Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

mumin

Editor
  • Content Count

    933
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    51

mumin last won the day on April 10 2019

mumin had the most liked content!

Community Reputation

414 Çok İyi

About mumin

  • Rank
    Müdavim

Profil Bilgisi

  • Cinsiyet
    Belirtilmemiş
  • Okunan bölüm veya meslek
    İlahiyat

Recent Profile Visitors

18,505 profile views
  1. Eski Bakan Prof. Sami Güçlü anlatıyor. 1970 yahud 1969 yılları olmalı bir grup genç Üstad'ı Konya'ya çağırdık. Kalabalık bir salona hitap etti ve Üstad'ı gece otele geçirip evlerimize döndük. Ertesi gün arkadaşlarla kendisini görmeye gittik. Kapıyı çalıp girdiğimizde telaşlı bir şekilde odayı bir uçtan bir uca turlayıp duruyor, söyleniyordu. Durumu sorduk. Üstad; _Kolyemi kaybettim bulamıyorum, nereye baktıysam yok! der. Sakip olup oturmasını söyledik. O sırada otel görevlisinden telefonun İstanbul'a bağlanmasını söyleyen Üstad'ın oda telefonu çaldı, arayan otel görevlisi idi. Telefonu Neslihan Hanım'a bağlamışlardı. Üstad telefonu açar açmaz: _Sevgilim, kolyemi kaybettim bulamıyorum acaba orada mı unuttum? der. Sami Güçlü utandık ve hemen uzaklaşıp sırtımızı dönmüştük diyor. Kolyesinin orada olduğunu öğrenince Neslihan Hanım'a iltifat üstüne iltifat etti diyor. Üstad, çok estetik sahibi biriydi diyerek, anlatısına son verdi. Üstad kolye de takarmış hanımına üstün mültefit tavır da sergilermiş yani.
  2. İSLAMÎ YENİLENME MAKALELER IV Fazlurrahman’ın kaleminden İslami yenilenme makaleleri olarak dört ciltte basılan bu eserin IV. olan İslami Yenilenme Makalelerini inceleyeceğiz. Öncelikle söylenmelidir ki geleneğin, klasiğin dışına çıkmış adında da bahsi üzere yeni düşünceler içeren, süregelen esasların dışına taşan bir eser. İzafidir ki gerçek islamı bulmak, islamın özünü yakalamak amaçlı gerçekleştirilmeye çalışılmış bu çalışmaları asıl fikir budur minvalinde kabul etmek de etmemek de kabildir. Kimi çevrelerce gerçek islami hareketin ortaya çıkması için kahraman olarak adlandırılırken kimileri tarafından kasıtlı, amaçlı hareket etme vardır. Yaygın söylenim ile reformist diye yaftalanmış gurüh arasında zikredilir Fazlurrahman. Eserde kalıplaşmış esaslara muhalif paragraflar olmakla birlikte, şaşırtıcı, orijinal düşüncelere rastlamamak mümkün değil. Şimdiye kadar bakmadığımız, fark edemediğimiz zaviyelerin kazandırılması açısından zengin ufuk açtığı söylenmesi hakkı teslim olacaktır. Umumi bir problem arz eder İslam’da, İslam modernitenin neresindedir yahud modernite islama ne kadar yaklaşmalıdır? tarzda meseleler. Bu temele alınarak islamda birkaç esas ele alınmış ve Fazlurrahman görüşlerini ortaya koymuş. Mesela, Modernite’nin İslama Etkisi, Kur’an’da Kadının Konumu gibi çetrefilli meselelere değinilmiş ve güncele yorumlama, Kur’anı günümüze okutma amacı güdülmüştür. Kur’an’da Kadının Konumu adlı yaptığı sunumda kadının konumunun İslam’ın başlangıcından bu yana hiç değişmediğini, genelde aşağı bir kademede yer verildiğini iddia ediyor. Cahiliyyede kız çocuklarının gömülmesi, kadının cahiliyye devrinde gördüğü alçak muamele, kız çocuklarının tanrılara kurban edilmesi kadınların maruz kaldığı hoş olmayan tutumun yansımaları dile getirilmiş. İslam’ın bu uygulamaları ilga ettiği, kadına öz hakkını verdiğini dile getiriyor. Kur’an kadının tabi tutulduğu suistimalleri ortadan kaldırmayı amaçlamıştır diyor. Mesela kadının köle olarak tutulması işlevini metres yakıştırmasının azımsanacak azlıkta olmadığını dile getiriyor. Yalnız islamla cariyelerin mal mülk kazanmaya fırsat tanınması, kölelerin çalışarak kazandıkları karşılığında azad edilmeleri emri verilmiş ve burada köle kızların metres edinilmesi yasaklanmıştır ve hatta efendilerinin isterlerse ya da hür adamların hür kadınla evlenmesi mümkün değilse köle kızları nikahlarına alabilecekleri ruhsat tanınmıştır. Eserde evli kadının zina işlemesi halinde recme uğratılmasının ayetle desteklenemeyeceği de geçmektedir. Ki zaten bilmekteyiz ki recm hadisesi sadece sünnet ile sabit bir uygulama. Bir diğer dikkate şayan mesele vardır ki eserde göze çarpan şudur; Kur’an ne çarşafı ne peçeyi ne de haremlik selamlık kurumunu savunmadığını, bilakis Kur’anın cinsel iffet üzerinde ısrar etmekttiği düşüncesidir. Tarihsel realite ile sabittir ki Peygamber zamanında çarşaf/peçe diye bir şeyin olmadığını ne de Müslüman toplumların daha sonraları geliştirdikleri şekliyle bir haremlik selamlık kurumunun var olmadığını söylemektedir. Eğer Kur’anda cinsiyetlerin birbirine karşı iffetlerini korumaları, harama, zinaya yaklaşmamaları söylendiyse demek ki cinsiyetlerin bir arada yaşamaları çıkarımını yapmaktadır. “Eğer cinsiyetlerin ayrı tutulması diye bir şey söz konusu olsaydı, erkek ve kadınların birbirlerine iffetli davranmalarını istemenin herhangi bir anlamı olmazdı.” Cümlesi, başta belirttiğim klasiğin, genel kabulün dışına çıktığı iddiamı destekler niteliktedir. “Eğer erkek ve kadın daha o zamanlar ayrı tutuluyor idiyse ve bugün bildiğimiz manada hicab uygulanıyor idiyse; iki cinsiyetin de “gözlerinin iffeti”nden bahsetmenin ne anlamı olurdu.” cümlesi tartışmaya açık olmakla birlikte makul gibi görünmektedir. Hadis literatüründe de Kur’andan büyük sapma olduğu fikrini öne sürüyor ve fikrini kavi kılmak adına şu hadisi ele alıyor. Mesela Kur’an’da kadın erkeğin statü olarak eşitliği, fazilet değeri açısından ayrı ayrı cinsiyet olarak eşitliği bahsedilir. Yalnız en yetkin hadis eserlerinde geçen kadınların akıl ve din bakımından erkeklerden fıtri/yapısal olarak aşağıda bulunduğunu ifade eden hadis dile getirmektedir. Bunun Kur’anın dindarlık ve dini değer açısından erkek kadının eşitliği hususundaki ifadelerine tamamen aykırıdır. Kadının ayhali evresinde namaz ve oruçtan beri olması ve hukuki bir vakıada şahitliğinde iki erkeğe eşit olmasını Kur’ana ters uygulama görmektedir. Bunu kendince şöyle tevil ediyor “Öyle görünüyor ki, Kur’anın kastı şu idi: bu bir finansal mesele olduğu ve kadınlar, genellikle böyle meseleler veya işler ile iştigal etmedikleri için, eğer kadınlardan şahid gösterilmek istenirse, bir kadından ziyade iki kadının gösterilmesi ve eğer, mümkünse en az bir erkeğin şahid tutulması daha sağlıklı olur.” Burada sorulması lazım gelmelidir ki, her biri belli bir hikmete mebni bir uygulama olduğunu kabul zor değil. Kur’an’dan getirilen misal olarak şunu zikretmek mümkündür: miras hukukunda kadın ile erkeğe taksimin farklılığını nasıl anlamalıyız o halde? Fazlurrahman uzun izahın neticesinde şu çıkarımı yapıyor ve belirtmek gerekir ki mukni kılmaktan uzaktır: “Miras payları, cinsiyetlere atfedilmiş ekonomik değerler, yükümlülükler gibi, geleneksel toplumdaki fiil ve rollerin bir sonucudur. Bu rollerde tabiaten değiştirilemeyecek hiçbir şey yoktur; dahası eğer adalet gerektiriyorsa, değişme İslam için zorunludur. “ örfün şeriat kadar önemli olduğuna mecelle kanunu ile işaret edilse de sosyal gerçekliğin kurani hükmü ilga etmesi gerektiği tarzında bir yaklaşımı kabul etmek pek makul görünmüyor. Yalnız şunu dile getirmek lazım ki günümüz hukuk işlevinin bu söylemin hayata geçmiş hali olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Şahsi kanaatim yanlış olduğudur. Bir diğer çarpıcı vurgu ise çok eşlilikte önümüze çıkıyor. “Kur’an şöyle diyor: ‘Vesayetinizde bulunan ama şimdi reşit olan, öksüzlere mallarını verin ve onların iyi mallarını (kendi) kötü mallarınızla değiştirmeyin ve onların mallarını kendinizinki ile karıştırıp sarf etmeyin. Bu gerçekten büyük bir günahtır. Şayet öksüzlere hakkaniyetli davranamayacağınızdan korkarsanız kadınlarla istediğiniz gibi –bir,iki,üç veya dört- evlenebilirsiniz. Ama onlar arasında adaleti sağlayamamaktan korkarsanız yalnız biriyle evlenin veya cariyelerinizi eş tutun; bu adaletsizlikten sakınmak için en yakın yoldur.” Ayetin böyle zahir iken tarihsel süreçte bu denli yanlış algılanmasını akıllara durgunluk veren bir nokta olarak değerlendiriyor. Bu ayet açık şekilde ortaya koymaktadır ki, Kur’an çok eşlilikten erginlik çağına erdiği halde sahip oldukları mal mülk vasilerince kendilerine verilmeyen yetim kızlar bağlamında değerlendirilmelidir, diyor.Vasiler onların malllarından istifade edebilmek için evlenmeyi tercih ediyorlardı veya kendi kötü mallarıyla değiştiriyorlardı fikrini öne sürüyor. Eseri her cihetiyle değerlendirmek mümkün olmasa da vermeye çalıştığımız bir kaç nokta geneli hakkında öyle sanıyorum fikir verici olmuştur. Bu minvalde Aile Hukuku, Aile Planlaması, Bankacılık ve Faiz, Zekat ve Mekanik Hayvan Kesimi, İkinci Bin Yılın Yenileyicisi Ahmed Sirhindi penceresinden mistik bakış ve vahdet-i vücud anlayışı, Felsefi Nübüvvet Kuramı ve Ortodoksi gibi başlıklarda yazarın diğer görüş ve değerlendirmeleri bulmak mümkün. Bu tarzda meseleleri okumaya alaka duyan okurlar için tavsiye edilebilir. Yalnız hakkaniyetin ta kendisi olarak kabul hakkaniyetin hakkını teslim etmemek olacaktır.
  3. 1920'de babasını kaybeden Necip Fazıl, annesiyle birlikte Trabzon üzerinden Erzurum'a, Polis Müdürü olan dayınsın yanına gelir. Bu, Necip Fazıl'ın Erzurum'a ilk gelişidir. Bu geliş kışın sonuna doğru, muhtemelen Şubat ayına rastlar. Necip Fazıl, bu yolculuğu "Kafa Kâğıdı" adlı eserinde şöyle anlatır: "Anadolu harekâtı gelişmeye başlamış ve devletleşme çığırına girmiştir. ...Büyük dayım Anadolu'da Erzurum Polis Müdürü... Haydi bu defa onun yanına!.. Anneannem, annem ve ben, yabancı bir kumpanyanın gemisiyle güverte yolcusu olarak Trabzon yönündeyiz. Trabzon'dan yaylı arabasıyla sekiz günde varılan Erzurum. Niyetim, kışın son demlerini Erzurum'da geçirdikten sonra İstanbul'a dönmek?" Necip Fazıl, daha 16 yaşındayken çıktığı bu yolculuktan 'O ve Ben' adlı eserinde ise şöyle söz eder: "Erzurum'da polis müdürü dayımın yanına gittik... Niyetim kışın son demlerini Erzurum'da geçirdikten sonra İstanbul'a küçük dayımın yanına dönmek ve sonbaharda 'Darülfünûn'a girmek..." Necip Fazıl, Erzurum'da emniyet(polis) müdürü olan dayısının yanında ata merak salar. Ata ilk merakı aslında yaylı arabayla annesi ve anneannesi ile yaptığı Trabzon-Erzurum yolculuğu sırasında arabacının (birçok arabası bulunan ve arabalarına sürücü tutarak bugünkü şehirlerarası otobüs işletmeciliği yapan Tevfik adında zamanın eşkıya çetesini de kumanda ettiği söylenen Tevfik adında biri) arada sırada Necip Fazıl'ı ata bindirmesiyle kıvılcımlanır. Daha sonra dayısının konağının ahırındaki atlar, Necip Fazıl'ın kendi ifadesiyle kendi ifadesiyle 60 yaşına kadar atlara olan ilgisinin başıdır: "Bu at ilgisi, Erzurum'da konağımızın ahırına bağlı bir atat boyuna binmek, ondan sonra süvari zabiti üniformasını taşıyacağım günlerde büsbütün azmak ve oturduğum bahçelik ve kırlık semtlerde daima ahırımda bir, hatta iki soylu at bulundurmak suretiyle 60 yaşıma kadar benden ayrılmadı." Necip Fazıl ilk gelişinde edindiği Erzurum ve Erzurumlu izlenimlerini ilk gelişinden 45 sene sonra 1965'te önce "Büyük Kapı", 1975'te de "O ve Ben" adını koyduğu eserinde kaleme almıştır. 15 yaşında geldiği Erzurum'da yine dayısına ait atla çarşıda başından geçen bir hatırasında aktardığı "Erzurumlu" tarifi, en kuşatıcı ve mükemmel dadaş tariflerinden biridir: "Erzurum; sonraları Anadolu'nun en saffetli yerlerinden biri olarak kalbime naksedilen Erzurum'da, bu yere ve onun yerlisine ait ilk intibam yine ata bağlıdır: Bir gün ahırımızda ariyet olarak bırakılan ve benim besleye besleye şişirdiğim, hatta azgınlaştırdığım ata binmiş, çarşı tarafından geçiyordum. Her taraf kar? Kar iki yana tepeleme çekilmiş ve ortasında ancak tek adamın geçebileceği, üstüne kömür tozu serpili ince bir yol bırakılmış? Atım azgın? Kantarmaya abanmış, yavaşlamak bilmez bir hızla ilerliyor, dizginlere asılışıma hiç aldırmıyor, önümde bastan aşağı damalı bir çarşafa bürülü bir kadın yürüyor. Kadına çarpacağım! Ata hâkim olamamamın hicabıyla kadına haykırmak zorunda kalıyorum: Hey, hatun! Kenara çekil! Nereye çekilsin?.. Kar yığının tepesine mi çıksın?.. Kadın dönüp arkasına bakmıyor bile? Var kuvvetimle dizginlere asılıyorum. At biraz yavaşlıyor, fakat kadına hafifçe çarpmaktan da kendini alamıyor. Birden dizginlere yapışan ve atı zınk diye olduğu yere mıhlayan bir el? Genç bir Erzurum dadaşı? Ata binmeyi bilmezsin! Zenne kişiye de çarparsın! N'ola senin halin! Korkunç hakaret!.. Bu hakarete hak verip geçeceğime onun daha büyüğüne lâyık bir adilikte bulunuyorum. Polis Müdürü dayımın mevkiine güven duygusuyla genç Erzurumluya diyorum ki: Sen benim kim olduğumu biliyor musun? İşte o zaman Erzurum delikanlısı, beni hayran bırakan ve asla hatırımdan çıkmayan cevabını veriyor. Yüzüme nefretle bakıp atımın sağrısına bir tokat aşkediyor ve: İstersen vali paşanın oğlu ol, diyor; haydi çek git! Ufukları, feza cüsseli bir pehlivanın şişkin kol adalelerini andıran dağlarla sınırlı, geceleri aya merdiven dayamak ve yıldızları yemiş gibi koparmak hissini verici, hiçbir şek ve şüphe karartısı taşımaz, berrak, sonsuz berrak bir madde çerçevesi içinde, işte en basit bir Erzurum delikanlısının tüttürdüğü mânadaki saffet ve asalet!"
  4. Hep böyle oluyor nedense. Nicedir bilinen, vaktiyle tartışıla tartışıla suyu çıkarılmış birtakım hakikatler, birilerinin keyfine göre ortaya atılıyor, başka birileri bundan yola çıkarak saçma sapan bir itibarsızlaştırma kampanyasına girişiyor. Merhum şair Necip Fazıl Kısakürek’in, Menderes döneminde örtülü ödenekten para aldığı haberiyle böyle bir süreç başlatıldı. İş kısa sürede, bir dergi sahibinin iktidardan para alması boyutundan çıkıp bambaşka bir haysiyet cellatlığına dönüştürülmeye çalışıldı. Esas başka bir fırsatçılıktan duyduğum rahatsızlığı ifade etmek için bu girişi yaptım. Hazır mevzu açılmışken, her anlamda itibarsızlaştırmak için çırpınanların olduğunu görmek, muhatap olduğumuz kitlenin kalite kumaşının da göstergesi. Bu meseleler tartışılmaya başlanınca, kendilerine sinemacı diyebilen birtakım zevat, hadleri ve bilgileri olmadığı hâlde ortaya atılıp ‘Ne münasebet canım, zaten Necip Fazıl sinema konusunda da değersizdir’ anlamına gelen saçmalıklara imza attılar. Elbette hakikat öyle değil. İyi bir okuma ve araştırma yapıldığında görülecektir ki Muhsin Ertuğrul döneminden beri Necip Fazıl, sinema alanında pek çok entelektüelden daha çok kafa patlatmış bir düşünürdür. Hikâyeleri filme alındığı gibi bizzat ‘Senaryo Romanlarım’ ismiyle kitabı var. Necip Fazıl’ın kalemiyle verdiği mücadelenin serencamı izlendiğinde tiyatro ve sinemanın bu mücadelenin önemli bir ayağını teşkil ettiğini görmemek mümkün değildir. Genç bir şairken de, fikirleri olgunlaşıp topyekûn mücadeleye giriştiği dönemde bile, genel anlamıyla ‘sanat’ aklının ve kaleminin hep bir köşesinde olmuştur. Büyük Doğu Dergisi’nin 17 Eylül 1943 tarihli 1. sayısında “Beyaz Perde” ara başlığı ile yayımladığı bu yazısında merhum, sinema konusundaki görüşlerini şu şekilde özetler: “Sinema, fikir ve ruhun emrine geçtiği takdirde şüphesiz ki azametli bir imkan ve inşa planı... Fakat bugün bu planı dolduran cevher, bütün hüneri, körkütük nefsleri lif lif cezbetmekten ibaret bacak ve vücut hazretleridir. Gerisi, sadece bu (hüdayı nabit) kıymetin etrafında, bir yüzüğün anataşını halkalayan kırıntı mücevherler gibi bir şey...” Dahası, Millî Sinema’nın öncüsü sayılan Yücel Çakmaklı, hemen her fırsatta sinema yapmakla ilgili şevk ve teşviki Necip Fazıl’ın yazılarından ve sohbetlerinden edindiğini açıkça ifade etmiştir. Keza Mesut Uçakan, merhum şairin fikir ve sanat anlayışıyla beslediği yönetmenlerden biri olmuştur. Tiyatro ve sinema eserlerinde geleneksel Türk drama ve anlatısından çok kopuk gibi görünmemesine rağmen, Necip Fazıl’ın eserlerinde insanımızın yaşadığı kültürel kırılma ve bu kırılmanın yol açtığı yaralar vardır. Sahip olduğu yeni düşünceyi muazzam bir ustalıkla hikâyeye yıkmayı başaran Necip Fazıl metinlerinde kahramanların hepsi, hiçbir didaktik sakilliğe takılmadan bu krizin muvazenesini yapıp dururlar. Geleneksel anlatıya bağlılık ve didaktizmden kaçış, paradigmaya getirdiği eleştirileri asla hafifletmez. Birçok edebi metinde sisteme doğrudan taarruz vardır, son derece belagatli bir şekilde yapar bunu üstelik. Tarkistan’da gösterdiği üst zekâ kıvraklığıyla hukukun mengenesinden ustalıkla kaçarken, Reis Bey’de insanın en derinlerine sağlam vuruşlar yapmayı başarır. Boş tek cümlecik bile yoktur Reis Bey’de. Ele aldığı hikâyeler istenildiği kadar bildik ve tanıdık olsun, diyalog yazmadaki başarısı muazzamdır şairin. Filme aktarılan eserlerine bir göz atarsak. Necip Fazıl Kısakürek’in sinemaya çekilen ilk hikâyesi Yangın Var’dır. Öykü, Yönetmenler Çağı’nın usta ismi Lütfi Ömer Akad tarafından senaryoya alınır ve filme çekilir. Ayhan Işık gibi bir yıldızın başrolünü oynadığı film, eski İstanbul’daki tulumbacılar ve kabadayıları konu etmektedir. 1968 yapımı bir Turgut Demirağ filmi olan Parmaksız Salih, üstadın ‘Namı diğer Parmaksız Salih’ isimli hikayesinden Bülent Oran tarafından yazılmış bir uyarlamadır. Ve isminden de anlaşılacağı gibi, bir kumarbazın öyküsüdür. 1970 yılında Yücel Çakmaklı bir Necip Fazıl hikâyesini filme almak ister. Gönlünde Tarkistan vardır ama eser sisteme öylesine ağır şekilde yüklenmektedir ki, film yapımcıları çekinirler. Nihayetinde 1972 yılında Deprem adlı hikâyesi Çile ismiyle Yücel Çakmaklı tarafından filme alınır. Başrollerde Türkan Şoray ve Ediz Hun vardır. Çakmaklı, 1973’te, Sen Beni Ölümden Döndürdün isimli senaryosunu Zehra ismiyle sinemaya aktarır. Ediz Hun’a bu kez Hülya Koçyiğit eşlik eder. 1974 yapımı Diriliş’te ise bu kez Hülya Koçyiğit ile Murat Soydan oynar. Aynı yıl, Oğlum Osman ise bizzat Necip Fazıl’a yazdırılır, Atilla Gökbörü’nün senaryoya yaptığı müdahaleler ile hikâye başka bir şeye dönüştüğü için ismi jenerikten çıkarılır. En meşhur eserlerinden olan Bir Adam Yaratmak, 1977’de üç bölümlük dizi olarak Yücel Çakmaklı tarafından çekilir. 1988’de Mesut Uçakan filmografisinin belki de tepe noktası olan Reis Bey çekilir. Reis Bey’den çokça esintiler taşıyan Mesut Uçakan’ın 1978 yapımı Lanet ve 1980 Rahmet ve Gazap’ı belki saymayabiliriz ama 1992 yılında İsmail Güneş, meşhur piyesi Siyah Pelerinli Adam gibi oldukça zor bir eseri başarıyla sinemaya aktarır. Aynı Yıl Yücel Çakmaklı bir başka çok zor eser olan Mümin ve Kâfir’i çeker. 1994 yılında Mehmet Uyar’ın sıra dışı senaryosuyla çekilen Yarasa, Eflatun’un Mağara hikâyesi ve Kaldırımlar şiirinden yola çıkılarak yazılmıştır. Açıkça görüldüğü gibi, sinema, çok az şair ve yazara nasip olacak derecede verimli bir kaynaktır Necip Fazıl Kısakürek için. M. Nedim Hazar 7 Ocak 2013
  5. http://www.youtube.com/watch?v=aKFR7ClBYOE http://www.youtube.com/watch?v=MN9UDKPteGk
  6. İdealden aksiyona “Büyük Doğu” dergisi Yazarımız Kibar Ayaydın, Necip Fazıl üstadın Büyük Doğu'sunu yazdı... Fikri, düşüncesi, davası ve her şeyden önce bir ıstırabı olan insandır Necip Fazıl. Cemiyeti topyekün uyandırmaya, bilinçlendirmeye ve ense kökünde diriliş neşideleri söylemeyi kendisine vazife addetmiş; yalan, dolan ve hileyle işi olmayan “festekım kemâ ümirte”(emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Hûd/112) ayetinin, serâpâ kalemden bir tecellisidir. O, yaşadığı zamanın ruh ve madde ipliklerini, ıstırap kıvılcımlarıyla örmüş; örgülediği bu sistemin, bütün bir yükünü de hayatı boyunca omuzlarında taşımıştır. “Sahte Kahramanlar”ın cirit attığı, Hz. Mevlânâ’nın “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbise yok./Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.”sözüyle özdeş bir ortamda, Necip Fazıl, kalemini hakikatin bir burcu haline getirmiş; “Raporlar”ı, “Çerçeve”si, “Hücûm ve Polemik”leriyle bir devrin atan nabzı olmuştur. Mizacı itibariyle ele avuca sığmayan, sesi ve soluğu hür ufuklarda dolaşan bir aksiyon adamıdır Necip Fazıl. “Necip Fazıl genç yaşlarında bile sesine ve sözüne hayran bir kitle oluşturmayı bilmiştir. Abdülhak Hâmid ona ‘zekâ’ diye hitap eder, D Grubu Ressamları bile ilk sergilerinin açılış konuşmasını ona yaptırır ve o da ‘Beklenen Sanatkâr’ adlı hitabesini verir. Şahsiyetinin çevresindekileri saran etkisinden ötürü, Peyami Safa, Ahmet Hamdi ve Ahmet Kutsi neslinin en genci olmasına rağmen, onların öncüsü ve sözcüsü olmuştur. Onun dehasından ilk söz eden de gençlik arkadaşı Ahmet Hamdi Tanpınar olmuştur.”[1] Yaşadığı hayat, örgüleştirdiği fikir sistemi, şiiri ve eserleriyle yekpare bir bütün olan Necip Fazıl; metafizik âlemin kıyılarında soluk alıp veren, buhran ve sezgileriyle entelektüel kabz ve bast halini yaşayan bir şair ve aynı zamanda bir fikir mimarıdır. Şiirinde kurduğu dünya onun, kendi beniyle yaptığı mücadelenin, yüksek sesle dile getirilişidir. Derin bir hassasiyet, ihata gücü engin bir zihin, duyarlılığa açık bir dimağ ile Necip Fazıl, fikrî donanımını hem şiirinde hem de aksiyonunda ortaya koymuştur. Şiirinde yakaladığı yüksek ses, bir bakıma düşüncesinin de mihveri olmuştur. Şiirini estetik açıdan değerlendiren Himmet Uç, Necip Fazıl’daki bu duyarlılığı şöyle dile getirir: “Necip Fazıl’ın tasavvurları, imaj ve imgeleri herkes tarafından kabul edilmiş güçlü tasarımlardır. İmajın gücü kendinden önceki duyumlama, düşünme, hoşlanma, değerlendirme, sezme devrelerinin gücünden kaynaklanır. Birçok şairin sıradan imajlar üretmesi, yıllardır tekrar edilen imajları tekrarlaması bu zihnin üretim mekanizmalarını hazırlayan bu devreleri eksik bırakmasından ileri gelmektedir. O hâlde Necip Fazıl büyük bir sezgiye sahiptir, sezdiğini hisleri ile, duyguları ile donatmaktadır, arkasından konuyu aklîleştirmekte, duyumlama ve akabinde imaja çevirmektedir. Mesela: ‘Kaçır beni ahenk, al beni birlik/Artık barınamam gölge varlıkta/Ver cüceye onun olsun şairlik’ imajında evrendeki ahengi hissetmiştir. Bu armoni veya ahenk birçok filozof tarafından aklîleştirilmiş ve ifade ile ortaya konmuştur. Necip Fazıl’ın buradaki farkı, ahengi bir mutlak zevk ile kendini, ‘Mutlak’a taşıyan bir âlete çevirmesidir. Bu onun hoşlanma, duyumlama ünitelerinin gücünden ileri gelmektedir. Filozof veya felsefe hissettiği bir kozmik hakikati beşerin hisleri ile donatamaz, duygusal plânda ona yaklaşamaz. Burada tesbit edilenler âhenk ve birlik denen evrensel tespitlerdir. Ama şair mutlaktan eşyaya yansıyan bu âhenk ve birliği kendini mutlaka taşıması gereken bir imaja dönüştürür. İmaj aklı tatmin ettiği gibi duyguları da kucaklayan bir hakikate döner.”[2] Şahsiyetini meydana getiren bütün bu unsurlar, onun geçmiş ve gelecek arasında inşa ettiği “İdeolocya Örgüsü”nün de bir yansımasıdır. Bu sistem, ‘Büyük Doğu’ idealinin gerçekleşmesi adına en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş değerler manzumesinin, bir aksiyon safhasıdır. “Allah isminin açıkça söylenmesinin yasaklandığı bir dönemde Büyük Doğu milyonlarca kişinin kalplerine sistemli bir ideolojik çalışmanın simgesi olarak yerleşmiştir.”[3] Dergiden Yükselen Ses Büyük Doğu idealini gerçekleştirmek için Necip Fazıl, bu mefkuresine hizmet edecek, onun ismiyle müsemma bir dergi çıkarmayı düşünür. ‘Büyük Doğu Dergisi’ni daha önce çıkarmış olduğu ‘Ağaç’tan farklı bir misyonla yayın hayatına sürer. Büyük Doğu Dergisi; “1943–1978 yılları arasında, çeşitli boyutlarda, aralıklarla, haftalık, günlük, aylık olarak çıkardığı edebî, dinî, fikrî ve siyasî karakterli bir dergidir. Her defasında 1. sayıdan başlamak üzere en süreklisi 122 ve kısa sürelisi 5. sayı olmak üzere on beş defa yayın hayatına girmiştir.”[4] Derginin esin kaynağı ise 1938 yılında yazmış olduğu ve Çile’nin “Dâva ve Cemiyet” bölümüne koyduğu ‘Büyük Doğu Marşı’dır. Necip Fazıl, ‘Büyük Doğu Marşı’ ile “Türk-İslâm düşüncesi doğrultusunda Türk milletinin geleceğine yön tayin ediyor ve hedef gösteriyor. Bu millete tarihinden, kimliğinden, kültüründen hareketle yeniden doğrulup ayağa kalkması ve bütün Türk ve İslâm dünyasını birleştirip Büyük Doğu’yu kurması misyonu yükleniyor.”[5] ‘Büyük Doğu’nun şekillendiği ortam, kendi insanını keyfiyet planında yok etmeye mahkûm bir anlayışla, zihinleri idlâl ediyor; onu değersizleştirerek, kemiyet planında da yok sayıyordu. İşte Necip Fazıl böyle bir dönemde ortaya çıkmış, ‘Büyük Doğu İdeali’ni gerçekleştirme adına da ‘Büyük Doğu Dergisi’ni çıkarmıştır. “Kısakürek siyasi fikirlerini Türkiye’nin ve İslâm dünyasının beklediği kurtarıcıyı ararken oluşturmuştur.(…) …Ona göre Doğu, vahyin ve ruhi değerlerin; her şeyin geldiği yerdir.(…) …Büyük Doğu İdeali, Kısakürek’in siyasi ideolojilere alternatif bir ‘ideolocya’yı İslâm’dan üretmesinin de çerçevesi olmuştur. Kendini kurtaracak İslâmi bir inkılâp bekleyen dünyanın ve İslâm âleminin kurtuluşu ancak bu şekilde mümkün olacaktır. Devleti, toplumu ve bireyi yeniden şekillendirecek bir ideolojya arayışı köyü, kenti, aileyi, okulu, mahkemeleri, sağlığı, sanatı ve orduyu kapsayacak genişliktedir. Kısakürek’in idealindeki ‘Başyücelik Devleti’ dokuz temel prensibe dayanmaktadır: Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlakçılık, Milliyetçilik, Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizamcılık ve Müdahalecilik.”[6] Muhalif Necip Fazıl, düşüncesi ve aksiyonuyla yaşadığı dönemin muhalifi bir entelektüeldir. O, bu muhalifliğini çıkardığı ‘Büyük Doğu Dergisi’yle yapar. “Bu gâye, ilk vasıtasını Büyük Doğu dergilerinde bulmuş ve daha sonra çok çeşitli zeminlerde şekillenen bir ‘dâvâ hamlesi’yle Cumhuriyet sonrası ‘gerçek muhalefetin’ omurgasını oluşturmuştur.”[7] Onun muhalifliği savunduğu kıymetlerin, bir sistem halinde onun zihninde tasarlanıp, yüksek sesle dile getirilmesinden kaynaklanır. “Büyük Doğu ideali, bütün küreyi topaç gibi sardıktan sonra arş istikametinde yükselen ve adım başı elektrik güneşler ışıldayan altın parke bir caddedir, ezel ebed arası onun nerelerden gelip nerelere gittiği nokta nokta bellidir; ve yine içli dışlı yollarla ihtilâfı, şu veya bu kıvrım, şu veya bu dönemeç farkı değil, bütün bir çıkış ve varış ayrılığıdır.”[8] Zaman zaman dergi, gazete ve mecmua şeklinde çıkan ‘Büyük Doğu’ değişik tarihlerde toplatılmış, muhalif yazılarından dolayı adlî takibe uğrayarak kapatılmıştır. “Büyük Doğu ‘Kaldırımlar Şairi’nden sonra Necip Fazıl’ı tanıtan ikinci bir unvan olmuştur.”[9] ‘Büyük Doğu Dergisi’ ilk zamanlarında, dönemin pek çok şair, yazar ve fikir adamını bünyesinde barındırmıştır. “Büyük Doğu’nun ilk sayılarında da yazar kadrosu hayli kozmopolittir.”[10] Bu dönemde dergi, İslâmî söylemden ziyade üslup sahibi kalemlerin, yazılarını neşrettiği bir yayın organıdır. Dergide yazıları yayımlanan yazarların büyük bir çoğunluğu kendi sahalarının söz sahibi, Türk düşünce ve edebiyatının şekillenmesinde etkin rol olan münevver tabakasıdır. Her ne kadar düşünce itibariyle birbirine zıt yazarlar olsa da ‘Büyük Doğu’ baskı adeti ve ulaştığı çevre itibarıyla oldukça geniş bir okuyucu kesimine hitap etmektedir. ‘Büyük Doğu’ siyasî muhalefet misyonuyla hareket etmeye başladığı andan itibaren de dergiden ayrılmalar başlamıştır. “Özellikle ilk iki dönemde fikri ve siyasi muhtevalı yazılar yanında, felsefi ve edebi yazılar, şiir, hikâye ve sanat yazılarıyla, derginin zengin bir muhtevaya sahip olduğu dikkati çekmektedir. Dergide bu dönemde şiirleriyle Bedri Rahmi Eyuboğlu, Ziya Osman Saba, Sabahattin Kudret Aksal, Fazıl Hüsnü Dağlarca; hikâyeleriyle Sait Faik, Mahmut Yesari, Zahir Güvemli, ve Oktay Akbal; çeşitli yazılarıyla Hüseyin Cahit Yalçın, Burhan Toprak, Fikret Adil, Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken, Salih Murat Uzdilek, Kâzım Nâmi Duru, Salih Zeki Aktay, Nizamettin Nazif, ve Şükrü Baban imzaları görülür.”[11] Fikir Öfkesi Büyük Doğu’nun 2 Kasım 1945 ile 2 Nisan 1948 arasında çıkan 87 sayılık ikinci dönemi, bir dergi olmanın çok ötesinde Necip Fazıl’ın fikir ve öfke halinin aksiyona geçmiş halidir. 5 Mayıs 1944’te yazmış olduğu “Fikir Öfkesi” isimli yazı, onun nasıl bir mihenkle bu sahaya indiğini gösterir. “Fikir öfkesi, düşünüş tarzlarının asabî cihazı, manivelâsı, icra müessiridir. Zihin onun sayesinde dinamizmaya kavuşur, yıldırımlaşır, kudrete erer, cansız bir ölçü kalıbı olmaktan kurtulur. Tek kelimeyle fikir öfkesi, kıymet hükümlerimizin hamle ve irade kaynağı…”[12] Necip Fazıl, ‘Büyük Doğu’yu çıkardığı bu dönemde, dergiyi “Mutlak Hâkimiyet”in kavramsal bir simgesine dönüştürür. Şiirleriyle metafizik âlemin sınırlarını zorlayan nefs muhasebeleriyle kendi ‘ben’ini hınca hınç mıncıklayan, varlık muammasını ancak Allah’a teslim olmakla bulan ve bundan sonraki hayatını O’nun ‘Hâkim’ ve ‘Mutlak’ olan sistemine adayan Necip Fazıl, ‘Büyük Doğu’yu bu dönüşümün içinde inşa etmiştir. “Ahlâkçı vurgular ve arayışların yerini İslâm’la tanımlanan bir toplum tasarımı ve özlemi almıştır.”[13] Bu dönüşümde, makalelerinden tiyatrolarına, hikâyelerinden şiirine kadar kullandığı imajlar onun güçlü bir seziş ve hakikat algısına sahip olduğunun bir göstergesidir. Büyük Doğu Dergisi’nde sistemli bir biçimde çıkan farklı yazılar, bu dönüşümün en büyük iç dinamiğidir. “Derginin özellikle 87 sayı devam eden ikinci yayın dönemi muhteva açısından en zengin olan dönemdir. Felsefe, edebiyat, resim, müzik, plastik sanatlar, tiyatro, sinema ve folklor alanlarında, çoğu, Necip Fazıl’ın da bir süre hocalık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi çevresinden arkadaşı olan hocalar tarafından kaleme alınmış yazıların daha sonra tamamen ortadan kalktığı görülür. Derginin millî ve dinî karakteri 1950’lerden sonra yayımlanan sayılarında çok açık bir şekilde belirginleşir.”[14] Büyük Doğu etrafında Necip Fazıl’ı değerlendiren Orhan Okay şu önemli tespitleri yapar: “1945’den beri çıkan ‘Büyük Doğu’nun bu ikinci devresi benim neslim gibi benden sonrakilerin de zihinlerine, gönüllerine büyük ufuklar açtı. Onun beğendiğim ve beğenmediğim yazıları ve davranışları oldu. Gerek yaşayışındaki, gerekse yazılarındaki bocalayışları, sanatkârlığından, mistikliğinden ve dinî endişelerinden kaynaklanıyor, bu üçünü birbiriyle telif etmeye çalışıyordu. Bir insanın zor taşıyacağı bu üç yükü o, seksen sene, hiç yorulmamış bir zihinle taşıdı.”[15] Büyük Doğu, Cemil Meriç’in ‘Işık Doğudan Gelir’ ifadesinin gerçek ve mecaz anlamlarının çok ötesinde, ‘İslâm Hakikatinin’ bir manifesto haline dönüştürüldüğü, Necip Fazıl’ın şahsî nizamının ve fikir öfkesinin yoğrulduğu bir dergidir. Hayreddin Karaman’ın deyimiyle; “Bu bir meydan okumadır.”[16] Büyük Doğu, ‘Büyük Doğu’ idealini gerçekleştirmek üzere tasarlanmış “dönemim ilk İslâmcı”[17] bir aksiyon dergisidir. “Büyük Doğu; bütüncül bir inancın oluşturduğu görüş ile ölçü dengesinde, bütünlüğünü tamamlayan, dış dünyaya saçak saçak açık olmasına karşılık, içeride muhkem, çevresi sınırsız çokluğu, merkezi tekliği temsilen geçmiş ve gelecek tüm varlık, olgu ve olayları kavrama bilinç ve sorumluluğu içeren düşünce örgülerinin meydana getirdiği âdeta bir estetik yapıdır.”[18] Hür Ufuklar Dönemin fikrî, felsefî, edebî ve siyasî ortamında yerli ama bir o kadarda evrensel olanın “Doğu” kaynaklarından yeniden yoğrulması nizamsızlıkla yoğrulan bir sistemin ana arterlerine ‘İslâm Hakikatini’ zerk etme hamlesidir. “Büyük Doğu’nun kucakladığı ve bütünleştirdiği Şark, vatan sınırları dışında herhangi bir ırk ve coğrafya plânına bağlı değildir. Biz Büyük Doğu’yu, öz vatanımızdan başlayarak, güneşin doğduğu istikameti kurcalayan bir madde ve kemiyet zemininde aramıyoruz. Biz Büyük Doğu’yu vatanımızın bugünkü ve yarınki sınırlarıyla çevrili bir ruh ve keyfiyet plânında arıyoruz. O kendini mekân çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye talip…”[19] ‘Büyük Doğu’ imansızlık ateşine karşı dönemin zihniyetine fikrî bir başkaldırıdır. “Tam bir fikir sefaletinin, ahlâk faciasının, gençlik ruhunun aç bırakılma gayretlerinin ve ‘Allah ve ahlâktan bahsetmek yasaktır.’ Şeklinde basına tamim gönderecek kadar ileri bir iman buhranının yaşandığı bir zamanda neşredilmeye başlanılan Büyük Doğu, üstlendiği vazifeyi devreler boyunca yılmadan ve göz kırpmadan yerine getirmiştir.”[20] Bu eylem, fikrin Büyük Doğu sayfalarından kelime ve cümle terkipleriyle hareket geçen kıyamın, entelektüel bir sesidir. “Büyük Doğu bir dönüşümün başlangıcıdır düşünce hayatımızda. Ortamın güçlüğü içindeki bir dönüşüm. Bütün olumsuzlukların kuşattığı, sarıp sarmaladığı, yaşama hakkının olmadığı bir zamandadır bu çıkış. Trajik bir hayat, nefes alınamaz bir ortamdır. Hayat trajediler üzerine kurulur. Zamanın güç koşullarında doğar Büyük Doğu. Devlet hayatının getirdiği tek yanlılık, toplumu âdeta kendi ruh dünyasına hapseder, onu içinden çıkılmaz bir handikabın içine sokar. Topluma yabancı düşüncenin ideolojileştiği ve resmîleştiği bir ortamda bir kendine sahip çıkıştır.”[21] Büyü Doğu’nun beşinci sayısında yazmış olduğu bir şiir, Necip Fazıl’ın nasıl bir duruş sergilediğini ortaya koyar. “O gün, ova ufkunda şafak, yelpaze ateş; Birden, karınca yolu, atlılar belirecek. Atlılar put şehrine, hisarlardan girecek… Şehir, Yirminci Asır; insan, ayak üstü leş. O gün tek dost bir fikir; ne sevgili, ne kardeş; Bir akıl gelecek ki, akıllar delirecek. Ve bir devrim, evvelâ yalanı devirecek, Her şey birbirine denk, herkes birbirine eş, Diyecekler. Son buldu asırlar süren güneş! Nefs bir hamal, sırtına tolumu bindirecek. Gökler iki şakkolmuş, müjdeyi bildirecek: Göründü solmayan renk, geldi batmayan güneş!”[22] Sisteminin merkezine “büyük” kelimesinin enva-i çeşit anlamlarının dışında tek ve yüce “bir”e indirgeyen Necip Fazıl, kıstaslarını ‘İlâhî Nizam’ın ahenk ölçülerinden devşirmiştir. Necip Fazıl, ‘Mutlak Güzel’ ve ‘Mutlak Hakikat’ olan ‘Yüce Mevlâ’nın sanatını, bütün ihtişamıyla ortaya koymaya; onun sıfat ve esmalarını külli bir ahengin içinden çıkartıp, üstün ahlak ve nizamın kurucu mantığı içerisinde, “ak sütün içinde ak kılı fark edecek” bir basiret algısıyla göstermeye çalışan bir neferdir. “Üstad, Anadoluculuk idealini benimsediği dönemde, bir gençlik arkadaşı olan Tahsin Banguoğlu’na 1943 yılında, Ankara’da karşılaştığı bir gün şöyle der: ‘Bu dinsiz muhitte(o devrin politikasını tayin edenleri kasteder) yaşayamam der…’ Türk Dil kurumuna başkanlık eden ve Maarif Bakanlığı yapmış olan Prof. Tahsin Banguoğlu’nun o anki intibaını yıllar sonra verdiği bir soruşturma cevabında şöyle ifade ettiğini görüyoruz: ‘Materyalizme karşı bir isyan içindeydi.’ Şu sözlerde bir gerçeğin ifadesidir: ‘Bildiğiniz gibi onun sonraki sanatı dinî içtimaî bir sanat oldu. Bütün şiirleri, yazıları, çıkardığı dergiler aynı çizgi üzerindedir. Materyalist batıyı reddetti, onun bizde uzantısı haline gelmiş olan aydınlar sınıfını hicvetti. Manevî ve dinî esasları müdafaa etti. O asıl sanatkâr kişiliğini ve içtimaî vazifesini bu sahada bulmuştur. Çıkışları sert ve dokunaklı idi. Bu yüzden defalarca mahkûm oldu. Çıkışları sert ve dokunaklı idi. Ölümünden sonra hakkında tanınmış kalemlerce de çok şey yazıldı. Ama bana öyle geldi ki, onun edebiyat ve kültür tarihimizde yer alacak asıl adı, gereği gibi yerine konamadı: Materyalizme karşı isyan şairi.’ (Necip Fazıl Armağanı-Suffe Kültür Sanat Yıllığı, 1984) Pozitivist eğitimin sonucu olarak, Cumhuriyetin ilk neslinden beri materyalist telakkilere itilen ve yükselebilmek için dinimizden fedakârlığa ve hatta kopmaya zorlanan çağdaş Türk aydınları arasında bu resmî ideolojiye ilk isyan eden sanatçı Necip Fazıl’dır.”[23] Ruh Irmakları Büyük Doğu’nun dördüncü sayısında bu ideali şu şekilde ifade eder: “Gençler! Yepyeni bir nesil yuğurmak borcundayız! Potinin burnundaki çividen saçının en üst teline kadar, yepyeni, dipdiri, mâziye doğru hiçbir örneği olmayan, görülmemiş bir zarafet, dikkat, heybet, hâkimiyet pırıltadıcı bir nesil… Dışından güneş gibi aydınlık bu neslin bütün nuru içinden gelecektir. O nurun ismi de, olanca saffet ve asliyetiyle Müslümanlıktır. Bu nesil için örnek, bütün ruhu ve ahlâkiyle özbeöz ‘sahabî’, Peygamber sohbetine ermiş büyük bağlıların her halidir. Ve onlardan sonra Müslümanlığın fert ve cemiyet halinde gidişi, aslî örneğe uygunluk veya uygunsuzluk bakımından koca bir muhasebe dâvasıdır.”[24] Fikir çilesinin yüreğini bir ateş gibi dağladığı, beyin cidarlarının zonk zonkladığı, yüz hatlarının keskinleştiği bu adam; azabına tutulduğu kıymetler hazinesini, bir ömür savunmaktan geri durmamıştır. Necip Fazıl, çilesini çektiği fikrin, meydana getirdiği ruh ihtilaçlarını, bir kıymık gibi beyninde taşımış; hasretle beklediği dünyanın rüyasını her an görmeye çalışmıştır. ‘Büyük Doğu’ bu ideal içerisindeki fikrin aksiyona geçmiş bir öfke hali, dönemin cebrî dayatmalarına karşı dik duruş sergileyen, bir bakıma Necip Fazıl’ın kimliğiyle özdeş, içe doğru ruhçu, dışa doğru, fütuhatçı bir dergi olmuştur. Kibar Ayaydın, Büyük Doğu dergisini inceleyip değerlendirdi... [1]- Mustafa Miyasoğlu; Necip Fazıl Kısakürek, Genişletilmiş 5. Baskı, Akçağ Yayınları, Ankara 2009, s.206 [2] -Himmet uç, “Bir Estetik Kategori Olarak Mutlak ve Necip Fazıl’ın Mutlakçı Şiiri Sanatçı Mizacı ve Necip Fazıl”, Yedi İklim Dergisi, Mayıs 2005, Sayı:182, s.38 [3]- Dr. Azza el Sawi; “Necip Fazıl’ın Kısakürek’in İslâmî Düşüncesi”, Necip Fazıl Armağanı, Hazırlayan: Mustafa Miyasoğlu, Marifet Yayınları, İstanbul 1996, s.54 [4] -M. Orhan Okay; Necip Fazıl Kısakürek, Şûle Yayınları, 3.Baskı, İstanbul 2003, s.22 [5] -Nurullah Çetin; Şiir Tahlilleri-1, Öncü Kitap, Ankara 2008, s.117/118 [6] -Burhanettin Duran; “Kısakürek’in Siyasi Fikirleri Üzerine Bir Değerlendirme”, Hece Dergisi, Sayı: 97,Ocak 2005, s.77/80/81 [7] -Suta Ak; “Bir İdeâlin Siyasî Aksiyon Ocağı: Büyük Doğu Cemiyeti”, Yedi İklim Dergisi, Mayıs 2005, Sayı:182, s.121 [8]-Necip Fazıl Kısakürek; Büyük Doğu Dergisi, 21. Yıl, Sayı: 7, 11 Kasım 1964, s.10 [9]-Orhan Okay; “Büyük Doğu”,TDV İslâm Ansiklopedisi, C.6, İstanbul 1992, s.514 [10]-Ahmet Oktay; Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı (1923–1950), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993, s.991 [11] -Abdullah Uçman; “Necip Fazıl’ın Çıkardığı Dergiler”, Kitaplık Dergisi, Sayı:50, Kasım-Aralık 2001, s.192 [12]- Necip Fazıl; Hücûm ve Polemik”, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1992, s.43 [13] -Levent Cantek; “Büyük Doğu”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce-Muhafazakârlık- Cilt: 5, 3.Baskı, İstanbul 2006,s.647 [14] -Abdullah Uçman; “Necip Fazıl’ın Çıkardığı Dergiler”, Kitaplık Dergisi, Sayı:50, Kasım-Aralık 2001, s.192 [15]-Orhan Okay; Silik Fotoğraflar, Ötüken Yayınları, İstanbul 2001, s.121 [16]-Hayreddin Karaman; Türk Düşünce Hayatı, Hazırlayan: Muharrem Sevil, Hece Yayınları, Ankara 2006, s.147 [17] -Cemil Koçak; “Türk Milliyetçiliğinin İslâm’la Buluşması Büyük Doğu”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce -Milliyetçilik- Cilt: 4, 3.Baskı, İstanbul 2008, s. 602 [18]-İsmail Kıllıoğlu; “Bir Şairin Tarih Filozofu Olarak Portresi:Büyük Doğu”, Yedi İklim Dergisi, Sayı: 182, Mayıs 2005, s.28 [19] -Necip Fazıl Kısakürek; İdeolojya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, 5.Basım İstanbul 1986, s.8 [20] -Hüseyin Arı; “Çile Yumağı”, İslâmî Edebiyat, Sayı:41, Eylül-Ekim-Kasım 2005, s.30 [21]-Ali Haydar Haksal; Necip Fazıl Kısakürek Büyük Doğu Irmağı, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s.122/125 [22] -Necip Fazıl Kısakürek; Büyük Doğu Dergisi, Sayı:5, 28 Ekim 1964, s.3 [23]- Mustafa Miyasoğlu; Necip Fazıl Kısakürek, Genişletilmiş 5. Baskı, Akçağ Yayınları, Ankara 2009, s.144/145 [24] -Necip Fazıl Kısakürek; Büyük Doğu Dergisi, Sayı:4, 21 Ekim 1964, s.6 * 'Değirmen' dergisi, 100 yılın dergileri özel sayısı
  7. NECİP FAZIL'IN RUH COĞRAFYASI... Yazar Sadettin KAPLAN [email protected] Necip Fazıl’ın hayatını ve eserlerini incelemeye kalkanlar; nasıl bir sahrada kaybolduklarını kısa bir süre sonra fark ederler... Onun hayatındaki iniş-çıkışlar, keskin dönemeçler ve sahradaki serap misali görünüp kayboluşları arasında kendilerini kaybederler. Biz bu hükme, «Beş Şair» adlı nâçiz kitabımızı hazırlarken varmıştık... Onun şiir ve fikirlerinin izlediği merhaleler, nesirlerindeki kelime dizilişleri, tiyatro eserlerinde kahramanlarına söylettiği alev gibi tiratlar, tasavvufî tevâzuu, dostları ve dostluklarıyla apansız şahlanan tekebbürü; özüne mahsus bir yaratılışın ifadeleridir. Böylesi bir fikrî lâbirent içinde, denilebilir ki; onu en iyi anlatan yine odur... Yazılarında, tevâzuun kadife tülüne sardığı tekebbür, genellikle hayranları tarafından hoş görülür ve hattâ ona yakıştırılır. Bir sohbette, bu durumu sorduğum rahmetli Ahmet KABAKLI, gülümseyerek; “Haklısın, ama o kendine güvenin bir başka tezâhürü olan tatlı kibir de üstâda yakışıyordu.” demişti... Henüz 35 yaşında iken 1939 seçimlerinde kendisine gösterilen teveccüh, kendi ifadesiyle şöyledir: “Para piyesinin sahneye konulacağı sıralarda «Mistik Şair»i kabul eden, sohbetlerinden haz duyan (...) Başvekil Refik SAYDAM, açık birkaç mebusluk için gösterdiği namzetler arasına «Mistik Şair»i de katmış, fakat ve çok şükür, «Millî Şef» tarafından listenin başındaki ismi kırmızı kalemle çizilerek, o zamanki meclise göre, düğmeye basanın elinde bir rey makinesi olmaktan kurtarılmıştır. 1941 seçimlerinde aynı işi «Mistik Şair»e Parti Genel Sekreteri Memduh Şevket ESENDAL yapıyor. Birtakım hikâyeler yazmış ve «Mistik Şair»in amcalarından eski İttihat ve Terakki kodamanı Kara Kemal’in yetiştirmesi olan Memduh Şevket, onu, namzetler listesine alıyor, fakat ismi yine çiziliyor ve o anda huzûr-i hümâyunda bulunan Hasan Âlî gûyâ şu lâfı ediyor: «Kürsüye çıkınca nereye kadar varacağı belli olmayan tek adam!..» Ve böylece «Mistik Şair», bağlı olduğu yolun rûhâniyetiyle sırf ilâhî hıfz hâlinde masûn ve «Büyük Doğu»ya doğru yol almakta serbest kalmış oluyor.”2 İkbâlini engellediğini belirttiği Hasan Âlî YÜCEL ve «İlâhî hıfz hâlinde masûn» olmanın lutfuyla «Millî Şef’in rey makinesi» olmaktan kurtulan üstâdın, nedense onlardan kurtulamadığını, yine onun ifadelerinden anlıyoruz: “Evlendikten sonra Vaniköyü’nde «leb-i derya» dedikleri, suyla toprağın öpüştüğü çizgi üzerinde bir yalıyı mekân edinmiş, deniz şırıltısı, martı kuşu gakgakları ve «Şirket-i Hayriye» vapurlarının düdük sesleri arasında, şehir homurdanmalarından uzak, kitaplarına abanmış ve Büyük Doğu plânına dalmış, oturuyor. Öğle yemeğine davet ettiği Maarif Vekili Hasan Âlî YÜCEL, yanında Vekâlet Müfettişi Osman, yalıda... Sâbık şairin annesi gayet nâdîde yemekler hazırlamış ve onları Beylerbeyi’ndeki yalısından sandalla Vaniköyü’ne göndermiştir. Yemekler Hasan Âlî’nin o kadar hoşuna gidiyor ki, o sırada Florya köşkünde bulunan İnönü’ye tattırılmak üzere bir sefertası içinde onlardan birer miktar rica ediyor. Hemen takdim...”3 Ziyaret ve ziyafetlerle sürüp giden bu dostluklar; araya fizikî mesafeler girse bile, gönüller arası mesafeler açılmadığından mektuplarla sürüp gitmektedir. O zamanlar nicedir Abdülhakim Arvâsî’ye intisab etmiş olan Necip Fazıl’a Hasan Âlî’nin Maarif Vekâleti başlıklı mektubu; kadîm bir dostluğun ve gönül açmanın güzel bir ifadesi olarak kabul edilmelidir: “T. C. MAARİF VEKİLLİĞİ HUSUSÎ 26.05.1941 Kardeşim, Maalesef İstanbul’da sizinle konuşmaya müsait bir zaman bulamadım. Doğru olduğunu bildiğimiz ve iyi yaptığımıza inandığımız işlerde memleket efkârı umumiyesine ve onun mâkesi olan vicdanlarımıza hesap vermekten başka bir vazife tanımıyoruz. Bununla müteselliyiz. Gözlerinizi öperim kardeşim. İmza: Yücel”4 Necip Fazıl, Millî Şef iktidarının neredeyse her döneminde bir şekilde öncüdür, öndedir ve yönlendirici bir görev üstlenmiştir. O dönemde eserlerini, özellikle tiyatro eserlerini rahat yazabilsin diye banka müfettişliği gibi hizmetlerle, kendisine rahat çalışabileceği Zonguldak gibi İstanbul-Ankara dışındaki sakin çalışma ortamları ve imkânları sağlanmıştır. Demokrat Parti ile bir süre anlaşamamış ve uzak durmuşsa da; ünlü İzmir nutkundan sonra Menderes’i «Zeybek» diye anacak kadar onun muhibbi olmuştur. Ancak, başta da belirttiğimiz gibi bütün bu gel-gitler; sanatı «çelik-çomak»tan ayırıp, «Allâh’ı aramak» uğruna «Büyük Doğu» yolunun engebeleri üzerinden tekerleği tümseğe çıkarmak içindir... Bu uğurda katlanmadığı fedâkârlık, uğramadığı haksızlık kalmamıştır. Bu da onun bitmeyen «Çile»sidir... 1960 İhtilâli’nden sonra kurulan Yassıada Mahkemesinde, «Örtülü Ödenek Dâvâsı»na şahit sıfatıyla çağrılan ama bir sanık gibi muamele gören Necip Fazıl, o dönemin yanlı basını tarafından da hak etmediği bir zemine çekilerek, hakarete varan ifadelerle hırpalanmıştır... “Örtülü Ödenek Dâvâsı zabıtlarına göre; Peyami SAFA, Türk Düşüncesi dergisi için, 25 bini derginin kuruluş masrafı, 24 bini de abone bedeli olmak üzere sekiz yılda toplam 49 bin lira almıştır. Burhan BELGE’nin 1950-1957 yılları arasında her ay muntazaman beş yüz lira aldığı, milletvekili seçildikten sonra da kendisine bir defaya mahsus olmak üzere üç bin lira ödendiği kayıtlara geçmiştir. Yusuf Ziya ORTAÇ’la Orhan Seyfi ORHON’a Akbaba’yı tekrar çıkarmaları için 25 bin lira, Midhat PERİN’e ise 15 bin lira verilmiş. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu için aldığı paraya gelince: Toplam 147 bin lira. Önceleri CHP’nin bir devamı olarak gördüğü için uzak durduğu Demokrat Parti’ye, Menderes’in meşhur İzmir nutkundan sonra yakınlık hissetmeye başlayan Necip Fazıl, «Zeybek» diye andığı Başbakanla ilk defa 1952 yılında görüşmüş ve Büyük Doğu’yu yeniden ve günlük gazete olarak çıkarmak amacıyla örtülü ödenekten yardım almayı başarmıştı. Ancak önce ünlü masonları deşifre ettiği bir yazı dizisi, daha sonra da Ahmet Emin YALMAN’a düzenlenen sûikast sebebiyle ilişkileri bozulmuştur. Bu inişli-çıkışlı ve sancılı ilişki sırasında Necip Fazıl’ın Adnan MENDERES’e yazdığı mektuplar, Doç. Dr. Alaattin KARACA tarafından Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde bulunarak yayımlandı: Necip Fazıl-Adnan MENDERES İlişkisi: Mektuplarla ve Belgelerle (Lotus Yayınları, İstanbul 2009). Bunlardan; «Pek muazzez efendim» hitabıyla başlayan mektubun son cümlesi, Necip Fazıl’ın Menderes’e bağlılığının derecesini göstermesi bakımından dikkat çekicidir: «Ellerinizden, dudaklarımı derinize yapıştıracak ve hiç ayırmayacak bir hararet ve merbûtiyetle öperim.» (...) Karaca’nın kitabında, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu çıkarmak için nasıl bir mücadele verdiği, Adnan MENDERES’le ilişkilerinin nasıl seyrettiği, hangi engellerle karşılaştığı ilh. arşiv belgelerine (mektup, rapor...) dayanılarak anlatılıyor. Necip Fazıl biyografisine ciddî bir katkı sağlayan Necip Fazıl-Adnan MENDERES ilişkisini Emine Gürsoy NASKALİ’nin Örtülü Ödenek Dâvâsı (Kitabevi Yayınları, İstanbul 2005) adlı kitabıyla birlikte okumakta fayda var.”5 Geçmiş zamanın gökyüzünde beliren nisyan bulutları, gerçeğin gün ışığını perdeleyebilir. Şüphesiz ki, her şey kendi zamanı ve şartları içinde düşünülmeli ve değerlendirilmelidir... *** İşte bu kadar... Nasıl ama? Bu satırların altı çizilmez mi?.. Herkes bu satırlardan kendi görüş ve meşrebince anlamlar çıkaracaktır elbette... Bizim görüşümüz mü? Tatildeyiz biz... Önemli olan bu satırların altını çizmek değil mi?.. Doğrusunu söylemek gerekirse, aklımızın almadığı bir şey var. «Millî Şef» dönemiyle kavgalı ve taban tabana zıt görüşte olan veya olduğu söylenen rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK, (kendi ifadesinden anladığımız kadarıyla) o dönemde bu minval üzereyken; (Necip Fazıl ile zıt görüşte olması hasebiyle; İnönü, Hasan Âlî ve kısaca o dönem iktidarıyla barışık olması gereken) Nazım Hikmet RAN hapistedir... Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ve «Menderes Affı» ile Nazım Hikmet hapisten çıkarken, bir şekilde Necip Fazıl içeri giriyor... _____________________ 1 Beş Şair, (Tevfik Fikret, Mehmed Âkif, Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Necip Fazıl), Saka Yayınları, (5112923). 2 Bâbıâli, Necip Fazıl KISAKÜREK, 2. Baskı, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1976, s. 272. 3 a.g.e., s. 275. 4 Necip Fazıl’a Gelen Mektuplar... 5 «Pek Muazzez Efendim», Beşir AYVAZOĞLU, köşe yazısı, Zaman Gazetesi, 30 Nisan 2009 Perşembe. - See more at: http://www.yuzaki.com/content/view/2073/38/#sthash.Ohoy7zMK.dpuf
  8. Cemaat yanlış yapıyor! 19 Aralık 2013 Perşembe 00:13 , Bu macera cemaatin sonu olur.. Göreceksiniz iktidar bu işten güçlenerek çıkar. Kendi içindeki bir takım yiyici, ahlaksızlara karşı da parti bir arınma hamlesi yapar.. Bana kalırsa bir musibet, bin nasihatten daha iyidir.. Belirledikleri adayları bile, bu olaydan sonra bir daha gözden geçirip, uçkuruna, kesesine düşkün, makam hırsı ile çevresini kırım geçiren bir takım adamları aday listesinden ayıklasa ne iyi eder.. Koca bir dava, üç beş geri zekalının para makam ve kadın ihtirasına kurban edilemez! Unutmamak gerekir ki, çınar ağacının işini bitiren yumuşakça bir kurtçuktur.. Cemaatin elinde yolsuzluk dosyaları var. Cemaatin elinde kasetler var. Cemaatin elinde üzerinde ‘çalışılmış’ başka dosyalar da var.. Cemaatin hedefinde İHH, Özgürder var.. Cemaat AK Parti’yi, daha doğrusu Erdoğan’ı Fidan’ı, İHH’yı terörle ilişkilendirmek isteyecek.. Bu iş için çalışan 100’den fazla kişiden oluşan bir ekip var. MOSSAD, CIA, MI5 hepsi işin içinde.. Tabi klonlanan emniyet istihbarat arşivleri de.. İşin içinde bizim malum sermaye grubu da var, localar da.. Kemalist ulusalcılar da.. Haberal çıktı, düşman kardeşlerin arasını buldu.. Bu işin Kızılı, Yeşili yok.. Kemalizm her an kılık değiştirebilir ve bulunduğu ortama uyum sağlayarak kendini yeniden varedebilir.. Bu köşenin okurları, bu senaryoları 6 ay önce, 2 ay önce de okumuşlardı.. Planda 50 kadar milletvekilini istifa ettirip, arkasından 40 kadar hakkında kaset bulunan milletvekilini şantajla kendi yanlarına alarak, AK Parti’yi iktidardan düşürüp, kendi aralarında bir CHP, MHP, yeni oluşum hükümeti kurup, yerel seçimleri erteleyip, Cumhurbaşkanı seçimi ile birlikte belediye ve milletvekili seçimlerini birlikte yaparak AK Parti’yi bitirme planı da masaya konmuştu. Bu iş burada bitmeyecek. Bu “topyekûn bir saldırı”. Allah korusun, nokta hedeflere yönelik terör olayları da gündeme gelebilir.. Azınlıklar konusuna dikkat etmek gerek.. Dersane olayı, geniş kitleleri arkalarına almak için onlara göre iyi bir fırsattı. Bütün dersane öğrencilerini cemaatin adamı gibi göstermeye çalıştılar ama olmadı.. Bu atakları, dersane konusundaki gerçek niyetlerini ortaya koydu.. Türkiye uluslararası bir komplo ile karşı karşıya.. Bu işin içinde herkes var.. Tek bir cemaat yok onu da belirteyim.. Para ve kadın, makam açlığı, bastırılmış ihtiraslar, sadece iktidar için geçerli değil.. Bu ihtiraslar nice davaları içinden çürütmüştür. Cemaat da kendi içine baksın.. Bu kadar, iktidar ve para hırsının yanıbaşında başka zehirli mantarlarda boy vermiş olabilir.. Cemaat topluluklarının para-menfaat ilişkileri de sütten çıkmış ak kaşık değil.. İşin aslı ne biliyor musunuz, batının İslam’ı ve müslümanları dönüştürme çabası.. Bizi Tom amcalaştırmak istiyorlar. Batı değerleri, çıkarları ve güvenliği için risk ve tehdit oluşturmayan bir İslam anlayışının misyonerliğini yapmak.. Bunun adı “Euro İslam”.. Demokratik bir çeşni.. İslam içinde bir protestanlık örgütlenebilir mi? Mesela homoseksüel ve lezbiyenler kendi camilerini, dergahlarını açabilirler mi? Bu tartışmalara kapı aralayacak bir süreç başlatmak istiyorlar. Alameti farikaları yokedilmiş bir İslam anlayışı.. Bunu daha önce okulla yapmaya çalıştılar. “Bu din benim denim değildir” diye bir kitabım var, bunu anlatan. İmam Hatiplere Menderes döneminde Kırby raporu ile hangi maksatla desteklendiğini biliyor mu idiniz.. Bu iddialarından hiç vazgeçmediler.. Refahyol hükümeti de aslında Tansu Çiller’in hidayeti ile ilgili bir proje değildi.. Cemaat de, bu projenin bir parçası bugün.. Cemaat sanki New Age İslamic Society gibi bir hareket.. İşin içinde bir de Mehdilik var, referansını Sikke-i Gaybiye dayandıran.. Mehdi demokrasisi.. “Hoşgörü” dedikleri şey bu son olaylar gösterdi ki, makyaj malzemesi imiş. Otorite de Erdoğan değil sadece İsrail mi.. Hani Sisi’ye itaat eden, Mursi’ye karşı çıkan Ezher şeyhi gibi.. Niye bu kadar ülkede örgütlenmeye çalıştıkları da şimdi daha iyi anlaşılıyor. Bu yeni İslam anlayışının eğitim merkezlerini açmak için örgütlenmişler.. Bu iş bu Saint Benoit, ya da Saint Joseph, ya da Amerikan Kolejleri gibi bir proje.. Daha çok da Oppus Dei’yi hatırlatıyor, bu açıdan bakınca.. Bu projenin sahipleri, Suudi Arabistan üzerinden Vehhabilik, İran üzerinden Şiilik planları ile, Sufi, Selefi, Şii kavgası çıkartmaya çalışıyorlar.. Yapmak istedikleri şu: Müslümanları küçük küçük topluluklara bölerek atomize etmek, Burada destekledikleri güçlü bir akımı Türkiye üzerinden İslam dünyasına pazarlamak, bu grupları birbirine karşı kışkırtarak, aralarında fıkhi tartışmalar çıkartarak bunları notralize etmek ve dışarıdan bakan insanlar için, İslam’ın hızla yayılmasını önlemek için kitleleri İslam konusunda agnostic hale, yani neye inanacağını bilmez hale getirmek.. Mehdilik tartışmalarına hazır olun.. Özellikle Sünni ve Şii dünyasını “Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’in oğlu olup olmadığı” gibi fasit tartışmalarla Müslümanların akılları çelinmeye çalışılabilir.. Olay, sadece AK Parti meselesi değil.. Bütün İslam dünyasına yönelik bir komplo ile karşı karşıyayız.. Emniyet İstihbaratındaki cemaatçı abiler, keşke bir de işin bu yönünü takibe alsalar.. Bu komplo Türkiye üzerinden yönetileceği için Cemaat iktidarda etkin rol istiyor. Zaten Erdoğan’a iktidar yolu açılırken, Baykal’ın Cumhurbaşkanlığı düşünülüyordu. Cemaat da bürokrasiye hakim olacaktı.. Bu işin içinde Baykal da var, Koç da anlayacağınız.. Tekrar söylüyorum, bu ilişkiler içinde tek bir cemaat yok.. Ve bunların kadrosunda Şeyh de var Fahişede.. Proje, madem Kur’an’ı ellerinden alamıyorsunuz, Müslümanların din algısını değiştirin ve değişimi kabul edenleri destekleyin, ötekileri atomize edin, dışlayın, birbirine karşı kışkırtın ve nötralize edin. Suriye’deki muhalefetin dağınıklığı da aslında bunun bir yansımasından başka bir şey değil.. Notralizasyon kadrosunda yer alacak farklı dini grupların eğitim kampına döndü Suriye.. Yani bu olay Türkiye’de başlayıp biten bir olay değil.. Bunu bilelim. Dikkatli olalım. Dikkat: “Ağuyu altın tas içre sunarlar, bal da onun suç ortağı..” “Şeytan sizi Kur’an’la aldatmasın!” Selam ve dua ile..
  9. Selamun aleykum, bir fikrim var. Vaktimi henüz esnetebildim ve uzun zamandır izlemek istediğim ama ertelediğim filmi sonunda izledim. Hangisi mi; "Kaplumbağalar da Uçar" Ruhum sarsıldı desem mübalağa etmiş olmam. Irak'a Amerika'nın girmesi, sosyal hayatta uyandırdığı etki ve bu savaş coğrafyasına en fazla da çocuk tarafını görüyorsunuz. Gözyaşlarımı tutamadım. Harika bir İran filmi. Düşümdüm ki bence sizler de izlemelisiniz hatta beraber kritiğini yapacağımız bir film listesi oluşturalım. Fikirlerinizi, değerlendirmelerinizi önemsiyorum. Bu hususta bayağı istifade edebileceğimi düşünüyorum. Pek film kültürüm yoktur ama İran filmlerinin sosyal içerikli mesajları duygu dünyamı sarsar elime verir. Açıkçası sizler de sevin, haberdar olun isterim. Bence fazla vakit almadan azami 2 saati bulacak muhtevası bizim alaka ve fikir seviyemize uyacak filmler saptayalım ve bence bu faaliyetimize başlayalım. Keyifli olur hem. Sizlerde kabul ederseniz, yani eder misiniz? İlk filmimiz bu olsun. Boş vaktini değerlendirmek isteyene güzel bir kılavuz çıkarabiliriz, bu film kritiklerimizle.. Düşüncelerinizi bekliyorum olacağım. sevgiler
  10. mumin

    O Zeybek

    Ölümü ile binbir öldügümüz merhum sehit Menderes basbakanımızın asılmasının vuku bulduğu gundeyiz. Kabri nur olsun, Efendimiz'e komsu olsun insallah. Hala yureğımizde sızısıni duydugumuz tarihimizın elim vakasi. Birer fatiha ihlas ırsal edelim dostlar. Ve neler yapmamiz gerektiğini vatanimiz ve milletimiz namina bir kere daha mulahaza edelim. Vesselam
  11. ZEHRA ONAT - İSTANBUL Büyük Doğu Yayınları, Üstad'ın bütün yazı serüvenini ortaya koyan Necip Fazıl Kısakürek Bibliyografyası'nı yayımladı. 500 sayfayı aşkın kitap, basılmış kitapları ve Büyük Doğu dergisi fihristinin yanı sıra Necip Fazıl'ın başka dergi ve gazetelerde yayımlanmış tüm yazı, tercüme ve röportajlarını yayınlandıkları yer ve tarihleriyle tespit ediyor. Necip Fazıl Kısakürek, daha çok bir şair ve fikir adamı olarak bilinse de aslında edebiyatın hemen her türünde eser vermiş üretken kalemlerden biri. Şiirleri dışında roman, hikâye, hatıra, tiyatro, biyografi, hitabet, monografi, inceleme gibi pek çok türde esere imza atan Necip Fazıl, gazete ve dergilerde de binlerce makale ve fıkra kaleme aldı. Büyük Doğu Yayınları şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı “Necip Fazıl Bibliyografyası”nı yayımlayarak, Üstad’ın bu geniş ve zengin yazı coğrafyasının boyutlarını ortaya çıkardı. Suat Ak’ın hazırladığı kitapta Necip Fazıl Kısakürek’in dergi ve gazetelerde yayımlanmış bütün yazıları, tercümeleri, İslam büyüklerinden yapmış olduğu sadeleştirmeler ve kendisiyle yapılan röportajlar, yayınlandıkları yer ve tarihleriyle birlikte yer alıyor. Necip Fazıl Bibliyografyası, 500’ü aşkın sayfadan oluşuyor ve üç ana bölümü içeriyor. İlk bölüm Kısakürek’in Yeni Mecmua, Mihrab, Anadolu Mecmuası, Akbaba, Hayat Mecmuası, Cumhuriyet Gazetesi, Muhit Dergisi, Varlık Dergisi, Türk Tiyatro Dergisi, Bugün Gazetesi, Bâbıâli’de Sabah, Milli Gazete, Tercüman Gazetesi, Sabah Gazetesi ve Türk Edebiyatı Dergisi gibi gazete ve dergilerde yer alan yazılarının indeksini içeriyor. İkinci bölüm, Büyük Doğu Dergisi’nin çıktığı ilk günden son yayım tarihine kadar, yani 1943 ile 1978 yılları arasında yayımlanmış 555 sayının fihristinden oluşuyor. Üçüncü ve son bölümde ise Necip Fazıl’ın röportajları, eser tefrikaları ve basılmış kitaplarının indeksi ile ülkenin birçok yerinde vermiş olduğu hitabe ve konferansların konu, yer ve tarih cetveli bulunuyor. DEDEKTİF X BİR, AKIL HOCASI, ADIDEĞMEZ, PERTAVSIZ... Necip Fazıl’ın hayli uzun ve şaşırtıcı bir yazı hayatı var. İlk şiirlerini yayımladığı 1923’ten vefat tarihi olan 1983’e kadar 60 yıl çok sayıda dergi ve gazetede yazı ve şiir kaleme aldı, Ramazan sayfaları hazırladı. Gazetelerde eserlerinin tefrikası yapıldı. Kendisinin çıkardığı Ağaç (1936), Borazan (1947) ve Büyük Doğu (1943-1978) dergilerinde yüzlerce yazısı yayımlandı. Kendisiyle yapılan röportajlar, mahkeme müdafaaları ve şehir şehir dolaşarak verdiği konferanslar da onun yazı ve fikir hayatının bir başka cephesini ortaya koyuyor. Bu renkli ve verimli yazı hayatında Necip Fazıl’ın birçok müstear isim de kullandığı görülüyor. Suat Ak’ın belirlemesine göre Üstad; Be-De, M.K, İstanbul Çocuğu, Dilci, Tetkikçi, Yazan:?, Dedektif X Bir, Adıdeğmez, Bankacı, Zabıt Kâtibi, İsmini Vermiyen Prof., Akıl Hocası, Kulak Misafiri, İstanbullu, Üçyıldız, Lâedri, Pertavsız, Muhasebeci, Özcü, Gözcü, M. Sarıçizmeli, Muhbir, Gariboğlu, Mürid, Müstensih gibi çok sayıda müstear isim kullanmış. Kitapta onun, yazılarında Neslihan Kısakürek, Ali Rıza Pişkin, Behçet Bağdatlıoğlu, Şakir Üçışık, Ömer Karagül, Zahir Güvemli, Abdurrahim Zapsu, Ahmet Semiz, Salih Güler gibi şahıs isimlerini kullandığı bilgisine de yer veriliyor. Üstad’ın bütün fikri üretiminin serüvenini ve yazı coğrafyasının genişliğini ortaya koyan bibliyografya, adeta düşünceye ve yazıya adanmış bereketli bir ömrün semeresini gözler önüne seriyor. Necip Fazıl Bibliyografyası, Necip Fazıl Kısakürek’in fikir ve yazı dünyası üzerine çalışacak araştırmacılar için önemli bir kılavuz niteliğinde. Zaman
  12. Yanılmıyorsam Konya'da, Ustad'ın konferansı vardı. Konferans bittikten sonra Ustad bir arkadasimizdan Konya'da kalmasını istiyor. O ise, 'ben sizin parcanızım' deyip duruyordu. Ustad şu ilginç cevabı verdi ' madem ki parçamsinö kal!
  13. Büyük Doğu yani “Doğunun doğuşu”. “Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhani ve ince bir sefer” ediş hali. “Büyük Doğu, İslamiyet’in emir subaylığı…” “Büyük Doğu, İslam içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı…” Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet’e yol açma geçidi; ve O’nu eşya ve hadiselere tatbik etme işi…”[1] Bu durumda Büyük Doğu bir keşf-i kadimdir. Allah Resulü’nden (s.a.v.) günümüze kadar intikal eden İslami anlayışın keşif ve tatbikinden ibarettir.Bidayeti Mevcut haliyle Büyük Doğu, İslam’ın zuhuruyla başlar. Mazrufunu sahabenin mücadele tarzı doldurmaktadır. Tarih içerisinde görülen Büyük Doğu’nun sahabe devrinden tek farkı zarf değişikliğidir. Fakat zarf, mazrufa (sahabe devrine) nispetle kendini kıymetlendirirken “köle, bir emir subayı” olduğuna vurgu yapar. Yani Allah Resulü (s.a.v.) ve sahabeden intikal eden manaya bağlı kalmak Büyük Doğu’nun esasını teşkil eder. İlkeleri Büyük Doğu’nun mazrufunda pazarlıksız iman, tefekkür, amel ve dava şuuru vardır. Orada “iman” her şeyden öndedir. Mümin, tefekkürden önce “Ne getirdin, götürdün bildirdinse amenna” deme bahtiyarlığına erer. Tefekkür, iman ettikten sonra başlar ve Allah’ın zatı dışında her şeyi kapsamı içerisine alır. Amel imandan sonra gelir ve “salih” olabilmesi için de İslam’ın belirlediği esaslar çerçevesinde kıymetlendirilir. Bütün bunların neticesinde müminde gözünü kırpmadan her şeyini feda edebilecek bir dava ruhu tezahür eder. Sahabe imanla başlayıp dava şuuru ile kemale eren meratibi en güzel şekilde ortaya koyan insanlık tarihinin en muazzez kuşağıdır. İslam’a teslimiyetlerinde yanlışı tayin etmenin müessisi felsefenin en küçük bir tesiri yoktur. İman noktasında ki teslimiyetlerini muşahhas hale getirebilmek için şöyle bir örnek verilebilir: “Allah Resulü (s.a.v.) bir bedeviden at satın alır. Atın parasını ödemesi için bedeviye kendisini takip etmesini söyler. Allah Resulü (s.a.v.) hızlı, bedevi ise yavaş bir şekilde yürür. Yol boyu insanlar bedeviye atı satması için fiyat teklif ederler. Yeni müşteriler, Allah Resulü’nün atı satın aldığından habersiz halde bedevi ile pazarlığa başlarlar. Bedevi, Efendimiz’i (s.a.v.) çağırıp “eğer bu atı satın alırsan al, aksi takdirde onu satıyorum.” der. Bedevinin ifadelerini duyan Allah Resulü (s.a.v.) “ben senden onu satın almadım mı?” diye sorar. Bedevi: - Hayır! Vallahi ben onu sana satmadım. - Bilakis ben onu senden satın aldım. - Aldığına dair şahit getir. Bedevi ile Allah Resulü’nün (s.a.v.) konuşmasına tanıklık eden sahabilerden Huzeyme b. Sabit (r.a.) atın sahibine: “Şehadet ederim ki sen atı Allah Resulü’ne sattın.” der. Hadise üzerine Allah Resulü (s.a.v.) Huzeyme’ye yönelip “Neye göre şehadet ediyorsun?” diye sorar. Huzeyme: - Senin tasdikinle Ya Rasulellah. [2] - Huzeyme kime şehadet ederse tek başına onun şehadeti yeterli olur.[3] Huzeyme b. Sabit, Efendimiz’in (s.a.v.) atı satın aldığını görmedi fakat O’na (s.a.v.) şehadet etmekten de imtina etmedi. Biliyordu ki O (s.a.v.) yanlış bir beyanda bulunmaz. Bu örnekte de görüldüğü gibi Büyük Doğu’nun esasında mazruf itibariyle ilk olarak sahabede temsil edilen kayıtsız şartsız teslimiyet vardır. İmanı, tefekkür izler. Mümin iman eden bir kalple tefekküre başlar. Müçtehit sahabilerde tefekkür en üst derecedir. Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e “neye göre hükmedeceksin?” diye soran Allah Resulü (s.a.v.) Muaz’dan şu cevabı almıştır: “Öncelikle Kur’an’a bakarım. Onda bulamazsam Sünnet’e müracaat ederim. Onda da bulmazsam Kur’an ve Sünnet’e bakarak içtihat ederim.” Ashab, Kur’an ve Sünnet’ten beslenen tefekkürleriyle devletler idare edecek çapa ermiştir. Sahabenin bildikleriyle amel etmesi o kadar malumdur ki bunu örneklendirmek ameli yönlerini sınırlandırır. Ashapta ki iman, tefekkür ve salih amelin neticesinde muazzam bir dava şuuru inkişaf etmiştir. Öyle ki inandıkları din-i mübin uğranda can ve mallarını feda etmekte tereddüt etmemişlerdir. Bu noktayı şerheden anekdotların en güzellerinden birisi Süheyb-i Rumi’ye aittir. Suheyb (r.a.) hicret etmek istediğinde Kureyş’ten bir grup insan yoluna çıkar, gitmesine mani olmak ister. Bunun üzerine Süheyb atından iner, kılıfından okları çıkarır, yayını eline alır ve çevresini kuşatan insanlara “Ey Kureyş topluluğu! Hepinizden daha iyi ok attığımda şüpheniz yoktur. Allah’a yemin olsun ki heybemdeki oklar bitinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Oklar bitince kılıcımı alır elimde ondan bir parça kalıncaya kadar sizinle savaşmaya devam ederim.” Suheyb’in hicret noktasında ki kararlığını gören Kureyşliler şöyle derler: - Mekke’ye fakir olarak geldiğin halde şimdi zengin olarak gitmene müsaade etmeyiz. Mekke’de malını bıraktığın kişiyi bize göster seni serbest bırakalım. - Malımın yerini söylersem beni serbest bırakır mısınız? - Evet. Suheyb malını Kureyşlilere bildirince onu serbest bıraktılar. Medine’ye gelip Hz. Resulullah’ın huzuruna vardığında hakkında şu ayet iner:[4] “İnsanlardan öyleside vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder.”[5] Büyük Doğu idealinin dört ana unsurundan birini teşkil eden dava şuuru en canlı şekliyle sahabede görülmektedir. Tarihi Süreç Tabiun ve müçtehit imamlar devri, Büyük Doğu idealinin mazruf itibariyle varlığını koruduğu devrelerdir. Sonrasında zaman zaman fetretler görüldü. Derin kırılmalar yaşandı. Büyük Doğu’nun asli renkleriyle tekrar sahne alışı Devlet-i Aliyye zamanına rastlar. Bu dönemdeki Büyük Doğu idealini anlayabilmek için Onun millet bünyesine nisbetle konumunu kıymetlendirmek gerekmektedir. Üstat Necip Fazıl “Gençliğe Hitabesi”nde şöyle demektedir. “Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’an’ında ‘belhüm adal’ dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören… Bu devirleri yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi… Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik…”[6] Devlet-i Aliyye’nin yedi asırlık hayatının ilk üç asrı Büyük Doğu idealinin iman, tefekkür, amel ve dava şuuru itibariyle bir bütün olarak algılandığı dönemdir. Bu dönemde ilim meclislerinde bir derinlik vardır. Mucaz ve muciz hocalar meseleleri öylesine tafsil etmişlerdir ki ne ibare de, ne de manada problem kalmıştır. Bu devrin kudretli alimleri Hocazade, Molla Hüsrev, İbn Kemal, Ebussuud,…, sanattan siyasete kadar hayatın bütün şubelerini irfanla beslemişlerdir. İlim, fikir ve sanat bütünlükte mânâ bulan vücut gibi algılanmıştır. Alet ilimleriyle âli ilimler iç içe okutulmuştur. İlim tarihi düşünce tarihinden, düşünce tarihi sanat tarihinden ayrı değildir. Naklin konuştuğu yerde akıl susmuş, aklın konuştuğu yerde nakil referans kabul edilmiştir. Zevahiri yazan kalem susunca, ruhun amentüsünden bahseden kalemler konuşmuştur. Müşahhasın zirvesinde mücerredin sahanlığı vardır, oradan son noktaya veliler adam taşımıştır. İlim, siyasetin üzerinde görülmüş, Bâkî şiirini medreseden beslemiş, Sinan imarete nakış nakış “İslam şehir ahlakı”nı işlemiştir. Devlet idaresinden, sanata kadar her noktaya bilgelik hakim olmuştur. Bu ilk iki buçuk asrın sonlarına doğru muhkem Büyük Doğu idealinde kırılmalar görülür. Aydınlanma Devri’nin şımarık aklı kimi Müslümanların zihinlerini karıştırır. Münkir akıl etkin oldukça kırılma daha da derinleşir. Neticede ilim fikirden, fikir ilimden nefret eder. Hayatın gerçeklerinden tecrit edilerek yetiştirilen aydınlar gürühu yaralanan zihinleri tedavi etmekte güçlük çekerler. Medresenin boynuna “Gerici” yaftasının asılması yeni kuşağın ondan, dolayısıyla da ulemadan uzak durmasına zemin hazırlar. Muzdarib insanlar medrese yerine Batı tarzı eğitim veren kurumlara, onların müfredatına sığınır. Büyük ruhlu alimlerin açıklamalarına “tedavi kabul etmeyen ölü vucutlar” gibi kayıtsız kalınır. Bu fotoğraf Üstadın “kaba softa ve ham yobaz” diye tavsif ettiği insanların ürünüdür. Son bir asır ise “hayvandan daha aşağı taklitçilerin” egemen olduğu dönemdir. Bu dönem tarihin çeşitli devirlerinde yaşanan bütün fetretlerden daha karanlıktır. Zira bu devirde müslümanların zihinleri çeşitli ideolojilerin tutsağı olmuştur. Esareti en kapsamlı yaşayanların başında ise Ziya Gökalp gelmektedir. Zihni karıştırıldığı sıralarda medresede okumakta idi. En son Gazzali’nin “el-Munkız-u mine’d-Delâl”ini okumuştu. Mağdurlardan Tevfik Fikret, saliha bir kadının çocuğuydu. Annesi hac yolunda vefat etmişti. “Eve Dönen Şair” Yahya Kemal, Nazım Hikmet’in hocasıydı. Bu yüzdendir ki Nazım hayatının ilk yıllarında İslam Medeniyetini övücü şiirler kaleme almıştı. Ziya Gökalp Abdullah Cevdet, Fikret ruhsuzluk ve Nazım Moyakowski ile tanışıp zihinlerini Batılı Adam’a ait ideolojilerle tahrip edince, onları tekrar medreseye götürüp İbn Kemal çapındaki alimlerle meclise alamadık. Çünkü bu dönemde “kaht-ı rical” yaşanmakta idi. Aydınımızın sorununu “fizik ötesi” dünyada çözecek “ulu hocalardan” yoksunduk. Bu dönemde, Sultan II. Abdülhamid bir diriliş koridoru açtı. Fakat O koridoru aydınlatacak münevverleri bulamadı. “O bir arslandı fakat pençeleri yoktu.” Batıyla münasebetimiz normal değildi. İç ve dış organları tersyüz edilen adam gibiydik. Korunması gereken uzuvlarımız dışarıda, insanlarla temas halinde olması gereken uzuvlarımız ise içerdeydi. Batılı adamın elinde, ellerimiz yerine kalp ve zihinlerimiz vardı. Güç “Ey kitabı köhne yırtılır bir gün medfen-i fikr olan sahifelerin” diye Kur’ân’ı tahkir eden Fikret’in düşüncesinin tekelinde idi. Devlet-i Aliyye’nin tarih sahnesinden çekilişini takiben gelen devir “işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayete” irtikap etti ve “Türkü madde planında kurtardıktan sonra mana planında helak etti.” Yüz binlerce şehidin kanıyla son defa mühürlenen Anadolu tapusu, vefasız oğulların istilâsına uğradı. Cami kürsüsünde imam, bütün beşeriyetin atasının Hz. Adem olduğunu söylüyor, okul kürsüsünde öğretmen, insan soyunun maymuna dayandığını iddia ediyordu. Anneler evlâtlarını söyledikleri ninnilerle; “Mananın maddeye tecelli remzi Kabe” ile bütünleşmeye hazırlarken, muztarib gazeteler koro halinde Kemallettin Kamu’nun: Burada erdi Musa Burada uçtu İsa Bülbül burada varsa Hürriyet için öter. Ne örümcek ne yosun, Ne mucize ne füsun Kabe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter. diyordu. Kosova’dan Çin’e kadar mazlum Müslümanların adını duyduklarında saygıdan ayağa kalktıkları Sultan II. Abdülhamid’i okul kitapları “kızıl sultan” diye anlatıyordu. Birisi çıkıp imandan amele, ilimden sanata kadar her alanda İslam’ın hakkını dava etmeliydi; Büyük Doğu idealini bütün şubeleriyle gündeme taşımalıydı. Tahribat öylesine etkindiki bu dönemde ayakta kalabilmek güçlü bir selin önünde durmaktan farksızdı. Buna rağmen sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan alimler sessiz fakat derinden destansı bir hizmet yürüttüler. Mısır’a hicret etmek zorunda kalan Mustafa Sabri Efendi ve Muhammed Zahid Kevseri kaleme aldıkları eserlerle modernist hareketin etkisini azalttılar. İslam harfleriyle telif ettikleri eserleri dünya Müslümanları için güçlü sığınaklar oldu. Hilafetin merkezinde kalanlar eserden ziyade adam yetiştirmeye yöneldiler. Zira o yıllar itibariyle İslam harfleriyle eser yazmak birinci derece önemi haiz değildi. Zira harf inkilabıyla tedrisat değişmiş, İslam harfleri ile yazılan eserleri anlayıp okuyacak adam kalmamıştı. Bu yüzden mevcut eserleri okuyabilecek insanları yetiştirmek gerekliydi. Bu bağlamda Ali Haydar Efendi, Mahmut Efendi’yi; Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi adıyla anılan tekke, Mustafa Fevzi Efendi, Hasib Efendi, Abdulaziz Bekkine, Mehmet Zahit Kotku, Abdurrahman Beşikçi ve Hacı Ferşat Efendi gibi mürşitleri yetiştirdi. Kelamı Tekkesi’nin adı ile bütünleştiği Büyük mazlum Esad Erbili Hazretleri’nin meclisinde ise, Mahmud Sami Efendi hizmete hazırlandı. Süleyman Hilmi Tunahan ve Bedüuzzaman Said Nursi de önemli hizmetlere imza attılar. Kaşgari Dergahı’nda insanları irşad eden Abdulhakim Arvasi, Necip Fazıl gibi bir mütefekkiri yetiştirip İslam’ın emrine amade kıldı.
  14. Osmanlı ölmeden mezara kondu! Mustafa Armağan yeni kitabı "Satılık İmparatorluk"ta Muhteşem Osmanlı mirasının Lozan'da nasıl yağmalandığını belgeleriyle ortaya koyuyor. Armağan, "Aslında Osmanlı dışarıdan tasfiye edildi. İngiliz tarihçi A.J. Toynbee'nin dediği gibi "Osmanlı durdurulmuş bir medeniyettir" diyor Mustafa Armağan'ın kaleme aldığı ve 'Lozan ve Osmanlı'nın Reddedilen Mirası' üst başlığı ile yayınlanan Satılık İmparatorluk, Lozan ile birlikte bir imparatorluğun nasıl yağmalandığını gözler önüne seriyor. Armağan ile son kitabı etrafında 'Osmanlısız bir dünya haritası'na doğru gidişte hangi süreçlerde geçildiğini, kaybedenleri ve kazananları konuştuk. 'Satılık İmparatorluk… Kitabınıza niçin böyle bir isim seçtiniz? Bence Osmanlı Devleti eceliyle ölmedi; öldürüldü. Hani bir türkü vardır ya bilirsiniz: 'Çanakkale içinde vurdular beni/Ölmeden mezara koydular beni'.Bir bakıma Osmanlı ölmeden mezara konuldu. Osmanlı'nın ruhu buna isyan ediyor. Ben bu şekilde ölmek istemiyordum, diyor. 1953 yılında İstanbul'un fethinin 500. yılı vesilesiyle, Filistin, Bosna, ve Çeçenistan meseleriyle zaman zaman Türkiye sathına çeşitli mesajlar da gönderdi. Dolayısıyla usulüne uygun olarak gömülmemiş her insanın ruhunun muazzeb olması gibi teskin edilmemiş bir Osmanlı ruhu da Cumhuriyet'e miras kaldı. Osmanlı mirasının bu şekilde eceliyle ölmesi beklenmeden payimal edilmesi ve haraç mezat satılmış olduğu hakikati, bugün Osmanlı İmparatorluğu'nun 'satıldığı' yolundaki refleksi bu topluma sık sık duyuruyor. 'DURDURULMUŞ MEDENİYET' Mahir İz bunu 'maziden alakayı kesmek' şeklinde anlatıyor. Sizce bu tasfiye projesi nasıl gerçekleşti? Ben kitapta bu tasfiyenin iç dinamiklerini anlattım. Aslında Osmanlı dış güçlerce tasfiye ettirildi. İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee'nin dediği gibi Osmanlı, 'durdurulmuş bir medeniyettir'. Onu durduran kim? İçerde kimsenin bunu durdurmaya gücü yetmez. Avrupa, Osmanlı'nın kendilerini rahatsız eden bir diken olduğunu fark etti. Düşünün, Osmanlı son yüzyılında bile gelecekte yeni dünya düzeninde çok önemli bir rol oynayacak olan doğalgaz ve petrol rezervlerinin üzerinde duran bir imparatorluk. Osmanlı bugün toprak bakımından devam ediyor olsaydı Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Irak, Suriye Libya Osmanlı hakimiyeti altındaydı ve bu da dünyada karşı konulmaz bir enerji devi olması demekti. Bir de halifeliği etkin bir şekilde kullanmaya kalkar ve bunu bir dünya hakimiyetine dönüştürürse o zaman İngiltere, Fransa nasıl ayakta duracak ve statükolarını nasıl koruyacaklardı? Dolayısıyla Osmanlı'nın tasfiyesi gerekiyordu ve bu tasfiye planları I. Dünya Savaşı'ndan önce yapılmıştı. Kitabınızın üst başlığı 'Lozan ve Osmanlı'nın Reddedilen Mirası'. Ne oluyor Lozan'da? Lozan Antlaşması öncesi bizim komutanlarımız arasında müthiş bir dinî asabiyet gelişmişti. Adeta Yahya Kemal'in dediği gibi 'Bu son ordusudur İslamın' havası vardı. İngilizler Milli Mücadele'de bu havanın doğmasını hiç istemiyorlardı ama bu hava bir şekilde oluştu. 1922 sonlarına baktığımızda bu moralle Osmanlı'nın yeni bir İslam devletine doğru gittiği gibi bir beklenti vardı herkeste. Hatta İsmet İnönü, Lozan'a giderken bir Hindistan gazetesine 'Hilafet için kanımızın son damlasına kadar mücadele etmeye hazırız' ifadesini kullanıyor. Ama Lozan'da her şey değişti. Türkiye bu kafa ile giderse onunla anlaşmayacaklardı, bu çok açıktı… Lozan'dan önce çok büyük iki hata yapıldı: Birincisi ordu terhis edildi. İkincisi Ankara hükümeti başkenti İstanbul'da bulunan Osmanlı Devleti'ni ortadan kaldırdı. LOZAN'DA OLUP BİTENLER Devleti olmayan bir hükümet yani, öyle mi? Evet. Saltanat kaldırılınca artık devletsiz bir hükümet olduk. Dünya tarafından tanınmamış bir hükümet. Peki Lozan'da bir antlaşma imzalanmasaydı bundan kim kazançlı çıkacaktı yahut kim kaybedecekti? Yunanistan mı kaybedecekti? İngiltere mi bundan etkilenecekti? Hayır. Kaybedecek tek taraf bizdik. Bu antlaşma imzalanmazsa devlet olmamıza izi verilmeyecekti. Bu anlam çıkıyor bundan… Bizim meşruiyetimiz ancak Lozan ile sağlanacaktı. Lozan kabul edilmez diye endişe eden bizdik. Burda kimin taviz vereceği de çok açık… Böyle bir dezavantajla gittik Lozan'a ve bize ne dayatırlarsa onu kabul etmek zorunda kaldık. Lozan'dan sonra reform hamleleri geliyor ardarda. Kitapta ayrıntılı olarak anlatıyorsunuz. Sizce Cumhuriyet reformları arasında topluma en çok zarar veren hangisidir? Herhalde, medeni kanunla harf inkılabıdır. Birisi bir toplumdaki ferdin nasıl yaşayacağını belirleyen bir kanun; öteki de senin bütün tasavvur yeteneğini, kültürel birikimini hak ile yeksan eden bir reform. Dolayısıyla en geniş kapsamlı etkiye sahip olan bu ikisidir diyebilirim. Bir tarih araştırmacısı olarak bu hadiselerle karşılaştığınızda ne hissediyorsunuz? Okuyucu kitabı aldığında bu gerçeklerle bir anda karşılaşıyor ama, ben araştırma sürecinde tabiatıyla parça parça karşılaşıyorum ve her karşılaştığım gerçekte, artçı şoklar yaşıyorum. İçimizi yakan şeyler bunlar. Bir olay nasıl bu kadar anlamsız hale getirilir ya da tersine çevrilir bir tarihyazımında… Gördüklerim, okuduklarım karşısında oturup ağlamak yahut çıkıp isyan etmek geliyor içimden! Satılık İmparatorluk Mustafa Armağan Timaş Yayınları
  15. ORUÇ Sanma oruç, bu akşam tıklım tıklım ye diye; Bu akşam, yarın oruç tutabilmek için ye. (1974) http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/4063-oruc/ Bir de BEKLEYEN şiirinden ölürsün kapanır yollar geriye ben mezarla sırdaş olur beklerim varılmaz hayale işaret diye toprağında bir taş olur beklerim Yukarıda kıta söz şeklinde geçmiş. O da Üstad'a aittir. Ayrıca "Kadın ; Hristiyanlıkta yol kesici bir engel, islamda ise yol açıcı bir kanattır." "İhya etmek için ne kadar ilim lazımsa imha için de o kadar cehalet kafidir..." "Biz BİZE Gerici Diyenlere Ancak DEH Demek İçin Gerideyiz .." "Son günüm yaklaştı görünesiye, Kalmadı bir adım yol ileriye; Yüzünü görmeden ölürsem diye, Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim." Son günüm yaklaştı görünesiye, Kalmadı bir adım yol ileriye: Yüzünü görmeden ölürsem diye, Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim. (N-F-K/1924) http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/673-anneme-mektup/ "Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan; Bana rahat bir döşek serince yerin altı, Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan..." KALDIRIMLAR 3 Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan; Bana rahat bir döşek serince yerin altı, Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan… (1927) http://www.n-f-k.com/siirler/kaldirimlar-3 Bunlar benim farkına vardıklarım. Arada güme gütmesin, dikkatten kaçmış olmalı. Yetkin arkadaşlar da biraz vakit ayırırlarsa bu tasnif önemli. Biraz dağınık oldu ama :)
×
×
  • Create New...