Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
ilcege

İrfan Özfatura

Recommended Posts

Şehit Derviş Gülbaba

 

İnsanın “nereden nereye” diyesi geliyor. Bir zamanlar İstiklal Caddesi’nin bulunduğu yerde güpegündüz kaybolabilir, saatlerce yürüseniz bir Allah’ın kuluna rast gelemezdiniz. Zira Galata surlarının hemen dışında yabani bir hayat başlar, tabiri caizse in cin top oynar.

Meraklılar bu civarlarda ava çıkar. Tünelde kapan kurar, Taksim’de pusu atarlar. Acemiler “keklik uçmasaydı, tavşan kaçmasaydı” diye bahane ararken ustalar sadağındaki ok sayısınca bıldırcın vurur, keyifle mangal başına otururlar.

II. Bâyezid, dervişmeşrep bir sultandır, can yakmaktan hoşlanmaz ama sıkıntılı geçen birkaç günün ardından “şöyle bir açılsak ferahlarız” diyen vezirlerini kıramaz. Hamlığımız gitsin deyip atlarına atlar, bahsi geçen havaliye vururlar. Muhafızları keskin gözlerle uçanı kaçanı keser, o tesbihinden tane yuvarlar.

 

Hava kararınca

İstanbul havası değil mi güven olmaz, nitekim ansızın döner, çatır çatır bir ayaz çıkar. Yüksek dallarda inceden bir uğultu başlarken kül renkli bulutlar semayı kaplar. Artık doluya mı tutulurlar tipiye mi yakalanırlar bilinmez ama bu kuytu köşede yıkık ahır bile bulunmaz. Tam Çukurcuma’dan Galatasaray’a doğru çıkmalı olmuşlardır ki davetkâr bir dumanın farkına varırlar, patika şirin bir kulübeciğin önüne çıkar. Hayret bu bahçede ne soğuk vardır, ne de rüzgâr. Ak sakallı bir derviş sanki yaz günüymüş gibi güllerini sular. Bütün yamaç kara ve grinin tonlarına bürünmüşken bahçe alev alev yanar. Bir yanda kehribar sarısı tomurcuklar, öbür yanda kan kırmızı goncalar. Sanki bir yerlere gül yağı fıçısı devrilmiştir, ortalık mis kokar.

Nur yüzlü veli, misafirlerini dostça karşılar, kapısını muhabbetle açar. Minik bahçede sanki mevsim değişir, adeta baharı solurlar. Üstelik el kadar kulübeye iki manga asker sığar, bir sahan pilavla alayı doyar. Sonra ancak nasiplilerin kavuşacağı bir sohbet başlar. Kâh ümitlenir, kâh korkarlar, içli içli gözyaşı döker, kirlerden paslardan arınırlar. Gönülleri Allah ve Resulünün aşkı ile dolar, yürekleri dolu dolu vurmaya başlar.

Kar, bora, fırtına... Artık ne yağarsa yağar, hava durulur, güneş açar. Bayezid-i Veli ayrılırken Gülbaba’ya bir arzusu olup olmadığını sorar. Sevimli ihtiyar kendisi için bir şey istemez ama belli belirsiz sesle “Sultanım şu tepeye bir mektep kurdursan ne iyi olur” buyururlar, “mâlum devletimizin okumuş adama çok ihtiyacı var!”

 

Galatasaray’a mektep

Padişah bu arzuyu kırmaz, koca araziyi duvarla çevirir, içine bir cami, her biri 200 talebe alan üç koğuş, mutfak, hamam yaptırır, başına becerikli bir adamını (Ak Ağa’yı) koyar. Birkaç yüz istidatlı çocuğu tedrise alır, giydirip kuşatırlar. Arabi, Farisi, kıraat, hüsn-u hat okutur, kimini süvari, kimini kemankeş olarak ayırırlar. Gülbaba da himmet eder, gençlere ruh kazandırmaya bakar.

Kanuni bu mektebi teşkilatlandırır, Galatasaray’dan icaze (diploma) alanları hazine-i hümayun ve kiler ağalığına atar. Hasılı pırıl pırıl gençler devlet hizmetine koşarlar. Aradan yıllar geçer. Sultan II. Mahmut gençlerin Frenkçe okumasında bir beis görmez. Böylece fen ve tıp alanında birçok yenilikten haberdar olurlar.

 

Tuna boylarında

Neyse biz yine Gülbaba’mıza dönelim... Kanuni, Macaristan Seferi’ne çıkınca ihtiyar derviş de orduya katılır bu kez asker evladlarını etrafına toplar ve o güzel üslubu ile saadet asrını, Medine Devletini, dört halifeyi, ehl-i beyti ve sahabe-i kiramı (radıyallahü anhüm) anlatıp ufuklarını açar.

Sultan Süleyman’ın yiğitleri Macarları, kan dökücü ve baskıcı bir devlet olan Avusturya İmparatorluğu’nun kıskacından kurtarırlar. Gülyüzlü Gülbaba, Macarların da gönlünü kazanır, ahali sarıklıları bağrına basar. Ancak Budin’in fethi kolay olmaz, gök renkli zırhlara bürünen şovalyeler iri atlara biner ve dalgalar halinde saldırırlar. İşte o hengamede kâfirin biri kırılasıca mızrağını Gülbaba’nın nurlu göğsüne saplar...

Cenaze namazını Ebûsuud Efendi kıldırır, ardında cihan padişahı saf tutar. (1541) Onu Tuna nehrinin yamaçlarında toprağa bırakırlar.

 

Macarlar da unutamaz

Gülbaba Hazretleri, Ahmet Yesevi, Şah-ı Nakşibendi ve Hacı Bektaşi Veli’nin izinde gider. Kitaplarda yazanları maharetle yoğurup kıvamında sunar. İşte bu yüzden Macarlar Gülbaba’yı unutamaz, mübareğin filmlerini yapar, kırk değişik şekilde sahneye koyarlar. Macar ressam F. Eisenhut, “Gül Baba’nın Şehâdeti” adlı tabloya çok özenir, ne kadar marifeti varsa ortaya koyar (bu tablo Macar Büyükelçiliği’nde asılı durmaktadır). Hatta Danimarkalı Andersen bile bu sevgiden etkilenir, tutar hayatını (1841) yazar. Hasılı Macar edebiyatında, sinemasında ve operasında Gülbaba önemli bir yer tutar.

Ya Bayezid-i Veli’inin açtığı mektep? Galatasaray Sultanisi imparatorluğun en gözde eğitim yuvalarından biri olur, buradan vatanına milletine bağlı gençler yetişir, küffar Çanakkale’ye yüklendiğinde istisnasız bütün talebeler cepheye koşarlar.

Galatasaray Sultanisinde okuyanlar Gülbaba’nın hatırasını yaşatmak için kulübesinin bulunduğu mıntıkaya sembolik bir mezar yapar, mezun olanlar mutlaka bu nurlu eşiğe gelir, bir fatiha okuyup vedalaşırlar.

Bu âdet halen devam eder, Galatasaraylılar o güzel insandan feyz ve hız alırlar...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Doğu Türkistan’ın efsane lideri İsa Yusuf Alptekin

Gökbayrak altında BİR DAVA ADAMI

 

İsa Yusuf Alptekin asrın başında Yenihisar’da (1901) doğar. Babası onun hoca olmasını çok arzular, Dervaze Mescid Mahallesindeki Yakup Molla’nın mektebine yollar. Sıra rahle yoktur, hasır üzerinde otururlar. İlk dersinde “Hüda’mın kuluyum, İbrahim Halilullah milletindenim, Resulullahın ümmetindenim, Çihar yâri Güzin muhibiyim cümlelerini tekrarlar, kocamaaan bir aferin alıp, elif ba’ya başlar.

Artık mekteplidir, pilavı önünden kaşıklasa gerektir, kuyulara çöp atmaz, başı açık dolanmaz, büyükleriyle konuşurken yüzlerine bakmaz ve namazlarını cemaatle kılar.

Ancak ailesi nüfuzlu olduğu için Çinliler musallat olur, İsa ille de bizim okulumuza gelecek diye dayatırlar. O günlerde babası beylik (bin başı) yapmaktadır, halkın selameti açısından sesini çıkaramaz. Söyleyin başka şansı mı var?

İsa eve gelince Çin urbalarını savurur atar, annesi onlara el değdirmez, maşa ile tutup kenara koyar. Kılık kıyafet önemlidir zira, zarf mazrufa sirayete başlar.

 

 

AİLEDEN MÜCAHİD

Dedesi, Abdülaziz Han devrinde Türk Subaylarının eğitiminden geçmiş bir mücahittir zaman zaman hatıralara dalar, talim günlerinden kalma emr kalıplarını yüksek sesle tekrarlar. Hasdurr! Raaat!

Annesinin babası Çinlilere direnirken şehit düşmüştür, onu hiiiç hatırlamaz.

İsa uyumlu bir çocuktur herkesin yardımına koşar. Meşrep toplantılarında Mir Şeb (gece emiri) İsa’yı yiğitbaşı yapar. Ona Mesnevi, Molla cami, Nevai okuturlar.

Gel zaman git zaman mektepten mezun olur, Çin Kaymakamının yanında işe başlar. Çalışkandır, dürüsttür, eski evrakları eliyle koymuş gibi bulur, beş dakika ayrılsa işler aksar. Hele Kaymakam Cang Şin onu pek sever, Çin okuluna muallim yapar. Bir sonraki kaymakam Cin De Li Rusya’da eğitim almış, afyonkeşin tekidir. Lakin İsa Yusuf’un kıymetini bilir, onun devlet kademelerinde yükselmesini sağlar. Konsolos olarak Andican’a atanınca da yanından ayırmaz.

Aslında tembel bir adamdır bütün işleri İsa Yusuf’un üstüne yığar. Bir bakıma da iyi olur, delikanlı usta bir hariciyeci olma fırsatı yakalar.

Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da hayli Doğu Türkistanlı vardır, ekseriyet Çarlara ve İmparatorlara karşı kızıllarla işbirliği yapmaktan yanadırlar. Esaretten ancak böyle kurtulabileceklerini sanırlar. Önceleri İsa Yusuf’a mesafeli dururlar, ki bir Çinli tarafından kollanan memura açılmamakta haklıdırlar.

Zamanla tanır, güvenir, aralarına alırlar. İsa Yusuf Türkiye’den Azerbaycan ve İdil Ural havalisinden getirtilen kitap ve mecmuaları dağıtmaya başlar. Bolşevikler tarafından müstemlekeci, pantürkist, panislamist, kapitalist, zorba, burjuva, casus diye yaftalanmaktan korkmaz, gürültüye pabuç bırakmaz.

 

GEZEN BİLİR

Bu arada Semerkand, Namangan, Hokand, Oş ve Almaatı’yı ziyaret eder hatta Rusya’dan Samara, Ninji, Petesburg’u, Çin’den Mançurya ve Pekin’i gezme fırsatı yakalar.

Hasılı ufku açılır, “hak, hukuk, istiklâl, muhtariyet” gibi kelimeleri terennüme başlar. Ah modern mektepler, matbaalar kursa, gazeteler, mecmualar çıkarsa...

Ancak ölçülü olmalıdır, Çinliler en ufak bir kalkışmayı katliamla cezalandırırlar.

Komşu ülkelerden ne Tibet, ne de Afganistan Pekin’le takışacak güçte değildir, Hintliler ise İngiliz esareti altında kıvranmaktadırlar.

Para yoktur, lider yoktur, teşkilat yoktur. Söyleyin 25 yaşında bir genç ne yapar? Hani işin ucunda tevkif edilmek, sürgüne yollanmak da var.

Zor ya diyelim oldu, hadi Çinlileri kovdular. İyi de Ruslar gelip oturduktan sonra neye yarar? Dini hürriyetler de gider, malınızı mülkünüzü elinizden alırlar.

Lakin yurt dışında bir şeyler olabilir belki, sıkıntılar dile getirilebilir en azından.

İsa Yusuf enteresan bir şey yapar, gider Çinli Konsolosa açılır, akıl fikir sorar. Kibarca “gelecekten endişeliyim” der, “Çin Doğu Türkistan’da adil değil, böyle giderse Türkler isyana kalkışırlar. Ruslar da fırsatı kullanır, ki zaten istila için hazırlık yapıyorlar. Halbuki SSCB Türklerin adam yetiştirmesine, gazete çıkarmasına karışmıyor. Özbekistan’a, Kazakistan’a, Kırgızistan’a Rusça ad takmıyor, göstermelik de olsa yerli idareci atıyor. Secdeye kapanılmasını istemiyor, yerli halk ile oturup konuşuyorlar. Hani diyorum, Pekin bazı zararsız taleplerimize izin verse nasıl olur acaba?”

Konsolos “Bak İsa” der, “haklısın ama bunu sakın bir başka Çinli ile konuşma! Biliyorsun ben umumi valinin yakınıyım, bazı şeyleri dile getirebilirim ama karınca kararınca... Siyaset değişir de size müspet aksederse ne âlâ.”

Konsolos bir rapor yazıp yollar, Umumi vali “zevkle okudum, güzel bir çalışma” der o kadar. Eski taaas, eski hamam, değişen bir şey olmaz.

Derken Batı Türkistan’da görülmedik bir zulüm başlar Bolşevikler halkın elinde ne varsa alırlar. Dükkanları kapanan aşçılar bir tencere yemek yapıp sokaklarda satar, ona bile mani olurlar. Kervancıların katırları develeri müsadere edilir. Alayı dibe vurur, birkaç kaçakçı Kırgız müstesna...

Ruslar bütün arazileri pamuk tarımına açar, deniz gibi Aral’ı kurutur, tabiatın canına okurlar. Pamuk toplamak zahmetli bir iştir, umumiyetle Doğu Türkistan’dan gelen ırgatları kullanırlar. Gariplere bırakın para vermeyi ellerindekini de alırlar. Kara ekmekler sırılsıklam hamurdur, insanı hasta yapar.

Taşkent’te Afgan ve İran konsolosları vardır, kendi halklarının hakkını savunurlar ancak Çin, Türklerin arkasında durmaz. İsa Yusuf Bey o günlerde Doğu Türkistan’a hayli kıymetli mal, kitap, insan geçmesini sağlar, Rusların ısrarla iadesini istediği kaçakları gözden ırak tutar. Dava için önemli şahıslara “hariciye mensubudur!” meyanında evraklar yazar. Türk tacirleri onun verdiği kağıtlarla Moskova’ya kadar gider gelir, iyi para kazanırlar. Sorarlarsa “evet tanıyorum” der, “adımıza çalışıyorlar!”

 

 

RUSLAR DA ONUN PEŞİNDE

Konsolosluğa gelen erzakın artanlarını Türkistanlı göçmenlere yollar. Tren bileti satanlara da nevale yardımı yapar ama icap etti mi bilet koparır karşılığında.

Ruslar saf değildir bakarlar bu İsa Yusuf yaman adam, kazanmak için peşine Margarita adlı oynak bir Yahudi kızını takarlar. Margarita kendince mantıklıdır “bak İsa” der, “bu gidişle Doğu Türkistan komünist olacak. Adın muhalife çıkarsa seni yaşatmazlar. Bana sorarsan Ruslarla temasta bulun, ilerisi için yatırım yap!”

Bir ara Ruslar Doğu Türkistanlılardan bir ordu kurar, Çin’le tokuşturmaya kalkarlar. İhtimal Çin’de onların karşısına Türkleri çıkaracaktır, böyle dönemlerde beyhude kardeş kanı akar. İsa Yusuf haberi konsolosa yetiştirir, Rusların planlarını açıklar.

Konsolos “bütün bunları farkındaydım” der “ve sen bunu bana söylemekle dürüstlüğünü ispatladın. Sana güvenmekle hata etmediğimi anladım. Keşke Türkler için daha çok şey yapabiliyor olsam.”

Yapar da. Doğu Türkistan’a yollanan birliklerin, silahla karşılanmasına mani olur. Onların kendi yurtlarında eskisi gibi ikamet edebilmelerini sağlar. Anayurda çok adam kaçırır, hedef saptırır, Rusları da oyalar.

Zor günlerdir vesselam, denize düşen yılana...

 

 

MAHZUN ATA YURDU

 

Çinli kaymakamlar kendilerine “Da-Rın” (büyük adam) dedirtir, Türkleri kırbaç zoruyla secdeye zorlarlar.

 

Bugün son, milleti günlerdir ekran başına kilitleyen Olimpiyatlar bitiyor, sanırım Çin yakaladığı ivmeyi ticarette de kullanacak...

İyi de bu ülke gösterildiği gibi güllük gülistanlık mı, idareciler de hostesler gibi sırıtabiliyorlar mı acaba? Sanmam. Doğu Türkistan’da camiler bile kuşatma altında, safta kimin durabileceğine parti karar veriyor hâlâ...

Dilerseniz biraz gerilere gidelim asrın başlarına... Mesela Kaşgar’a... Ata yurt... Satuk Buğra... İslam’la tanıştığımız coğrafya...

İnsanı insanımız gibidir, iklimi de birebir benzer Anadolu’ya... Oğlanlar güleç, kızlar utangaç. Kışlar soğuk ve yağışlı, yazlar sıcak ve kurak.

Tarlalar bereketli, bahçeler gümrah. Elma, armut, üzüm, kayısı, nar... Hele kavun, nasıl güzel olur anlatılamaz.

Ama memleket bakımsızdır, binalar kırık dökük, yollar toz toprak.. At arabası, at arabası, at arabası. Treni tramvayı kim kaybetmiş ki onlar bulsunlar?

Halbuki yol ağzıdır, Hoten’e, Taşkorgan’a, Kansu’ya gidenler buraya uğrarlar.

Dil berrak bir Türkçedir. Divan-ı Lügât-ı Türk burada yazıldı, olsun o kadar.

Şer’i mahkemeler, müftiler, muhtesipler, donanımlı kadılar... Dindardırlar da, Hanefi mezhebine mensupturlar. Mekteplerde mollalar ders verir, ilk yıllarda ahlak, edebiyat ve Heft-i yek (Kur’an-ı Kerim’in yedide birini) okuturlar. Sarf, nahiv, Molla şerhi, Nefahat, Bostan Gülistan, Nevai derken seviye artmaya başlar. Ellerinde yıpranmış da olsa Kısas-ül Enbiya, Kimyayı Saadet, Kelile ve Dimne, Seyyid Battal Gazi, Hazret-i Yesevi’nin “Hikmet”i vardır ama gazete ve mecmuadan yana fukaradırlar. Sinema ve tiyatro ile hiç tanışmazlar.

 

ÇİN İŞKENCESİ

Derken baskılar artar, işgalciler tedrisata da karışırlar. Yatılı mekteplere çağrılanlara Çin traşı yapar, kendi hanedanlarını okuturlar. Hani Mingler, Çanglar filan...

Yüz kişinin başına bir Çinli koyarlar, bin kişinin başına başka bir Çinli... Oturdun vergi, kalktın vergi... Öyle zaman olur ki ürünün tamamını verseniz vergiyi karşılamaz, zavallılar dışarıdan hububat bulup açığı kapatmak zorunda kalırlar. Çinli Kaymakamlar yangın, yağmur, çamur tanımaz, afete değil tahsilata bakarlar. Ürünü büyük ölçekle toplayıp, küçük ölçekle merkeze yollar, aradaki farkı buharlaştırırlar. Memurlara merkezden tahsisat gelmez, valiler “masrafınızı çıkarın da nasıl çıkarırsanız çıkarın” der ve rüşvet kök salar.

İşgalciler gidici de değildirler, adeta kazık çakarlar. Hakim tepelere Çin tarzı saraylar kurar, duvarları Çin kahramanlarının resimleri ile donatırlar.

Kaymakamlar kendilerine “Da-Rın” (büyük adam) dedirtir, halkla muhatap olmazlar. Yürürken yağıları etrafa dağılır, Türkleri kırbaç zoruyla secdeye zorlarlar.

Kaymakamlar hakimlik de yaparlar. Suçlu diyorlarsa suçlusunuzdur. Çoğu kez tarafları dinleme lütfunda bulunmaz, hem davalıyı hem davacıyı cezalandırır, halka korku salarlar. İşkence uzmanlık alanlarıdır. Demir tarakları, çıkrıkları, boyundurukları, mengeneleri, kelepçeleri, kerpetenleri zevkle kullanır, dedelerinden miras usulleri yaşatırlar.

 

TENCERE KAPAK

Arzuhaller Çince verilmek zorundadır ve katip fiyatları el yakar. Mütercimler fırıldaktır, yakınmaları teşekkür gibi sunar, millet başka şey söyler, onlar başka şey yazarlar.

Türk kelimesini kullanmak “kesinlikle” yasaktır, Çinliler soydaşlarımıza Çan-Tu (başı sarıklı) der, her bahane ile aşağılarlar.

Sarıklılar zaman zaman kıyama kalkar, kah yener, kah yenilir ama dik dururlar. Sayısız anlaşma imzalanır ancak işgalciler sözlerinde durmaz, vaadlerini tez unuturlar.

Askerler alacaklarını dipçikle alır, sivil Çinliler ise kumar oynatır, içki ve kadın satar, terlemeden kazanmanın yollarını ararlar. Tefecilerin vicdanı yoktur, tahsil ettiklerini tekrar tekrar ister, ağlarına düşürdüklerinin iliğini kuruturlar.

Posta idaresi Çinlilerin elinde olduğu için şikayet sistemi çalışmaz. Zaman zaman eteğini tutup Urumçi’ye giden çıkarsa da muhatap bulamaz, aksine hedef olurlar.

Çook icap ederse Vali bir müfettiş gönderir, kendi adamlarına yalancıktan kızar “bi daha olmasın, görmeyeyim bak” gibilerinden fırça atar...

Sırıtan bir rol, sureta azar...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şu an içimizde, öz vatanımızda sözde Türk kimliği altındaki çinli zihniyet de bu güruhun devamı galiba...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...