esnada kulağının dibinde parlayan tok bir ses:

— Cemal!..

Delikanlı birden irkildi ve şimşek kıvraklığıyla başını sesin sahibine çevirdi.

— Ekmek ister misin?

Cemal suskun…

— Bak,ben yanıma iki tane ekmek almıştım.Birini sana verebilirim.

— İstemem!

Cemal’in yaşlarında olan Mustafa,teklifine karşılık gelen bu sert cevabın karşısında önce durakladı,sonra yutkundu ve içlenerek konuşmaya başladı:

— Yetti be!..Yetti!..Bitsin artık bu kahrolası düşmanlık bitsin!..

Mustafa kopmuştu artık...Sözleri bir süre boğazında düğümlendikten sonra gözünden boşanan yaşlarla kesik kesik konuşmaya devam etti:

— Çok var ki…Ben...Ben o günleri hiç unutamıyorum cemal!..Ailelerimizin düşmanlığına,bizim üzerimizdeki baskılarına rağmen çocukluğumuzda seninle bütün engelleri aşıp can ciğer arkadaşlık yaptığımız günler aklıma geldikçe kahroluyorum Cemal!..Dayanamıyorum gayrı dayanamıyorum!...Bize ne atalarımızın manasız düşmanlıklarından bize ne? Bak,pınarlarımız kuruyunca boğazlarımız nasıl kuruduysa,bu düşmanlık yüzünden gönüllerimizde odun gibi kupkuru Cemal kupkuru?..Ben seninle barış içinde şu bir kuru ekmeği paylaşınca mutlu olacağım;dönüm dönüm topraklara sahip olunca değil. Haydi Cemal uzat elini bana uzat!..Bitsin bu düşmanlık...Barış olsun gayrı barış!..

Cemal,ekşimiş suratını birden sol tarafa çevirdi.Belli ki cemal de duygulanmış fakat belli etmemeye çalışıyordu.

Mustafa ısrarlı:

— Haydi cemal!..Ver elini ver ver!..

Mustafa sola dönük başını önce öne çevirdi ve sonra dudaklarını sıktığı gibi yerinden iniltiler arasında öyle bir fırladı ki kendisini Cemal’in Omuzlarında buldu.Ve uzun uzun sarılmalar,ağlaşmalar…

Uzaktan gizlice bu sahneye şahit olan Rasim Amca “Allah!..” dedi.Ve sonra”Şükürler olsun Sana,bütün fıtratları barış üzerine yaratan Allah’ım şükürler!...”

Rasim Amca da bu manzara karşısında bir süre ağladıktan sonra yine o meşhur sözleri döküldü dilinden:

— Meydan ola,

Can ola,

Yol ola,

Barış ola,

Yüreklere su gibi dola!

İçinden “yol’a düştük yol’u bulduk şimdi sıra büsbütün barışta”diye söylendikten sonra gözyaşlarına silip köylünün yanına geldi molanın bittiğine dair işareti vermek için:

— Haydi Sevgili köylüm istirahat bitmiştir.Yola düşme vakti!..

“Kalk”borusuna riayet eden asker edasıyla bir çırpıda toparlanıverdi ve tekrar yola koyuldu köylü.

 

Nihayet Sabahın ilk ışıklarıyla gümüş renkli dağların eteklerine gelinmişti.Ve tam karşılarında iki dağı ortadan bölercesine kıvrılan,ve bir tarafı sarp kayalıklarla çevrili o çay…Gerçekten de Rasim Amca’nın dediği gibi yıldırım sebebiyle düşen kayalar çay’ın yatağını değiştirmiş ve sular yan taraftaki meyilli araziye devrilmişti.Çayın biraz gerisindeki küçük bir tepecikten manzarayı seyreden köylü,üzerlerine kovalarca soğuk su

dökülmüşçesine irkiliverdi birden.Ne yorgunluk kalmıştı artık ne de mahmurluk...Zira çayın ağzını dolduran ufak tefek kayaların yanında çayın göbeğine oturmuş öylesine büyük bir kaya vardı ki;onlarca insanın bile takat getirip çıkaracağı cinsten değildi.Endişeli bakışlara karşı Rasim Amca “her şey yolunda,halledilecek”dermişçesine bir edayla köylüye yöneldi:

— Sakın ümitsizliğe düşmeyin.Lakin,bu koca kayanın altına girecek ellere bir de sinelerdeki gönüller ittifak etti mi Allah’ın izniyle bu kaya bir tüy olur kalkar yerinden.

Rasim Amcayı,gülümseyerek önce muhtar sonra da barışın manasına ermiş Cemal ve Mustafa da başlarıyla tasdik etti.

—Şu dağların arasından kıvrılarak akan suyun fıtratında nasıl akmak varsa ve kesilmek sonradan ise,biz insanlığın sinesinde de fıtraten barış vardır.Gün gelir her şey kendi fıtratı üzerine döner…Su,toprağa,yürekler barışa,dedi ve sözünü böyle tamamladı Rasim Amca.

Rasim Amca’nın sözünün bitmesini fırsat bilen muhtar ileri atıldı:

— Rasim Amca, hemen kolları sıvayalım ve kayaları kaldıralım oradan.Haramdır beklemek gayrı bize!..

Rasim Amca:

— Evet,sıcak çökmeden başlayacağız lakin önce bedenlere can gerek…Hele şuracıkta önce birkaç lokma bir şeyler atıştırır sonra işimize bakarız.

Ve yaprak yaprak açılan çıkınlar,bir hışımla yenen yiyecekler,hazırlanan malzemeler ve çaya nazır tam tekmil hazır duruş…Kayalara doğru,avına kilitlenmiş şahin bakışlar arasında Rasim Amca’nın havada parlayan işaret parmağı:

— Evvela şu büyük kayayı sonrada büyük kayanın önüne serpilmiş küçük kayaları kaldıracağız.

Gelen işaretle birlikte ellerde malzemeler,taarruza geçen bir müfreze gibi süzüldü bütün köylü çaya doğru…Ama ayrık yürüyüşler,ama ümitsiz çehreler...

Nihayet çayın dibine gelinmişti.Büyük kayanın kapattığı yer haliyle göllenmiş ve insan göbeğinin yukarısına çıkacak kadar derinlik kazanmıştı.Bu arada Rasim Amca bir yandan araziye bir yandan da eldeki malzemelere bakıyor ve kafasında kayayı çaydan çıkarmak için en ideal planı kurguluyordu.Bir süre elini çenesinde gezdirip “hım”dedi ve planın tatbiki için köylüye talimatlar verdi.Plana göre kaya kertikli yerlerinden halatla bağlanacak;bir grup çayın diğer yakasındaki geniş ve meyilli araziye geçip halatı çekecek;bir grup kayayı itekleyecek birkaç kişi de kalın ağaç parçalarını kayanın altına iliştirip kayaya meyil verecekti.Fakat,kayanın büyüklüğüne baktıkça,köylünün ümitsizliği kayanın çapını aşıyordu .Bunu fark eden Rasim Amca hemencecik halatı bağlattı ve görev taksimine başladı:

— Şöylece sizler karşıya geçiyorsunuz...

Eliyle rastgele kalabalığı bölüp karşıya gönderdiği 18 kişi…

— Sizler de burada kalıyorsunuz…

Kalanlar 30 kişi…

— Siz de kaya yerinden oynadıkça altına ağaçları uzatacaksınız.

Onlarda kalanların içinden beş kişi…

Rasim Amca son kez etrafı gözden geçirdi ve bir komutan edasıyla komutu verdi:

— Eller ellere değdi,omuzlar omuzlara…Şimdi yürek birliğinde sıra!..Haydi Bismillah başlıyoruz!

Suyun içinde 25 kişi...Eller kayaya bitişik...Karşıda 18 kişi halatlara perçinli…

— Haydi!..İtiyoruz!..

— Halattakiler çekin!..

— Ağaçlar kayanın altına!..

Birkaç defa denendi Ama nafile… Her denemede kayanın, ağaçları altına sündürmeye fırsat bırakmadan bir parmak kalınlığında yerinden oynamasıyla tekrar yerine oturması bir oluyordu.Halatı elinden bırakanlar,suyun içinde eli belinde öylece kalanlar ve birbirinden ümit devşirmek istercesine göz temasına girenler…

Rasim Amca tekrar, çamura saplanmış kaya gibi ümitsizliğe saplanan köylüyü uyarmakta gecikmedi:

Hayır,hayır,hayır!..Ümitsizliğe düşmek yok…Bu kaya çıkacak buradan…Yeter ki,fert fert her biriniz burada kendisi için istediğini herkes için istesin!..Yeter ki;bu musibetin sizden ayrı ayrı her birinizin yalnızca bilecek gücünü istemediğini,sizden barış potasında erimiş bir ruh ve gönül birlikteliğinin gücünü istediğini bilesiniz.Sizden istenenler belli…Siz de istiyor musunuz?Havada eriyen bir iki cılız ses:

— Evet!...

— İstiyor musunuz?!..

Bu kez havaya tos vuran daha güçlü sesler:

—İstiyoruz!..Evet istiyoruz!...

Rasim Amca dağların gergefine işlenen bu haykırışlardan aldığı güçle tekrar işareti verdi:

 

— Haydi öyleyse,yüreklere esenlik,gönüllere birlik,bileklere güç veren barış için,barışın aşkıyla!..

“Haydi!”sesleri bu kez koro halinde yükselip yalçın kayalıkların kıvrımlarında yankılanmıştı köylünün..

Bu sefer yüreğe düşen coşkunun eseriyle,sevgileye sarılan mahşuklar gibi sarıldı eller kayaya…

— İtin!..İtin!...

Kaya yerinden oynadıkça ümitler kanatlanıyor,yürekler coşuyordu.

— Oluyor,oluyor!..Çekin,çekin!...

sesleri inletiyordu ortalığı...

— Ağaçlar kayanın altına,ağaçlar kayanın altına!..

En nihayet vicdana gelip yerinden homurdanarak kalkan kayanın altına ağaçlar itilmiş ve karşı tarafa yuvarlanması için gerekli meyil verilmişti.İşin birinci safhası tamamdı.

Rasim Amcanın “tamam!” demesiyle birlikte gözlerden dışarı iplik iplik boşanan sevinç adeta havada birleşip bir sevinç yumağı oluşturmuştu.Aradaki düşmanlık duvarı da incele incele şeffaf bir tüle dönüyordu sanki…Artık bir dokunuş,bir üfleyiş yeterdi bu tülden düşmanlık duvarının yıkılmasına.

— İşin zor tarafını geçtik canlar geçtik!...Kayayı bile vicdana getiren yürek birliğiniz aşkına,barış aşkına haydi bir daha!.. Dedi Rasim Amca,bahar tomurcukları gibi tebessümler serpilmiş çehrelere…”bir daha!..”

— 1,2,3 haydi itiyoruz!..

— Halat çekilsin!..

— Ha gayret!..

Derken,kaya, başını sudan çıkarıp sallayan bir insan gibi etrafına damlacıklar saçarak birazcık ileriye doğru gerinmesiyle birlikte kayayı itenler birden geriye fırladı. Kaya tekrar yerine oturacaktı ki Rasim Amcanın “devam edin,devam edin!”ikazı yankılandı havada…Bir daha yapıştı eller kayaya…”bir daha haydi!”sesleri ve iniltiler arasında nihayet inatçı kaya küçük patinajlar yapmış olsa da koca gövdesiyle birlikte çayın kenarında buldu kendisini...Ve kayanın mahkumiyetinden kurtulan su ,köyde bekleyenlere ilk müjdeyi kendisi vermek istercesine,dürülü bir halı gibi açıldı ve sonra uzanıverdi köpükten deseniyle kurumuş toprağın bağrına...

Asıl sürpriz ve müjdeden habersiz su, kendi kurtuluşunun müjdesini köye kendisi götüre dursun biz gözlerimizi köylüye çevirelim.

Kayanın çaydan çıkarılmasıyla birlikte bütün gözler bir anda önlerinden bir yılan gibi süzülüp giden suya takılmıştı.Kısa bir süre sadece ama sadece suyu seyrettiler..Şaşkınlık,sevinç ve heyecan bütün bakışları suya mıhlamıştı.Ve havada kopan,kuşları ürküten bir çığlık bütün bakışları,mıhlandıkları sudan çekmeye yetmişti:

— Heyy!..Başardık..Allah’ım şükürler olsun sana!..

Bu kişi ellerini iki yana açmış,Mustafa’ya doğru yürüyen Cemal’di..Mustafa da sağ elini havaya kaldırıp yanına gelen Cemal’in sırtından kavramasıyla birlikte kucaklaşmaları bir oldu.Bu onlar için adeta dün akşam ki barışlarının bir hediyesiydi.Bir anda yanlarında bir genç daha bitiverdi.Dokunsalar patlayamaya hazır içi su dolu baloncuk gibi gözler dolu dolu;ürkek tavrına uygun titreyen dudaklar arasından dökülen sadece iki kelime:

— Cemal...Mustafa!..

Başka söze ne hacet…barışın altından mührünü vuran üçüncü kişi de Ferhat olmuştu.

Rasim Amca ve Muhtar…Sadece sükût halinde yan yana durmuşlar arada bir, bir birlerine bakışıp gülümseyerek gençlerin örnek davranışlarını takdir edercesine başlarını sallıyorlardı.

Ve diğer köylüler…Bu olay sürecinde ince incele bir tül perdesine dönen düşmanlık duvarının arkasından davetkar bakışlarla bir yandan birbirlerini süzüyorlar,bir yandan da imrenircesine gençleri seyrediyorlardı.O kutlu barış davetini herkes bir birinden bekliyordu sanki…Birisi bir adım atsa barış şimşekleri çakacaktı havada…Zaman geçiyor, başlar öne düşüyor,bakışlar belli belirsiz bir yerlere takılıyordu.

Bir ara Rasim Amca yanındaki Muhtara başıyla sessizce bir işarette bulundu.Muhtar da başıyla “tamam”dercesine karşılık verdi.Köylüye doğru yürüdü ve aralarında durdu.Başı öne eğik köylülerden birine yönelerek:

— Şükrü…Dedi.

— Buyur Muhtar...

— Başını hele bir kaldır şükrü gardaş...

Başını yerden kaldıran şükrünün karşısında makas gibi iki yana açılmış sarılmayı bekleyen kollar…

Şükrü önce sağa sonra sola bir bakış attı.Sonra yutkundu ve sonra sessizce muhtarın omuzlarına düştü...Bir süre sarıldıktan sonra boğuk ve içli bir sesle sadece “hakkını helal et muhtar!”dedi.Muhtar da ağlamaklı bir ses tonuyla “helal olsun helal!..”dedi.

Bu fasıldan sonra Muhtar, Cemal’i omzu omzuna değecek şekilde sol tarafına aldı ve zaten yayından fırlayacak ok gibi hazır ve daveti bekleyen Ahmet’te muhtarın “gel Ahmet gardaşım gel,bugün barış”günü demesine kalmadan yerinden fırladığı gibi kendisini önce muhtarın sonra da Şükrünün omuzlarında buldu.Şükrü de,omuzlarına düşmüş ve sarsıla sarsıla ağlayan Ahmet’i iki eliyle usulca doğrultup yanına aldı.Gençlerden sonra tepeden tırnağa barışın ete kemiğe büründüğü üç kişi daha...Yan yana,omuz omuza...Saf tutarcasına bu duruşun manası belliydi.Dördüncü kişiye davet çıkmıştı.Rasim Amca’nın “hem saf’a güç katın hem de diğerlerinin cesaretine yol açın”dercesine gençlere gönderdiği göz işaretiyle saf’ın sayısı altı olmuştu.Tam altı kişilik bir saf ve karşılarında patlamaya hazır balonlaşmış gözbebekleriyle diğer köylüler...Herkes ağlamamak için kendini zor zaptediyor,dikkatini başka bir şeye vermeye çalışıyordu.Kimisi dudaklarını sıkıyor,kimisi parmak uçlarını alnında gezdiyordu.Bu hal üzerinde olanlardan biri de köyün vücutça en iri,haşin ve sert görünüşlüsü Tahir Amcaydı.Dışarıdan bakılınca “taş ağlar da bu insan yine ağlamaz”intibası veren Tahir Amca bir ara parmaklarının arasında şakırdattığı iri tespihiyle beraber elini yüzüne götürdü.Bir süre geniş yüzünü saran beyaz sakallarını sıvazladıktan sonra yüzünde titrek temaslar yapan ellerinin arasından süzülen gözyaşı,bütün

köylünün balonlaşmış göz bebeklerini patlatmaya yetmişti.Evet artık herkes ağlıyordu.İçlere ılık bir su gibi akan barış,buharını gözyaşlarıyla dışarı salıyordu.Tahir Amcanın…Çocuklar gibi ağlayan o gürbüz adamın, “Barışta ağlamak ne güzel şeymiş be…Yüreğimi hissettim..Yüreğimi!..Yüreğimi!..”sözü düşmanlığın çatırdayan binasına bitirici son darbeydi adeta…Yerle bir ettiği düşmanlık binasının enkazı üzerinden süzülüp barış safına doğru yürüdü Tahir Amca. Derken 8,9,10,11,12!..Ve bütün köylü annesinin şefkatli kucağına koşan bir çocuk gibi saf’a doğru koşuyordu.Aynı ahenk içinde önce teker teker kucaklaşmalar ve bir sonraki sırada yer tutmalar...Boğaza kadar dayanmış hıçkırıklar arasında ne bir söz ne de bir kelime…Sadece huzur verici bir sükût …Sükût içinde konuşan yalnızca barışın diliydi.Hem ne gerek vardı ki söze?..Zaten her sözün toplamı o;her mananın kesiştiği nokta o;her hareketin gayesi o’ydu.O yalnızca o!..O Barıştı…

Ve adeta bütün insanlık kadrosunun en ince imbiklerinden süzülmüşçesine barışı manası ve maddesiyle heykelleştiren köylüyü seyreden Rasim Amca…O barış heykelinin arkasındaki,yüreği maddesini kuşatmış büyük usta...Daima o kısık gözlerini ufka dikip sessizce:

— Çağını aşan,sevgi ve barışın isminde eridiği ey büyük pirim!..Sanki seni bir an buralarda görür gibi oldum,dedi ve gerdirilmiş bir iplik gibi saf halinde duran ve kendisini bekleyen köylüye doğru ilerledi.

Rasim Amca’da ilk sıradan başlayıp bütün köylüyle kucaklaştı.Bir yandan kucaklaşıyor bir yandan da her birinin yüzüne tebessümler konduruyordu.Nihayet gözyaşları dinmiş,her bir insan kendine has çehresiyle gülümsüyordu.Rasim Amca bütün köylünün yanağına kondurduğu tebessümden bir tane de kendi ayırdı ve o hal içinde köylüye:

— Canlar…Barışın neferleri…Bakınız şu suya, nasıl hep ileriye akıyor,geçtiği yerlere can katıyor ve bütün nihai verimini insanlığın kursaklarına döküyorsa;siz de her biriniz geçtiğiniz yerlere beraberinizde barışı götürecek;düşmanlıkla kurumuş gönülleri yeniden dirilteceksiniz.Ve siz de aynen bu su gibi barışın nihai verimlerini gelecek nesillerinize aktaracaksınız.Hem sizler bugün,gizledikçe azalan dağıttıkça çoğalan;her belayı kovan,her eksikliği gideren;hem kendi zamanınızın hem de bütün zamanların en büyük hazinesine sahip oldunuz.Bu hazinenin adı barıştır,mücevherleri sevgi,kardeşlik,hoşgörü ve dayanışma…Dikkat ediniz bu mücevherlerin içinde eridiği biricik sanduka barıştır…Barışı kaybedersek eğer,Allah korusun hepsini birden kaybederiz..

Rasim Amcayı pür dikkat dinleyen köylü hep bir ağızdan:

— Kaybetmeyeceğiz!..Kaybetmeyeciğiz!..

— Peki öyleyse canlar..Şu önümüzdeki ufak kayaları da kaldırıp hemen köye dönelim..Dönelim ki,suyumuzla giden müjdenin üstüne bir de bu kutlu müjdemizi verelim ve bu hazinemizi ilk onlarla paylaşalım.Umulur ki bu müjdeyle birlikte köydeki eşlerimiz ve çocuklarımız hasret kaldığı sevgiye;yaşlılarımız şefkate;hastalarımız da şifaya gark olur.

Aslında köydeki havaya bakılırsa köydekiler de gelecek müjdeye çoktan hazırdı bile.Zira pınar başlarında suyun gelmesini merakla bekleyenler kaçamak ve ürkek bakışlarla:

— İnşallah başlarına bir iş gelmemiştir.

— İnşallah...

Başka birisi..

— susuzluk da ne zormuş…

— ya öyle..

türünden çok yüzeysel olsa da diyalog içine girmeye başlamışlardı bile.Neden sonra,pınarlardan duyulan öksürük sesi ve havada patlayan:

— Sular geldi!...

Çığlıyla birlikte suyun geldiğini bir birine müjdeleyenler hatta sevincin tesiriyle bir birine sarılan bile olmuştu.

 

Nihayet,iki büyük sevinci bir arada yaşayan köylü,çayın içine serpilen ufak tefek kayaları da bir hışımla temizleyip Rasim Amcanın “haydi canlar köye dönme vaktidir” komutuyla yola düşmüşlerdi.

 

●●●

Her birinin sırtında görünmez birer heybe,içleri barış’ın mücevherleriyle dolu;toy düğünden dönen yiğitler gibi barışın zaferiyle girdiler köye barış neferleri...Patika yolun kenarındaki ağzı emzikli çocuklarını bir kavrayışta yakalayıp koklayanlar...Duvar diplerinde oturan ihtiyarlara selam verenler...Ve hala gözyaşlarını tutamayanlar…

“Barış neferleri”nin köye girişini gören koşuyordu yola...”Siz gelmeden sizin müjdenizi suyumuz çoktan getirdi a evlatlarım”dercesine gülümseyen tatlı bakışlı nineler,çukur gözlü dedeler,çocuklar,hatta hastalığına rağmen yatağından titreyerek kalkıp gelen hastalar...Hepsi de bayram yerine koşuşan çocuklar gibiydiler.

Barış neferleri,ellerini daldırdıkları heybelerinden etrafa hayat iksiri barış mücevherlerinden dağıtarak ilerlediler köy meydanına…Bu mücevherlerin hepsine birden herkesin ihtiyacı olmasının yanında herkes en çok hasret kaldığı mücevherlerden alıyordu kendisine…İhtiyarlar ve hastalar şefkat mücevherinden;çocuklar ve kadınlar sevgi mücevherinden;gençler anlayış ve hoş görü mücevherinden…Rasim Amcanın dediği gibi verildikçe çoğalan,barışla gelen,barış zarfının içindeki mücevherlerdi onlar.

Daha düne kadar düşmanlığın demirden ayaklarıyla üzerinde yürüdükleri ve incittikleri o zarif ve şirin köy meydanında toplandı köylüler..Ama şimdi aynı ayaklar,köy meydanı için başakları okşayıp geçen meltem

rüzgarı kadar tatlı ve yumşak olsa gerek.Nasıl öyle olmasın ki? Barışmanın verdiği sevinçle adeta kanatlanıp ayağı yerden kesilen insan manzarası bunu en güzel şekilde ispatlıyordu:

Bugünleri de gördüklerine şükreden ihtiyarlardan;oynayacakları ilk futbol maçının planlarını şimdiden yapan gençlere;akşam için ailecek oturma davetinde bulunan kadınlardan;azat kuşları gibi kalabalığın etrafında turlayan çocuklara kadar herkes kendi çapında neşenin,gönül hafifliğinin zirvesindeydi.Ve her şey de aslına-ait olduğu yere- dönmüştü artık…Su toprağa;barış gönüllere ve kalpler de birbirine…

Bir ara Rasim Amca ,yürekten yüreğe tos vuran sevinç çığlıkları arasında nazikçe “beni dinleyiniz” dercesine kollarını havaya kaldırdı.Rasim Amcanın bu hareketini gören susuyor ve gözlerini o güzel insanın gülümseyen çehresine teslim ediyordu.Ve kısa bir süre sonra uğultular büsbütün kesilmiş ve bütün bakışlar Rasim Amca’nın üzerindeydi.Rasim Amca önce derinden bir iç çekti ve sonra döktü kelimeleri dilinden:

Canlar!..Bakınız (eliyle kalabalığı işaret ederek) dıştan gelen bir felaket içeride birliği ve barışı doğurdu.Hani bir aile olur;bütün fertleri bir biriyle dargındır ve hepsi kendi namına yaşar.Fakat gün gelir aileye,bütün fertlerini ilgilendiren bir kötülük dokunur ve o kötülük bütün aileyi bir araya toplar.Aile ya o kötülüğü defeder ve barışır;veya yine kötülüğü defeder fakat herkes yine kendi namına yaşamaya devam eder;veya da o kötülük,epeydir dargınlıktan güçsüz düşmüş aileyi gafil avlar ve hepten harap eder ya...İşte bunun gibi canlar,şu köyümüzde de biz bir aileyiz.Şükürler olsun ki biz,o aileyi bekleyen muhtemel üç akibetten birincisine nail olduk.Yani başımıza gelen kötülük etrafında birleşip o kötülüğü defettik ve barışa erdik.Şimdi,evet şimdi bize düşen görev;ortadan kaldırdığımız musibetin verdiği rahatlıkla yine eski halimize dönmemektir canlar.

Kalabalık arasında önlerden,ortalardan ve arkalardan yükselen tek tük “dönmeceğiz!..”seslerine tempo tutarcasına bütün köylü iştirak etti:”Dönmeyeceğiz!..Dönmeyeceğiz!..”

Rasim Amca sağ elini havaya kaldırıp işaret parmağıyla havada geniş bir daire çizerek devam etti sözlerine:

— Aslında şu küçücük köyümüz de şu koca dünyanın bir örneği ve numunesidir öyle değil mi canlar? Ah keşke şu köyümüz bütün bir milletlere örnek olsa...Güzel ve biricik dünyamıza büyük felaketler gelmeden bütün insanlık kadrosu mevcut sıkıntılara karşı barışa gelse...Keşke!..Ama kim bilir? Belki bakarsınız bir gün o da oluverir.Zira her gecenin payına düşen bir ümit;her çağın payına da düşen barış neferleri vardır.

 

Evet kim bilir? Belki bir gün Dünyamız da bütün insanlığın ortak sıkıntıları etrafında birleşiverir.Belki de bu küçücük köyün toraklarına ekilen barış tohumları gün gelir kabuğunu çatlatır;filizler boy verip ağaç olur;yemişleri yedi iklim dört bucağa serpilir.Kim bilir?..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...