Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
ilcege

Yazmak Ve Intihar, Aslında Mesele Ne?

Recommended Posts

Yazmak ve İntihar, Aslında Mesele Ne?

 

Fransız felsefeci André Gorz'un karısı Dorine ile birlikte intihar etmeden önce yazdığı mektup hâlâ gündemde. Edebiyat tarihinde aynı anda ölmeyi seçen tek çift André ve Dorine değildi. Peki, şair ve yazarlar için intihar neden bu kadar çekici?

İntihar üzerine konuşmak, başkalarının acısına uzaktan bakıyor olmak duygusunu da beraberinde getirir. Yine de intihar üzerine yazılıp çizilenleri okumaktan, kendini öldürmek üzerine söylenmiş unutulmaz aforizmaları birbirimize aktarmaktan kendimizi alamayız. Hele söz konusu, sanat ve sanatçı olduğunda, intihar üzerine düşünmek daha “çekici” hale gelir. Edebiyat-intihar ilişkisi üzerine yazılmış sayısız makale, deneme, şiir bulabilirsiniz. Yalnızca bu konuyu ele alan kitap boyutunda pek çok çalışmadan da söz edilebilir. Müntehir bir şairin/yazarın yaşamöyküsünü, günlüğünü, mektuplarını okumak, ötekileri okumaktan daha heyecan vericidir.

 

Albert Camus, Sisifos Söyleni’ne şu cümleyle başlıyordu: “Gerçekten önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır, intihar.” Konunun bizim toplumuzda bir “felsefe sorunu” olarak alımlanmadığı açık. Ancak edebiyatla ilişkili bir kavram olarak intiharın, özellikle Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatında, en çok işlenen, atıf yapılan kavramlardan biri olduğu görülür. Belki de varoluşçuluğun etkisiyle, intihar konusunun edebiyatımızda zamanla meşrulaştığı gerçeği görmezden gelinemez. Fakat edebiyatımızdaki müntehirlerin sayısı, Batı’yla karşılaştırıldığında çok daha az. Bunun psiko-sosyolojik ve toplumsal sebeplerinin yanı sıra daha derinlerde, ait olunan kültürün “manevî” kodlarıyla da ilişkisi var. Kapsamlı araştırmaların konusu olabilecek bu noktayı bir tarafa bırakalım. Edebiyatımızın intihar ile ilişkilerini, bunun sebeplerini tartışmıyoruz; ama kısaca, müntehir şair/yazarların bizde genellikle nasıl alımlandığına bakmakta yarar var.

 

Ülkemizde pek çok edebiyat dergisi bugüne dek intiharı konu edindi. Taşra dergilerinden, Varlık, Türk Edebiyatı gibi bir gelenek oluşturmuş dergilere kadar... Özellikle kendini sol’da konumlandıran edebiyat dergilerinde intihar dosyalarının daha meşrulaştırıcı eğilimde olduğu söylenebilir. Hatta işi intiharı yüceltmeye kadar vardıran örnekleri de hatırlıyoruz. Şunu unutmamak gerek: İncelenen konu şiirsel olunca, o konunun lirik ve bazen yüceltici bir üslupla ele alınması kaçınılmaz oluyor. İntihar üzerine yazılmış pek çok metin bunun en iyi örnekleridir.

 

Dergilerin yanı sıra, intiharı ele alan kitap boyutunda çalışmaların sayısında da -dikkati çekecek kadar olmasa da- artış var (bilimsel incelemeler konumuzun dışında). Örneğin son birkaç ayda dikkat çekici iki çalışma yayımlandı. Cemile Sümeyra’nın Kendini Kalemini Kıranlar - Türk Edebiyatında İntihar (Şule Yayınları) ve Müslüm Yücel’in Edebiyatta Ölüm ve İntihar (Agora Yayınları) adlı çalışmaları. Bu kitapların ilkinde Cemile Sümeyra, edebiyatımızdaki müntehirlerin hayata bakışları ile intihar düşünceleri ve eylemlerindeki ilintiyi araştırıyor. Kitapta edebiyatımızın müntehirlerinin kısa portrelerini bulmak mümkün. Sümeyra, günümüzde aydın, entelektüel ve sanatçıların, sıradan insandan daha fazla intihar düşüncesinin etkisi altında olduğunu belirtiyor, ki katılmamak mümkün. İntiharı aşmanın, onu görmezden gelerek değil, irdeleyerek gerçekleşebileceğini savunan kitap, konunun ilgilisi için önemli bir kaynak. Ne yazık ki, aynı şeyleri Müslüm Yücel’in kitabı için söyleyemiyoruz. Kitabın kapağında “Edebiyat Kuramı” ibaresi yer alıyor ki, intihar üzerine bir kuram inşa etmeye çalışmak, kuramın ne olduğunu bilmemek demektir. Yücel, lirik üslubuyla intiharı yüceltmenin sınırında. Kitaba zarar veren ise yer yer “arabeskleşen” anlatım biçimi. Örneğin, Mantık’üt-tayr’daki otuz kuşun yolculuğu için şöyle diyor yazar: “..bir ‘intihar saldırısı’ gibi otuz kuş Kaf Dağı’na doğru uzun kanatlarını açarak uçarlar.” Müslüm Yücel’in kitabını bir araştırma değil, “deneme” olarak tanımlamak daha doğru olur.

 

Buradan bakınca intihar

 

Bir başkaldırı mıdır intihar, yoksa kabulleniş mi? Bu soruyu belki her müntehir için ayrı ayrı cevaplamak gerekir. Adalet Ağaoğlu’nun Hayır… romanının başkişisi Aysel Dereli’nin hazırlamaya çalıştığı incelemenin adı “Aydın İntiharları ve Geleceğin Başkaldırısı”ydı, örneğin. Yine de edebiyatımızda intiharın daha çok kaçış ya da vazgeçiş olduğunu düşündüren örnekler baskın. Ve müntehirlerin çoğunlukla şairler olduğunu unutmamak gerekiyor.

 

Edebiyat dünyamızda müntehirlerin arkasından yazılanlar genellikle saygılı ve hüzünlü bir tondadır. Ancak bunun, konuyu anlamak için yeterli bir tavır olmadığını düşünüyoruz. Müntehirlerimiz nerede Batı’dakilerden ayrılıyor? Ömrü boyunca intihar temasını işleyen, neredeyse intiharını önceden ilan eden sanatçı sayısı, neden bizde Batı’dakinden az? Bir anlık cinnet, kriz, hayal kırıklığı sonucu intihar eden yaza/şair oranı, bizde niye Batı’ya göre daha çok? Bütün bu sorular üzerinde uzun uzun düşünmeye değer.

 

Aslında bütün mesele…

 

Pozitivist felsefe bunu görmezden gelse de, Camus’nün önermesinin geçerli olduğunu düşünüyoruz: Niçin intihar etmeyeyim? sorusu yanıtlanmadıkça içimizde bir boşluğu taşıyarak yaşamak zorunda kalırız. Bu soru, insanı inanç sorunsalına çıkarır. Edebiyatımızdaki intiharların yazık ki bu bağlamda yeterince irdelenmediği kanısındayız. “Tanrı yoksa her şey mubah” değil miydi, Dostoyevski’den bunu öğrenmemiş miydik? Özellikle sanatçı intiharlarının şiirsel üslupla sunulması, asıl meseleyi gözden kaçırmaya sebep oluyor bazen. Bediüzzaman, Barla Lâhikası’nda ne diyordu: “Cenab-ı Hak sana ibahe suretinde verdiği hayatı intihar ile hâtime çekemezsin.” Henüz yazılmayan, Türk edebiyatındaki müntehirleri ve intihar temasını enine boyuna kuşatan, yeterli bir çalışma, dileriz yakın zamanda kaleme alınır.

 

*Zafer Ekin Karabay’ın intihar mektubundan

 

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

 

Birlikte yaşadılar, birlikte öldüler

 

 

 

André Gorz ile Dorine tanıştıklarında tarih 23 Ekim 1947’ydi. André, İngilizceden çeviriler yapan, Sartre’ın da yer aldığı felsefe çevrelerinde bulunan genç bir Fransız’dı. Dorine ise İngiltere’den Fransa’ya yeni gelmiş, kızıl kestane saçlı, ince sesli genç bir kız. André ve Dorine evlendiler ve bir daha hiç ayrılmadılar, ölümde bile… 60 yıl birlikte yaşadılar. 24 Eylül 2007 günü birlikte ölmeyi seçtiler.

 

André Gorz’un ölmeden bir süre önce Dorine’e yazdığı uzun mektup, geçtiğimiz haftalarda Son Mektup (Ayrıntı Yayınları, çev. Alev Özgüner) adıyla yayımlandı. Gorz’un, kelimenin gerçek anlamıyla, hayat arkadaşına yazdığı bu uzun mektupta, geçen yüzyılın en çarpıcı aşklarından birinin öyküsü yer alıyor. André Gorz, anlamını tümüyle kavramak için Dorine’e duyduğu aşkı yeniden kurmaya ihtiyaç duymuş ve bu mektubu kaleme almış. “Ne yaşamış olduğumu, birlikte ne yaşamış olduğumuzu anlamak için yazıyorum sana.” diyor André. Ne o ne de Dorine edebiyatçı olsalar da, kuşkusuz, Son Mektup seçkin bir edebiyat metni.

 

Kitap, iki insan arasındaki görünmez bağların nasıl dokunduğunu lirik bir dille, kederli bir sesle anlatıyor. Başlangıçta neredeyse her şeyi paylaşmışlar, çünkü neredeyse hiçbir şeyleri yokmuş. André ve Dorine’in, korunmuş ve koruyucu dünyalarında pek çok sıkıntıyı birbirlerine tutunarak aştıklarını okuyoruz. André, önceleri evliliğe bir burjuva kurumu olarak baksa da evlenmeleri çok sürmemiş. Genç felsefeci, en önemli eseri Le Traître’i (“Hain”) yazdığı uzun ve sancılı sürecin üstesinden Dorine sayesinde gelmiş.

 

Çiftin trajik sonunu hazırlayan sebebin ilk belirtileri 70’li yılların başlarında ortaya çıkıyor: Dorine, açıklanamayan kasılmalar ve baş ağrılarından şikâyetçidir. Terapiler ve muayeneler sonuçsuz kalır. Bu ağrılar dayanılmaz hale gelince Dorine artık uzanıp yatamaz durumdadır, geceleri balkonda ayakta ya da bir koltukta oturarak geçirmeye başlar. André bütün tıp dergilerini, kaynaklarını araştırarak Dorine’e yardımcı olmak için çırpınır. Son Mektup’taki şu cümle, çaresizliğinin yakıcı ifadesi: “Her şeyi paylaştığımıza inanmak istemiştim ama sen yaşadığın acıda tek başınaydın.” Yıllar süren dayanılmaz acıların sonunda birlikte ölmeyi seçerler. André’nin mektubunda dediği gibi, ikisinin de dileği, diğerinin ölümünden sonra yaşamak zorunda kalmamaktır.

 

André, mektubunda, insanın neden sevdiğini ve neden herkes bir yana, sadece o belirli kişi tarafından sevilmek istediğini felsefî olarak açıklamanın imkânsız olduğunu söylüyor. Şu özür cümlesi ise okurun içini ürpertiyor: “Merak ediyorum, tek başına yaşıyor olsaydın, kendini benimle olduğundan daha mı az yalnız hissederdin acaba?” André’nin bu acı mektupta ölümden neredeyse hiç söz etmemesi, kafasında gittikçe belirginleşen intihar düşüncesinden ürkmesinden mi? Bilmiyoruz. Bildiğimiz, André ve Dorine’in ürpertici sonlarının, onları birlikte intihar eden öteki ünlü çiftlerin arasına yerleştirdiği…

 

...

 

Stefan Zweig ve Lotte

 

Dünyaya karşı intihar

 

Stefan Zweig, karısı Lotte ile birlikte intihar etmeden önce bıraktığı notta şöyle yazmıştı: “Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hâlâ görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum.” Zweig’ın sözünü ettiği “uzun gece”, II. Dünya Savaşı ve onun getirdiği yıkımlardı.

 

Stefan Zweig, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir ve erken yaşlardan başlayarak iyi bir sanat-edebiyat eğitimi alır. I. Dünya Savaşı, hayatındaki ilk yıkım olur. Zweig’ın savaş boyunca içinde bulunduğu çaresiz, umutsuz ruh halini Günlükler’inde buluruz. Ama Zweig’ın umutsuzluğunu kesinleştiren ve çalkantılı ruh dünyasını asıl öldüren II. Dünya Savaşı olur. Almanya’da Nazi yönetimi iktidara gelince ülkesini terk eder. Zweig’ın yurtsuzluğunun son durağı Brezilya’dır. Şöyle diyecektir intihar mektubunda: “Benim gücüm uzun yıllar süren yurtsuzluk sırasında tükendi. Böylece, ruhsal çalışması, her zaman en büyük sevinci ve bireysel özgürlüğü, bu dünyanın en büyük nimeti olan bu hayatı, zamanında ve dimdik sona erdirmek bana daha doğru görünüyor.” Bütün o acılar, yıkımlar, Zweig’ın dünya edebiyatının belki de en usta biyografi yazarı olmasını engelleyememiştir. 1942 yılının bir Şubat gününde, Zweig ve son karısı Lotte, Rio Festivali’ni izlemeye giderler. Ancak çift, o günkü gazetelerden Nazilerin Süveyş Kanalı’na doğru ilerlediğini öğrenince festivali izlemekten vazgeçip evlerine döner. 23 Şubat günü eve giren polisler, Zweig’ı yatağında uzanmış, Lotte’yi de elini onun göğsüne koymuş halde bulurlar. Dünyanın içinde bulunduğu duruma daha fazla katlanamayan çift, daha fazla yaşamamayı tercih etmiştir. Zweig’ın, sevgilisini öldürdükten sonra intihar eden Kleist için yazdığı o ünlü aforizma, kendisi ve sadık hayat arkadaşı Lotte için gerçek olmuştur: “Bazen ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan bir şiir yaratabilen biri de bulunmalıdır.”

 

***

 

Kleist ve Henriette

 

Çaresizlik ve intihar

 

Alman şair Heinrich Von Kleist’ın, romantik dönemde yaşamış, 20. yüzyılın varoluşçularını etkilemiş çoğu güçlü figür gibi kısa bir yaşamı var. 34 yıllık hayatı bir kadında düğümleniyor, bir “ikili intihar”la sona eriyor. Kleist, âşık olduğu Henriette Vogel’i kendi elleriyle öldürmüştür fakat bunu bir intihar sayabiliriz pekâla. Ölümcül bir hastalığa yakalanan Vogel çaresizlik içinde, genç sevgilisinden kendisini öldürmesini ister. “Şimdi, hepten benimsin ey ölümsüzlük” diyen Kleist, önce sevgilisini sonra da kendini vurur. Kleist, karısına bıraktığı veda mektubunda Henriette ile tanıştıktan sonra ruhunun ölmek için yeterince olgunlaştığını ve yeryüzünde artık öğrenip edinecek bir şey kalmadığı için intihar ettiğini yazar. Henriette Vogel’in aşkı, genç şairin ruhunu bu denli derinden sarsmıştır.

 

***

 

Arthur Koestler ve Cynthia

 

Hayal kırıklığı ve intihar

 

“Zamanlar / tükendi Cynthia: gidişimin / Yolunda dönüşümün ayak izleri. / Giz nasıl da basit: her yaşam bir adanış”. Ahmet Oktay, müntehirleri konuşturduğu yapıtı Yol Üstündeki Semender’de Arthur Koestler’ı böyle konuşturuyor. Koestler, Ahmet Oktay’ın kaleminden, kanser olduğunu öğrenip canına kıymaya karar verdiğinde kendisini ölüm yolculuğunda yalnız bırakmayan son karısı Cynthia’ya böyle sesleniyor. O, 20. yüzyılın önemli yazarlarından biriydi. Camus, Orwell, Sartre gibi büyüklerle yakınlığı vardı. Kanserin vücudunu yavaş yavaş yok etmesini istemedi, hayatına kendisi son verdi. Bu kararda, hep inandığı Marksizm’e dair umutlarının kaybolmasının da etkisi olduğu söylenir. Koestler’ın “ikili intiharı”nda şaşırtıcı olan, Cynthia’nın eşini bu kararında yalnız bırakmamasıdır. Cynthia da iç dünyasında yaşadığı birtakım hayal kırıklıklarının sonucunda zaten yaşamaktan vazgeçmiş miydi? Yoksa sevdiği adamın bu kararı Cynthia için ölmeye yeterli sebep miydi? Koestler kanserden korktuğu için mi canına kıymıştı, Marksizm’e dair bütün umutlarını yitirdiği için mi? Bu soruların cevapları da, Arthur ve Cynthia ile birlikte toprağa gömüldü.

 

 

 

--------------------------------------------------------------------------------

 

Beşir Fuad (1852-1887): Henüz Cumhuriyet dönemine geçmeden, edebiyatımızdaki ilk eleştiri örneklerini veren isimlerden biriydi. Edebî çalışmalarını kısa yaşamının özellikle son yıllarına sığdırdı. İntiharından iki yıl önce Ahmed Midhat Efendi’ye yazdığı mektupta intihar edeceğini ve bedenini, üzerinde çalışmaları için tıp öğrencilerine bırakacağını söylüyordu. 35 yaşındayken bileklerinden keserek intihar etti. Bileklerinden akan kanla bir kâğıda şunları yazmıştı: “Ameliyatımı icra ettim. Hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım diyerek geri savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.”

 

Zafer Ekin Karabay (1975-2002): Hayatta en çok istediği şey kitabının basıldığını görebilmekti. Göremedi. Araştırma görevlisi olduğu Anadolu Üniversitesi’ndeki odasında kendini asarak canına kıydı. Dostlarının anlattığına göre, dünyayla baş edemeyecek kadar kırılgandı. Tek kitabı Şubatta Saklambaç ölümünden sonra yayımlandı. Çok sevdiği Sylvia Plath’ın ve Nilgün Marmara’nın izinden gitti. İntihar mektubunda Nilgün Marmara’nın dizesini tekrarlıyordu: “Hayatın neresinden dönülse kârdır.”

 

Soysal Ekinci (1954-1994): Hiçbir intiharda tek bir sebep yoktur, karmaşık süreçler işler. Arkadaşı Muammer Karadaş’ın aktardığına göre Soysal Ekinci’nin intihara gidişinde “taşıran damla”, kadın sorunsalı olmuş. Taşradan gelmiş, İstanbul’da tutunmaya çalışan, şiirler yazan genç bir devrimci. Kimbilir, hangi hayal kırıklığıyla beslenmişti aşktaki çaresizliği! İlginç ve hüzünlü olan, Ekinci’nin intiharından önce çevresinin buna “hazırlıklı” olması. Soysal Ekinci’nin bıraktığı en acı hatıra: Kendisinden geride kalan tek varlığın, Macintosh bilgisayarının satılıp o parayla mezarının yaptırılması...

 

Hüseyin Alacatlı (1967-2002): Hüseyin Alacatlı’nınki de beklenen intiharlardan. “Atım beni hiç durmadan / hüznün ülkesine taşır” diyen şairi, dostu Mehmet Aycı şöyle anıyor: “Hani beklediğiniz intiharlar vardır, intiharından korktuğunuz dostlarınız. Bazıları büyük yangınlar bırakarak ayrılır aranızdan. Bekleniyordu, dersiniz. Bazıları yeni keşfettikleri bir tarafına tutunur hayatın, sevinirsiniz. Alacatlı her iki kesimden de özenle ayrılan bir şair.”

 

İlhami Çiçek (1954-1983): “Ancak hüznü vardır kalbi olanın”. Bu dizeye, ondan geriye kalan aforizma-dize de denilebilir. 29 yaşında, askerdeyken geçirdiği bir sara krizi sırasında intihar etti. Ardında Satranç Dersleri adında önemli bir şiir kitabı bıraktı. Nuri Pakdil’in deyişiyle “şiir sandığı”. Cahit Zarifoğlu ile Özdemir Asaf arasında bir yerde: “dostlarım da / var -intiharlar / her akşam ıslak -yapışkan / saçlarıyla girip odama / paniğimden pay toplarlar”.

 

Sadullah Paşa (1838-1890): Sadullah Paşa’nın intihar biçimi edebiyatımızda benzeri olmayan türden: Kaldığı binada havagazını açık bırakarak intihar etmiş. Paşa, Batı edebiyatında benzerlerine rastlanan bu intihar yöntemini Batı’da uygulamış. II. Abdülhamit Dönemi’nde Filibe elçiliğine, ardından da Berlin ve Viyana’ya gönderilmiş. Yaşamına Viyana’da görev yaptığı elçilik binasında son vermiş. Şiiriyle edebiyatımızda saygın bir yer edinemese de gezi izlenimleri edebiyatımızın belgesel metinleridir. Dinî ilimlere de vâkıf olan Sadullah Paşa’yı hangi buhranın intihara sürüklediğini bilmiyoruz. Şiirlerinde de bu trajedinin belirtilerine rastlanmaz. Şu dizeler belki de ipucudur: “Mecaz oldu hakikat, hakikat oldu mecaz / Yıkıldı belki esasından eski malûmât”.

 

 

Özge Dirik (1978-2004):29 Ağustos 2004 tarihli gazetelerde şöyle bir haber yer alıyordu: “26 yaşındaki Özge Dirik, oturduğu apartmanın 10’uncu katındaki dairesinden atlayarak yaşamına son verdi. Polisler, Dirik’in dairesinde yaptıkları incelemelerde kapıda zorlama ve evde boğuşma izi olmadığını söylediler. Komşuları Dirik’in daha önce de intihara teşebbüs ettiğini iddia etti. Özge Dirik’in intihar etmeden önce mektup bıraktığı bildirildi. Dirik’in ‘Vasiyetimdir’ diye başladığı mektubunda daha önce yazdığı 30 şiirin başlıklarını sıralayıp bunların bir kitapta toplanmasını ve kitabın bir nüshasının mezarına gömülmesini istediği belirtildi.” Şairin geride bıraktığı bir avuç şiiri içinde yer alan şu dizeler, aslında hepimizin olan bitene karşı sorumluluk hissetmesi gerektiğini hatırlatmıyor mu: “ve / gömdüler beni / öldürdükleri gibi / özenle”. Özge Dirik’in intiharı “beklenmedik” bir intihar değilmiş. Genç şairin daha önce de buna teşebbüs ettiği söyleniyor. Çevresince mutlu görülen, iyi bir evliliğe ve işe sahip Özge’yi bu sona iten ne olabilir? Ardında bıraktığı bir cümle, sorunun, hayatın kaçınılmaz meselesinde düğümlendiğini gösteriyor. İnançsızlığın o karanlık, baş döndürücü girdabından sesleniyor Özge Dirik: “Tanrı ile en çok annem öldüğünde tanışmak istedim…”

 

Nilgün Marmara (1958-1987): “Hayatın neresinden dönülürse kârdır” diyordu ünlü dizesinde. Yaşamına kıydığında 29 yaşındaydı. Kendini altıncı kattaki evinin penceresinden aşağı bıraktı. Çevresindekilerin çoğu şiir yazdığını bilmezken, büyüleyici bir kadınken, tanıdığı erkeklerin çoğu ona âşıkken, neydi Nilgün Marmara’yı “yolun yarısı”na gelmeden yaşamaktan vazgeçiren şey? Onu “sözcüklerin kumda bıraktığı izlerin içine” yerleştiren şey?

 

 

Kaan İnce (1970-1992): “Yaşama Sebebi”, Kaan İnce’nin bir şiirinin adı. Kuşkusuz, İnce’nin gencecik yaştaki intiharı bu ada bambaşka bir anlam katıyor. Şiirin son üç sözcüğü: “umutsuzluk sapağında ölüm”. Kaan İnce, çeşitli dergilerde yayımladığı şiirlerini kitaplaştırmak için İstanbul’a gelmiş. Kitabının çıkmasını beklemeden, Kadıköy’de kaldığı otelde intihar etmiş. Rıhtım Caddesi’nin ara sokaklarında hâlâ İnce’den bahseden şiir severlere rastlandığı söylenir.

 

 

Tokadizâde Şekib (1871-1932): Tokadizâde’nin başından geçenler, 19. yüzyıl sonu-20. yüzyıl başında yaşamış çoğu Türk aydınının hikâyesini özetliyor. Dergi çıkarmak, sürgüne yollanmak, İttihat ve Terakki’nin saflarında yer almak, milletvekilliği ve nihayet, her şeyden el etek çekip ticaretle uğraşmak… Tokadizâde, dönemin pek çok dergisinde yazı ve şiir yayımlamış. İntiharı bir krizin sonucu: Tek oğlunu genç yaşta kaybedince buna dayanamayarak aynı gün canına kıymış. “Izdırabımla şair oldum ben” diyen Tokadizâde Şekib’inki de öteki intiharlar gibi tek sebeple açıklanamaz elbette. Belki de onu bu kadar güçsüzleştiren şey, yaşadığı dönemin kaderiydi.

 

 

İlhan Şevket Aykut (1907-1991):Rivayet odur ki, Galatasaray Lisesi tarih öğretmeni İlhan Şevket Aykut’un dersini bir gün Atatürk ziyaret etmiş. Öğrencilere sorular yöneltip cevaplarını alan Atatürk, Aykut’a, “Muallim bey bir soru da siz sorun talebenize” dediğinde şair söze, “Tarihte diktatörler…” diye başlamış. İlhan Şevket’in gerçekten de sıra dışı yaşamı hakkında bu türden efsaneler çoktur. Memuriyetten istifa ettikten sonra geçinmek için başkaları adına doktora ve doçentlik tezleri hazırlaması, yaşadığı semtlerin ve evlerin adreslerini birkaç kişi dışında herkesten saklaması, kendisini açlıkla terbiye etmesi, iş tekliflerini, satın alınmış olmak korkusuyla reddetmesi, yazdığı defterler dolusu şiiri imha etmesi bunlardan bazıları. Her gün bir sayfasını Türkçeye çevirdiği Fransızca sözlüğün çevirisini tamamlayınca bir avuç kalp ilacı içerek hayatına son vermiş. Bu gizlenen şairin portresi ve kalan şiirleri Kılıç Artığı adlı kitabında…

 

 

Metin Akbaş (1937-1992):Metin Akbaş’ın intiharı 55 yaşındadır. O güne dek hiç evlenmedi, annesiyle birlikte yaşadı. Annesinin ölümünden sonra içine düştüğü yalnızlık iyice baş edilemez bir hal almıştı. İlginç olan, Akbaş’ın bir başka müntehir, Beşir Fuad üzerine incelemeler yazmış olmasıdır. Şöyle diyor bir şiirinde: “Ey yani / Beşir Fuad / Kendinin vampiri / Pirim benim / Başım gözüm üstüne”.

 

 

Ömer İhya Efendi (1887-1909): Bir divançe sahibi olsa da Ömer İhya Efendi’nin bir “divan şairi” olduğunu söylemek zor. Medresede dinî ilimler tahsil etmiş, hafızlığını tamamlamış. Onu intihara götüren bir inanç buhranı mıydı, başka bir şey mi, bilemiyoruz. İbnülemin Mahmud Kemal, onun için şöyle diyor: “Buhran-ı dimağı neticesinde 20 Haziran 1909’da kendini astı.”

 

 

Rabia Bayraktar (1929-1955): Son şiiri, bugün tanınan belki de tek şiiri “Deniz Şarkısı”nı ünlü Şairler Yaprağı dergisinde yayımlamış. Üç çocuk annesi olmasına rağmen erken yaşta evliliğin getirdiği bunalımla kendini Kordon’da denize atmış.

 

 

Kitap Zamanı

Sayı: 25

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...