Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
ÇAY TİRYAKİSİ

Araplar Osmanli'ya İhanet Ettİ Mİ?

Recommended Posts

OSMANLI DEVLETİ’NİN CİHAD İLANI VE TEPKİLER

 

İtilaf Devletleri’nin birbiri ardına savaş ilan etmesinden sonra Osmanlı Devleti 11 Kasım 1914’te karşı tarafa savaş ilanı yapmış ve Padişah V.Mehmed Reşad, savaş ilânından üç gün sonra 14 Kasım 1914’te Cihad-ı Ekber ilân etmiştir. Cihad fetvası, Türkçe, Arapça, Farsça, Tatarca ve Urduca olarak neşredilmiştir. Bunun dışında 29 kişilik Meclis-i Âli-i İlmi tarafından hazırlanıp imzalanan Cihad-ı Ekber hakkında uzun bir Beyannâme beş dilde yayınlanmıştır. -

 

Bu Cihadı sürdürmek amacıyla, Alman usulü donanıp talim görmüş bir ordu vardır Türkiye’nin elinde. Almanya’nın titizlikle koruduğu Askerî güçlerin yanı sıra korkunç bir özel kuruluş [Teşkilat-ı Mahsusa] da vardır. 1914 Ağustos’undan beri. Enver Paşa kurmuştur onu ve çok bahsettirecektir kendisinden. Propaganda, casusluk ve sabotaj etkinliklerine adanan bir tür beşinci koldur söz konusu olan ve şimdilik temel görevlerinden biri, Bâbıâli’nin ilan ettiği Cihad parolasını yaymaktır Müslüman dünyada. Savaşın ileri aşamalarında örgütün 30 bin kadar ajanı, başka görevler alacaktır. Sıradan küçük Siyasal gruplar oluşturmaktan, Osmanlı ülkesinde olduğu kadar Afganistan, Hindistan ya da Habeşistan gibi uzak ülkelerde de İttihatçı rejimin dışarıda ve içerideki düşmanlarına karşı silahlı seferler örgütlemeye değin uzanacaktır bu görevler.

 

Kasım 1914 tarihli Fetva ve Cihat ilânına dair beyannâme, dünyadaki bütün Müslümanlara

kendilerini bunca zamandır ezen kâfirlere karşı güçlü bir silah ele geçirildiği söylenmişti. Cihad fetvası beş sorudan oluşuyordu. Daha doğrusu beş ayrı Fetvanın bir araya getirilmesiyle üretilmiş bir metindi. Söz konusu beş soru şöyle özetlenebilir:

 

1) Padişah-ı İslâm’ın, Kur’an’ın 14.Suresinin 41.Ayetine uygun olarak, İslâmiyet aleyhine birleşenlere ilan ettikleri Cihada katılmak bütün Müslümanlar için Farz mıdır?

2) Rusya, Fransa, İngiltere ve müttefikleri devletlerin idaresi altında yaşayan Müslümanların bu devletlere karşı Cihada katılmaları Farz olur mu?

3) Cihada katılmayanlar, Allah’ın gazabına müstehak olurlar mı?

4) Hükümet-i İslâmiyeye karşı savaşan İtilaf devletlerinin Müslüman ahalisi, bu devletlerin yanında savaşa katılmaları halinde ne türlü tehditlerle karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, Cehennem ateşine müstehak olurlar mı?

5) Bu suretle harb-i hazırda İngiltere ve Fransa ve Rusya ve Sırbiya [sırbistan] ve Karadağ hükümetleriyle zahirlerinin (Yardımcılarının) idarelerinde olan Müslümanların Hükümet-i Seniyye-i İslâmiye’ye muin (Yardımcı) bulunan Almanya ve Avusturya aleyhine harbetmeleri, Hilâfet-i İslâmiye’nin mazarratını mucip olacağından (Zararı dokunacağından) esm-ü âzim (Büyük günah) olmakla azab-ı azîme (Büyük azaba) müstehak olur mu?

 

Yukarıdaki Fetva için çeşitli yorumlar yapılabilir hiç şüphesiz. Ancak beşinci soru, İslâm Hukuku’nun geleneksel kaynaklarında cevabı kolay bulunamayacak ilginç bir Hukuksal problem ortaya koymuştur. İtilaf Devletleri topraklarında yaşayan Müslümanların Almanya ve müttefiklerine karşı savaşmamaları anlamına geliyordu bu soru. Böyle bir hareket, İslâm Hukukunda daha önce hiç görülmemişti kuşkusuz. İslâm Hukukuna getirilen görece Liberal Hanefi Mezhebi yorumuna göre, özellikle İslâm dünyasının 1914 yılındaki tehlikeli durumu göz önüne alınarak Müslüman Cemaatinin yüksek çıkarlarına uygun olduğu gerekçesi gösterilmiştir bu soru için.

 

Osmanlıların bakış açısından Cihat çağrısının zayıf tarafı, Cihadın genel olarak kafirlere değil, sadece belirli kâfirlere yönelik olmasıydı.

 

Sultanın Cihad ilan etmesi, İngilizlerin de bir Haşimî Halifeliği kurma fikrini yeniden canlandırmasına yol açtı.

 

İngilizlerin Şerif Hüseyin’i Kullanması

 

Büyük bir Sömürü imparatorluğu kuran İngiltere, I.Dünya Savaşı yıllarına gelindiğinde Hindistan Yolunun en uç noktalarına yerleşmiş, yerleşemediği alanlar olarak Filistin, Suriye, Irak, Arabistan ve Yemen kalmıştı. Bunlar, Osmanlı Devleti’ne sıkı sıkıya bağlı vilayetlerdi. XX. asır başlarında bu alanlarda Petrol varlığının ortaya çıkması, İngiltere açısından bölgenin Stratejik ve Askerî öneminin yanında, ekonomik önemini de iyice artırmış, giderek bu beş alana da yerleşmek, İngiliz politikasının hedefi haline gelmiştir.

 

Müteâkiben Bu bölgelere yerleşmek için faaliyete geçilmiş ve Araplar Osmanlı aleyhine kışkırtılmaya başlanmıştır. Sultan Abdülhamid döneminde kontrol altında tutulan; ancak

II. Meşrutiyet’in getirdiği serbestî ortamdan faydalanan ve hepsi de İngiltere, Fransa gibi devletlerin tahrikleri ve finansesi sonucu Arap ayrılıkçısı el Ahd-ı el Arabi, el Mukteki el Edebî, el-Kahtaniye, el-Ahd, el Hazete gibi cemiyetlerin çoğaldığı görülmüştür.

 

Bu cemiyetlerin hazırladığı ortamda en büyük rolü İngiltere vâsıtasıyla Arapların bağımsızlığını sağlamayı amaçlayan Şerif Hüseyin ve oğulları oynamıştır. İngiltere’yle daha II. Abdülhamid döneminde temaslara başlayan Şerif Hüseyin, Sultan tarafından 1893’ten itibaren oğulları ile birlikte İstanbul’da göz hapsinde tutulmaya başlanmışsa da 1908 Devriminden sonra Jön Türklerin Mekke Şerifi olmasına izin verdiği Hüseyin, I.Dünya Savaşı yıllarında İngilizlerle ilişkilerini geliştirmiş, çeşitli gelgitlerden sonra, Cihad ilan edildiğinde bunu etkisiz kılmak için harekete geçilmiştir.

 

Öte yandan İttihad ve Terakki’nin Merkezîleştirme ve Türkleştirme politikaları ve Cemal Paşa’nın Şam’daki icraatları dikkate değer bir gelişmedir. Gerek Şerif Hüseyin İsyanının meşrûlaştırılmasını sağlayacak dilin oluşmasında, gerekse I.Dünya Savaşı esnâsında Suriye’de Osmanlı yönetimine karşı muhalefetin artmasında, Cemal Paşa’nın Suriye’deki IV.Ordu komutanlığı sırasındaki icraatları etkili olmuştur. Cemal Paşa’nın 1915’te İngiliz ve Fransızlarla ilişki içinde düşündüğü kimseleri idama mahkûm ettirmesinden sonra Arapların Osmanlı’ya bağlılığı zayıflamış ve el Ahd, el Arabiyyetü’l-Fetat gibi Arap Milliyetçisi

rgütlerin taraftarı artmıştır. İdamların yanı sıra Suriye’deki baskın Arap nüfusunu azaltmaya yönelik sürgünler, Türkleştirme Politikasının en somut tecessümleridir.

 

Cihan Harbi yıllarında Osmanlı Devleti tarafından Gelibolu’da bozguna uğratılan, Irak’ta Kütülamare’de kuşatmaya alınan, Mısır’da da iyi durumda olmayan İngilizler, üzerlerindeki Türk yükünü hafifletmek için Arapların isyanını pek gerekli görüyorlardı. Nihayet Şerif Hüseyin, İngilizlerin ısrarı karşısında Ağustos 1916’da isyanı başlatacak şekilde hazırlıklara girişmiş, İngilizlerin gizli planı gereği Hicaz mıntıkası hariç, bütün Arap dünyasının sömürgeleşmesi yolu açılmıştır.

 

Şerif Hüseyin, isyanı Suriye’de başlatmak istiyordu. Burada, idamlar nedeniyle isyan psikolojik ortamı olmakla birlikte Osmanlı Devleti’ni Hicaz’a bağlayan yollar Suriye’den geçiyordu. Yine Şerif Hüseyin’in Mac Mahon’la yaptığı yazışmalarda Arap isyanına başlangıç çerçevesinde, İngiliz birliklerinin Suriye kıyılarına çıkarılarak, Türklerin Anadolu ile olan ilişkilerinin kesilmesi istenmişti. Yine oğlu Faysal’ı Arap asıllı askerleri firara zorlamak ve halkı da gizlice isyana teşvik etmek için oğlu Emir Faysal’ı Suriye’ye göndermişse de İngilizlerin Suriye kıyılarına çıkmak istememesi ve Suriye Araplarının da Osmanlı Devleti’nin buradaki güçlü garnizonlarından çekinerek harekete geçmekten çekinmesi üzerine isyanın Hicaz’da başlatılmasına karar verilmiştir.

 

6 Haziran 1916’da Şerif Hüseyin’in oğulları Şerif Ali ve Şerif Faysal yönetiminde Kanal Seferi için Medine’ye gelen Bedevi Ordusu, Medine karakollarına saldırarak fiilen isyan etti. 2 Temmuz 1916’da Mekke Emiri Şerif Hüseyin görevinden azledilerek yerine Meclis-i Ayan üyesi Şerif Ali Haydar Bey tayin edildi. Bunun üzerine Şerif Hüseyin Paşa, 29 Ekim 1916’da kendisini Arap Meliki ilân edecektir.

 

İngilizlerin de yardımıyla Mekke’yi alan Şerif Hüseyin, Medine’ye yönelmişse de buraya

yapılan birkaç saldırı şehrin muhafızı Fahrettin Paşa tarafından püskürtülmüştür. Medine müdafilerinin Hicaz Demiryolu vâsıtasıyla yardım aldığını gören ve Medine’nin ele geçirilmesinin bu yolun tahribiyle mümkün olacağını düşünen Emir Abdullah, İngilizlerden yardım isteyince bu iş için Lawrens görevlendirilmiş ve bakımları gayet iyi olan, İngiliz hazinesinden her ay iki Sterlin maaş alan Arap Cengaverler Lawrens’in komutasına girmiştir.

 

Başlıca gayesi, Arap İhtilalini Suriye’ye doğru yaymak olan Lawrens, Yanbu şehri ve Uveys Limanı gibi stratejik yerleri ele geçirmiş, demiryolunun tahribine girişmiş, köprü ve raylara sabotajlar düzenlemiş, Türk trenlerini yağmalatmıştır. Bunun sonucunda Filistin’in güneyindeki İngiliz kuvvetlerinin bulunduğu alana kadar olan bölgedeki Türk garnizonları etkisiz hale getirilmiş, Suriye ile Filistin, İngiliz işgaline açık hale getirilmiştir.

 

İngilizler, Araplara verdikleri bağımsızlık vaatlerini I.Dünya Harbi’nin bitiminde yerine getirmeyeceklerdir. Zaten bu vaat, Arapları Türklere karşı isyan ettirmek için verilmiş sahte bir vaatti. Bağımsız bir Arap alanı olarak, Mekke ve Medine’yi içine alan Hicaz bölgesini kabul etmişler, Hüseyin’i de buranın kralı kabul etmişlerdir. Bu iki şehir Müslümanlarca kutsal olduğu için ve de Hıristiyanların buraya girmesinin yasak olması nedeniyle tepki görmek istemeyen İngilizler buraları işgal etmemişlerdir.

 

Savaş sonunda Ürdün de dahil Filistin, Irak ve Yemen İngilizlerin, Suriye’de Fransızların sömürge alanı haline getirilmiş, Şerif’in idealleri suya düşmüştür. Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal, konuyla ilgili olarak;

 

‘Müslüman dünyasının önüne çıkamayacağım. Kendilerinden Halifeye karşı savaşmalarını, fedakârlık yapmalarını istedim. Oysa şimdi görüyorum ki amaçlarına hizmet ettiğimiz Avrupa Devletleri Arap ülkelerini bölüyorlar!’ demiştir.

 

Karşı Propaganda ve Cihad İlanının Beklenen Sonucu Vermemesi

 

Gerek Birinci Dünya Savaşı yıllarının canlı tanıklarının gerekse sonraki dönemlerde konuyla ilgilenen araştırmacıların azımsanmayacak bir kısmı, Cihad ilanının karşılık bulmadığını veya çok az karşılık bulduğunu belirtmektedir. Arapların Osmanlı Devleti’ne ihaneti olarak bilinen Şerif Hüseyin ve oğullarının isyanı ile Hintli Müslümanların Osmanlı Devleti’ne karşı İngiliz safında savaşmaları da bu görüşü destekleyen gelişmeler olarak ele alınmıştır.

 

Bir örnek olarak aşağıdaki ifade verilebilir:

 

Cihad ilanına iki İslâm ülkesinin liderlerinden başka iştirak eden olmamıştır. Bunlar, Sunusi Şeyhi Seyyid Ahmet el Şerif ve Dafor Sultanı Ali Dinardı.

 

Ergün Aybars, I.Dünya Savaşı’nda Cihad-ı Ekber konusuyla ilgili olarak İngiltere’nin, çoğunluğu Hind Müslümanlarından oluşan 550 bin savaşçı ve 391 bini geri hizmetlerde olmak üzere 941 bin kişiyi seferber ettiğini ve bu kuvvetlerin 428 bin kişisi savaşçı ve 328 bin kişisi geri hizmetlerde olan 756 bin kişinin Türk cephelerinde savaştığını belirtmekte ve bu durum göz önüne alındığında Halifenin İslâm dünyası üzerinde hiçbir nüfuzunun kalmadığının açıkça görüldüğünü söyleyerek bunun sebepleri üzerinde durmaktadır.

 

Yine Murat Bardakçı ve diğer bazı kimselere göre Araplar Osmanlı’ya ihanet etmiştir. Meseleye ‘İhanet’ gözüyle bakan pek çok yazar bulunmasına rağmen ana tema belli olduğu için bir iki örnekle temel mantığı aktardık. Bu mantığa göre Cihad ilânı başarısız olmuştur. Hindistanlı Müslümanların ve Arapların faaliyetleri bunun göstergesidir. Bu iddianın doğruluk derecesini görebilmek için bazı ön bilgileri edinelim.

 

İngiltere ve Fransa’nın silah altına aldığı Müslümanları dikkatle seçmesi gibi tedbirler, Cihad ilanının başarılı olmasına engel oluşturmuştur. Ancak uzun ve zorlu olacağı ortaya çıkan savaşta Fransız Kuzey Afrika’sı ve Mısır ile Hindistan’dan yerli asker toplama ihtiyacı ortaya çıktığı için İngiliz ve Fransız Hükümetleri çeşitli tedbirlerle birlikte İslâm ülkelerinde propagandaya girişmişlerdir.

 

Bu propagandayla Halifenin bir avuç mütegallibenin elinde zebun olduğu, Osmanlı Devleti’nde silah zoruyla işbaşına geçen İttihad ve Terakki adlı cemiyetin padişahı zorla Almanya’nın safında savaşa soktuğu, Türkiye’nin menfaati kadim dostları İngiltere ile Fransa’nın safında savaşa girmesiyle elde tutulabilir olmasına rağmen İttihatçıların bu fırsatı kaçırdığı ve Osmanlı Devleti’yle Hilafet makamının zorbaların elinden kurtarılmasının zorunluluğu belirtilmekteydi.

 

İngilizlerin Hindistan’daki çalışmaları da dikkate değerdir. Cihad’ın, İslâm’ın esasında olmadığı, Hindistan’ın Darül Harp değil Darül İslâm olduğu, Osmanlı Halifelerinin Hilafetin gasıbı oldukları ve Türklerin dışarıdaki Müslümanlarla ilgilenmediği propagandası yapılmış, yanı sıra kabiliyetli gençleri Asrî eğitime teşvik etmek, bilgisiz kitleye İslâm’ın Namaz, Oruç gibi şeylerden ibaret olduğu fikrini aşılamak, Ayet ve Hadisleri İngilizler lehine tefsir etmek gibi çalışmalarla Panislamizmin Müslümanlar üzerinde etkileri kırılmaya çalışılmıştır.

 

Bir başka propaganda örneği;

 

Hind Müslümanlarından Müşir Hüseyin Kıdwai, İtilaf devletlerinin büyük propagandalara başlayarak harbin hiçbir Dinî mahiyet taşımadığını, Mukaddes beldelerin her türlü taarruz ve tecavüzden uzak kalacağını, muharebeyi İslâm Halifesine karşı değil; ancak İttihad ve Terakki Cemiyeti aleyhinde ilan ettiklerini belirtmiş, Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in halifeye değil; ancak bozkırda ibadet edecek derecede Turancılıkla şartlanmış olan Nâzırların aleyhinde isyan ettiği sözleriyle teselli bulmuş olduklarını, Protestan Almanya, Katolik Avusturya ve Ortodoks Bulgaristan’ın bir Siyasî harpte birleştikleri hakkında İtilaf Devletleri tarafından yayınlanan beyanların, Müslümanlar üzerinde etkili olduğunu ve böylelikle Müslümanların İtilaf Devletleri ile işbirliğinde bulunmuş olduklarını ifade ettiğini bildirmiştir.

 

Daha önce de belirtildiği gibi Cihad çağrısı genel olarak ‘Kâfir’lere değil, sadece belirli ‘Kâfir’lere yönelikti. Yine Alman-Osmanlı propagandacılarının Cihadın Dinsel yönlerini geri plana iterek, Müslümanları İtilaf Devletleri Emperyalizminin kurbanları olarak gösteren yabancı düşmanı bir yaklaşımla ortaya çıkarmışlardır. Kuşkusuz Cihadın genel İslamî mücadeleden, özgül stratejik bir tutuma dönüştürülerek bozulması, meseleleri karmaşıklaştırıyordu. Sorunun büyük bölümü, Enver Paşa’nın ve kimi Almanların İslâm dünyasının niteliğini değerlendiriş tarzından kaynaklanıyordu. Silahlı saldırı karşısında Müslüman dayanışması miti, büyük ölçüde düş gücü geniş Avrupalı kafaların ürünüydü ve ciddi, yöntemli bir incelemeden geçirilmişti. Birlik duygusu, uzak İstanbul şehrindeki

Sultan-Halifeye duyulan sevgiden değil, Milliyetçiliğin yerel gelişiminin ve yabancı hâkimiyetine düşmanlığın bir tezahürü olarak doğmuştu daha çok.

 

Ne var ki Osmanlı’nın bakış açısından, sarfedilen gayretler tamamen boşa gitmemişti. Kampanyanın verdiği sonuç gerçi büyük değildi; ama inkâr da edilemezdi. Hiçbir İtilaf Devleti, İslâm birliği çağrısını büsbütün inkâr edemezdi.

 

Müslümanların tepkisi, yumuşak da olsa Sömürgeci devletleri kendilerine ciddi bir tehdit haline gelebileceklerine inandıkları güçlere karşı koymak üzere tedbirler almak zorunda bırakmıştır. Cihad çağrısının net Askerî sonucu, İtilaf Devletlerinin almak zorunda kaldıkları ihtiyat tedbirlerin boyutları göz önüne alınarak değerlendirilebilir.

 

Mesela İngiliz ve Fransızlar, Cihad çağrısının hiçbir etkisi olmadığını görene kadar, Müslümanlardan asker toplama girişimlerinde çok ihtiyatlı hareket ettiler. Sömürgelerinde ayaklanma çıkabileceğini düşünen Avrupalı güçler buralarda çok sayıda asker tutsa da, bu onların Avrupa’daki durumunu Osmanlı Devleti’nin umduğu kadar zayıflatmamıştır.

 

Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu, şaşaalı propagandalarını kesin zaferlerle ve kuvvetle destekleyebilselerdi ve haberleşme hatlarını kontrol ederek savaşı doğrudan doğruya Müslüman bölgelerine taşıyabilselerdi sonuç farklı olabilirdi.

 

Tüm olumsuzluklara rağmen Cihad çağrısının karşılık bulmadığı söylenemez. Bu doğrultudan gelişmeler olarak Suriye halkının savaşın Osmanlı Devleti’nin aleyhine dönmesinden sonra bile Osmanlı aleyhine dönmemesi gibi olaylar gösterilebilir. Nitekim Lawrence, Londra’ya gönderdiği gizli bir raporda, Suriye’de Osmanlı karşıtı bir isyanın kendiliğinden ortaya çıkmasının imkânsız olduğunu belirtmiştir. Bu durum, Milliyetçi hareketin halk nezdindeki yerini göstermesi bakımından kayda değerdir. Şerif Hüseyin dahi isyan ettikten sonra yaklaşık on ay Mekke’de Hutbenin Sultan Reşad adına okunması da bu gerçeğin ispatıdır.

 

Yine İttihatçıların Cihad ilanına karşı İbnür Reşid, “Tekmil maiyetimle birlikte hükümetin belirlediği yönde hareket edeceğim ve harekete hazırım!’’ cevabını vermiştir. Ayrıca İmam Yahya ve çeşitli aşiret liderleri de bağlılık mektupları göndermişlerdir. Dahası, Kanal Harekâtı sırasında Sina Çölü’nde bulunan bedevi kabileler Osmanlı safında yer alıp İngilizlerin durumunun Osmanlı ordusuna bildirilmesinde büyük yararlılıklar göstermişlerdir.

 

Öte yandan Cihad Fetvası, okunduğu yerlerde halkın hissî desteğine mazhar olmuş ve Almanları da ümitlendirmiştir. Bu konuda Beyrut Valisi Bekir Sami Bey’in Dahiliye Nezâretine 21 Kasım 1914 tarihli ve 34745 numaralı telgrafı, ‘Trablus’da Fetva-i Şerife’nin kıraat olunduğu gün ahali tarafından izhar olunan hissiyat-ı vatanperverâneden dolayı

 

Almanya ve Avusturya konsolosları hükümete gelerek tebrikât ve teşekküratta iş’ar-ı mahalli üzerine maruzdur.’ İfadeleriyle durumu izah ederken Şam ahalisine Padişahın memnuniyetiyle ilgili olarak gönderilen telgrafta da Cihad ilanıyla birlikte gösterilen ilgi için teşekkür mahiyetinde ifadeler kullanılmıştır.

 

Fahri Belen’in de belirttiği gibi İtilaf Devletlerinin en iyi adamlarını büyük miktarda Malî kaynaklarla İslâm âlemi üzerinde Cihad-ı Mukaddes ilânının etkilerinin ortaya çıkışını engellemek için seferber etmeleri ve yıpratıcı bir tarzda beklentiye girmeleri de Cihad-ı Ekber İlânının kısmen de olsa faydalı olduğu kanaatine varmamızı sağlamaktadır.

 

Osmanlı egemenliğinde yaşayan Arapların çok büyük bir çoğunluğu Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız bir Arap devleti kurmak fikrinden uzaktı. Şam ve Beyrut’taki Arap Milliyetçisi bazı cemiyetlerin ise ayrılıkçı bir karaktere sahip olduklarını söylemek için yeterli belge ve bilgilere sahip değiliz. Zira hayata geçirilmemiş Şam protokolüne göre isyan ettirilmesi düşünülen Milliyetçi Arap askerler, savaş sonuna kadar Cemal Paşa ile birlikte İngilizlere karşı savaşmışlardır.

 

Şerif Hüseyin’in hareketinin Arapları teslim etmediğine dair ikinci bir misal de Sati el Husri’nin bahsettiği üzere Mısır’daki Osmanlı yanlısı hareketlerdir. El Husri’ye göre Mısırlılar kendilerini Arap bile görmüyorlardı. Ayrıca Mısır’da çıkan el Ahram gazetesinde isyan hakkında çıkan haber de düşmancaydı. Gazete, Şerif Hüseyin isyanının Milliyetçi bir

hareket olup olmadığı sorusundan hareketle ‘Hayır’ cevabını verir. Çünkü ‘Türk halkı,

egemenliği altında bulunan diğer halkların doğuştan sahip olduğu hakları ellerinden almamıştı.

 

Arap Milliyetçiliğinin başlangıcı ve gelişimi hakkında yapılan son çalışmalar, bu hareketin toplumsal desteği hususunda önemli bilgiler içermektedir. Dawn’ın tespitine göre 1914 Ekim’ine kadar Doğu vilayetlerinde Arap Milliyetçiliğinin açık savunucusu ve Arap Milliyetçisi Cemaatlerin üyesi olanların sayısı sadece 126’dır. Bu, o dönemde Suriye’de her 100 bin kişiye 3.5 Arap Milliyetçisi, Filistin’de 3.1, Lübnan’da ise 24 Arap Milliyetçisi düştüğünü göstermektedir . Daha sonraki bir çalışmada Tauber bu sayıyı 180 olarak belirlemektedir. Bu rakamlar, Osmanlı Devleti’nde Arapçı düşüncelerin yaygınlaştığını düşünmemiz için oldukça yetersiz bir orandır. Dahası bunların bağımsızlık talep edip etmedikleri belli değildir. Ayrıca Efraim ve İnari Karsh’ın çalışmaları o dönemin Suriye, Lübnan ve Irak’ın da bölgesel otonomi talep edenlerin varlığını ortaya çıkarır.

 

Erol Güngör’ün konuyla alâkalı tespiti konunun anlaşılmasına katkıda bulunacaktır. Güngör’e göre Cihad Fetvası doğurduğu sonuçlar itibariyle çok defa yanlış anlaşılmıştır. Ona göre, İslâm dünyasının bu çağrıya hiç aldırmadığı, hatta Müslümanların Osmanlı ordularına karşı İngilizler safında çarpıştıkları ve onlar hesabına Türklere ihanet ettiği yönündeki söylentiler yanlış yorumlara dayanmaktadır ve meseleyi biraz derinliğine araştıranların bu

gerçeği görmekte zorlanmayacaklardır. Cihad Fetvasının istenen etkiyi gösterememesinin başlıca nedeni, o çağda İslâm dünyasının bir mihrak etrafında savaş için organize olabilmesi şöyle dursun, bizzat savaş çağrısını gereği gibi duyuracak iletişim imkânlarından bile mahrum durumda olmasıdır.

 

Yine daha önce de belirttiğimiz gibi, İngiliz propagandası, Cihad propagandasından daha tesirlidir. Çanakkale Savaşı’nda Türklere karşı İngiliz saflarında Türklere karşı savaşan Müslüman sömürge askerleri arasından alınan esirlerin sorgularından, bu askerlerin ‘Dinsiz İttihatçıların’ Halifeyi hapsettikleri ve İngilizlerin de onu kurtarmak için İttihatçılara savaş açtığı propagandası yaptığı anlaşılmaktadır.

 

Sözün özü, Cihan Harbi esnasında Arap vilayetlerinde ve özellikle meydana gelen olayların temelinde İttihad ve Terakki yönetimi ile Âdem-i Merkeziyet talebiyle vilayetlerde reform talep eden Araplar arasında çıkan çatışmanın büyük tesiri vardır.

 

Arapların büyük çoğunluğu, savaşın sonuna kadar devlete sadık kalmışlar , hatta savaş bittikten sonra da Türk yönetimi ile Manda idaresine karşı mücadele etmek için işbirliği içinde olmuşlardır. Şerif Hüseyin isyanı ise Arapçı ve Araplar nezdinde temsil edilmekten uzaktır. İngiliz askerleri ve birkaç bedevi kabilenin yardımıyla ortaya çıkmış ve İngiliz ordusuyla birlikte Şam’a girmiş bir harekettir.

 

Cengiz Çandar ise konuyla ilgili olarak,Filistin’de tek bir Arabın Osmanlı Devleti’ne ihanet etmediğini, Suriye, Irak ve Lübnan’da Türk kuvvetlerini arkadan vuran bir olay olmadığını, Arabistan Yarımadası’nın Hicaz bölümünden Akabe’ye kadar olan ‘Cephe Gerisi’ dışında Arapların Türkleri vurduğuna dair Tarihte bir kayıt olmadığını, Şerif Hüseyin ve oğullarının münferit hareketinin Askerî açıdan tayin edici olmadığını ifade etmektedir.

 

Tarihin sesine kulak verildiğinde bu hakikat açıkça görülecektir.

 

Yukarıda da görüldüğü gibi Cihad ilanının karşılıksız kaldığı iddiaları Tarihin akışı içerisinde dayanaksızdır. Cihadın yönünün tüm ‘Kafir’lere değil de yalnız düşman devletlere bakması, İtilaf Devletlerin karşı propagandası, Şerif Hüseyin gibi Arapların İngilizlerle işbirliğine girmesi gibi etkenler ile o dönemde Müslümanlar arasındaki iletişimin oldukça zayıf olması, Lawrence’nin oldukça etkili ve kapsamlı çalışmaları gibi nedenler, Cihad İlânının beklenen etkiyi vermesini önlemişse de tüm bu olumsuzluklara rağmen Cihad ilânı karşılıksız kalmamıştır. Hintli Müslümanların İngilizler tarafından seferber edilip Osmanlı’ya karşı kullanılmasının ‘Halifeyi kurtarmak’ yalanıyla gerçekleştirilmesi ve sonrasında gerçeği gören Hintlilerin itirafları İngiliz propagandasının etki alanını göstermektedir.

 

Filistin’de Arap ihanetinin olmaması, Suriyeli Müslümanların savaş bittikten sonra bile Osmanlı’ya ihanet etmemesi, pek çok Müslüman Âlimin Cihad fetvâsına olumlu tepki göstermesi gibi olaylar ‘Arapların Osmanlıya ihaneti’ iddîasının aksini kanıtlayan gelişmelerdir. Ancak şu da bir gerçek ki İttihatçıların, özellikle Cemal Paşa’nın Şam’daki bazı uygulamaları, Arap Milliyetçiliğini beslemiştir. Durum bu yöndeyken Milliyetçi Arapların önemli kısmının Hıristiyan Arap oluşu, çok sayıda Şii ve Sünni Müslümanın Halifeye bağlılık bildirmesi ihanetin aksini söylemektedir.

 

Öte yandan Cihad çağrısının etkisinin azaltılmasına kadar önemli sayıda İtilaf kuvvetinin meşgul edilmesi, çağrının işlevini göstermektedir. Yine Müttefiklerin konuyla bağlantılı olarak Osmanlı Devletine teşekkür etmesi, beklenen düzeyde olmasa da, bir karşılık bulmanın doğal sonucudur. Özetlersek Cihad ilanı karşılıksız kalmamıştır, hatta azımsanmayacak ölçüde karşılık bulmuştur; ancak İtilaf Devletlerinin çalışmaları ile çeşitli etkenler bu etkiyi kırmıştır. Hintli Müslümanlarla Arapların Osmanlı’ya ihaneti söz konusu değildir; söz konusu olan aldatılmışlıkla doğru orantılı olarak şahsi hareketlerdir.

 

 

M.Fatih AKBAY, 19 Haziran 09, VAN.

 

 

Notlar:

 

Eraslan, A.G.M, 425.

M.Hanefi Bostan, ‘I.Dünya Savaşı Sırasında Said Halim Paşa Hükümeti, 19.

Bunların dışında Mısırlı Âlim Abdülaziz Çavış’ın Cihad Fetvasını destekleyen bir Arapça Beyannâmesi ile Necef’teki Şii Ulemanın Farsça olarak yazdığı Fetva da dikkate değer. M.Hanefi Bostan, Adı Geçen Makale, 19.

Osmanlı İmparatorluğu Tarihi II, 275, 276.

Philiph H.Stoddard, Teşkilât-ı Mahsusa, 25, 26.

General Ali İhsan Sabis, hâtıralarında imparatorluk dışındaki Müslümanların İttifak Devletleri için canlarını feda etmelerini beklemenin saflıktan başka bir şey olmadığını ve Genelkurmay mensuplarının, Cihad ilanının, özellikle Almanya’yla kurulan ittifak nedeniyle Müslümanlar üzerinde herhangi bir etkisi olacağından daha o sırada kuşku duyduklarını belirtmektedir. Yine 1915’te Kafkas Cephesinde esie alınan Rus ordusunda görevli Türk askerleriyle yaptığı konuşmayı aktararak askerin, ‘Bu Din kavgası değil gün kavgasıdır. Bu işin Halifenin Cihad ilanıyla ilgisi yoktur!’ dediğini belirtmektedir. Bkz.Kocabaş, 40.

İlan edilen Cihad’a Alafranga Cihat denmesinin nedenlerinden biri de budur.

Bkz. Philiph H.Stoddard, Aynı Eser, 26, 27.

Bkz. Stoddard, 37.

Alan Palmer, Osmanlı İmparatorluğu, Bir Çöküşün Yeni Tarihi, Çev: Belkıs Çorakçı Dişbudak, Yeni Yüzyıl Tarih Dizisi, [Tarihsiz] 371.

Süleyman Kocabaş, Osm. İsyanlarında Yabancı Parmağı, İst: Vatan Yay. 2007, 3.Baskı, 92-93.

İngiltere, Cihad ilanının Araplar üzerinde lehte neticeler doğurmasını önlemek için, öteden beri tahrik ettiği Arapçılık hareketlerinin birden alevlendirecektir. Bkz. Kocabaş, Türkler ve Almanlar, 193.

İngilizler yalnızca Şerif Hüseyin’i kullanmamıştır; ancak başat rolü Şerif Hüseyin ve oğulları oynamıştır.

İngiltere, büyük bir Arap İmparatorluğu tesisini değil, küçük Arap Hükümetleri kurulmasını ve bunlar arasında hakemlik, biraz da hâkimlik rolünü ifa etmeyi düşünmüştür. Bkz. Süleyman Kâni İrtem, Meşrutiyetten Mütarekeye, 552.

Görevde olduğu süre zarfında Şerif Hüseyin ve oğullarını kontrol altında tutan Sultan Abdülhamid’in, Jöntürklerin Hüseyin’i Mekke Emiri tayin ettiğini duyunca Ali Fethi Okyar’a, ‘Eyvah! Bu adam başımıza iş açacak!’ dediği belirtilmektedir. Bkz. Stoddard, Teşkilât-ı Mahsusa, 116.

Bkz. Kocabaş, 93-96.

1908 devriminden sonraki uygulamaların Arap karşıtı olarak algılandığı ve Arap Milliyetçi akımlarını doğurduğu görüşü için Bkz .Stoddard, Aynı Eser, 114, 115.

Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan Cemiyetleri iki ana gruba ayırabiliriz. Jöntürklerin Milliyetçi politikalarına bir tepki olarak ortaya çıkan el Ahd ve el Fetat gibi gibi örgütlerle bölgesel amaçlar güden cemiyetler. Bu dernekler Kültürel anlamda Arap milliyetçisi olup Arapların Osmanlı Devleti’nde daha iyi şartlarda yaşamasını istekteydi, ancak ayrılıkçı olmayıp daha çok Osmanlıcı bir duruşları vardı. Bkz. Talha Çiçek, I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nde Araplar, Kültür Birinci Dünya Savaşı Özel Sayısı, Bahar 2008, Sayı: X, 66.

Talha Çiçek, I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nde Araplar, Kültür, X, 62.

Eşref Kuşçubaşı, anılarında İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin, özellikle Dünya Savaşı yılları öncesinde Arap ayrılıkçılığı tehdidine karşı çok yanlış hareket ettiğini belirtir. Ona göre Cemiyet, Suriye vilayetlerindeki nispeten kültürlü Araplarla ilişkilerinde, Milliyetçiliğin yabancı bir kavram kaldığı ve görüşmeleri aşiretler arasında daha önceden tecrübesi olan kişilerin yürüttüğü Arabistan’daki Araplarla ilişkilerinden daha az başarıl elde etmiştir. Bkz.Stoddard, 115.

Kocabaş, 98, 99.

Alan Palmer’in eserinde ayaklanmanın 5 Haziran 1916’da Mekke’deki Osmanlı kışlasında sembolik bir tüfek atışıyla başladığını belirtilmektedir. Bkz.Alan Palmer, Osmanlı İmparatorluğu Bir Çöküşün Yeni Tarihi, 373.

Bostan, A.G.M, 20.

Peygamber’in Kutsal Türbesinin bulunduğu bu kentte Fahrettin Paşa komutasındaki on ikinci ordu karargâhı olup Paşa, bu kentin kâfirin parasıyla saldıran asi Arapların eline geçtiğini görmektense, emrindeki garnizonla 30 aylık bir bir kuşatmaya göğüs germeye hazırdı. 1919’un Ocak ayında Osmanlı komutanları ateşkesi kabul ettikten sonra bile o hala düşmana meydan okuyordu. Palmer, Aynı Eser, 373, 374.

Bkz. Kocabaş, 99-101.

Bkz.Kocabaş, 102, 103.

Kocabaş, Türkler ve Almanlar, 194

Keleşyılmaz, 47, 48.

İngiltere ve Fransa’nın kendilerine ittifak teklif eden Osmanlı Devleti’ni defalarca geri çevirdiği gerçeği ile Osmanlı Devleti’nin tarafsız konumda bırakılarak savaş sonrasında paylaşılmak istendiği gerçeği ışığında yukarıdaki ifade bir kez daha okunmalıdır!

İngilizlerin karşı propagandası sırasında kimi zaman Osmanlı Devleti ile Hilafet makamının zorbaların elinden kurtarılacağı bildirilirken bazen de Osmanlıların Hilafet makamını gaspettiği yönünde iddiâlar dile getirilmiştir.

Hindli Müslümanların Panislâmist yaklaşımlarının Antiemperyalist nitelik taşıdığı görüşü için Bkz. Keleşyılmaz, 147.

Keleşyılmaz, 41, 42.

Keleşyılmaz, 48, 49.

Bkz. Stoddard, 36-38.

Halifenin Cihat ilanının ve fetvaların etkisiz kalışı, İngiltere ve Fransa’ya, kendi sömürgelerinden gelen Müslüman askerleri güvenle kullanmak olanağı verecektir. Bkz.Kurtulussavasi.org.

Bkz.Stoddard, 38, 39

Stoddard, Aynı Eser, 39.

Talha Çiçek, A.G.M, 63.

Şevket Süreyya Aydemir, İttihad ve Terakki iktidarı ve zümresi içinde Cihad-ı Mukaddes’e, İslâmların kurtarılışına ve Hilafetin birleştirici gücüne yürekten inanan insanların bulunduğunu doğrulayan belge ve işaretler olmadığını bildirmektedir. Bkz. Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa, Cild: III, İst: Remzi Kitabevi, 1992, 16.

Özdemir, 24, 25.

Suud ailesinin öncülüğünde Hicaz bölgesinde Hicaz bölgesinde çıkarılan Vehhabi isyanları, Mekke Şerif’i Hüseyin’in İngilizlerle işbirliği yaparak gerçekleştirdiği ihanet vd olaylar Filistinlilerin yani Arapların ihaneti olarak adlandırılsa da gerçekte Şerif Hüseyin ve oğullarının Araplara ihaneti söz konusudur. Yani Araplara ihanet eden kimselerin ihaneti Arap ihaneti olarak görülmektedir! Bkz. Ahmet Varol, Filistin Hakkında Yanılgılar, İst: Platin Ajans, Nisan 2005, 67.

Arap Milliyetçiliği öncüsü daha çok Hıristiyan Araplar idi. Bu hareketi destekleyen Müslüman Araplar ise Seküler Aydınlardı. Arap Milliyetçiliği geliştirilirken Arapların İslâm öncesi dönemine ilgi duyulması bu durumun sonucudur. Bkz. Mustafa Akyol, ‘Büyüklere Masallar I: Araplar Osmanlı’ya İhanet Etti’, Mustafaakyol.org.

Talha Çiçek, A.G.M, 63, 64.

Keleşyılmaz, 47, 48.

İttihatçıların bazı uygulamaları Türk-Arap ilişkilerinde sarsıntıya yol açsa da İngilizlerin kışkırtması ve vaadi ile ayaklanan Mekke Şerifi Hüseyin’in Bedevi birlikleri dışında koca Arap coğrafyasında toplu isyan görülmemiştir. Filistin’de 1 milyon Arap yaşamasına rağmen bir tek Arap ayaklanmamıştır. Yani Arapların ezici çoğunluğu Osmanlı’ya sadık kalmıştır. Bkz.Tarık Suat Dermen, Hatıralarla Kanal ve Filistin Cephesi, Kültür Birinci Dünya Savaşı Özel Sayısı, 40, 41; Cengiz Çandar, ‘Sharoncu Vicdansızlar’ Yeni Şafak, 5 Nisan 2002.

Çiçek, A.G.M, 64.

Bkz. Çandar, ‘Sharoncu Vicdansızlar’ Yeni Şafak, 5 Nisan 2002.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Merhabalar. Daha önce kayıt olmuştum siteye; ancak şifremi kaybettiğim için ve de başka sitelerde yazdığım için pek fazla uğrayamadım. Tarihle ilgili çok sayıda makale çalışmam var. Fırsat buldukça eklemeye çalışacağım. SAYGI VE SEVGİLERİMLE.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Eline sağlık birader

'Hain Araplar,bizi arkamızdan vurdular' gibi ucuz cümleler ve sahte tarihçiler o kadar çok ki...Şu hak ve hakikat kalpazanlığında güzel bir iş yapıyorsun.Yazmaya devam...

Selametle...

Share this post


Link to post
Share on other sites
'Hain Araplar,bizi arkamızdan vurdular' gibi ucuz cümleler ve sahte tarihçiler o kadar çok ki...
bence bırakmalıyız bu tarz cümleleri konuşmaları. zaten hakkıyla tarihimizden bahsedecek bir zümre yok hala piyasada!!! bu konuda çok talihsiziz! olanıyla idare ediyoruz.

sukadar diyimki Allah rasulu s.a.v buyuruyorki arabı şu üç seyden dolayı sevin.

1. ben arapım 2. kur an arapça 3. kabirde lisan , sorgu sual arapça

 

ben irdeleyemem dahasını. bu üç sözün üstüne söz olmaz! arap'a da laf söyleyemem. sevgilerle......

hafakan

Share this post


Link to post
Share on other sites

Öncelikle yorumlar için teşekkürler. Bugüne dek gerek yazılı gerekse görsel yayın organlarında hep Arapların ihaneti olarak anılagelen olayları okuduk, izledik, dinledik!

 

Bugün olaya geniş pencereden bakınca bunun aslında öyle olmadığını görüyoruz. Yazıyı okursanız Arapların hafife alınmayacak bir desteği söz konusu. Üstelik 'Araplar ihanet etti!' şeklinde duyduğumuz olayların iç yüzü hiç de öyle değildir. Mesela Filistin'de Araplar Osmanlı'ya ,hanet etmemiştir, kaynaklar ışığında!

 

Yine Hüsnü Mahli'nin bildirdiğine göre Osmanlı ordusunda önemli sayıda Arap askeri vardı. Esasen sizin bilinaçaltınızdaki Arap imajını tahmin ediyorum. Bu, Şerif Hüseyin, Abduh vd Arap ''Şeyh''lerinin olumsuz imajının genellenmesinin sonucu olsa gerek. Çünkü bugün Mescid-i Aksa'yı malı, canı her şeyi pahasına savunanlart kim??

 

Biz aynı fedakârlığı bugün için yapabilir miyiz?? ŞeyhAhmed Yasin'den tutun Muhammed Rami'ye kadar Filistinli Mücahidler olumsuz Arap imajını silmek için, en azından genellemeyi önlemek adına yeterli değil mi? Saygı ve Sevgilerle.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Araplar derken artık dikkat edelim....

 

 

Has Araplar yani Kureyş.... bugün arap yarımadasında yoktur... Abdulmecit zamanında ki bir sayımda Mekke'de sadece iki hane kalmış Kureyş'ten..... bugün onlar bile yok....

 

 

ve bugün o yarım adadaki mümin kardeşlerimiz... tamamı habeş soyundan gelmekte........ Kureyş'in en belirgin özellikleri buğday tenli olup yanakları kırmızıya çalan bir renge bürünmesidir.....

 

Allah Resulünün irtihalinden önce ve hemen sonra.... binlerce ashab.. dünyanın dört bir yanına dağılmıştır... ki günümüzde güney doğu.... seyyit zenginidir....

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...