Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Muvazene

İki Kutup Yıldızı: Necip Fazıl Ve Cemil Meriç

Recommended Posts

Cemil Meriç’in İstanbul Pertevniyal Lisesi’nde bir süre okuduğunu bilmiyordum. Okulların (ve okurların) sevimli sakası Asım Gültekin, Pertevniyal’de Cemil Meriç Günü’ne konuşmacı olarak çağırdığında heyecanlandım. Bilimsel bir toplantıda, diyelim “Cemil Meriç’in Medeniyet Anlayışı” başlıklı bir konuşma yapmam kolaydı. Fakat 15 yaş dolayındaki gençlere Cemil Meriç hakkında ne anlatabilirdim? Ben 15 yaşında Cemil Meriç’i anlamış mıydım? Mustafa Armağan, elinde (Cemil Meriç’ten derlediği) kocaman bir kitapla gelmişti. Bense kitapsızdım. Kitapsız, prangasız!

 

Cemil Meriç’ten okuduğum, daha doğrusu sökmeye çalıştığım ilk kitap, o minnacık Bu Ülke idi. Cüssesi minnacık, muhtevası Ağrı Dağı. Birkaç okuyuştan sonra, bazı bölümlerini adeta ezberlemiş, büyük bir kısmını ise sanki yırtıp atmıştım. “Çünkü bazı şiirler, bekler bazı yaşları” demiyor muydu Behçet Necatigil? Cemil Meriç de katıksız bir şairdi; hiç değilse bir şiir kaçkını. Bu Ülke’yi, Umrandan Uygarlığa ve Mağaradakiler’den sonra yeniden okumak üzere rafa kaldırdım.

 

İki saat boyunca iki yazarın konuşmasını şaşırtıcı bir dikkatle dinleyen Pertevniyal öğrencilerine, birkaç hatıra ile karışık bir Cemil Meriç portresi çizmeye çalıştım. Üstadı tanıdığımda üniversite üçüncü sınıftaydım. Boğaziçi’nde, “Tanzimat ve Türk Musıkisinin Meseleleri” başlıklı bir panelde modernleşme tarihimizin kültürel problemlerine dair konuşmasını arzu etmiştik. Ruhi Ayangil’in yönettiği korodan Osman Birkan ile Göztepe, Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi’ndeki evine gittik.

 

Cemil Meriç’i birkaç dakika dinledikten sonra hemen anlamıştık ki, gözleriyle değil, ruhuyla görüyor. Zaten Necip Fazıl da onun için, “Allah’ın, iç gözü iyi görsün diye dış gözünü kapadığı sahici münevver” demiyor muydu? O Necip Fazıl ki, kendinden başka yazar ve mütefekkir tanımaz; kimseye prim vermezdi. O bile Cemil Meriç için böyle diyorsa, gerisini siz tahayyül edin.

 

Öğrencilerle de paylaştığım bir Cemil Meriç hatırası Necip Fazıl’a dairdi. Büyük Doğu’nun son dönemi. Üstad, genç yaşlı demeden “işe yarar” saydığı birçok kişiyi evine toplamış, projeyi anlatıyor. Ergun Göze, Ayhan Songar gibi isimler Meriç’in hatırladıkları. “Üstad bizi bir masanın etrafına dizmiş, kılıcını kuşanmış, savaş meydanına çıkar gibi konuşuyor; herkesi kesip doğruyordu. Bir ara modernleşme tarihimizle bağlantılı bir mesele açıldı ve Üstad sözü bana verdi. Normalde, Necip Fazıl ile sohbetteyseniz, sadece dinler ve tasdik edersiniz. Fakat ne düşündüyse, sözü bana verdi ve uzun uzun dinledi. Belki yarım saatten fazla süren bir tahlil yaptım. Ayağa kalktı ve ‘Cemil Meriç, sen Türk olamazsın!’ dedi.”

 

Cemil Meriç, sen Türk olamazsın!

 

Necip Fazıl’ın meşhur nazariyesini (!) bilmeyen yoktur: Türk milleti idare sanatında ne kadar ileri ise, düşünme sanatında o kadar geridir. “Türklerde mütefekkir yetiştirme hususunda ırkî bir sakamet vardır!” Osmanlı dünyasının yazmalara gömülü tefekkür hazinesi henüz yeterince keşfedilmemişti ve el yordamıyla hüküm üstüne hüküm bina eden Necip Fazıl, Oryantalist bir efsaneyi tekrar etmekten kurtulamıyordu.

 

Cemil Meriç, muhteşem bir kinaye ile cevap verir: “Üstadım, bu bir itiraf mı?” Necip Fazıl bir an duraklar, sonra gülümsemeyle karışık kükrer: “Vay namussuz!”

 

Necip Fazıl’da Türklük biyolojik olmaktan çok psikolojikti; kandan ziyade şuur. Cemil Meriç, her Mayıs Balzac’la yeniden doğardı. Ben her Mayıs Necip Fazıl’la yeniden ölürüm. Samimiyetle ifade edeyim ki, Üstadın ne büyük bir düşünür olduğuna inanıyorum, ne de çok önemli bir şair olduğuna. Şairdi elbet; fakat şiirden çok manzume yazdı. Osman Yüksel’in şahadetiyle, “ayakları bile düşünüyordu”; fakat mütefekkirden çok, polemikçiydi. Necip Fazıl, fikrinden çok, duruşuyla büyüktü. Büyük Doğu’luydu o, büyük bir Doğulu.

 

Hafızam kırk yıl öncesine kanatlanıyor. Üç yaş büyük ağabeyim (Doç. Dr. Ahmet Özel) Erzurum İmam Hatip’te okuyordu, bense Ağrı Lisesi’nde. (Ortaokul ve lise bir arada ve tek binadaydı. Orta Okuldayken, liseli gibiydim. Özellikle tarih derslerine lise kitaplarından hazırlanırdım.) Onun gönderdiği Diriliş ve Edebiyat dergilerini hatırlıyorum. Fakat beni o dergilere yönelten, Necip Fazıl’a duyduğum hayranlıktı. Ondan daha büyük şair ve yazar tahayyül edemiyordum. Şiirleri kadar, nesirlerini de ezberliyordum. Büyük Doğu dergisini hiç görmemiştim; fakat Diriliş ile Edebiyat’ı (sonraları Mavera’yı) Büyük Doğu’nun devamı niyetine okuyordum.

 

Necip Fazıl’ın şiirde bile hasreti, adamdı. Türkiye’yi “başsız başsız adamlar”ın yönetmesinden bizardı. “Bıçak soksan gölgeme / Sıcacık kanım damlar / Gir de bir bak ülkeme / Başsız başsız adamlar”. Yeni bir nesil için tohum saçmayı temel vazife sayıyordu: “Tohum saç, bitmezse, toprak utansın!”

 

Şimdi geriye doğru düşündükçe şaşırıyorum: Necip Fazıl pek sistematik bir düşünür olmadığı halde, benim gibi analitik düşünmeye meyyal birini nasıl bu kadar etkileyebiliyordu? Yerli veya yabancı, ciddi tarihçi ve sosyal bilimcileri okumaya başladıktan sonra, Necip Fazıl’ı belki hiç aramadım; kitaplarını yıllardır neredeyse hiç okumadım. Peki, onda biz gençleri çeken şey neydi? Konferanslarında saatler boyu hiç kıpırdamadan, bu adamı nasıl dinleyebiliyorduk?

 

Muhteşem terkip: Büyük Doğu

 

 

 

Bana öyle geliyor ki, “Büyük Doğu” terkibi her şeyi açıklıyor. Büyük ve Doğu kelimelerinin bir arada kullanılması o yıllar için başlı başına bir devrimdi. Necip Fazıl, 1943 yılında, henüz 40 yaş civarındayken, büyük bir özgüven duygusuyla icat etmişti bu terkibi. Batıya ve Batıcılara temelden bir başkaldırıydı bu. Bize, “Başınızı dik tutun!” diyordu Üstad. Necip Fazıl’ın üstatlığı derin bilgisinden veya etkileyici nazmından değil, haksız bir sisteme onurlu isyanından geliyordu. Benim, Diriliş ve Edebiyat üzerinden tanıdığım ve ancak küçük kitapçıklar şeklindeki son dönemine yetiştiğim Büyük Doğu dergisi, bu isyanın mayalandığı bir odaktı.

 

Dergi, ortak aklı harekete geçirme vasıtasıdır. Gerçi bu yönleriyle Büyük Doğu ve Diriliş dergiden çok, iki üstadın şakirtleriyle hasbihaliydi. Hakiki manasıyla dergi, söyleyecek sözü olan bir grup insanın toplumla yüzleşmesidir. Cemil Meriç birçok dergide yazdı; fakat galiba hiç birinde kendini evinde hissetmedi. Çünkü dergileri yayınlayanlarla birlikte yola çıkmamış; onlarla “otobüste karşılaşmış”tı. Dergi, ortak bilgi değilse bile, ortak bilinçtir. Hayata karşı belirli bir hassasiyetin paylaşılmasıdır. Önce yazarlar bu hassasiyeti paylaşmalı ki, okuyucu ile de paylaşabilsinler. Derginin hâlâ Türk toplumuna yabancı olduğunu düşünüyorum. Henüz bir dergimiz yok. Bu Ülke’de, ruhu olan dergiler uzun ömürlü olamıyor. Uzun ömürlü bir iki derginin de maalesef ruhu yok! Dergi, bir hesaplaşma aracıdır. Siyaset toplumsal gruplar arasındaki (maddî ve manevî) çıkarlarla alakalı olduğundan, siyasete duyarsız dergi, iddiasız, ruhsuz bir kâğıt tomarıdır. Tabii, siyasete duyarlı olmak, bütün sayfaları siyasî kişileri değerlendirmeye ayırmak demek değildir. Aksine, ancak çok küçük kafalar kişilerle ilgilenir. Orta çaplı kafalar olaylarla, büyük kafalar ise fikirlerle uğraşır. Derin fikir yoksa, dergiler resimli vitrinlere dönüşür. Bu Ülke’de dergiler uzun ömürlü olamıyorsa, ya söylenecek söz yok; ya söylenen sözün toplumda karşılığı yok. Cemaat dergileri sadece gönül okşuyor; fikir dergileriyse gönle ulaşamıyor. Akıl tek başına insanla irtibat kuramaz.

 

*Kaynak

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yukarıdaki yazıyı başlığına kanarak büyük bir hevesle okumaya başladım. Gayet de iyi ilerliyordu yazı. Hatta Üstaddan bilmediğimiz bir hatırayı bile naklediyordu eline kalem alma teşebbüsünde bulunan şahıs. Lakin bu şahıs ne zaman Üstad ile alâkalı olan telakkilerini ortaya dökmeye başladı, işte o vakit inkisar-ı hayale uğradım. Böyle bir başlığın altında bu mütalaaların ne işi var, yahut böyle mülahaza varsa niye bu başlık, demekten kendimi alamadım. Hem Necip Fazıl’ı kutup yıldızı olarak teşbih etmek hem de herhangi bir hususiyetini beyan etmek şöyle dursun, hak etmediği sakat tenkidlere maruz bırakmak o başlık ile ne büyük bir tenakuzdur öyle.

 

Üstadın o sağlam ve büyük duruşu, İslam davasına bağlandıktan sonra vuku bulmuştur. Üstadın bohemlik döneminde bile kendisi gösteren tefekkür mayası ile yoğrulan fikrî dünyası, düşünür kelimesi ile ifadelendirilmek istenen manayı hakiki çapta ihata eden mütefekkirlik hassasını, yani hakikatin hakikati ile yolunu, fikrini, zikrini, her şeyini tenvir etmek gayesine adandıktan sonra aslî olarak kazanmıştır. Üstadın: Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum, mısrası bunu anlatan ne muazzam ve derin bir tahlildir geçmişine müteveccih. Hal böyleyken, fikrinden çok duruşuyla büyüktü demek, duruşun şekillenmesindeki ana âmili ikinci plana atmak oluyor. Lakin şu bir gerçektir ki, sağlam duruşun kökü İslam’a dayanmaktadır ve bu yüzden duruşun tohumu mahiyetinde olan fikir bir adım önde yürümektedir. Zaten o sağlam duruş, Üstadın imandan ayrı düşünemediği aksiyon mefhumunun cemiyet sahasında hayat bulması, ete kemiğe bürünmesidir.

 

Üstadın Üstadlığı elbette ki haksız bir sisteme başkaldırmasından geliyordu. Etkileyici nazmı da yani şiiri, Allah’ı aramak ve anlatmak yolundaki bir araç. Yani hepsi birbirine bağlı olan, biri olmadan diğerinin eksik kalacağı ya da olmayacağı bu muazzam çaptaki örgü, tek başlarına değil, birbirleri ile olan münasebetleri ve birbirlerine olan tesirleri de düşünülerek değerlendirilmesi gereken bir ağdır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yazıya ben de reyhan gibi büyük bir iştiyakla başlamıştım. Zira başlığı, muhtevasındaki cevheri samimi manada ifşa edeceğini ilan ediyordu. Ama bu, hiçbir ilmi tetkik, hiçbir muteber ve müşahhas verisi olmayan, tamamiyle hayal ürünü olarak çizilen bir define haritası gibi, adeta toprak altında (cevher)i vaat ediyor, ama onun izini, bulunduğu yeri hakiki manasıyla gösteremiyor. Üstelik başta (define) olarak takdim ettiği nesneyi küt ve sığ bir diyalektikle kıymetsiz olarak tarif edecek kadar da vahim bir çelişki ve gaflet örneği sergiliyor.

 

Evet, Üstad bizlere yol gösterecek olan, fikir semamızın göğsünde kalp gibi atan kutup yıldızımızdır. Bunda şüphe yok. Onun, uğrunda destanlık çapta çilesini çektiği, ve hangi zaviyeden tetkik ederse edilsin kemiyet ve keyfiyet planlarında üstün bir sanatkarlık mahsülü olan fikriyatı da bunun delilidir. Ne hazindir? Yazar, üstadı ne büyük bir fikir adamı, ne de şair olarak görmediğini bedahet ve samimiyet(!) ile ifade ediyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?!

 

Üstada burun kıvıran yazarımızın tahayyül ettiği fikir buudu acaba ne çaptadır? Bir fikir adamında aradığı vasıflar nelerdir? Fikir planında bu kadar yetkin (!) olan yazarımız acaba hangi mesnetle üstada burun kıvırmıştır, bunu bedahetle bilmek isteriz!

 

Fikir adamı, cemiyetin bütün hassasiyetlerini, bütün çilelerini, bütün çıkmazlarını ve artık her ne varsa her şeyi, kendi benliğinde toplayıp, cemiyetin dününü, bugününü ve yarınını üstün ve hakiki bir şekilde muhasebe edip, ona istinaden fikir örgüsünü kuran üstün bir şahsiyettir. Onun için cemiyetin tek bir fertte toplanmış hali dersek yanılmış olmayız... Fikir adamı, cemiyetin bekası için o kadar mühim, o kadar değerlidir ki, onun kıymetini ölçecek bir cihaz, mukabilini temin edecek bir değer, namevcuttur. Cemiyetin bekası dedik, bakınız, burada hayati derecede mühim bir nokta vardır. İşte tam bu noktada, vücudumuzun iltihaplandığı Kanuni, ve sonra can çekişimizin başladığı Tanzimat ile başlayan çöküşümüzün ana saiklerinin en temel amilinin, fikir planındaki yoksulluğumuz olduğunu tayin edebiliriz. Üstadın, harikulade ve eşsiz bir nazarla teşhis ettiği bu hüküm, mutlaktır.

 

Üstadın sağlam duruşunu fark edipte, bu duruşun mesnedini fikredememek ne hazin bir yanılgıdır. O sağlam duruşun mesnedini, o bulutları delip geçen yapıyı ayakta tutan temeli, Reyhan kardeşimizin yazısında hakkıyla ve yeterince müşahede edilmiştir. Gene kendisinin ifade ettiği şekliyle, Üstadın (İdeologya Örgüsü) eseri, fikir planındaki yetkinliğinin apaçık bir delilidir.

 

Yazarımız, bunlarla birlikte Üstadı önemli bir şair olarak görmediğini de belirtiyor. Bir önceki yargısında olduğu gibi bunu da temellendirmediği, herhangi bir mesnede dayandırmadığı için, yani zifiri karanlıkta, belirsiz denecek kadar yitik bir gölgecik şeklinde boy gösterdiği için kendisini büsbütün göremiyor, bu sahte hükümlerin kafasına hakikat balyozunu indiremiyoruz. Ne Üstadın aksiyonunu sürdürdüğü zamanlarda, ne de şimdi, kendisine taban tabana zıt olan zümreler dahi, Üstadın sanatkârlığına şapka çıkarma, hiç olmazsa hakkını verme samimiyetini göstermişlerdir. Ama gelin görün ki, bu pek samimi yazarımız, Üstadın şairliğini yetersiz görmektedir! Hararetle tenkit mi edersin, sükûtla hayret mi edersin?

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...