Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
mürid

Faruk Nafiz Çamlıbel

Recommended Posts

Hecenin Beş Şairi'nden biridir.

 

Tıp Fakültesinde bir süre ögrenim gördükten sonra Kayseri, İstanbul ve Ankara'da uzun yıllar edebiyat öğretmenliği yaptı. Ünlü "Han Duvarları" adlı şiirini Kayseri Lisesi'ne edebiyat öğretmenliği görevine gelirken yazdı.. Ayrıca, Kayseri Lisesi Marşı 'nın güftesi de O'nundur. 1946'dan 27 Mayıs 1960'a kadar Demokrat Parti İstanbul milletvekili seçildi. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından kısa bir süre Yassıada'da, daha sonra da Celâl Bayar ve diğer DP milletvekilleri ile birlikte Kayseri Kapalı Cezaevi'nde tutuklu kaldı. İlk şiirlerini aruz, sonra hece vezniyle yazmıştır.

 

 

 

Han Duvarları

 

 

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,

Bir dakika araba yerinde durakladı.

Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,

Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...

Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,

Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.

İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!

Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,

Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...

Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,

Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,

Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...

 

Ellerim takılırken rüzgârların saçına

Asıldı arabamız bir dağın yamacına.

Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,

Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!

Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,

Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar

Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.

Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.

Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.

Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince

Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.

Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.

Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.

Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.

Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,

Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,

Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.

Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan

Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,

Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...

Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine

Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.

 

Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;

Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.

Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,

Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:

Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,

Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.

Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri

Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.

Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya

Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.

Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,

Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.

Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,

Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.

Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı

Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.

Gitgide birer ayet gibi derinleştiler

Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler...

Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,

Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;

Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,

Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...

 

Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,

Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken

Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;

Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.

Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa

Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;

 

"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan

Baba ocağından yar kucağından

Bir çiçek dermeden sevgi bağından

Huduttan hududa atılmışım ben"

 

Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...

Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.

Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!

Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;

Araya gitti diye içlenme baharına,

Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...

 

Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,

Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk.

Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri

Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.

Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,

Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...

Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,

Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.

Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,

İki dağ ortasında boğulan bir geçide.

Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden

Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:

Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,

Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.

Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,

Burada son fırtına son dalı kırıyordu...

Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,

Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.

Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;

Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...

Gönlümde can verirken köye varmak emeli

Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!"

Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana

Biz menzile vararak atları çektik hana.

 

Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş

Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.

Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,

Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...

Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,

Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.

Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,

Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;

 

"Gönlümü çekse de yârin hayali

Aşmaya kudretim yetmez cibali

Yolcuyum bir kuru yaprak misali

Rüzgârın önüne katılmışım ben"

 

Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,

Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...

Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde

Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.

Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,

Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.

Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,

Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!

 

"Garibim namıma Kerem diyorlar

Aslı'mı el almış haram diyorlar

Hastayım derdime verem diyorlar

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"

 

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,

Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.

Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!

Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!

Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,

Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..

 

Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:

"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"

Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,

Dedi:

"Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"

 

Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,

Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...

Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.

 

Aradan yıllar geçti işte o günden beri

Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,

Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.

Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,

Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!

Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,

Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..

Share this post


Link to post
Share on other sites

ÇOBAN ÇEŞMESİ

 

Derinden derine ırmaklar ağlar,

Uzaktan uzağa çoban çeşmesi,

Ey suyun sesinden anlıyan bağlar,

Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi.

 

"Göynünü Şirin'in aşkı sarınca

Yol almış hayatın ufuklarınca,

O hızla dağları Ferhat yarınca

Başlamış akmağa çoban çeşmesi..."

 

O zaman başından aşkındı derdi,

Mermeri oyardı, taşı delerdi.

Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi.

Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi.

 

Vefasız Aslı'ya yol gösteren bu,

Kerem'in sazına cevap veren bu,

Kuruyan gözlere yaş gönderen bu...

Sızmadı toprağa çoban çeşmesi.

 

Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,

Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda,

Ateşten kızaran bir gül arar da,

Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi,

 

Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar,

Tarihe karıştı eski sevdalar.

Beyhude seslenir, beyhude çağlar,

Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi...

 

 

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yolcular'a Hatırlatma:Hiçbirimiz hancı değiliz.Hepimiz yolcuyuz..... :)

 

 

 

Ey köyleri hududa bağlayan yaslı yollar

 

Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar

 

Ey garip çizgilerle dolu han duvarları

 

Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları..

 

bu güzel şiiri tekrar bize hatırlattığının için teşekkürler....

Share this post


Link to post
Share on other sites

GİZLİ BAKIŞLAR

 

 

 

Bir bakış ki, açıyor gönül muammasını,

İki sevdalı kalbin en gizli yarasını

Bir bakış ki, kudreti hiçbir lisanda yoktur.

Bir bakış ki, bazen şifa, bazen oktur.

 

Bir bakış, bir âşığa neler anlatır,

Bir bakış, bir âşığı saatlerce ağlatır,

Bir bakış, bir âşığı aşkından emin eder,

Seven insanlar daima gözleriyle yemin eder.

Share this post


Link to post
Share on other sites

İSTANBUL

 

 

 

Bütün hayatı uyur bir sema-yı mühmelde

 

Geniş ufukları efsanevi hikayelerin

 

Tasavvur ettiği gökler kadar beyaz, narin,

 

Minarelerle müzeyyen, sevimli bir belde...

 

 

 

O mai dalgaların bu sesiyle perverde

 

 

 

Sevahilinde güler ruhu başka bir denizin,

 

Gezer bu levhaya ait bir ihtiram-ı hazin

 

Melul hisli mükedder nazarlı gözlerde.

 

 

 

Bütün bedayi'-i ezman, nefais-i a'sar

 

Bu mai çehreli İstanbul'un beyaz ve uzun

 

Ufuklarında bulur penah şi'r ü füsun

 

 

 

Dalınca gözlerim ağlar bu hüsn-i sakinde;

 

Bu beldenin uyuyan bir başka güzellik var

 

Bütün tulu' ve gurubunda, subh u leylinde

Share this post


Link to post
Share on other sites

On milyon bel, iki kat olmuşken eğilmeden

O’nda on beş milyonun boyu birden uzaldı.

Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden

Taptığımız ne varsa, hepsi ondan şekil aldı.

 

Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil

Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun

Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil

Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!

 

(Faruk Nafiz Çamlıbel)

 

Bu şiirini kime yazdı şair?

 

Şiir Kültür ve Turizm Bakanlığının adresinde bu şekildedir:

BİZSİZ GİDİYOR Fecre benzettiği bayrakla kefenlenmiş Ata,

Çıktı bir kor gibi mermer kapısından sarayın.

Gönlümüz, bayrağı öğrendiği günden beri ta

Duymamıştır bu kadar hüznünü yıldızla ayın!

 

Gidiyor, gizleyerek sır gibi bizden sesini,

Çıkıyor, ilk olarak bir yola Başbuğ bizsiz.

Biz, ki dünyada, bırakmazdık onun gölgesini,

Bu ne hicranlı seferdir ki beraber değiliz.

 

Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil,

Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun.

Ey ilâhın yüce davetlisi, göklerden eğil,

Göreceksin, duruyor kalbimiz üstünde putun!

 

Sen ki Gayya'ya düşen on yedi milyon Türk'ün

Dehşetinden sararırken yüzü yaprak yaprak,

Onu bir hızla çevirmiştin ölümden daha dün:

Tunç elin, yalçın iradenle kolundan tutarak.

 

Ve bugün on yedi milyon geliyor bir yere de,

Ebedî yolculuğundan seni döndürmek için

-Onu yoktan var eden sendeki derman nerede?

Gücü ancak yetiyor kabrine yüz sürmek için

 

 

 

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

 

Bu şiirin dilini kim çözer?

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

''Han Duvarları'' ile yaygın bir şöhretin sahibi olan Faruk Nafız Çamlıbel ise bu ününe Cumhuriyet döneminde ulaşmış olsa da, Osmanlı'nın son yıllarındaki Yeni edebiyat'ta boty veren isimlerden birisiydi. O da, kadın ve aşk üzerine takıntılı bir şairdi. ''Kadını kutsama''da dur durak bilmezdi. Bir şiirinde kadında ahlak düşkünlüğünü ''güzellik unsuru saymış, bir diğerinde ise kadın için ''Allah'a diş bilemekten'' bile söz edebilmişti. Medyatik Kuşatma/ Taceddin Ural

Yazarın dikkat çektiği şiirlerden bir tanesini, Hürriyet'in 1 Temmuz 2007 tarihli internet sayfasında Ahmet Altan'tan okuyalım:

''Kutsal, bayağı ve aşk...

 

 

 

Gün ışırken kalktım.

 

Sıcak, etüv kazanından yeni çıkmış tüylü bir havlu gibi yüzüme yapışıyor.

 

Soluk alamıyorum.

 

Ön balkon biraz daha serin.

 

Aşağıdaki ağaçların dallarına konan küçük kuşlar, yaprakların gölgeliklerindeki rüzgarı anımsatan hava kıpırtılarından mutlu, şakıyorlar.

 

Martılar hálá gecenin yorgunluğuyla sersemlemiş haldeler, kısa, kesik, yalvarmaya benzer sesler çıkartıyor, bir çatıdan havalanıp, mecalsizce hemen yandaki bir başka çatıya konuyorlar.

 

Sıkıntılı ve uykusuz bir geceye rağmen zihnim berrak ama berraklığında garip bir telaş, nasıl söyleyeyim, insanı kuşkulandıran tuhaf bir yapaylık var; sanki birazdan solacak, düzenini kaybedecekmiş gibi tedirgin edici bir duygu veriyor bana.

 

Sabahın o vaktiyle de, sıcakla da hiç ilgisi olmayan birçok farklı düşünce; sanki zihnin, birbiriyle alakası bulunmayan hatta birbiriyle çelişen sayısız düşünceyle duyguyu, onları birbirine değdirmeden, dokundurmadan, birinin varlığıyla diğerinin bütünlüğünü bozmadan, içinde her mevsimin ve bitkinin bulunduğu büyülü bir bahçe gibi taşıyabildiğini bir kere daha gösterircesine, aklımda dolaşıp duruyor.

 

Cevizlerini bir an önce saklamaya çalışan endişeli bir sincap gibi o düşünceleri kaybolmadan yakalayıp hafızama yerleştirmeye uğraşıyorum.

 

Bir yandan da, küçük beyaz incilere benzeyen çiçek tomurcuklarının yan yana dizildiği dallarıyla, aydınlanan sabaha tatlı bir ışık katan limon ağacının etrafında dolaşan hafif sabah rüzgarını solumaya uğraşıyorum.

 

Dostoyevski'nin, siyasi romanların şaheseri sayılan Ecinniler kitabına Orhan Pamuk'un yazdığı önsözden bir cümle, sanırım bugün yaşadıklarımızla da çok bağlantılı olduğu için, irili ufaklı birçok düşüncenin arasından siyah bir destroyer gibi diğerlerini yararak öne çıkıyor zihnimde: "...en kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlüğün boyutlarının genişliğini görmek..."

 

Kutsallıkla bayağılığın yan yana ortaya çıktığı, Dostoyevski'nin hemen hemen bütün romanlarında var olan bu şaşırtıcı çelişki, hayatın, insanın, edebiyatın ve kaçınılmaz olarak da en keskin biçimde siyasetin içinde varlığını sürdürüyor.

 

Dostoyevski'nin bunu bu kadar iyi bilmesinin bir nedeni "kutsal kavramlarla yakından ilgili bir muhafazakarı" ve "dostlarını bile dolandırmaktan kaçınmayan bir kumarbazı" bizzat kendi ruhunda taşımasıysa, bir nedeni de, aynen biz Türkler gibi Rusların da siyasetle çok ilgilenmesi, siyaset yelkenlerinin kutsallık ve bayağılıkla dolduğunu rahatça görmeleri.

 

Siyaset dünyasına dalanlar, hızını kutsallıktan alan bir bayağılık salıncağında sallanır dururlar.

 

İhtiraslarının ve bencilliklerinin bayağılığını, kutsal değerlerin parlak renklerinin arkasına saklarlar.

 

Biz, bugünlerde bunu çok sık görmüyor muyuz?

 

Ne çok kutsal değer, ne bayağı amaçlar için bir çift zar gibi oyun masasına atılıyor, kazanmak isteyenler elleri titreyerek en büyük sayıyı tutturan "kutsallığı" yakalamak için çabalıyorlar.

 

Bunları düşünürken, coşkulu bir gece vakti Çetin Altan'ın Faruk Nafiz'den söylediği o muhteşem şiir, onun sesiyle yankılanıp duruyor içimde.

 

"Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin

 

Sana kafir dediler, diş biledim Hakk'a bile

 

Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin

 

Kahpelendin de, garez bağladım ahlaka bile."

 

Kutsallıklarla bayağılıklar arasında dolaşıp duran insanoğlu, ne kutsallıkla ne de bayağılıkla ilgisi bulunmayan böylesine güçlü ve böylesine temiz bir duyguyu nasıl bulup çıkarıyor içinden?

 

Bütün kutsallıklara, tanrıya da, ahlaka da, güzelliğe de meydan okuyan, bütün hepsini reddetmenin kıyısına gelen ve hepsinden ayrı, tekbaşına, kendi kutsallığını yaratan böylesine cesur bir masumiyet, nasıl oluyor da kirli ruhlarımızda hiç lekelenmeden varlığını sürdürebiliyor?

 

İnsanların büyük çoğunluğu kutsallıklara sahip çıkarak bayağılaşırken, nasıl oluyor da aralarından biri kutsallıkları reddederek kutsallaşıyor?

 

"Sana kafir dediler, diş biledim Hakk'a bile"

 

Tanrıya söylüyor bunu.

 

Hiç korkmadan.

 

Çok sevdiğinizde, gerçekten, yürekten sevdiğinizde, bir kutsallığa sığınmaya çalışmıyorsunuz sanırım, tam aksine o kutsallıklara bile başkaldırıyorsunuz.

((Şiirin tamamı:

FİRARİ

Sana çirkin dediler düşmanı oldum güzelin

Sana kafir dediler diş biledim Hakk'a bile

Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin

Kahpelendin de garez bağladım ahlaka bile

 

Sana çirkin demedim ben,sana kafir demedim

Bence dinin gibi,küfrün de mukaddesti senin

Yaşadın beş sene kalbimde misafir demedim

Bu firar aklına nereden ,ne zaman esti senin?

 

Zülfünün yay gibi kuvvetli,çelik tellerine

Takılan gönlüm asırlarca peşinden gelecek

Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da yine

Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek

 

Faruk Nafiz Çamlıbel Bu yazının arasına iyi gider diye ekledim.))

 

"Tanrı, bayrak, vatan" sözcüklerini kendinize siper etmiyorsunuz, gerçek sevginin verdiği güçle kutsallık sığınaklarını terk ediyor, duygularınız ve düşüncelerinizle ortaya çıkıyor, her türlü cezaya, öfkeye, saldırıya göğsünüzü açarak söylüyorsunuz söylemek istediğinizi.

 

Ve, ne gariptir ki böyle zamanlarda kutsallıklardan uzaklaştıkça bayağılıklardan da uzaklaşıyorsunuz.

 

"En kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlük," bu sarsıcı ve utandırıcı çelişki, hayatın ve siyasetin çirkinliklerle dolu bu geniş arazisi, yalnızca gerçek duygular ve düşüncelerle yeniden dolmak için boşalıyor.

 

Hakk'a diş bileyip, ahlaka garez bağlayabiliyorsunuz.

 

Bunu bu güçle ve güvenle söylediğinizde tanrı da insanlar da anlıyor sizi, kutsallığın kullanıla kullanıla aşınmış zırhı değil, içtenliğin çırılçıplaklığı sizi koruyor.

 

Bu çırılçıplak içtenliği, onun her türlü savunmayı elinin tersiyle iten güvenini, bayağılıktan uzak cesaretini, kutsallığa başkaldıran kutsallığını bir kez gördüğümüzde, fark etmeden de olsa aslında hep onu, o çıkarsız masumiyeti istiyoruz.

 

Onu arıyoruz.

 

Ama biz de bayağılıklara düşkünlükle sakatlanmışız.

 

İstediğimizi söyleyecek cesareti bir türlü ruhumuzda bulamıyoruz.

 

Başkalarını olduğu kadar kendimizi de kandırarak, kutsallıkla bayağılığın gürültücü sesinin peşine takılıyor, böyle davranmayanları üstelik bir de aşağılıyoruz.

 

İşte, en çok da o sahte aşağılamalardan aldığımız zevkte ortaya çıkıyor bayağılığımız.

 

Kendimizden daha cesurları, kendimizden daha içten olanları bir yanımız hayranlıkla izlerken, bir yanımız da onları "kutsallıkların" o güvenli gölgeliğine sığınmadığı için suçluyor.

 

Suçlamak da zorunda.

 

Onları beğeniyorsak, onlar gibi davranma mecburiyetiyle karşı karşıya kalırız çünkü.

 

Hangimiz, "sana kafir dediler, diş biledim Hakk'a bile" diyebilir?

 

Kim, tanrının bile olmadığı kimsesiz bir çöle yalnızca kendi duygularıyla girmeyi göze alabilir?

 

Bir şair belki.

 

Bir aşık...

 

Gerçekten seven biri.

 

Çünkü ancak gerçek ve içten bir düşkünlük, hesapsız bir bağlılık, pazarlık kabul etmeyen sonsuz bir istek, ruhumuzu tek başına kaplayacak bir güce ve genişliğe sahiptir, ancak böylesine bir tutku kendine yer açmak için içimizdeki kutsallıkları ve bayağılıkları silebilir.

 

Arınmak, ancak böyle mümkün olabilir.

 

Bu olmadığında, "en kutsal olana ilgiyle en bayağı olana düşkünlüğü" bir arada görürsünüz.

 

Ecinniler romanında Dostoyevski gerçekten de bu çelişkiyi en sarsıcı biçimde gösterir, "dört üniversitelinin davadan dönen arkadaşlarını" öldürdüğü gerçek bir olaydan aldığı hikayesinde biz "kutsallıkları ve bayağılıkları" görürüz ama beni daha da etkileyen, "kutsallıklara kapılmış" insanların "delirmeye" "cinayete" ve "intihara" gidişlerinin macerasını anlatma biçimidir.

 

Kutsallık ve ölüm arasındaki o ürkütücü bağın ortaya çıkışıdır.

 

Hayatı, toplumu, tarihi etkileyecek, biçimlendirecek güce sahip o görkemli kutsal değerleri bütün ağırlığıyla alıp hayatlarının merkezine koyanlar, bu değerlerle kendi küçük zaafları arasında sıkışmaya başlarlar zamanla.

 

Ya değerlerinden ya zaaflarından vazgeçeceklerdir.

 

İkisinden birinden açıkça vazgeçebilen genellikle pek azdır.

 

İkisinden de vazgeçemezlerse, ikisi de ruhlarına aynı güçle hükmederse intihar ya da cinayet kaçınılmaz olur.

 

Mutlaka biri ölür.

 

Ama bu ikiliğe sıkışanlarda genellikle görülen içtenliklerinden vazgeçmeleridir.

 

İçtenliklerinden vazgeçenler bayağılıklarına teslim olur, hiçbir acı, hiçbir utanç duymadan kutsallıkların sözcülüğüne soyunur ve başkalarını ölüme gönderirler.

 

En çok da onların sesi çıkar, kutsal değerlerden en çok onlar söz eder, insanlığın "yüce" bulduğu değerlerin arkasına en çok onlar saklanırlar.

 

Onların bir ikilemi, çelişkisi, çıkmazı, ıstırabı yoktur.

 

Bu "rahatlığa", bayağılığın nirvanasına ulaşanların, işte en çok onların arasından çıkar başkalarını yönetmeye meraklı olanlar.

 

Ve, onlar kadar bayağılaşamamış, onlar kadar rahatlayamamış olanlar, hálá küçük vicdan azapları hisseden ama tam bir içtenliği de göze alamayanlar da "taraftar" kadrosuna yazılırlar.

 

Ne kutsallıklar adına gümbürtülü nutuklar atarlar ne içtenliğin saflığına yaklaşırlar, küçük konuşmalarda "kutsal" klişeleri mırıltılarla tekrarlarlar. Bir sabah vakti için tuhaf düşünceler bunlar, biliyorum.

 

Yorgunluk ve sıcakla hırpalanmış telaşlı bir zihnin, sabah serinliği tümüyle kaybolmadan, ötüşen kuşların ve kokusu gardenyaların kokusuna karışan limon çiçeklerinin tadını çıkararak kendi içinde çıktığı bir düşünce avcılığının sonuçları.

 

Martılar bir şeyler için yalvarıyorlar.

 

"Ecinniler" hálá her yanda.

 

Öldürüyor ve öldürtüyorlar.

 

Ama şairler de var.

 

Onlar, şu bayağı ruhlarımızı biraz sükûnete kavuşturuyorlar.

 

İçtenlikleri, cesaretleri ve acılarıyla.

 

Size o müthiş dörtlüğün devamını da yazayım, içtenliğin bedelinin de pek kolay olmadığını görün.

 

"Sana çirkin demedim ben, kafir demedim

 

Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin

 

Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim

 

Bu firar aklına nereden, ne zaman esti senin."

 

Hayat, sıcak ve yorgun bir gecenin sabahında böyle görünüyor bana.

 

Ecinnileri ve "firari"leriyle.

 

Belki de solgunlaşan bir zihnin sabah sayıklamaları bunlar.

 

"Sana çirkin demedim ben, kafir demedim"

 

Sadece...

 

İçtenliğin yok senin.''

 

Buna ne dersiniz? Her şey ne kadar açık dağil mi?

Faruk Nafiz der ki:

 

“Ey kirpiği sürmeli, gözü tahrirli Fatma,

Göğsünde yaşayanı, yüreğinde yaşatma,

Benim içim şenlenir, sen derdini eştikçe,

Güzelleşir gönlümde kadın kahpeleştikçe.”

 

Eğer şair, bu şiirleri yırtıp atmışsa diyecek bir şeyimiz olamaz ama, böyle bir şey de duymadım. Benim görebildiğim Faruk Nafız budur.

Dua ile...

Share this post


Link to post
Share on other sites

ALLAHAISMARLADIK

 

Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın,

Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git...

Bir yarın göçtüğünü,çöktüğünü bir dağın

Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git!

 

Yavrusunun yoluna dalan bir dul bakışı

Andırıyor ışıksız evinde pencereler.

Biraz yeşermek için beklesin artık kışı

Çağlayansız yamaçlar,suyu dinmiş dereler.

 

Bir sarı yaprak gibi düştü gönlüm yoluna,

Buğulu gözlerimden geçmediğin gün olmaz:

Benim kadar titremez hiç bir yiğit oğluna,

Hiç bir ana kızına bu kadar düşkün olmaz.

 

Bin fersahtan duyarım kimle gülüştüğünü,

Alnından öz kardeşim öpse ben irkilirim.

Değil yalnız ardına kimlerin düştüğünü,

Kimlerin rüyasına girdiğini bilirim.

 

Gözlerimi gün gibi kamaştıran yüzünü

Daha candan görürüm senden uzaklaşınca.

Sararırsın dönüşte görünce öksüzünü:

Bir gelinlik kız olur aşkım senin yaşınca.

 

Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın,

Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git.

Bir yarın göçtüğünü,çöktüğünü bir dağın

Görmemek istiyorsan ardına bakmadan git!

 

__________________________________________

 

 

SUYUN ÜSTÜNDE MISRALAR

 

Dün gece parçaladı bir aslan kafesini,

Bir gönül sonsuz ufka yol aldı kartal gibi.

Fırtınam!Baş ucunda duyunca nefesini

Otuz yıllık bir ağaç eğildi bir dal gibi.

 

Tatmak için enginin şi'rini dalgalarla

Kalbimiz göğsümüzde ayrı bir şeydi yarda.

İki taş heykel oldu vücudumuz kenarda,

Ruhumuz enginlere açıldı sandal gibi.

 

Sonsuzluğun sırrına ererek biz denizde

Sonsuzluğu yaşatmak istedik sevgimizde,

Saçımız ağarmadan toprak olunca biz de

Gezecek maceramız dillerde masal gibi.

Share this post


Link to post
Share on other sites

ortaokul dönemlerinde okuduğum bir kaç şairden biri

çok sevmem ama en bildik şiirlerinden...

 

 

KISKANÇ

 

Sakın bir söz söyleme yüzüme bakma sakın

Sesini duyan olur sana göz koyan olur

Düsmanımdır seni kim bulursa cana yakın

Annen bile oksasa benim bagrım kan olur

 

Dilerim tanrıdan ki sana açık kucaklar

Bir daha kapanmadan kara toprakla dolsun

Kan tükürsün adını bensiz anan dudaklar

Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest Bir Kereye Mahsus

Ülkemizin yetiştirdiği en büyük şairlerden birisidir. Merhum Çamlıbel; bazı şiirlerinde kadınlardan bahsetti diye kimse O’nu küçük görmemeli... Kimi insanlar, her şair dinden, siyasetten, tasavvuftan yahut başka şeylerden dem vursun diye bekliyor ama yanılıyorlar. Herkesin farklı bir yaratılışı var ve kimse zorla bir şairi sevecek diye de bir kaide yok. Kaldı ki, kendisi inançlı bir insandı. Herkesin farklı bir meşrebi, istidadı var. Memleketçi, inançlı ve tarihini bilen bir edebiyatçı-şair işte, daha ne istiyorsunuz ki? Şiirlerini iyi okuyun, anlarsınız…

Çamlıbel’in; Fatih Sultan Mehmed Han'a, Mehmetçik’e, Nihad Sami Banarlı’ya, Mustafa Kemal Atatürk’e…vs gazelleri de vardır. Meşhur olan şiirlerinden ziyade, "Benimle Yürüyene" adlı şiirini özellikle çok severim. Tüm şiirleri birbirinden güzeldir. Her okunuşta farklı tatlar alınır. Hatta, şiir sanatı konusunda, kendisini Şairi Şuara Kısakürek’le de kıyaslayabilirim –şahsi fikrimdir-. Zira O’ndan aşağı kalmayacak derecede şiir sanatının inceliklerine ve hece ölçüsüne hakimdir. Kendisini ve şiirlerini, sadece ortaokul ve lise çağlarında okuyup bir kenara atmakla bu iş olmaz. Her yaşta okunacak ve ibret alınacak şiirleri vardır Çamlıbel Üstad’ın.

Çamlıbel’in, ölen eşinin ardından sözlerini yazdığı ve Büyük Türk Bestekarı, yaşayan efsane Prof. Dr. Alaeddin Yavaşça tarafından Hicaz makamında bestelenen “Artık Bu Solan Bahçede Bülbüllere Yer Yok” eseri meşhurdur:

 

(Aşağıdaki yazı Ekşi Sözlükten alıntıdır)

 

"faruk nafiz çamlıbel'i bilirsiniz. gelmiş geçmiş şairlerin en büyüklerinden biridir çamlıbel. çok iyi, sevdiğim bir dostumdu o benim. yaşı elbette benden ileriydi ama saygı dolu bir ahbaplık vardı aramızda. bir gün muayenehaneme geldi. o zamanların çok meşhur ve yanına varmayı bırakın, randevu almak için bile ter dökülen bir genel cerrah hocamız vardı. eşinin rahatsız olduğunu söyledi. o cerrah hocamıza göstermemiz için yardım talep etti.

 

hocayı iyi tanıyordum. aradım, söyledim yanına çağırdı bizi. hanımefendiyi muayene etti. sonra beni yanına çağırdı ve teşhisini söyledi: "alaeddin kardeşim, durum fena. göğüsten başlamış tüm koltuk altını sarmış kanser. mutlaka vücudun başka yerlerinde de metastaz yapmıştır. bu hastayı hiçbir şekilde ameliyat etmek istemem. hekim olarak yapacağımız, ilaçlar verip ömrünün son demlerini mümkün olduğunca ağrısız geçirmesini sağlamaktan ibarettir." ben yıkıldım duyunca. nasıl söyleyeceğim ki bunu faruk nafiz bey'e. eşinin üzerine titreyen, ona delice sevdalı bir adam. kırılgan, duygulu, şair bir adam. nasıl derim, nasıl söylerim?

 

hikayenin tam burasında gözlerine yaşlar doluveriyor alaeddin yavaşça'nın. koca bir çınar yapraklarını döküyormuş gibi, gözünden yaşlarını döküyor hocamız da. titreyen bir sesle devam ediyor anlatmasına: ben o dev şairin koluna girip; "gel biraz yürüyelim üstat' dedim. bin dereden bin su getirir gibi anlatabildim acı tabloyu ona.

- ne dedi peki?

- hiçbir şey söylemedi. çıt bile çıkarmadı gitti.

- yıkıldı demek?

- yıkıldı ama bir süre sonra hanımefendi vefat edince geldi esas yıkımı. haftalar sonra yine geldi bana. omuzları, avurtları çökmüş, gözleri kan çanağı bir halde geldi.

- unutamıyor bir türlü?

- mümkün mü? cebinden katlanmış bir kâğıt çıkartıp açtı, uzattı. "bunu yazdım. bestelersen sevinirim" dedi ve yine çıktı gitti.

- çok merak ettim hangi şarkınız hocam?

hoca yine duruyor. dalıyor ve neden sonra mırıldanıyor o meşhur şarkının muhteşem sözlerini: "artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok. bir yer ki sevenler, sevilenlerden eser yok. bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok. bir yer ki sevenler ve sevilenlerden eser yok."

 

19 nisan 2008

savaş ay- alaeddin yavaşca söyleşisi: "bestelerin beyefendisi"

takvim gazetesi

Share this post


Link to post
Share on other sites

SERENAT

 

 

 

Bir nisan akşamı, serin bir günün,

 

Şark'ın bu sevimli, güzel köyünün

 

Cenneti andıran bir akşamıydı.

 

 

 

Sizi ilk balkonda gördüğüm gündü,

 

Yüzünüz sararmış gibi göründü,

 

Acaba ruhunuz çok hasta mıydı?

 

 

 

Sordum ki bu kimdir, gülümsediler,

 

'Eşinden ayrılan bir kız dediler,

 

'Gezdiği yer işte bu ücra saray.

 

 

 

Hicran ne anlamış, sevda ne bilmiş,

 

Ağlatmış, ağlamış, sevmiş, sevilmiş

 

Bir güzelmişsiniz, isminizde Ay.

 

Faruk Nafız ÇAMLIBEL

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest Bir Kereye Mahsus

Başlığı açan kardeşimiz, Çamlıbel'in doğum tarihini yanlış yazmış. :)

 

"Faruk Nafiz Çamlıbel (18 Mayıs 1898, İstanbul – 8 Kasım 1973, İstanbul), Hecenin Beş Şairi'nden biridir."

 

The Spirit Of İslam kardeşimiz de galiba yanlış gördü başlığı, yahut bir hata yaptı. Kendisini mütevazi bir üslupla uyarmak isterim:

 

Faruk Nafiz Çamlıbel yerine Fazıl Hüsnü Dağlarca'dan bir şiir paylaşmış. :)

 

Han Duvarları şiiri, Osmanzade Hamdi Bey'e ithaf edilmiştir. Osmanzade Hamdi (Aksoy) Bey, Kurtuluş Savaşı sonrasında İstiklal Madalyası'na layık görülmüş ve Birinci Mecliste de görev almış bir siyasetçimizdir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Başlığı açan kardeşimiz, Çamlıbel'in doğum tarihini yanlış yazmış. :)

 

"Faruk Nafiz Çamlıbel (18 Mayıs 1898, İstanbul – 8 Kasım 1973, İstanbul), Hecenin Beş Şairi'nden biridir."

 

The Spirit Of İslam kardeşimiz de galiba yanlış gördü başlığı, yahut bir hata yaptı. Kendisini mütevazi bir üslupla uyarmak isterim:

 

Faruk Nafiz Çamlıbel yerine Fazıl Hüsnü Dağlarca'dan bir şiir paylaşmış. :)

 

Han Duvarları şiiri, Osmanzade Hamdi Bey'e ithaf edilmiştir. Osmanzade Hamdi (Aksoy) Bey, Kurtuluş Savaşı sonrasında İstiklal Madalyası'na layık görülmüş ve Birinci Mecliste de görev almış bir siyasetçimizdir.

 

:D Çok pardon arkadaş.Hemen düzeltiyorum.Beşer şaşar değil mi ? :)

Share this post


Link to post
Share on other sites

:D Çok pardon arkadaş.Hemen düzeltiyorum.Beşer şaşar değil mi ? :)

 

Değiştirdim ve Faruk Nafız ÇAMLIBEL'in SERENAT adlı şiirini paylaştım.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest Bir Kereye Mahsus

Estağfurullah. :) Tabii ki hatalar bize mahsustur. Hatasız kul olmaz. Bir şiir paylaşalım Çamlıbel Üstad'dan da moralimiz yerine gelsin:

 

BEŞİKTEN MEZARA KADAR

 

Seni istikbal için önce gelmek cihana,

Ve başkasından almak sonra geliş müjdeni.

Bir nefes dinlemeden yıllarca koşmak sana,

Aramak her tarafta... Bulmamak asla seni.

 

Suda, rüzgârda, kuşta senin sedanı duyup,

Seni beyaz çiçekli dallar içinde sanmak.

Vuslatın rüyasını görmek üzre uyuyup,

Hasretin azabına ermek için uyanmak.

 

Başka bir şekle koymak her gün güzel yüzünü,

Boyamak gözlerini bir siyah, bir maviye.

Tek seni hayal için süzerek batan günü,

Gece mahtaba dalmak, sen de dalmışsın diye.

 

Seni anlatmak üzre yazıp her gün bir gazel,

Geçirmek ömrü yalnız sana dair eserle.

Saçlarını çözerek hulya dizinde, tel tel,

Bugün güllerle örmek, yarın menekşelerle...

 

Tesadüf ümidinin bittiği müthiş anda,

Dudağa kanla çizmek yeniden tebessümü:

Seni istikbal için artık öbür cihanda,

Dosta el sallar gibi, davet etmek ölümü.

 

Kaynak: http://www.siraze.net/antoloji/faruknafiz/besikten.htm

Share this post


Link to post
Share on other sites

Estağfurullah. :) Tabii ki hatalar bize mahsustur. Hatasız kul olmaz. Bir şiir paylaşalım Çamlıbel Üstad'dan da moralimiz yerine gelsin:

 

BEŞİKTEN MEZARA KADAR

 

Seni istikbal için önce gelmek cihana,

Ve başkasından almak sonra geliş müjdeni.

Bir nefes dinlemeden yıllarca koşmak sana,

Aramak her tarafta... Bulmamak asla seni.

 

Suda, rüzgârda, kuşta senin sedanı duyup,

Seni beyaz çiçekli dallar içinde sanmak.

Vuslatın rüyasını görmek üzre uyuyup,

Hasretin azabına ermek için uyanmak.

 

Başka bir şekle koymak her gün güzel yüzünü,

Boyamak gözlerini bir siyah, bir maviye.

Tek seni hayal için süzerek batan günü,

Gece mahtaba dalmak, sen de dalmışsın diye.

 

Seni anlatmak üzre yazıp her gün bir gazel,

Geçirmek ömrü yalnız sana dair eserle.

Saçlarını çözerek hulya dizinde, tel tel,

Bugün güllerle örmek, yarın menekşelerle...

 

Tesadüf ümidinin bittiği müthiş anda,

Dudağa kanla çizmek yeniden tebessümü:

Seni istikbal için artık öbür cihanda,

Dosta el sallar gibi, davet etmek ölümü.

 

Kaynak: http://www.siraze.net/antoloji/faruknafiz/besikten.htm

 

Hüzün ve sevgi yansıtan güzel bir şiir aynı zamanda şair dertlenmiş yazarken :)

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest Bir Kereye Mahsus

Şairler... Ah şu şairler, ahhh! Hep dertli olurlar. Bizi de dertlendirirler. Aslında Türk Milleti'nin tamamı şairdir. Şair yaradılışlı bir milletiz biz. Allah vergisi bir durum bu tabii. Samimi söylüyorum, hepimiz şairiz millet olarak :)

 

Bir şiir daha paylaşalım Üstad'dan:

 

KOŞMA

 

Kirpiğine sürme çek,

Kına yak parmağına:

Bu yıl yaşın girecek,

Kız, gelinlik çağına.

 

Anlatıyor duruşum,

Ben sana vurulmuşum;

Ko, düşsün gönül kuşum

Saçlarının ağına.

 

Yaş olsam gözden akmam.

Göz olsam gayre bakmam,

Vatanımsın, bırakmam

Ellerin kucağına!

 

http://www.siraze.net/antoloji/faruknafiz/kosma.htm

 

Kısa ve öz... Ne güzel özetlemiş. 7'li heceyle şiir yazmak daha zordur. Necip Fazıl'ın da -bildiğiniz gibi- 7'li heceyle çok güzel şiirleri var.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...