Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

NFK-Fan

Admin
  • Content Count

    2,361
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    67

Posts posted by NFK-Fan


  1. TARAFSIZ

     

    Bu kelimeden iğreniyorum. İnsan, taraf demek... Tarafsız fikir, cisimsiz gölge gibi birşey...

     

    Lokantanın yemek listesinde bile taraf var... Tarafsız yemek isteyen "bana 250 gr. karbon-hidrat getirin!" demekten başka ne yapabilir? Oradaki, renk, koku, lezzet, ton. mâna ve herbirinin arasında ince, kalın farklar var; mutlaka taraf mevcut... Bir kadını beğenmenin, bir koltuğu yerleştirmenin, hattâ muslukta taharetlenmenin bile asgarî bir taraf ölçüsüne ihtiyacı besbelli... Renklerini paletinde ezen ressam, onları kondurmak için tablosunda boyuna taraf arar ve o sayede dünyasını kurar.

     

    Zaten tam tarafsızlığa imkân mı var ki?.. Kendisini tarafsız gösteren gazete, şu veya bu taraftan olan veya olmayanları kaçırmamak için böyle görünür; hakikatteyse mangırdan tarafa hareket eder. Allah, taraf duygusunu öyle işlemiş ki içimize, tarafsızlık taslamakta samimiyetsizlik de var...

     

    Bir gün, herşeye tarafsız gözle baktığını ilân eden bir profesöre sormuştum:

     

    — Allaha inanıyor musun?

     

    — Mümkünattandır, demişti; olabilir de olmayabilir de...

     

    Allahı, en basit mahlûk, âdi bir eşya gibi gören bu hamakat dâhisinin karanlık suratına tükürmek istememiştim. İnananın da, inanmayanın da birlikte tüküreceği surat... Tarafsızlık suratı...

     

    İyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzelle çirkinin içice kaynaştığı bir âlemde, tek davranışı seçmek ve değerlendirmekten ibaret olan insanoğlunun düşebileceği en âciz ve o nisbette sefil dereke, sadece tarafsızlıktır.

     

    Dedik ya; tam tarafsızlık zaten olmaz. İşte bizim, büyük istikametlere, inanış kutuplarına karşı son zamanlardaki kayıtsızlık ve istidatsızlığımız, gafletten tarafa olmamızdan geliyor. Onun içindir ki, istismardan tarafa olanlar, bu gafletten tarafa olanları ha bire sömürüyor. Ve biz, mutlak taraf sahipleri, başıboş çoğunluktan iltifat görmemenin meraretini yaşıyoruz.

     

    — Ne tarafa, dostum, Ko-va-dis?

     

    — Hiç! Rastgele bir tarafa...

     

    Fert ve cemiyet halinde işte bu ölçüye göre yaşıyoruz. Bu gidişle bize hiçlikten başka bir taraf kalmayacağını da, tarafsız olduğumuz için, anlayamıyoruz.

     

    1.2.1965


  2. Selamlar,

     

    Yazı ve bu yazıdan yola çıkarak müellif hakkında bazı eleştirilerim olacak, fakat nedamet kardeşimiz bunlardan dolayı alınganlık göstermesin. Hedefimiz kendisi değildir. O sadece yazıyı paylaşan bir elçi burada, karıştırılmasın. Nitekim edebiyat çevrelerinde ne gibi galiz hatalar yapıldığını görmek için iyi bir fırsat tanımış oldu bize, kendisine teşekkür ediyorum. Hafakan arkadaşımız da herhangi bir muhalefet şerhine yer verilmediği için kızmış olmalı. Neyse, büyütmeyelim lütfen...

     

    ..." Geceleyin kaldırımlarda dolaşması ve genç erkekleri davet etmesi onun bir fahişe olabileceğini düşündürür. Ancak vecde ve hayale yapılan göndermeler onun metafizik bir varlık olabileceğini de gösterir. Ancak genel olarak Necip Fazıl’ın eserlerinde kadın karakterlere baktığımız zaman bu iki anlamlılık kaldırılabilir. Onun eserlerinde kadınların ya tamamen gizemci öğelerden oluşan ya da tam tersine boş, namussuz ve çirkin yaratıklar olduğunu görürüz. Şiirlerdeki erkek anlatıcılar oldukça karmaşık, zıt istekleri olan insanlarken, kadın karakterlerde bu karmaşıklık yoktur. Genel olarak, roman olsun, tiyatro olsun ve şiir olsun bütün eserlerinde kadın tek boyutlu bir tipi simgeleyen karakterlerdir. Sonradan reddetmediği şiirlerinde onlar sadece Allah’a doğru götüren manevi boyutu olan yaratıklardır. Kadına bakışına dair birçok yazıda zikredilen ‘Kadın’ adlı şiirinde onları şöyle anlatır: ‘Kalıp değil, bir fikir…’ Fiziksel olan (kalıp) ile manevi olan (fikir) arasındaki zıtlık apaçıktır. ‘Kadın’ şiiri kadının Allah’a giden yolun bir timsali olduğu söylenerek ile biter. ‘Kaldırımlar’ın son bölümündeki kadının da daha çok ruhani bir varlığı olduğu ikinci dörtlüğün son dizesi ile anlaşılır."

     

    Bu ifadede sığ bir bakış açısının hakim olduğu bedihidir. "Gizemci öğelerden oluşan" ifadesi zaten gramer zaviyesinden sakattır, fakat buraya dokunmaya gerek yok. Yazarın ecnebî bir öğretim görevlisi olmasını da göz önünde bulundurursak ifadenin oluşturuluşuna dair herhangi bir muhalefet şerhi koymayıp yorumlayıştaki sığlığı ele almaya geçelim:

     

    Üstad, kadını iki değil, üç cepheyle ele alır ve eserlerinde işler. Birinci cephe, münekkid bey'in "boş, namussuz ve çirkin yaratıklar" sıfatlarıyla yorumladığı, şehvani yönlerini ön plana çıkaran ve derinlikten uzak, "erkek objeliği"ne talip karakterlerden oluşur. Bu karakterlerin amacı tamamıyla cinsiyet istismarıdır ve bu istismar, tenasülî bir hüviyet taşır. Yani sözkonusu olan; mana keyfiyetiyle, hisleriyle, beyniyle, cinselliği yerine cinsiyetiyle erkekleri kontrolü altına alan, teslim bir hakimiyetin sahibi kişiler değil de, uryanlaşarak bu işi gerçekleştirmeye gayret eden, yahut cinsel vurguları herhangi bir şekilde önplana çıkaran, dişiliğini bu yönüyle hissettirme gayretine giren kadınlardır. İkinci işleyiş tarzında ise üstad mücerret kadını değil, kadının mücerretini ele alır. Yani, sözkonusu olan tamamen fikir hududuna hapsedilmiş bir kadın değildir. O, gerçek hayattaki varlığıyla değerlidir ve mücerret bir kıymet ifade eder. Bu kadının "maddi varlığının sahip olduğu" manevi keyfiyet vurgulanır. Yazarın çuvalladığı nokta da tam burası. O, üstadın "Beklenen" şiirinde ele almış olduğu mücerret kadın tipinin, üstadın eserlerinin geneline yayılmış olduğunu ima ediyor ve bu tipin sadece fikirde yaşadığı mülahazasını sezdiriyor. Bu tip aslında üstadın işlediği bir tiptir, fakat bu, bir üçüncü bakış açısıdır, genele ait değildir. Yani kadının mücerreti, mücerret kadından daha sık işlenmiştir üstadın eserlerinde. Nedir kadının mücerreti? Kadının, yani yaşamakta olan, hayat sürmekte olan canlı bir varlığın, sahip olduğu ruh keyfiyetiyle tesir sahibi olabilen, bu keyfiyetiyle değer ifade eden yapısıdır. Mediha hanımdır, Neslihan hanımdır, Aynadaki Yalan'daki Hatice'dir, hatta Belma'dır; Anadolu annesidir, yahut kültürlü olmasına rağmen asla burnu büyümemiş olan derin bir İstanbul kızıdır. Bu, üstadın arzuladığı bir tiptir ve onun maddi varlığını basamak olarak kullanarak Allah'a ulaşmak ister üstad. Tasavvufun bakış açılarından birisidir bu. Fakat bu kadın tam manasıyla mücerretleşmemiştir. Bir miktar platonikleşme sözkonusu olsa bile bu, maddi varlığın reddini gerektirmez. Kalıptansa fikrin, müşahhastansa mücerretin önde tutuluşu ise üstadın genel bir temayülüdür. Bu, erkek için de farklı değildir ki?.. Bir de mücerret kadın vardır ki, Beklenen şiirinde işlenen kadın tipi budur. Bu kadın tamamıyla Mecnun'un, Leyla'ya bakışında billurlaştırdığı kadındır ve üstadın kadınla ilgili kullandığı inceleyiş biçimlerinin üçüncüsünü oluşturur. Kadının zatından ziyade, insanın zihninde uyandırdığı ve ruhta gelişen imaj daha önemlidir bu tipte. Kadın, kıvılcımı çakmıştır, gerisi aşığın ruhuna kalmıştır. Bu açının genelmiş gibi gösterilmesi - ki genelleme, ademoğlu olarak en büyük hatalarımızı yaptığımız sahalardandır - ve rahatsız edici olabilecek bir ifade tarzıyla mevzunun bu şekilde yorumlanması, ancak dışarıdan bakan ve iyi bilmediği konu hakkında ahkam kesen münekkid tipine yakışabilir. Burada üstadın erkeği daha ziyade ele alması ve erkekle ilgili tespitlerinin daha geniş bir yelpazeye yayılması da gayet normaldir, çünkü kendisi sanatkar bir erkektir ve derinine inerek çizdiği erkek tipinde, çevresinde şahit olduğu erkekleri ve hususiyetle de kendi iç keyfiyetini, tasvip ettiği ve etmediği yönleriyle, menfileri ve müspetleriyle, gerçek hayattaki hali ve kendi içine bakan fikir penceresinden sızanlarla yansıtmaktadır. Empati saplantısı da yoktur üstadda, gerektiği kadardır bu onda. Üstadın Çilesinde "kadın" başlığında, başlı başına bir bölümün bulunması ve Aynadaki Yalan'ın, yani tek romanı olduğunu söyleyebileceğimiz eserinin ele aldığı mevzular arasında kadının öne çıkması, bu mevzuda girift noktalara nüfuz edilmesi de gözden kaçırılmamalıdır. Ayrıca üstadın eserlerinde tek boyutlu bir kadın incelemesi yoktur, manevi boyutu öne çıkarılmış bir kadın arzusu mevcuttur yalnızca. Bu kadın tipini yer yer billurlaştırır ve arzular üstad. Bu ise onun dünya görüşüyle ilgili bir durumdur ve böyle bir "tespit"e girişmeye, bu tespiti bu şekilde yorumlamaya gerek yoktur. Tabii bir neticedir bu. Üstad bu kadın tipini sever, hikmetofsa sarı verasını... Bu üstadın kadını işleyişindeki kısırlıktan değil, arzulananın özelliğinden ileri gelir.

     

    Yazının diğer yerlerinde de dikkat çeken hatalar var. Tasavvuf şiirinin, arzulananı anlatma hususunda başvurduğu tasvirlerin farklılaşması yazıda belirtildiği ölçüde net olmadığı gibi, vaktin şartları tabii olarak şiirlerin oluşturuluşunu etkilemiştir. O devrin çevre şartlarıyla bu devrin çevre şartları arasında ciddi farklar vardır. O devre şairleri "Has bahçe" ile iç içeyken bu devredeki şairler, misal, kaldırımlarla ilgili olmak durumunda kalmıştır. Burada atlanmaması gereken nokta, Üstadın ve Karakoç'un realizme saplandığı düşüncesinin yanlışlığıdır. Sembolleştirme, her iki devreye ait şairlerde de, birbirine yakın düzeydedir. Geçmişin şartlarından, o devrin şairleri soyutlanarak bir neticeye varılmaya çalışılırsa, eski şiirin daha sembolist, yenisinin ise daha realist olduğu neticesine varılabilir ki bu da önemli bir bakış açısı yanlışı olur. Yani burada doğru bir tespit yapılmakla beraber, realizmin baariz bir şekilde önplana çıktığı düşüncesi basit bir nüansın gözden kaçırılması sebebiyle bir hatanın neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim ilerleyen kısımlarda, "sembolizmin babası" diyebileceğimiz Baudelaire'in, sanat anlayışı yönüyle üstadda göstermiş olduğu belirgin etki üzerinde bir şeyler yazmıştır münekkid bey. Gösterdiği farklar ise sanat anlayışı ile ilgili değil, ele alınan konulara bakış açısı şekli ile ilgilidir.

     

    Kaldırımlar şiirini, tasavvufî bir şiir olarak yorumlamak cinayettir. Tasavvuftan bihaber olabilir bir insan ama, çarpıtmanın bu kadarını da görmezden gelemeyiz. Kaldırımlar'da işlenen fikir çilesi teması, tasavvuftaki ayrılık acısıyla çok çok zorlama bir yorum vasıtası ile yakın anlamda kabul edilebilir, fakat bir fikir adamının tasavvuftan uzak olarak, batılı ve doğulu muzdariplerin çektiğine benzer bir mahiyet gösteren metafizik acısını anlattığı bu şiiri tasavvufî bir şiir olarak yorumlamak, tek kelime ile uçmaktır. Bir kere, üstadın bu şiiri yazdığı dönemde içerisinde bulunduğu hali de göz önünde bulundurmak gerekir. Üstadın Paris sokaklarını arşınladığı kumarbazlık devrinde yazılan bu şiir, tam manasıyla bir buhran şiiridir, tasavvufla ilgisi yoktur. Tasavvufun konusu farklıdır.

     

    "Yürüyorum kimsesiz bir sokak ortasında,

    Yürüyorum arkama bakmadan yürüyorum."

     

    Hey yavrum hey! bu katl hadisesi hakkında konuşmak dahi yersiz aslında. Bir öğretim görevlisinin, hem de hakkında yazmakta olduğu şiire Bismillah denilen bir yerde kalkıp da böyle bir hata yapması, onun ilmî ciddiyeti hakkında bizleri endişelendirmeye kâfî gelecek bir misaldir. Bir öğretim görevlisi işini herşeyden önce ciddiyetle yapmalıdır. Bu korkunç hatayı bir otoriteye hiçbir şekilde yakıştıramayız. Şiirin eski versiyonlarını da biliyoruz. Şiir ilk oluşturulduğunda da, son halinde de, ilk mısra "Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında" şeklindedir. Nitekim bu konuda Prof. Dr. M. Orhan Okay'ın yaptığı araştırmayı da yakın bir zamanda sitede paylaşmıştım. Bu bir ayıptır. Kişi, hakkında yazı yazmakta olduğu şiiri bile adam gibi yazamıyorsa, giriştiği işteki ehliyeti üzerinde etraflıca düşünmek iktiza eder.

     

    "Biri benim bir de serseri kaldırımlar" mısrası için de aynı şeyleri söylemek mümkün, fakat hüsn-i zan ediyor ve bunun bir klavye hatasından ibaret olduğunu düşünüyoruz.

     

    Daha sonraki bölümde, Karakoç'la ilgili kısımda "Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak" şeklinde bir mısra kullanılmış. Şiirin ilk halinde bu mısranın böyle olup olmadığını bilmiyorum. Fakat mevcut olan matbû halinde bu ifade "Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak" şeklinde. Artık bunun da bir hata olabileceğine ihtimal vermek istemiyorum. Eğitim sistemimizin teslim edildiği eller hakkında biraz daha ümitvar olabilmek için...

     

    Sürç-i lisan eylediysem affola...

     

    Saygı ve selamlarımla


  3. Selamlar,

     

    Nefî'nin:

     

    Saadet ile nedim olalı peder, hana

    Ne mercimek görür oldu gözüm ne tarhana

     

    Şeklinde başlayan ve "Babasını bile hicveden şair" ifadesiyle anılmasına vesile olan hicvin devamını bulabilecek bir erbab varsa, bizimle bunun devamını paylaştıkda ziyadesiyle memnun ve mesrur oluruz efendim...

     

    Saygı ve selamlarımla


  4. Selamlar,

     

    Yukarıdaki soruyu Cihat sormuş kabul edin, bir torpil geçin fakire. İlk mesajı okumayınca bodoslama bir giriş yapmışım. Malum birkaç gündür yoktum, ee genç sayılırım, kanım kaynadı, bir soru sorayım dedim. Yoksa kurallara sonsuz saygım vardır bilirsiniz. Kusurumuza bakılmaya. MSN'de Cihat efendi fakiri epeyce kalayladı. İnanır mısınız, bir an ekrandan bir el uzanıp kafamı gözümü patlatacak sandım. İnanmadınız mı? İnanmazsanız inanmayın yahu, inandırmak zorunda değilim ki. Neyse. Heyetten özür diliyorum.

     

    Saygı ve selamlarımla


  5. EŞŞEK HÜRRİYETİ

     

    Namaz müspet aksiyoniyle bilinir; yani kılındığı görülmekle... Kılınmazken kılınmadığı belli değil... Oruç ise bunun aksidir. Menfi aksiyoniyle anlaşılır; yani tutulmadığı surata çarpılmakla... Tutulurken de tutulduğu belli değil... Öyleyse namaz kılmayan bir adamın edasında ona hakaret göziyle baktığına dair bir alâmet yoktur; oruç tutmadığını surata çarpan birinin tavrındaysa, dine saygısızlık açık... Bu yüzdendir ki, Şâfi fıkhında, halk içinde oruç yiyenlerin cezası müthiştir. Dine sövmenin cezası neyse o...

     

    Şu halde oruç tutamayan biri, suçunu yalnız bu kadar bırakmadığı için, tutmamak fiilini mutlaka gözlerden kaçıracak ve Allah uğrunda aç ve susuz kalanların yüzüne sigara dumanı üflemenin veya huzurlarında ağız şapırdatmanın Allah ile alay etmeye kadar varan şenaatinden uzak kalacaktır.

     

    Bu inceliği vaktiyle ApostoPlar, Mığırdıç'lar, Mişn'lar bile idrak eder ve Ramazanda, Müslümanların karşısında sigara içmezler, şunu bunu atıştırmazlardı.

     

    Bugün ise lâiklik dine hakaret mânasında alındığı için, her biri, doğumunda nüfus kâğıdının ve ölümünde musalla taşının sahte Müslümanları, oruç yeme fiilini şahıslarına inhisar ettirmek yerine cemiyet meydanına intikal ettirmekle, tavır ve eda halinde Müslümanlığa sövmüş oluyorlar ve hareketlerinin mânasını idrakten âciz, bir gaflete düşmüş, daha doğrusu düşürülmüş bulunuyorlar.

     

    Eğer Batının lâik memleketlerinde bizim orucumuz tarzında bir ibadet şekli olsaydı, bütün bir milletin mukaddesatına karşı böyle bir lezit tavrı karşısında ne gibi bir tepkiye yol açılacağı görülürdü. Ne çare ki, Batılılığı, onun kendi dinine muhabbeti değil de, İslâmiyetten nefreti şeklinde ele alanlar, şuuraltı bir davranışla, efendilerine sadakatlerini bu türlü göstermek sevdasındadırlar.

     

    Halbuki Batıyı bu mevzuda konuşturmak mümkün olsa, alacakları cevap şudur:

    —Ben İslâmiyetten değil, sizin gibi Avrupalıya yakınlığı ancak alafranga hela küvetlerinde gerçekleşen eşşek hürriyetiyle hür, kazurat yaratıklardan nefret ediyorum.

     

    12.1.1965


  6. Selamlar,

     

    Aşağıdaki parçalar, Zarifoğlu'nun Yaşamak ismini taşıyan, okumaktan ziyadesiyle zevk aldığım günlüğünden alınmıştır.

     

    ANKARA 1970. mutluluk üzerine bir cümle söylemeyi düşünüyorum. Çelişmesiz ve imla kurallarına da uyabilsin. "Aniden açılıyor kapı, içeriye kim girse beğenirsiniz.." gibi felan başlayan, Otuz kişilik koğuşta kömür gibi yatıyorum. Bu bindokuzyüz yetmiş yılında ben nerdeyim. Şüphesiz dışarı cehennemdir diye düşünüyorum. Yabancılar için avrupanın elinde, ömrün süfli bir kesitine hitap eder cinsten bayağı bir mutluluk kalmıştır. O zaman:

     

    Mutluluk mudur bu kalan?.. Onun için daima dönülür.

     

    O zamanlar olanların farkında değildim. Mahalle arkadaşlarımla öteki mahallelerden birine nedense döğüşmeye gittiğimiz bir gün yapayalnız bırakılınca anladım: Bizim sokağın yokuşunu bağırıp çağırmadan hızlı hızlı iniyorduk. Bir tahta parçası bulmuştum ve onu avucumda tartıyor, elimin kavislerine alıştırıyordum. Sebeb bizimkilerden biri oradan geçerken dayak yemiş olacak. Başka ne olabilir? -Ara sokaklardan geçip gidiyorduk, insanların bizim nereye gittiğimizden haberleri yoktu. Toplandığımız ve karar verdiğimiz ve gitmekte olduğumuz kendimizde duruyordu ve yoldan geçenler bunu bilmiyorlardı.

     

    Karşımızdan gelenlere bakıyor gururlanıyordum. "Madem ki" diyordum "bir sırrımız var.." gerisini hatırlamadığım cümlelerle seviniyor ve sevincimden nereye gittiğimizi bile unutuyordum. "İşte hayat budur" dedim, biraz büyüdüğümü, bir şey olduğumu hissettim. Çocukluğuma isyan ediyordum. Hayatı henüz hak edecek kadar büyümemişken elde etmiş olmaktan şaşkına dönmüştüm, ona buna çarpıyor, zaman zaman yerçekiminden kurtulmuş gibi sıçrıyordum. -Fakat bir ara kalabalıktan ötürü bizimkilerden arkada kalınca, bu duyguları yapayalnız taşımak çocuk kalbime ağır geldi. Utanarak başımı öne eğdim, onlara yetişmek için koşmam gerekince kulaklarıma kadar kızardım. Bereket herkesin işi vardı, kimse farketmedi durumumu. Daha düşman mahalleye gelmemiştik. Küçük bir meydanı geçiyorduk. Birden içimizden dayak yemiş olan çocuk, ilerdeki bir grubu gösterdi. "İşte onlar" diye bağırdı. Ama umulmadık anda karşılaşıldığından olacak bu seste genel bir tahrik bir hücuuum ifadesi yoktu. İsteksizdi hatta. Ama bunları çok sonra düşündüm. Zira "işte onlar" der demez o tahta parçasını bir kama gibi kavramış atılmıştım bile. Bizimkilerin durakladıklarını, hemen mi bir süre sonra mı ters yüz edip kaçtıklarını farketmedim bile. Küçükleri bile benden iri olan bir grup çocuğun içine daldım. Hiç birinin yüzünü görmüyordum. Galiba bunun için başımı biraz kaldırmam gerekiyordu. Ama döğüştüğüm kişilerin yüzleri, kişilikleri benim için hiç mi hiç önem taşımıyordu. Tekrar karşılaştığımızda hatırlamamak için görmemeyi bile yeğliyordum. -Tanrım, yüzüne bakmadığın bir insanla nasıl döğüşebilirsin?

     

    Bir iki tanesine vurdum. Düşmanlık yoktu içimde, içlerinden biri tahta bıçaklı kolumu tutmaya çalışıyordu. Başardı. Kollarımdan da yakalamışlardı. Biraz daha iri biri, -onun ağır ağır telaş etmeden yaklaştığını gördüm, elini enseme atınca kuvvetinin büyüklüğünden dizlerim çabucak bükülüverdi. Ona hiç zahmet vermemişti beni yere indirmek, kolayca iniyordum çünkü. Belimden, ensemden, kollarımdan, hatta ayaklarımdan tutulmuştum. Rasgele vuruyorlar, nefes almayı bile zorlaştırıyorlardı bana.

     

    Bağırmalar vardı ama bunlar beni doya doya dövenlerin hınçla hırlayışlarına benzemiyordu. Ayırmaya çalışıyordu büyükler ve bir anda tüyleri cellatlarının elinde kalan bir horoz gibi beni onlardan ayırdılar. Saçlarım dağılmış, yüzüm ellerim kan içinde kalmış, ceketimin beli omuzlarıma çıkmış, pantolonum yan dönmüş gömleğim dışarıya çıkmış, düğmelerim kopmuştu. / Düğmelerden biri iliğin içinde ipliği ile sarkmaktaydı. Tersiyle yüzümü sildiğim kanlı elimin parmakları ile onu tuttum. Tahta hala elimdeydi, onu daha uzun süre atmadım. Hala saldırmak istiyordum. Bakındım, neredeydi arkadaşlarım. Hiç biri yoktu. Onbeş kişiden fazlaydık ve hiç gelmemişler gibi yoktular.

     

    Kavrayıncaya kadar müthiş bocaladım.

     

    Karşımda, sarkık duran ellerde de bana vurmaya istek kalmadığını görüyordum.

     

    / inandığın bir harekette, yanındakilerin kararlılığını kritik anlarda anlamaktan Allaha sığın /

     

    Döndüm ve uzaklaştım.

     

    Gelirken bir savaşçı gibi gelmiştim. Dönerken bir yenik değildim, küçük bir filozof olmuştum.

     

    Mendille kanlarımı silerek girdim mahalleye. Tahtayı attım.

     

    Çocuklar beni karşıladılar.

     

    Ama ben eve yürüdüm.

     

    Ne olurdu, beni görünce, konuşturmak için arkamdan gelmeselerdi, bir köşede toplu olarak dursalardı ve bana mahalleye gelmiş bir yabancıymışım gibi baksalardı.- Yıllarca hiç bir grubun içine girmemekte daha haklı olur muydum?

     

     

     

    İSTANBUL 1965. şimdi acım. Açlığa ve yürümeye dayanıyorum. Günahtır belki söylemesi, ama açlıktan tat almaya veya ona aldırmamaya başladım. Bu arada artık yürümek lazım. İstanbul büyüktür. İnsanın yatağı ile iş yeri ya da okulu arasında bir iki otobüs ve bazen vapur da vardır. Suadiyede oturuyorum. Burası benim için bir gün, içimdeki bütün ölüleri gömüp gideceğim bir mezarlık. Ama bu gece onbire doğru Beyazıttaki Marmara kıraathanesinden çıktım. O kadar beklediğim halde Mehmet Genç de Sezai Ağabey de Rasim de Şuayb da Abdurrahim de gelmediler. Garson Hulusi efendiye "çay kalsın, birazdan yemeğe gideceğim" dedim. Ama işte üç saattir bir türlü yemeğe gidemiyorum. Sırtım dönük olduğu halde bütün gürültülerin içinden iki kanatlı kahvehane kapısının o yağlı ve ılık açılışını duyuyorum ve bizimkilerden birinin o yavaş patırtısız ve entellektüel gelişini hisseder gibi oluyorum.-Hulusi efendinin ocak tarafına yönelmesini beklemeden, onun, aşağı yukarı hepimizin, etinin içini, iskeletinin şemasını görür gibi, sakin, içerden bakışı altında dışarı çıktım. Sonradan bir önceki vapura doğru. Karaköye kadar yürüyeceğim. Vapur için öğrenci pasom var. Kadıköyden Suadiyeye kadar dört kilometreyi ya yürüyeceğim ya da yürümeyeceğim. Otobüs yirmibeş kuruş. Benim bu gece on kuruşum var. Şimdi kim olduğumu anlıyorum, elimde net delillerim var, zihinsel bütün imkanlarımla, duyularımın bütün imkanlarıyla şimdi bu onbeş kuruşun peşindeyim. Bu kadar küçük ve net bir hedefe hayatın bütün amacıymış gibi yönelmem ben'i basit hatlarla şekillendiriyor. Bütün hatıralarım ve aşklarım kıymetten düşüyor. Gittikçe büyüyen o absürde kolkola girmiş birbirimize yaslanarak yürüyoruz, inadına; yalvarışlarım, peşte koşuşlarım, israflarım, dil döküşlerim, yenişlerim bastırıyor. Oysa şimdi başlıyor gibi bir şey, Çemberlitaşa doğru yürüyorum. İnsanlar, karanlıkta aniden çıkıp havlayan köpeğin karşısında kalakalan çehrede kanın çekilişi gibi çekilmişler. Ah İstanbul benimsin. Sokaklarını leş üleşir gibi basan insanlar yok. - Ve işte bir kere daha, Çemberlitaşı geçince Piyer Loti caddesine doğru, asvaltla kaldırım taşlarının birleştiği tozlu, ve çöplerin birikintiler yaptığı noktada, gözlerimi yerden bir an bile kaldırmadan yürüyorum. O bakır beş kuruşluklardan bulmaya çalışıyorum. Sultanahmet otobüs durağına kadardır bu iş. Ondan sonra nedense bulunmaz Ve işte bir beşlik. On adım, yüz adım daha ve işte iki beşlik daha, hemen hemen yanyana. Döndüm tamamlayınca. Cağaloğlu yokuşundan inmeye başladım. Gülhaneden bu saatlerde geçmeye korkarım. Derken Sirkeci. Son trenlerin kalabalığı, hep geç kalmış erkekler. Bu alandan bu saatlerde hep rüzgar çıkacakmış ve birbirimize karışacakmışız gibi geçtim ve bir kere daha geçtim . Köprüde bir velinin eli çağırmış ve tutmuş gibi dağılır bu. Vapur ışıklarını yakmış bekliyor. Turnikeler evlerin bahçe kapıları gibidir. Beklemedeki kitapçılar kapanmıştır. Kitaplar üzerine çekilmiş kapaklar soğuk. Kısa boylu tıknaz satıcısı, tezgahının etrafında bir yağ bidonuna sürünüyormuş gibi sürüklendiği o bir kaç adımlık yerden ve tüm gün süren duygusuz alış verişinden sonra şimdi karısının koynunda sabahlamaya çalışıyordur.- Vapur ev gibi alır, sarıp sarmalar, sıcak bir köşesine çeker, ve bütün geçmişin o güne has bir hülasasını içime çörekler. -karşıma yaşlı bir sarhoş oturdu. Beni bir yerden tanıyormuş gibi kestirmeye çalışarak baktı baktı, oturduğu yerden yalpalıyarak eğildi: "arakadaşım dedi, şimdi sen bana tam beş lira veresceksin, eksik olursa , anladınmı gücenirim". Yol boyunca İsrar etti. Vapur yanaşırken kalktı, sıraların arasına yürürken bir yandan da porsumuş koluyla beni göstererek bağırmaya başladı: "Yuh be, adam olacak şuna bakın, o kadar dil döktük, mecbur muyduk." Sıraların arasında sallanarak ayakta durdu. Sıkı sıkı yumduğu avucunu açarak bozuk paralarını göstererek, "işte hepsi diyorum ulan, ulanlar, beş lira daha lazım, (beni gösterdi) şuna bakın adam olacak be, adam ne demek, ne demek adam, para hepimizin parası değil mi, hükümet hepimizin hükümeti değil mi, şarabımızı rakımızı hükümet yapmıyor mu, şarapçı hükümetim benim sevgilim, (beni gösterdi) anlayışsız vapurcu seni para; para! hepimizin parası para ortak mal, sen kimin parasını benden saklıyorsun, paranın kimi sende kimi onda para hepimizin. Ben paramızı, beş liramızı istedim, yuf be."

     

    Birden sakinleşip yan sıradaki birinin yanına oturuverdi. Hafif fısıltıyla, "haydi abi dedi, sen ver şu milletin beş lirasını bana, tamamla şu mereti."

     

    Vapurdan, gecenin sessizliği içinde bir yalak akıntısı gibi çıktık. Dört numaralı Kadıköy-Bostancı otobüsüne seçilip yöneldi bir kısım, biletçi önden itibaren gelmeye başlıyor, bakır bozuklukları biraz sıkılarak uzattım. Yol boyunca bileti parmaklarımın arasında yuvarladım, buruşturdum, açtım, okudum, tekrar katladım, Bağdat caddesinden sahile doğru inen Akın sokakta iki yanlı evlerin bahçelerindeki bütün köpekleri havlatarak inerken farkına varmadan elimden düşürdüm. -Oda : şimdi başka bir hülasası geçmişimin.

     

    Oda ve sen

    Dayanabilirsen

     

    Bize ağır gelen kendimizdir. Yolda, okulda, işte, başkaları ile birlikte taşıdığımız kendimiz.

     

    Odun sobasının yanındaki küçük sehpanın üzerinde unutulmuş küçük bir elmayı ağır ağır yedikten sonra, yataktaki bir kokuyu araya araya uyudum.

     

     

     

    MÎLANO 1967. kalın taş duvarlarında aslan başlarından sular boşanan ya da insan ve aslan başları boşanan istasyon. Boz renkli kütlevî yapılar, gökten çamur halinde bir toprak parçası atılmış ve yeryüzüne düşerken o çamurlar o binalara dönüşmüş gibi çünkü insanlar için yapılmışa benzemiyorlar. Bir kan olayının hareketsiz ve duygusuz arka duvarları gibidirler. Tam meydanın ortasındayım geri geri yürüyorum boz duvarların hayvanat bahçelerinde kavanozlardaki yılanlar gibi nefes alıp verdiğini görüyorum anamdan babamdan uzaklardayım.

     

    durmadan yenen ve kusulan bir yemek gibi istasyonun büyük kapılarına ve merdivenlerine atılan dışarıya ve içeriye doğru hiçbirini tanımadığım ve birbirlerini tanımayan insanların bakışlarındaki esrarı kendi inançlarım içindeki yerini ve yorumunu bulmaya çalışıyorum. İşçilerin düzenli vuruşlarla kestikleri ağaç yolların kesiştiği meydanın üzerine insanların ve arabaların üzerine düştü. Hiç bir inleme hiçbir yardım koşması ve hiçbir balta duymadım. Demek ki düşünüyorum o gökdelenler kadar boylu ve meydanın kenarında boylanmış bir ağacın düzenli vuruşlarla kesildiğini ve arabaların ve insanların kaynaştığı meydanın üzerine düştüğünü, tabiat ve şehir hayatını iki şeffaf resim gibi üstüste koyarak.

     

    Çay evlerinin ve aslanağızlarının çevirdiği o meydandan ibaret değildir bu koca şehir.

     

    Kaldırımdaki masalardan birine oturuyorum yer bakınıp bularak aylardan ağustos, kaldırım kahvehanesi kalabalık. Kâğıt kalem çıkarıp seni hatırlamamak mümkün mü diye yazmaya başlıyorum. Bir otomobil tam üzerime geliyor süratle, derin bir korku nefesi almama bile zaman kalmadan sarsıntıyla kaldırımın üzerine de atılıyor masalara çarpıyor yanağıma şişe gibi birşey çarptı sert ve muktedir şaşırtılmaz kaçamazdım bir kaç kişinin masa ve sandalyelerle birlikte ezilir gibi derdest olduklarını gördüm daha derin bir korku nefesi bile alamamıştım tam en büyük çaresizlikle kendim için geleni bekliyorken araba önümde bir duvara çarpmış gibi durdu. Direksiyonda bir kadın var. Müthiş sakin. Bir park yerinde durmuş gibi inmekte acele etmedi. Biraz bana baktı. Ezilir gibi olanlardan bir bay kapıyı şiddetle açmasaydı belki de inmeyecek miydi. Çabucak oldu. Adam kadına vurdu. Araba üzerime yeni gelmeye başlamış gibi yerimden kalktım, vahşet çabuk etkiler bizi, kaslarımın sıkılaştığını hissettim, kaya gibi ve bişeyi kollayarak yana çekildim yanağımdan kan akıyordu kadını tartaklamaya başladı. Başı, tahta kırıkları, örtü, eğri demirler gibi şeylerin içinde ayakları beceriksizce uzatılmış çocuk gibi bir şey vardı arka tekerin altında. Ölmüş gibi kimse ilgilenmiyordu çıkarmak gibi bir şeye çalışmıyordu ve ben de eminim ölmüştü. Kadını adam kelimelerle boğmaktan bıraksa anlıyacaktı kadın, işte o zaman sanıyorum belki de bayılırdı, bağırıp çığlıklarla gerçeği bozmak isterdi. Ve oldu. Yüzünün rengi çekildi birden bire. Renksiz bir insan teni bembeyaz gibi hayır başka bir şey. Vücudundaki küçücük bırakılmalarda müthiş bir bayılma isteği vardı. Elini alnına ve başına götürmelerle kendini ayakta tutabiliyordu. Hudutsuz çöllerin metanetini kelimelerini içinde tutan ve derinden derine o kargaşaya rağmen o esmer adamın söylediğini duydum: La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azîm. Kaderin birdenbire bir çarpıcılıkla ortaya çıktığı bu kaza ile bu teslimiyet ve yaradana sığınma arasında birkaç saniye derin bir başıboşluk yaşadım. Şüphe mi hayır isyan mı hayır bunların hiçbirine uzantısı olmayan fakat bizim sınırında durmaya mecbur kaldığımız gerçeğin üzerimize bırakılırken doğurduğu deprem.

     

    Daha sonra değişik renk ve dillerine rağmen çöllerde arınıp yayılan kelimelerin onları da elde ettiğini ve itişmelerin durduğunu, ölü genç kızın üzerine yavaş yavaş bir annenin indiğini, polislerin esrarengiz bir çocuk oyunu oynuyor gibi oraya buraya görünmeyen şeylere bakındıklarını, yerleri tebeşirle çizdiklerini, boz renkli duvarların ölüme de hayata da aynı oranda yabancılaşmış hayvanat bahçelerindeki yılanlar gibi ve ne zaman gitseniz elinizin altında olan yıllar gibi nefes almaya devam ettiğini fakat insanların akşama doğru çölün arı kelimeleriyle çekildiklerini ve başlarını yastıklara serdiklerini gördüm.

     

    Seni hatırlamamak mümkün mü diye yazmaya devam ettim.

     

    Sarı başın ve mavi habire yakalar gibi olduğum bakışına şimdi o arabanın kaldırıma fırlayış anı da karışıyor ve o annenin hayır sonradan ablası olduğunu öğrendiğim kadının o ölü şokunun üzerine doğru yüzümüze çarpan havayı yırtar gibi inişi hatıralarımıza yavaş yavaş engel oluyor ve gece geç saatlere kadar otelin penceresinden, Dom'un, yerin içinden toprağı acıtarak çıkmış gibi yükselen sivri ve saçaklı uçlarına bakıyorum.


  7. HÜVELBÂKİ

     

    Türk duygu ve düşüncesine azamî derecede aykırı bir gazetede, milletvekilliği) idiasındaki bir şahsın "Parlâmento üyelerinin ödenekleri" adlı yazısını okudum. Bu şahıs memleketi ve seçim bölgesi olan Afyon'a, dayak yemek korkusuyle gidemeyen, Afyon milletvekili Halûk Nur Bâki'dir; ve onbinlerce genci tezgâhlamış ve nur heykelleri şeklinde meydanlara dikmiş olan "Büyük Doğu" idealinin en sadık ve en ileri temsilcilerinden geçindikten sonra, 1960 cereyanlarının taşıdığı çeşitli eşya arasında Adalet Partisinden milletvekili seçilip evvelâ Partisine, sonra da idealine kıymıştır. Dâva ve gayemizin, ikincisi olmayan bu (1) numaralı kaçağı —Tavsiflerimiz en hafif cinsindendir— teşhiri için fırsat kolladığımız bir menfi kahramandır, sadece bu bakımdan ehemmiyetlidir ve bir zamanlar "Büyük Doğu" sahifelerinde, insan kalbine fiilen ve madde halinde "Allah" isminin nakışlı olduğunu yazmışken, şimdi ne kalbi olduğu meçhul bulunan yüreğinde "İnönü" ismini tuğralaştırmış bulunmaktadır.

     

    İşte bu adam, son zamanlarda unutulmuş bulunan ve Büyük Doğucular tarafından "Hüvelbâkî" diye anılan ismini büsbütün sileceğine, kalkmış, Türk duygu ve düşüncesine azamî derecede aykırı bir gazetede şu mahut ödenek bahanesiyle, yüzsüz bir solculuğa girişiyor ve yakası açılmamış uydurma kelimelerle ve harap bir üslûp içinde şunları geveliyor:

     

    "Benim kanıma göre parlâmento üyelerinin şu veya bu şekilde ödeneklerinin artışı milletin sinesine bir diken gibi batıyorsa bunun asıl nedeni; ne Anayasanın bu konuda zorlanması, ne de bu artışın komik yollardan yapılması değildir. Gerçekteki sorun şudur: Elinizdeki Anayasanın felsefesini topluma götürebiliyor muyuz? Otuz kuruşluk zam için, velevki kanunsuz olsun, bir grev isyan diye isimlendirilirse ve sonunda işçiler vurulur, sen parlâmento üyesi olarak susarsan, özel teşebbüsçü geçinir, Anadolu'daki tüccarın faiz altında inlemesine aldırış etmezsen elbette değil 35 bin lira almak, 35 kuruş alsan, milletin sinesine diken gibi batar."

     

    İşporta malı açık bir komünizma diyalektiği içinde, İlk defa enerjik hareketine şahit olduğumuz bir hükümeti, işçileri öldürmüş olmakla suçluyor ve hususî teşebbüsü koruma prensibine faizcilik süsü vererek bunu İslâmiyet değil de (Marks) anlayışıyle ayıplıyor. Ve sonra, bütün bunlar olmasa milletvekilleri ödeneğine zam yapmanın âdeta mubah olacağı hükmüne varıyor.

     

    Bay Halûk Hüvelbâki'ye, kendisini konuşturacağımız ve meydana çıkaracağımız güne kadar susmasını ve gizlenmesini tavsiye ederiz.

     

    31.3.1965


  8. ESKİŞEHİR HÂDİSESİ

     

    Anadolu'nun 20'den fazla yerinde verdiğim ve Ankara'da beni halkalayan, tarihî, destan çapında alâkadan sonra Eskişehir'de tekrarladığım konferans, ilk defa olarak, alâkaların yine en büyüğü içinde bir (sabotaj) teşebbüsüne hedef oldu ve sırf benim sert ve (enerjik) müdahalem yüzünden, birkaç, daha doğrusu iki tane, gözü dönmüş tip, linç edilmekten kurtuldu.

     

    Eskişehir garında, bana refakat eden 5-10 Üniversite genciyle indim ve büyük bir alâka çevresiyle kuşatıldım. Hazırlanmış, bekleyen otomobillere bindik, birer kahve içmek üzere büyük bir otelin lokantasına gittik.

     

    Arkamızdan bir polis cibi gelmiş ve otelin meydan yerinde kamp kurmuş bulunuyor. Konferansa 15 dakika var... Haber geldi: salon hıncahınç dolu; ve 5-600 kişilik oturma yerinde 3000 kişilik kalabalık... Salonun altında ikinci bir salonda, ancak hoparlörlerle dinlemek imkânına malik, yine büyük bir yığın...

     

    Arkamızda polisin maiyet (!) cibi, konferans yerine gittik, alkış, tezahür ve alâkayı tasvire çalışmak lüzumsuz... Vali muavini, Emniyet Müdürü, Birinci Şube Reisi, hâkimler, müdürler gibi hükümet ileri gelenleri de orada... Birçok öğretmen, yüksek tahsil genci vesaire...

     

    Konferansın içinde, birisi bana bir kart getirdi.

     

    Konferans içinde, bu türlü tartışmalara sözlerim bittikten sonra imkân bulunduğunu, fakat suallerin yazılı olmamasını, konuşmak isteyen her kimse iki kaşını ve alnını göstererek meydana çıkması gerektiğini bildirdim. Büyük alkış... Sol tarafımda, sete benzer bir köşede kamp kurmuş birkaç kişi arasında bir genç ayağa fırladı ve gayet öfkeli bir tonla, mutlaka böyle bir tartışma gerektiğini, bundan kaçamayacağımı, bunu karşılamak borcunda olduğumu söyledi ve sadece 8-10 kişi tarafından alkışlandı. Halbuki ben, onun teklifini evvelden kabul etmiş bulunuyordum. Bu gence, niçin bu kadar telâşlı olduğunu ve hangi peşin fikir ve maksada göre hareket ettiğini sordum. Bu defa da 3000 kişi beni alkışladı ve o tarafa doğru "yuha!"lar başladı. Heyecanı teskin ettim, dinleyicilerime kuvvetin ve salondaki fikir havasına hâkimiyetin bizde olduğunu, kuvvetin de karşı tarafa görüldüğü gibi şirret bir şey olmadığını, sabır ve tahammül gerektiğini anlattım. Sustular ve dinlediler. Tam 4 saat süren konferans ender bir vecd ve heyecan içinde alkışlandı. Hattâ onlar bile alkışladılar ve "ne o, alkışlıyor musunuz?" sualime "elbette!" diye cevap verdiler. Konferans sonunda Sakarya şiirinin okunması istendi. Tam şiiri okumaya hazırlandığım sırada o genç yine doğruldu ve haykırdı:

     

    - Bize söz vereceğinizi vâdetmiştiniz! Şiir okuyorsunuz! Müslüman sözünde durur! Kaçıyor musunuz?

     

    Yine bizimkiler tarafından haykırışlar ve yuhalamalar, "kahrolsunlar!" nidaları... Bin zahmetle heyecanı yatıştırdım ve gence döndüm:

     

    — Ben daha kürsüden inmedim ve sözümü yerine getirip getirmeyeceğimi göstermedim. Bu türlü davranış ve suçlandırış, hiç bir ahlâk, edep ve terbiye ölçüsüne sığmaz. Elbette ki, sonunda söz vereceğim. Bunu tecrübe etmeden, üstelik aykırı olduğunuz bir imanın ahlâk kaidesinden faydalanmağa kalkışarak tecavüze yeltenmeniz hangi sıfata uyabilir?

     

    Salonda yine bizim cephenin müthiş tuğfanı... O tarafta ise, artık silinmiş bulunan 7-8 yardakçıdan hiçbir eser yok... Sadece ortada kalmış ve maiyetleri tarafından terkedilmiş iki fert.. Biri, sözüm ona, doçent, öbürü asistan... Aynı akademiden, Adanalı bir grup da onlara her türlü hakareti yağdırmakta...

     

    Mahut genç, kendisine karşı kalkan yumruklar ve naralar önünde feryadı bastı. Aynen ve gayet rahat, kaydediyorum:

     

    - Kumarhanede basılmış olan bir adam, din propagandası yapamaz!

     

    Artık vaziyet, her türlü fikir ve dâva haysiyetinin dışına çıkmış, ilim ve fikre aynı fakültelerle karşı duramayan belli başlı bir zümrenin en sefil, rezil ve bayat yalan ve ithamlarına dökülmüştü. Emniyet kuvvetleri mahut iki şahsın üzerine yürüyen büyük yığını durdurmaya bakarken, ben mikrofonu elime aldım ve haykırdım:

     

    - Eskişehirliler! Bana sevginiz ve saygınız varsa durunuz ve beni dinleyiniz!

     

    Âni sükût ve hareketsizlik...

     

    - Yapacağınız her hareketi, şahsıma ve dâvamıza saygısızlık telâkki edeceğim! Bunları kendi hallerine bırakınız ve hiçbir mukabeleye tenezzül etmeyiniz! Sadece kim ve ne olduklarını biliniz, yeter! Bunu sizden aziz gayemiz adına rica ediyorum.

     

    Ortalık sükûnet bulur gibi oldu. Fakat gözü dönmüşler, kendilerini konuşmak üzere kürsüye davet ettiğim halde ne geldiler, ne de sustular... Benim kadın âlemlerimden (!) ve içkimden (!) bahsetmeye kadar vardılar ve bugünedek hedef olduğum iftiraların en iğrencine düştüler. Salon, ihtarlarıma rağmen artık zaptedilecek halden çıktı. Emniyetin, onları abluka altına alması ve benim yırtınırcasına müdahalelerimle, artık haklarında hiçbir vasıf bulamadığım ve cinsleriyle sınıflarının takdirini okuyucularıma bıraktığım mahut iki genç paramparça olmaktan kurtuldu. Emniyet müdürünün ihtariyle salon boşaltıldı. Saat tutan "Yeni İstanbul" muhabirinin ifadesine göre, kalabalıktan ve bağlılık tezahürlerinden, merdiveni 10 dakikada inebildim, havaya kaldırılma teşebbüslerini en kat'î lisanla reddettim, otomobilimi kaldırmalarına mâni oldum ve Eskişehir caddelerini inleten alkış sesleri arasında uzaklaştım.

     

    Doğmadan ölen 5 aylık kavanoz çocuklarının yenilik iddiasına göre "eski" kelimesi içinde ebedî yenilik sırrına âşinâ Eskişehir...

     

    5.5.1965


  9. Selamlar,

     

    Yarı ciddiyetle söylenmiş bir sözdü o, asıl kastettiğim şey, yani sahip olduğum temenni ise, hidayet bulmayacaksa ölmesi yönünde. Asıl, "Gitsinler Arabistan'da okusunlar" ifadesiyle zekasından ve imanından pırıltılar sunan halk çobanı Sülü'nün bu haliyle yaşamasını istemek Müslümanlığa yakışmayacak olandır. Ağzımızı korkak alıştırmayalım diyorum. Hidayet bulmayacaksa hayırlısıyla ölümü bulsun. Hem şu şiir popüler olur işte, ne güzel :rolleyes: (Son cümle bir espridir :blink:)

     

    Saygı ve selamlarımla


  10. selamlar,

     

    Evet efendim hatayı düzeltmiş arkadaşlar, ufacık ifadesi şiirin ilk versiyonunda geçiyor, nitekim kopyaladığım metinden de anlaşılabileceği gibi Senfonya zamanına ait bir ifade bu. Daha sonra "Minicik" kelimesiyle değiştirilmiş "Ufacık" kelimesi. Dikkatiniz ve hassasiyetinizden dolayı ben de teşekkür ediyorum.

     

    Saygı ve selamlarımla


  11. Zindan iki hece. Mehmed'im lafta!

    Baba katiliyle baban bir safta!

    Bir de geri adam, boynunda yafta...

     

    bu kısımda birde geri adam boynunda yafta ile ne demek istiyo bu birinci sorum.

     

     

    Selamlar,

     

    Ben bu mısrayı Reyhan arkadaşımızdan biraz farklı yorumluyorum. "Geri adam" yaftası ile kastedilen, baba katiliyle bir safta tutulan kişi, yani üstadın kendisi olmalıdır gibi geliyor bana. Malum, kendisi yaşadığı devirde sürekli olarak "Gerici, mürteci" benzeri ifadelerle sıfatlandırılmış, "süper mürşit" gibi sefil yaftaların, beyinsizlik kokan adi etiketlerin hedefi olmuştur. Baba katilleriyle aynı safta dizilmeye mecbur bırakılışının sebebi de, onun bu şekilde sıfatlandırılmasına vesile olan iman mücadelesinden başka bir şey değildir. Bu mısrada, "Bir de geri adam, boynunda yafta" ifadesiyle kendisine yöneltilen "geri adam", yani "gerici" yakıştırmasından bahsediyor gibidir üstad bence, zira mevzubahis ifade de bir fikir adamı olan üstadın, ehliyetsiz ve selahiyetsiz hakim müsvettelerince, yani resmi ideolojinin kalemşörlerince verilmiş bir idam fermanı gibidir ve kelimenin tam manasıyla bir yaftadır, kelime manasıyla etikettir. Onun keyfiyetine, dediklerine, fikirlerine dikkat etme fırsatına kavuşamadan, insanların gözüne çarpan ve onun her tabakaya ait insanlar tarafından derinlemesine tahlil edilmesine engel teşkil edebilen bir "gerici" yakıştırmasıdır sözkonusu olan sanki. Yanılıyor olabilirim, hatalı olduğumuzu düşündüğünüz noktaları belirtirseniz biz de kendimizi geliştirebilir, gerektiği şekilde düzeltebiliriz.

     

    Saygı ve selamlarımla


  12. Bırak vehmimde gölgeni derken üstad ne demek istiyo anlatırsanız çok sevinirim.daha doğrusu vehmimde derken neyi kastediyo

    Selamlar,

     

    Öncelikle şiirle ilgili densizce yapıldığı belirtilen yorumu okuyamadım, üyelik filan istiyor, malum, fakirde tembellik diz boyu. Fakat arkadaşların verdiği cevabın yeterli olduğundan eminim, bu hususta müsterihim.

     

    Sualinize gelirsek... Üstad, hitap ettiği kişinin kendisiyle artık muhattap olmamasını ve o kişinin keyfiyetiyle ilgili fikrin, kişinin kendisinden bağımsız olarak, üstadın kendi kafasında oluştuğu şekilde kalmasını arzuluyor gibidir. Zira hitap edilen kişi artık mücerret bir mefhum olmuştur üstadın muhayyilesinde. Üstadın beklediği o kişinin kendisi değildir, o kişinin üstadın beyninde, ruhunda tetiklediği soyut bir sevdadır, belki de Allah aşkıdır bu. Fuzulî'de, Kays'el-Mecnun'da ifadesini gördüğümüz aşkın bir benzeridir sözkonusu olan. Hitap edilen, aşk duygusunu uyandırmış ve görevini tamamlamıştır. Kişi, bu hisleri tetikleyen kişiyi bir basamak olarak kullanarak daha mücerred olana, daha yüce olana, kendi hayalinin izin verdiği bir kıymetli varlığa aşık olmuştur. Mevzubahis kişiyle karşılaşıldığında işin tılsımı bozulabilir. Zira hislerin halisiyetini kaybederek şehvani eksene kayması vakii olabileceği gibi, muhayyilede tesis edilen "sevilen" imajınin oluşmasına öncülük eden kişiye tesadüf edildiğinde, kişinin aslında fikredilen gibi olmadığı neticesi acıyla müşahede edilebilir ki bu, o ana kadar taşınan aşk basamağı imajının okey taşlarından yapılmış bir kulenin aşağıya inişini andırır bir şekilde darmadağın olmasına vesile olur. Mücerret aşkı, aşk için aşkı, insanın basamak olduğu ilahi aşkı anlayan birisi anlatmaya gayret ettiğime vakıf olacaktır. Sürç-i lisan eylediysem, affetme büyüklüğünü gösterme fırsatına kavuştunuz demektir.

     

    Saygı ve selamlarımla


  13. Selamlar,

     

    Mediha Hanım, paylaşılan yazıdan da anlaşılabileceği gibi üstadı derinden etkilemiştir. Üstad, onun şahsında İslam'a teslim kadını görmektedir. Saf bir imandır bu, kelimenin tam manasıyla halistir ve hükümleri kaba nefsaniyetinin sınırları içerisinde, anlamaya değil, yormaya çalışan ham yobazın imanıyla bu imanın uzaktan yakından alakası yoktur. Derinliğine iman ve annenin evlat üzerinde sahip olabileceği tesiri remzlendirmektedir Mediha hanım. Şu anda kaynağını bulamadığım ve hatırlayamadığım bir yazıda, Üstadın şiir yazmaya başlamasında onun tesirinin büyük olduğu anlatılıyordu. O yazıya göre, Mediha hanım, hastahanede beraber kaldığı genç bir kızın defterine şiir yazmakta olduğunu görüyor ve üstada "Keşke sen de şiir yazsan!" diyor. Üstadın şiir yazmakla iştigal etmesi de bu hadiseden sonra vuku buluyor. Dediğim gibi kaynağı hatırlayamıyorum.

     

    Allah her ikisine de rahmet eylesin.

     

    Saygı ve selamlarımla


  14. Selamlar,

     

    İhtiyatlı davranmak istiyorum ben, daha doğrusu başlangıçtaki çekingen tavrımın beni utandırmasından korktuğum için işi yokuşa sürmeye çalışıyorum :rolleyes:

     

    Arkadaşlar dağıtım tamamlanmış, fakat geri dönüşlerin hepsini almamışız? :blink:

     

    Okunması beklenen cüzler:

    1- merve

    4,5,6,7,8,9,10- Sosyoloq

    11- Parya

    15- Duru

    16- Mewt

    21,22,23,27-Stare

    24,25,26-Serdengeçti

    28,29,30-Dervish

     

    Acaba bu cüzler de okundu mu? Şayet okunduysa, bu başlıkta bize bildirdiğiniz takdirde en kısa zamanda 3. hatmi dağıtmaya da başlarız. Önümüzde 2 ay daha var. Gerçekten maşallahımız var bu dönemde... Allah katkıda bulunan herkesten razı olsun.

     

    Saygı ve selamlarımla


  15. Selamlar,

     

    Suyu sindiriyorsunuz ve fakat benim özelliklerimi sindiremiyorsunuz. Anlıyorum sizi efendim, tanıdık bi şeker hastası var, adam bir kuzuyu devirse bana mısın demiyor ama bir bardak kola içtiğinde elektriğe tutulmuş gibi zangır zangır titremeye başlıyor. Böyle şeyler normal olabilir. Doğrudur. :)

     

    İnsanoğlu bir saymaya başlamayagörsün, karşısındakinin sayabileceği özellikleri bittiğinde frenleri tutmadığından kendi özelliklerini de verdiği listede saymak zorunda kalabiliyor. Evet evet, tahmin edildiği gibi dantellikten bahsediyorum :)

     

    Bir de mütevazi olduğum söylenmiş, hayır efendim haşa, estağfurullah, bizi halk içinde taşımadığımız hasletlerle anmayınız, bizim gibi hakir bir şahıs nasıl olur da tevazu gibi büyük bir meziyeti haiz olabilir? Mütevazi olabilmek nere, biz nere? :)

     

    Sürç-i lisan eylediysek affola, amaç latife etmekti.

     

    Saygı ve selamlarımla


  16. Selamlar,

     

    30 da tamamdır Allah'ın izniyle.

     

    Okunması beklenenler:

     

    3,4,5-Serdengeçti

    6-MReSiD

    7-Bihudi İman

    8-AcHaRTavE

    11-Nevbahar

    12-gece güneşi

    13,14,15-stare

    16,17-mevt

    18,19-Mehmet

    26,27-Dervish

    28,29-BDG

     

    1,2,9,10,20,21,22,23,24,25 ve 30. cüzler ise okunmuştur. Allah razı olsun, yüce dergâhında kabul eylesin.

     

    Saygı ve selamlarımla


  17. Selamlar,

     

    Bu şiir, gerçekten de büyük bir ehemmiyeti haizdir. Şiirin önem taşıdığı bazı noktaları Trradomir arkadaşımız vurgulamış. Bunların yanında, Üstad'ın şahsen kibirli birisi olduğu iddiasına verilmiş net ve müşahhas bir cevap olarak da görebiliriz bu şiiri. Üstadın dik duruşu ruh kökümüzü kurutma amacındaki şahıs ve teşekküllere karşıdır, fakat o, Allah yolcularının, sonsuzluk kervanının, ebediyet erlerinin yanında kendisini bir topal köpeğin haline musavi görmektedir. Tevazuu bu derecededir. Onun bu iki farklı halinin tam da lazım olan itidali remzlendirdiği bir bedahettir.

     

    Bu arada bir not, cinnet Mustatili'nden öğreniyoruz ki, bu şiirin yazılışı 11 Ocak 1953 Pazar günü, Üsküdar Toptaşı cezaevinde, derin hisler eşliğinde tamama ermiştir.

     

    ...Saat tam sekize çeyrek var... Günlerden beri üzerinde olduğum "Sonsuzluk Kervanı" isimli şiirimi bitirdim. Şiir kitabımın ismini de "Sonsuzluk Kervanı" koydum. Bu şiir başa girecek...

     

    Çile'de yazılı tarihin 1952 oluşu ile ilgili kanaatim ise, şiirin büyük ölçüde 1952 yılının son günlerinde tamamlandığı için bu tarihle yayınlandığı yönündedir.

     

    Saygı ve selamlarımla


  18. Selamlar,

     

    Vatana millete hayırlı olsun. Bundan sonra herkesin üzerine düşmesi gereken şey, "öyleydi böyleydi" diye serzenişte bulunup halkı küçümsemekten ve diğer partilere sataşmaktansa, olgunlukla davranarak önümüze bakıp meydana gelecek politik gelişmeler hakkında entelektüel değer taşıyan fikirler üretmek, milletimiz için en iyisini temenni etmek ve gerekiyorsa özeleştirilerimizi yapmaktır.

     

    Bu olayı şu veya bu parti ekseninden bağımsız olarak düşünürsek, hadisenin muhtıra ve chp zihniyetinin çehresine aşkedilmiş okkalı bir Osmanlı tokadı hüviyetinde olduğu aşikardır. Bundan sonrası ise merak konusu. İnşallah hayırlısı olur, inşallah Türkiye ve İslam dünyası için en hayırlısı ne ise, o vuku bulur...

     

    Çok net olan başarısından, seçim zaferinden dolayı AKParti'yi tebrik ediyorum. Keza, MHP'yi de tebrik etmek gerekebilir.

     

    Saygı ve selamlarımla


  19. Selamlar,

     

    Değerli kullanıcılarımız, acizane kanaatime göre Türkiye'nin en hoş sesine sahip, en kaliteli "seslendirme sanatçısı" olan Sayın Hayri Küçükdeniz'in, Üstad'ın şiirlerini yorumlamış olduğu 8 adet MP3 sitemize eklenmiştir. Şahsen çok büyük bir saygı ve hayranlık beslediğim Küçükdeniz hocamızın bu kayıtlarının elimize ulaşmasında göstermiş olduğu emekten dolayı BDG kardeşime teşekkür ediyorum.

     

    Aşağıdaki linkleri kullanarak, yaptığı işinin üstadı olan Hayri Küçükdeniz'in, üstad şiirlerini kendi üslubuyla okuduğu mp3'leri indirebilirsiniz.

     

    * Hayri Küçükdeniz - Aman

    * Hayri Küçükdeniz - Bekleyen

    * Hayri Küçükdeniz - Dua

    * Hayri Küçükdeniz - Müjde

    * Hayri Küçükdeniz - O Erler Ki

    * Hayri Küçükdeniz - O'nun Ümmetinden Ol

    * Hayri Küçükdeniz - Sakarya Türküsü

    * Hayri Küçükdeniz - Utansın

     

    Saygı ve selamlarımla


  20. Selamlar,

     

    Haklısınız, bugün için çok zor gibi duruyor. Fakat gelecek için umudumuz sonsuz. Zira yine üstadın açtığı nurlu çığırın peşinden gidecek olan, onun tabiriyle mazi nesillerini yetersizlikle itham edecek, kifayetsizlikle itham etme hakkına sahip olacak kadar iman hırsı ve çap taşıyan bir gençlik yetişecektir Allah'ın izniyle. Üstadın ışığından feyzlenen büyük fikir adamları geleceğin deniz fenerleri olmaya namzettir. Kucaklarımızı açtık, iplere asıldık; heyecanla, imanla, sevdayla bekliyoruz bu altın nesli. Üstadın manevi torunlarını, yani yine üstaddan aldıkları ışıkla onu bile geride bırakabilecek çapa erecek iman neslini bekliyoruz, istiyoruz. Onu aşmak muhale yakın ama, muhalleri mümkünleştirecek bir neslin özlemindeyiz biz zaten. Bu nesil, bizzat üstadın başarısı olacaktır. Allah görmeyi nasip eder inşallah...

     

    Saygı ve selamlarımla

×
×
  • Create New...