Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

NFK-Fan

Admin
  • Content Count

    2,361
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    67

Posts posted by NFK-Fan


  1. Selamlar,

     

    Allah merhuma rahmet, sevenlerine sabır ihsan eylesin...

     

    Kıraatte payı veya niyeti bulunan arkadaşlardan da Allah razı olsun... Sitemizin vesile olduğu şeyleri müşahede etmek benim açımdan oldukça ferahlık verici oluyor... Böyle bir hadise vukuu bulduğunda, belki de birbirini tanımayan insanların hayırhahlıkta birleşmesi ve bir kardeşinin yakını için saatlerini vermesi, bunu yapamadığı için hüzün duyması oldukça güzel şeyler...

     

    Saygı ve selamlarımla


  2. GÜNAH

     

    Günah, Allaha giden dosdoğru yolun engelleri ve saptırıcı kollarıdır. Onun içindir ki, günahı, Allaha ermenin mânileri bilmek ve onlarla mücadele nefse ne kadar ağır gelirse gelsin, mukavemetten en derin disiplin zevkini almak lâzımdır. Günah, bu gözle görülecek olursa, mukavemeti nefse acı gelen bir şey olmaktan çıkar ve onları tek tek bilmek, düşman ordusunu unsur unsur tanımak gibi zevkli bir anlayışa döner. Günahların "niçin, neden, nasıl, olmasa olmaz mıydı?" gibi nefs acısı belirten istifhamlara tahammülü yoktur. Günahı, nefsce sevilen bir şeyden mahrumluk acısına tahammül cephesiyle değil de, Allahın emirlerine uyma tadına bağlayabilene ve bu tadın üstüne tad tanımayana ne mutlu!..

     

    Günümüzde müslümanlarının, sahilsiz bir derya gibi içinde çırpındığı en büyük günah, fiilî olmaktan ziyade kalbidir; ve belki her fiilî günahtan beter olarak İslâm ahlâkına bîgânelikte toplanmaktadır.

    Tecessüs, kıskançlık, birbirini kınama, kendi nefs kozasına kapanış, içtimaî dayanışmadan, namazdaki saf dışı tüm yoksunluk, filân, falan...

     

    Böylelerinin kıldığı namazı bir elektronik beyin de kılar; fakat kalblerini maymunlar bile kabul etmez.

     

    Bu dâvada ortaya atılan, evini, barkını, çoluk çocuğunu, hattâ hayatını rizikoya sokmuş olan insanlara karşı, paltosunu bile tehlikeye atmaksızın, (bunca göz kamaştırıcı bir ulviyete imkân tanımamalarından mıdır, nedir?) ille ayıp arama gayreti güdenlerin, sonra da bu ayıp aramayı haklı çıkaran kahraman taslaklarının hesabını Allah görecektir.

     

    Biz bu ahlâk üzere gittikçe sürüngenlikten kurtulamayız; ve işte böyle, maskara devrimbazların esiri kalırız.

     

    9 Nisan 1978

     

     

     

    AYIPLAYANLAR - AYIPLANANLAR

     

    Dünkü yazımda şimdiki müslümanların veya müslüman geçinenlerin, fiilî günahtan kaçınırken ne müthiş kalbî günahlara yol verdiğini anlatmaya çalıştım ve 40 milyonluk bir kitle oluşturduğumuz halde, bu yüzden 40 kişilik bir kuvvetten bile mahrum kaldığımızı belirtmek istedim.

     

    Doğrudur; olanca zaafımız bu ruh yarasından meydana gelmektedir.

     

    Biri çıkıp da bu türlü insanları tenkide kalktı mı, ilk tepki ona yakıştırdıkları ayıpları aramak, bulduklarını milyona çarpmak, bulamadıklarını da uydurmaktır. Bu türlü ayıplananlar, aynı iğrenç ahlâkın dürtüşiyle birbirini de yerin dibine batırmakta hamarattırlar:

     

    - Müslümanları sömürür!

     

    - Almanyada bir (tur) çevirip yüzbin markla döner!

     

    - Milyonlara alınmış arsaları, (mersedes) otomobilleri vardır!

     

    Bütün bunlar doğru kabul edilse, müslümanlık uğrunda çarpışan bir adamın böyle yollara baş vurduğu için mutlaka suçlu bilinmesi; fakat onu suçlu gösterirken "niçin onun var da benim yok?" kabilinden dil uzatanların ise daha az suçlu sanılmaması gerek...

     

    Yani bir hased sâikasiyle değil de, ibret vesilesiyle ve hakikat ifadesiyle edilecek tenkitler başımızın tacı, zorla ayıp arama ve kötülük yakıştırma gayreti de kunduramızın topuğu...

     

    Müslümanlarca bu gibi oyunlara gelinmemesi ve bu dâvada "Allah!" demenin yasak olduğu günlerde şahlanıp hiçbir çıkarla imtihan edilmediği halde her şeyini feda edenlerin seçilebilmesi ne gün gerçekleşecektir?

     

    Arkamızdan gelenlerin, bizim açtığımız iklimden faydalanarak hasada kalkışmaları ve sonra kendi aralarında bu hasadı hasede çevirmeleri ne hazin!..

     

    10 Nisan 1978


  3. CENAZEMİ KİMLER KALDIRSIN?

     

    Bu defaki Büyük Doğu, MSP'lilerin, her halde düdük işareti merkezden verilmiş olacak, bana saldırmalarına vesile oldu. Anadolunun bellibaşlı yerlerinden bir veya birkaç delikanlının kendilerine yakıştırdıkları ve bununla bütün mukaddesatçı gençliği temsil hayaline kapıldıkları "İslamcı Gençlik" yaftası altında bana saldıranlar, MSP güdücülerinin tek tek Büyük Doğu annesinden vücut bulma birer sakat doğum belirttiklerini düşünmek ve ona göre anneyi dinlemek yerine, sanki dışarıdan ve İslama karşı bir taarruz gelmişçesine beni hedef tuttular. Utanmadan, arlanmadan, gaipler âleminden bir haşyet duymadan mektup ve telgraflarla etmedikleri küfür bırakmadılar.

     

    İş bununla da kalmadı; bizzat benim, kucağımda emzirdiğim, üzerilerine titrediğim, Büyük Doğu emanetine lâyık sandığım ve hususî kadromuza aldığım olgun yaştaki gençler de, son anda birer MSP'li geçinmeye kalktı; ve bu parti bahsinde benimle harfi harfine mutabık iken birdenbire ayak diremek gibi asaletsiz bir cesaret gösterdi. Hele içlerinden biri, bir MSP organında maskeli bir imâ üslûbiyle benim müslümanlar arası fitne çıkardığım iddiasına kadar vardı; ve "sen de mi Brütüs?" hitabındaki fazilet ve sadakat yoksunluğu misaline nazire yazmış oldu.

     

    Ve hele bir MSP'li var ki, Anadolunun bir köşesinde "Hürriyet Gazetesi A.Ş. bayii" damgasını bir iftihar mühürü diye bastığı mektubunda benim için "öldüğü zaman cenazesini türkçüler kaldırsın!" diyecek kadar denî...

     

    Eski bir beytim malûm:

     

    Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam;

    Beni alıp götürsün tam dört inanmış adam...

     

    Henüz sağken şu kadarını söylemek isterim ki, Hak, benim tabutum altına girecek dört ve ardımdan gelecek birkaç kişiden hiçbirinin, dindar geçinen bu sefillerden olmasını nasip etmesin...

     

    10 Haziran 1978


  4. Selamlar,

     

    İhtiyat diyebiliriz. Aslına bakılırsa Tolstoy'la yakından ilgilenen çevirmenlerden onun Müslüman olmadığını iddia edenler olmadı değil, fakat bu başlıkta sıralanan deliller onların iddialarından benim nazarımda çok daha kuvvetlidir. Yalnız hemen "Müslümandı" yaftasını yapıştırmak istemiyorum; zira Anthony Quinn'den Jacques Yves Cousteau'ya, hatta Neal Armstrong'a kadar pek çok kişinin Müslüman olduğu iddiası bir efsane gibi dillerde dolaşırken, British Museum'daki mahut Mısır mumyası Hz. Musa'yı kovalarken denizde kalan firavuna (II. Ramses olduğu söylenir) ait gibi gösterilirken insan otomatik olarak bir "Acaba?" sorusu türetiyor kafasında. Eğer burada zikredilen deliller doğruysa, Tolstoy %90 Müslümandır. %10'luk payı, bunu ses getirecek bir şekilde açıklamamasından dolayı bırakıyorum. Burada zikredilen deliller doğru değilse, meselenin bir düzmece olduğu gayet açık bir biçimde ortaya çıkacaktır zaten. Ama şu halde bu ihtimal, diğer ihtimallerin toplamından daha yüksek gibi duruyor ve birisi çıkıp da "Vekilova diye birisi yoktu" veya "Bahsi geçen mektuplar sonradan yazılmıştır, bunu da laboratuvar kat'iyetiyle şöyle ispat ediyorum" gibi şeyler söylemediği sürece bu böyle olmaya devam edecektir.

     

    Saygı ve selamlarımla


  5. AZA RIZA

     

    TRT'de, binbir maskaralık arasında, haftada bir defacık ve birkaç dakikacık Kur'ân okundu mu, müslüman halkta hemen tefsir hazır:

     

    - Aman, ne dindar hükümet! Allah razı olsun!

     

    Halbuki aynı hükümet evvelkinden müdevver "TRT'de Kur'ân" oyununun yanında, yine evvelkilerden müdevver 163'üncü madde fecaatini devam ettirmektedir.

     

    Öteden beri, devlet büyüklerinden biri, meselâ cenaze namazında ellerini dua vaziyetine getirdi mi, hemen yorum:

     

    - Mümin olmasa dua eder mi?

     

    Biz, müslümanlar, seneler ve devrelerce dine edilen hakaretlere alıştığımız için, kırıntı soyundan küçücük bir alâka gördük mü onu büyütüyor ve sahibini birinci sınıf dindar sanıyoruz. O kadar aza razı hale getirildik ki, bizi ipe çeken cellâdın ölümü kolaylaştırmak için ağzımıza bir zeytin tanesi sıkıştırmasına minnet göziyle bakıyoruz. Bilmiyoruz ki, bütün bu gülünç alâkalar birer hain politika oyunudur ve eğer tersinden din istismarcılığına misal aranıyorsa bundan daha daniskası yoktur.

     

    Devlet büyüklerinin, ne Ramazan veya Kurban Bayramı tebrikleri ne de Eyüb Camiinde "mürur-u zaman" belirtici fasılalarla kıldıkları namazlar, İslâmi alâkaları bakımından bir hüccet teşkil edebilir.

     

    Kalbe ve o kalbin neyle dolu olduğunu gösteren (ilke)ler ve (ülkü)lere dikkat etmek lâzım...

     

    Balıkların en ahmağı halinde oltanın iğnesindeki bayat solucan ölüsiyle avlanacak seviyeden kurtulmak...

     

    Dâva budur; ve Kâinata sahiplik müessesesi olan İslâmın aza rızası yoktur!

     

    4 Nisan 1978


  6. KİBİR - ÜSTÜNLÜK

     

    Vaktiyle, kendilerini ilerici sayan bazı tipler, beni kötülemek için fikirlerime fikirle karşı çıkmazlardı da şahsıma çatarlar ve bu arada beni kibirlilikle, kendimi büyük görmekle suçlandırırlardı. Meselâ bunlardan hürmetlice biri şöyle demişti bana:

     

    - Sen majüskülle yazılmış bir "BEN"sin!

     

    Başka biri de, (entertip) yerine kasa harflerinin kullanıldığı bir matbaada "Ben" kelimesini terkip eden "b", "e" ve "n" harflerini tüketecek kadar "ben" lâfını yazdığımdan bahsetmişti.

     

    Efendim ve Mürşidim Esseyyid Abdülhâkim Arvâsi Hazretlerinin evliya sıfatları hakkında muazzam bir sözü vardır:

     

    "- Mevzuunu bulamaz ki, "ben" diyebilsin!.."

     

    Veli, "ben" mefhumunun mevzuunu bulamayacak kadar yükseklerdedir. Fakat biz ki, alçaklardayız ve bu âfetin ahtapot gibi her koliyle sarılıyız, her ân, her fiilimizle Allah'a sığınmaktan ve benlik yılanını ezmeğe çalışmaktan gayri bir cehde mâlik olmamak mevkiindeyiz. Böyleyken ve kendimizi en hakir müminin ayağındaki tozdan daha hakir görmeye çalışırken, başta küfür ve dalâlet örnekleri bulunmak üzere, kibir satanlara, kendilerini bir şey sananlara ve sapıklıkları içinde mağrur ve mes'ut yaşayanlara karşı da mukaddes şeriatten aldığımız emirle tepeden bakmayı ve kırıp dökücü olmayı ihmal edemeyiz. Bu hale de "Ene - Ben" tavrı değil, prensip ve hakikate bağlı (otorite) edası derler ve aradaki ince farkı ancak derin ve gerçek mümin kestirebilir.

     

    Buhara'dan kalkıp gelmiş, herbiri seyyid ve şehzade, irşat isteklilerine "Sizi kendimden başka irşada ehil kimse göremiyorum?" buyuran çoban, büyük veli Zengi Ata kibirli ve benlikçi miydi?

     

    Bu yazıyı, küfür ve dalâlet bedbahtlarından sonra şimdi bana benlikçilik isnadına kalkışan ve sapık yollarını beğenmediğim için çırpınan bazı sözde Müslümanlara ithaf ve hakkımı gerçek ve derin müminlere havale ediyorum.

     

    "Kibirliye kibretmek sadakadır!" hadisinin nuru içinde," Allah" diyen çobanın ayak tozundan âdi gördüğümüz nefsimizi, kimlerin ve nelerin üstünde kabul ettiğimizi takdir hakkı gerçek ve derin mümine aittir.

     

    Ben dünyanın en üstün adamı olmak isterdim; O'nun ümmetinden en hakir ferde ait dereceyi belirtmek, O'nun ümmetinden olmanın şeref payını göstermek için...

     

    10 Mart 1978


  7. Selamlar,

     

    Karakutu yayınlarından çıkan kitabı kastediyorsanız, kitap 4 bölümden oluşuyor. Giriş kısmında Tolstoy'un Müslüman olabileceği kanaatini doğuran hadiselerden bahsediliyor. İkinci kısımda sözkonusu risalenin tercümesine yer verilirken, kitabın üçüncü bölümünde Tolstoy'un Allah inancında nasıl karar kıldığına dair kaleme aldığı hoş hatıralarına yer verilmiş. Dördüncü kısım ise "Belgeler" ismini taşıyor ve hadis risalesinin Rusça, orijinal metni ile bu yazıda bahsi geçen mektupların derlendiği bir kitapçık bu bölümde yer alıyor. Okunmasını tavsiye ederim, güzel bir kitaptı. Şahsen "Tolstoy kesinlikle Müslümandı" diyemesem de, bu ihtimal, diğer ihtimallerin toplamından daha büyüktür gözümde...

     

    Saygı ve selamlarımla


  8. Foruma sadece okuyucu olarak katılmayı tercih etmiştim şimdiye kadar. Fakat daha önce forumun bazı bölümlerinde de dikkatimi çeken hakaret, aşağılama ihtiva eden yazılar vardı. Fakat burada NFKfan ismini taşıyan arkadaşın diğer arkadaşının siyasal yönetimle ilgili farklı bir görüşü savunduğu için imanını gözden geçirmeye davet etmesi kabul edilemez. Demokrasiyi din gibi telakki etmek gülünçtür. Eğer o kadar davanıza sahipseniz, dinden çıktığını açıklayan birsinin öldürülmesinin gerektiğini düşünüyorsanız, o kişiyi bulup boğazlamanız bizi davanız konusunda inandırıcı hale gelmenizi sağlayacakır...

    Selamlar,

     

    Okuduğunuzu anlama sıkıntınız olduğuna kanaat getirdim acizane, evet çok üzgünüm fakat bu seferlik Freud usulüyle hareket ederek gördüğümü direk olarak yazmaya başlamak mecburiyetinde bıraktınız beni, özür diliyorum. Kastettiğim manadaki gözden geçirmenin tazelenmeye sebep olacağı hakikatini bir tarafa bırakıyorum; uzun uzun tefsirini yaptığım bir cümlenin hala sahip olduğu manayla değil, işe gelen manasıyla algılanmaya çalışılması hakikaten iyi şeyler düşündürmüyor bana. Söylenen bir söze cevap verecekseniz, herşeyden önce ne dendiğini anlamaya çalışmanız gerekir. İtirazdan kolay birşey yoktur fakat itirazınızın ayaklarını yere bastırmak, üzerinizdeki en büyük külfettir. Bunun farkında olup, önünüzdeki yazıyı alıcılarınızı biraz daha açarak, belki de bu iş için kendi kapasitenizi zorlayarak okumalısınız. Aksi size hiçbirşey kazandırmayacağı gibi, itirazınızı da, yeni idam edilmiş bir mahkum misali, havada sallandıracaktır.

     

    Demokrasiyi din gibi telakki ettiğimizi ve gülünç konuma düştüğümüzü ima etmişsiniz. "Lâdinî bir ideoloji yahut tercihin uygulanmasına dinin uygulanmasından daha fazla ehemmiyet atfederseniz, inançlarınızı gözden geçirmeniz gerekir" benzeri şeyler söyleyen birisini, demokrasiyi din gibi görmekle itham etmek pek mantıklı gibi durmuyor. Belki yüz yetmiş dokuz kere yazmışımdır ama hala anlaşılmayan bir şeyler var madem, ettekrar-u ahsen velev kane yüzseksen kabilinden bir kez daha yazalım ki, demokrasinin duvarını ortamın müsayit olduğu zamanlarda dinin önüne çekmek ve demokrasi izin vermediği takdirde dinin uygulanışına ket vurmak İslamiyet'te değil, bir din olmayan başka bir sistemde, demokraside samimi olunduğunu gösterir.

     

    Samimiyet testi için tavsiye ettiğiniz kadük metodu bulduğunuzda kimbilir ne kadar da sevindiniz. Öyle ya, ortaya öyle bir argüman atmıştınız ki, muhattabınızı susturmuş, meseleyi kökünden halletmiş, karşınızdakinin samimiyetsizliğini bedahet kat'iyetiyle ispatlamıştınız!.. Şevki Yılmaz'ın o meşhur cümlesini akıllara getiren bu tek cümlelik ifadenizle bizi mağlup etmiştiniz!.. Evet, istihza ediyorum ve anlamamanız ihtimaline karşılık istihza olan niyetimi de açık açık yazıyorum... Evet istihza ediyorum, zira küçük bir ilkokul talebesinin mantığıyla çözülemeyecek kadar girift olmasına rağmen, bir lise talebesi için gayet basit bir biçimde anlaşılması mümkün olan bir meseleyi çözmek için ortaya attığınız önerinin, kullanmaya çalıştığınız akıl kavramıyla bağdaşabilecek hiçbir yanı bulunmuyor. Niçin? Görelim:

     

    Birincisi, İslamî cemiyetlerde adalet mekanizması ferdin tahakkümünde değildir, bir devlet kurumu olarak vardır adalet. Bir kişi kendi başına ceza verme selahiyetine sahip değildir. Tek başına bu hakikat dahi testinizi geçersiz kılmaya yetecekken biz durmayalım ve devam edelim. İkincisi, bugün sizin tavsiye ettiğiniz hareketi yapmak, şartların elverişli olmaması ve kurumsal hareket edilmemesi sebebiyle, faydadan ziyade ziyan getirir. Hiçkimsenin testinizi uygulayacak kadar akılsız olmadığını biliyorsunuz da, gözlüklü at gibi tek bir noktaya odaklanıyor, testin reddindeki makul sebepleri görmezden geliyorsunuz. Testin uygulanmaması neticesini de samimiyetsizlik ispatı olarak karşınızdakine döndürüyorsunuz. Komiksiniz.

     

    E.Bekir kardeşimizle yer yer sertleşse de asla mecraından sapmayan ve faydalı bir biçimde akan hoş bir teatide bulunmuştuk. Kullandığımız ifadelerde de itidali muhafaza etmiştik. Bunda elbette ki, kendisinin, bu arkadaşımızın yaptığının aksine saçma ispat metodlarına tenezzül etmemesinin ve adamakıllı tartışmasının da tesiri vardı. Kendisine, takınması gereken tavrı takınarak tartıştığı için gıyaben teşekkür ediyorum.

     

    375 ID'li arkadaşımıza ithafen de kısaca birşeyler yazmak istiyorum. Öncelikle atlanmaması gereken nokta, Allah'ın dini olan İslamiyet'in amacının mutluluğu sağlamak değil, hakkı yerine koymak ve inananlarına en iyiyi göstermek olduğudur. İslamiyet'te Mutluluk amaç değil, neticedir. Hakkın yerine konması, ilahi sistemin uygulanması neticede mutluluğu getirecektir fakat İslamiyet'in temel amacının dünyevî mutluluğu sağlamak olmadığına dair pek çok ispat getirmek mümkündür, mutlu olmak İslam'ı istemeye engel olamaz; fazla uzatmamak için detaylara girmeyeceğim. Mutlu olduğu için yahut farklı bir sebepten ötürü, İslamî bir toplum ve devletin varlığının tahayyülünü macera aramak olarak yaftalamak ne denli kabil bir davranıştır, akl-ı selim sahipleri varsın neticeye... Daha önce de dediğim gibi idealimiz zihinlerimizde pişen kızıl elmamızdır, olmaya da devam edecektir. Gerektiğinde, hakikat için şahsî mutluluklarını bir tarafa bırakan, başta peygamberler ve onların eshabları olmak üzere, tarih boyunca yaşamış bulunan tüm şehitlerin, gazilerin, mücadele insanlarının yolundan gitmek mecburiyetimizdir. Evet, mecburiyet... Ayrıca bir alternatif olarak sunduğunuz Abdullah Gül'ün ufkunu tartışmak, sıkıldığınızı söylediğiniz İslamî devlet, İslamî cemiyet tartışmalarından daha fazla geliştirici ve iç açıcı olmasa gerektir. Neyse, mevzumuz bu değil.

     

    ayrıca neden -sizin tabirinizle- macera aradığımıza dair sualinizin cevabı bu başlıkta da mevcut: Eşşek Hürriyeti

     

    Sert tepkimden dolayı site sakinlerinden özür diliyorum.

     

    Saygı ve selamlarımla


  9. Hocaların Hocası Prof. Zaim vefat etti

     

    "Hocaların hocası" olarak bilinen Prof. Dr. Sebahattin Zaim, tedavi gördüğü hastanede bu sabah hayata veda etti. Sebahattin Hoca, lenf kanseri tedavisi görüyordu.

     

    09 Aralık 2007 08:34

     

    Hocaların Hocası Prof. Zaim vefat etti

     

    Hocaların hocası, Profesör Doktor Sabahattin Zaim (81) tedavi gördüğü Sema Hastanesi'nde 04:15'te yaşamını yitirdi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de aralarında bulunduğu birçok ünlü ismin hocalığını yapan Zaim, bir süredir kanser tedavisi görüyordu.

     

    Lenf Kanseri rahatsızlığı nedeni ile 15 gün önce ameliyat olan Zaim'in rahatsızlanması üzerine tekrar hastaneye kaldırıldığı, saat 04:15'te yaşamını yitirdiği öğrenildi. Zaim'in hastaneye kaldırılması sonrası Cumhurbaşkanı Gül'ün hastaneyi ve yakınlarını arayarak, Sebahattin Zaim'in sağlık durumu hakkında bilgi aldığı belirtildi.

     

    Sema Hastanesi morgunda bulunan Zaim'in cenazesinin Pazartesi günü öğle namazını müteakiben Fatih Camii'nde kılınacak cenaze nemazının ardından Edirnekapı'daki aile mezarlığına defnedileceği ifade edildi.

     

     

     

    SABAHATTİN ZAİM KİMDİR?

     

    Hocaların hocası Prof. Dr. Sabahattin Zaim, 1926 yılında Makedonya'nın İştip kasabasında doğdu. Ailesi ile birlikte 1934'te İstanbul'a göç etti. Yüksek öğrenimini Ankara Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Şube kısmında (1947) tamamladı. 1953 tarihinde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Siyaset Kürsüsü'nde asistan oldu ve tam 40 yıl aralıksız bir şekilde bu üniversitede doktor, doçent, profesör ve kürsü başkanı olarak görev yaptı.

     

    Suudi Arabistan'daki Melik Abdülaziz Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi, Sakarya Üniversitesi''nde de İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nin kurucu dekanı olan Zaim, 1998 yılında emekli olarak yarım asırlık akademik hayatını tamamladı.

     

    Zaim, 1998-2000 yıllarında da YÖK üyeliği yaptı. Çalıştığı süre boyunca binlerce öğrenci ve bilim adamı yetiştiren ve bu nedenle hocaların hocası olarak anılan Prof. Zaim'in akademi ve fikir dünyasındaki ünü tüm dünyaya yayılmış bulunuyor.

     

    http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=285613


  10. Selamlar,

     

    Son dönemde, sitemizde incir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden dolayı vukuu bulan pek çok tartışmanın yanına bir de bu başlıktaki tatsızlıklar eklendi malesef. Münakaşa, öyle görünüyor ki, devam etme temayülü taşıyor.

     

    Konu kilitlenmiştir.

     

    Gerek bu başlıkta yer alan, gerekse de forumun geneline yayılan tatsızlıklar hakkında gerekli kararlar yönetim merciileri tarafından alınacak ve uygulanacaktır.

     

    Saygı ve selamlarımla


  11. Selamlar,

     

    Metin başlığında kaside kelimesinin kullanılmış olması bu nesri şiir olarak kabul etmemiz için yeterli değildir. Metnin takdir mahiyeti göstermesi sebebiyle tercih edilmiş bir kelime olmalıdır bu. Kaside kelimesinin yalnızca belli bir tarzda yazılmış şiirleri ifadede kullanıldığı telakkisi de bizi sağlıklı bir neticeye ulaşmaktan alıkoyar, zira kaside kelimesinin bir şiir türüne isim olması sebebiyle bu nesrin şiirliğini ispatladığını varsayarsak bu nesrin de aruzla yazılmış, beyitlerden oluşan bir şiir olması gerekirdi. Yani kelimenin terminolojik manada belli bir şiir tarzını ifade ediyor olması, bu yazıyı şiir olarak kabul etmemiz için yeterli bir sebep değildir. Üstad'ın seci sanatını kullandığı pek çok nesri mevcuttur.

     

    Rapor 10'a bakarsanız da, bu metnin, internette yayıldığı şekilde tertip edilmediğini ve basılmadığını müşahede edebilirsiniz.

     

    "Bunca hıyanet tipinin bir arada düşmanı

    olabilmen riyazi bir katiyetle ispat eder ki,

    sen sanıldıgın ve tanındıgın gibi olmak,

    böyle bir sanılma ve tanınmanın

    kıymetini gerçekleştirmek borcundasın!"

     

    Üstad'ın şiir kitaplarına dahil etmediği bu metinde geçen ve şiire benzetilmeye çalışılan şu cümle, Üstadın hayatı boyunca asla başvurmadığı ve bizzat karşısında bulunduğu şiir yazma stilini yansıtmaktadır.

     

    Saygı ve selamlarımla


  12. YOL

     

    İslâm'ın, Yaradanla yaratık arasında açtığı ve "Sünnet ve Cemaat Ehli" diye isimlendirdiği mutlak yola aykırı ve iddiacılarının ruhundaki çıkmaz sokaktan ibaret bir yol... Sapıkların sapığı, ana yolu büsbütün inkâr edenlerin sapıklığından daha sapık, güya yola bağlıyken onu içinden saptırıcı ve böylece fesad ve tehlikelerin en büyüğünü belirtici bir yol...

     

    İmam-ı Azam Hazretlerine gayet lâübâli ve edepten yoksun bir dille çatmalar, kendilerini yeni içtihadlara mezun ve memur bilmeler, içinde yaşanılan memleket ve idaresi altında bulunulan hükümet hangi ölçü ve kanuna bağlıysa, İslâmiyetin de onlara baş eğeceğini iddiya kadar gitmeler, nice mesele üzerine bağırsaktan fetva vermeler, neler ve neler!..

     

    Bu adamlar; 30 küsur yıllık mücadelemiz sonunda sakız gibi beyazlaştırdığımız iman çarşafı üzerinde, bu tahtakurusu lekeleri nereden peydahlandı? Bunlar meydanı sarsın diye mi, biz, süt-beyaz iman çarşafını, hapishanelerde tırnakları sökülmüş ellerimizle çitiledik?..

     

    Dalâletten hidayete yönelirken, hidayete girer gibi olduğu halde ters istikametlere sürüklenen ve şeytanın emrine geçen (karakter)ler her zaman görülmüşse de bu Yahudi ve münafık mizaçlı kişiler, daima meydana din hâkim vaziyetteyken gizli gizli faaliyete geçmişler ve şu anda bizde olduğu gibi, küfre karşı imanın yekpare bir (blok) teşkil etmesi gereken ilk uyanış demlerinde ortaya çıkmışlardır.

     

    Eğer uyanış böyle olacaksa hiç uyanmamayı ve camilere kapanıp sokağa ve meydan yerine veda etmeyi ve halimize ağlayarak son günlerimizi beklemeyi tercih ederiz.

     

    Doğrudan doğruya küfür ve inkâr, bunların yanında mücadele ve mukabelesi çok daha kolay bir iş kalıyor ve 30 küsur yıllık emeklerimiz sonunda, milyonlara nispetle birkaçı geçmeyen bu sapıklar, herşeye rağmen bizi ta yüreğimizden yaralıyor.

     

    Köprülü'nün düşmana saldırmadan kendi Öz ordusundaki hainleri temizlemesi ve yüzlerce kafa kesmesi gibi, bu mikropları DDT'den geçirmeksizin girişebileceğimiz hiçbir davranış düşünülemez.

     

    12 Şubat 1978


  13. Tanrısı ulutmuş adamı resmen

    Selamlar,

     

    Trradomir dikkat et, İslamiyet'e hakaret ediyorsun... :rolleyes:

     

    Konu hakkında Üstad'ın kaleme aldığı bir yazıdan alıntı:

     

     

     

    "İtalyanlardan boyacı küpü tercüme Türk Ceza Kanunu'nda bir madde vardır: Dini, hangisi olursa olsun, tezyif, dine hakaret etmenin suç olduğuna dair bir madde... Bu maddeye göre, bir İtalyan çıksa da, İslâmiyet'e ağız dolusu sövse, orada yaşayan bir müslüman, bu İtalyan'ın kendi öz kanuniyle cezalandırılması için adalate başvurabilir. Katolikliğe hakaret ise, orada, zaten hâkime intikal etmeksizin cezasını halktan görür.

     

    Ne halettir ki, bizde, din teşvikini türlü maddelerle yasaklayıcı kanun, nasılsa İtalyanlardan sızma böyle bir maddeyi de ihtiva ederken, bu yönde şımdiyedek hiçbir takip yapılamamıştır.

     

    Fakat hayır! Yalnız bana yapıldı! Demokrat Parti İktidarının arefesindeki şekavet devrinde, benim, Türkçe ezan hakkında "Tanrı öyle uludur ki, insanı işte böyle ulutur!" tavsifim dine hakaret sayıldı. Sadece dini yüceltmek için İslâm'ın gayrına karşı sarfettiğim bu kelime, sanki din Türkçe ezanmış gibi İslâm'a hakaret kabul edilmişti.

     

    ...."

     

    6 Şubat 1978 tarihli bu yazıyı okuduğumda "gülsem mi, ağlasam mı?" sorusu belirdi zihnimde. Şaka gibi... Kendi ürettikleri batılı İslam telakki edip, bir de İslam'ın hakikisini müdafa etmek için kaleme alınan bir yazıdan İslamiyet'e hakaret çıkarabilmek, ancak bu ülkenin ileri zekalı devrim yobazlarına nasip olabilecek bir ahmaklık olsa gerek... Trajikomik... Hakikaten, çok trajikomik...

     

    Saygı ve selamlarımla


  14. said nursi hakkında tam söylenecek şeyler ÜSTADım dememiştir. fitne ve fesat olmaması için..

    Selamlar,

     

    Katılmak mümkün değil, zira böyle bir neticeye varmak, Üstad'ın izlemiş olduğu çizgiyi göz önünde bulundurduğumuzda muhal gibi duruyor.

     

    Evvelâ, Üstad'ın "fitne çıkmasın" düşüncesini taşıdığı zamanlarda leyhte yazı yazmayı değil, sessiz kalmayı tercih ettiğini göz önünde bulundurmalıyız. Cevat Rıfat Atilhan meselesinde Üstad uzunca bir süre sükûnetini muhafaza etmiş ve bu doğrultuda davranmış, Cevat Rıfat'ın tesiri azaldığında da fitneye zemin hazırlayacak ortamın kalktığını düşündüğünden ne karaktersizlikte bir insan olduğunu Cinnet Mustatili'nde dile getirmiştir meselâ. Ayrıca, Peyami Safa ile girdiği polemiklerinde yer yer "Birbirimize düştüğümüz intibaını uyandırmayalım ki dışarıdan bakanlara malzeme olmayalım" mealinde sözleri de vardır.

     

    Bunun dışında, Üstad'ın, ciddi bir hata ile karşılaştığında kalemini kullanmaktan asla çekinmediğini de biliyoruz. Tesiri Cevat Rıfat'ınkinden çok daha fazla olmasına rağmen, Üstadla aynı mürşide tabî olduğu iddiasındaki bir kişinin, "Demirel'in mason olduğunu bilmiyoruz; bir Müslüman'a mason diyen ise, Müslüman bir kişiye kafir dediği için kafirin ta kendisidir!" şeklinde özetleyebileceğimiz iddiasına çok sert bir tepki göstermiştir (Tepkinin dozajı için Polemikler bölümümüzü kurcalayabilirsiniz). Aynı zamanda Üstadın Mevdudî, Seyyid Kutub ve Muhammed Hamidullah gibi büyük sempati toplamış kişileri de sert bir dille eleştirdiğini görüyoruz. Buradan, Said Nursi Hz.'nin zikredilen kişiler gibi ciddi bir hata yapmadığına varabileceğimiz gibi, Üstad'ın ona karşı beslediği sevgiyi, sessiz kalmayışından ve bir kitabının büyük bir bölümünü, bu kişinin mazlumluğunu, hem de şahsına dair müsbet kanaatini de defaatle belirterek anlatmaya ayırmasından çıkarabiliriz. Özellikle 1950 BD'lerinde Risale-i Nur'ların neşredilmesi, Üstad'ın Said Nursi'ye gösterdiği sempatinin bir ispatıdır, zira daha sonra bu hareketinden pişman olduğuna dair hiçbir alamet yok elimizde, aksine Said Nursi'yi takdir yolunda devam ediyor kendisi.

     

    Bu neticeden onun "Nurcu" olarak tabir edilen gruba intisab ettiği ve Said Nursi Hz.'ni kendisine mürşid edindiği kanaati doğmasın, zira Nurcu'ların çoğunun aksine Üstad özellikle Birinci Said'i tenkit de etmektedir ve hayatının hiçbir döneminde Nurculuğuna delalet edecek bir tutumu olmamıştır. Dışarıdan sempati beslemek mevkiindedir Üstad, fakat yazdıklarındaki samimiyetinden şüphe etmemek gerekir. Zira hadisat ve hakikat, bize bunu söylüyor.

     

    Saygı ve selamlarımla


  15. BİR MEDENİYETİN DİRİLİŞİ

     

    Erdem Bayezıt

     

    Ömrünü tamamlayan Osmanlı İmparatorluğu, dâhi Hakan II. Abdülhamit'le son sözünü söylerken, Divan Edebiyatı da Şeyh Galip'le dönemini mühürleyerek, büyük bitişi tamamlıyordu. Asırlarca dünya muvazenesinde en önemli köşeyi tutan bu büyük devlet, tarih sahnesinden çekilirken, bu iki büyük dehâ ile doğması mukadder yeni medeniyetin yönüne ve ön yapısına da işaret ediyordu. Yani son tarihi görevini de yapmış oluyordu. I. Dünya Savaşı Osmanlı imparatorluğunun ölüm meresimi oldu. Yahut ölü eti yiyicilerinin şöleni. Sömürücülüğün sara nöbeti dünyayı sarsmaya başlamıştı. Batı sömürüyor, oburluğun verdiği rehavet içinde bünyesinde büyüyen urları göremiyordu. Nazizma, Faşizma, Komünizma kanserlerine yalnızca büyümek kalıyordu, bu ortamda. Artık sömürücülüğün felsefesi yapılmakta, onun sistemi kurulmaktadır. Batı medeniyetinin iç yarası komünizma, yeni bir dünya görüşü olma iddiasına rağmen, sömürücülüğe karşı çıkma iddiasına rağmen, temelde insan yaradılışına aykırı düşmesi yüzünden giderek en zalim sömürge düzenini kuracaktır. Bu dönemde insan boşluktadır. Tutunacak dal kırılmıştır. İnsanoğlu yılana sarılmaya şartlanmıştır. Kırılan dalın yeşermesi, bunalan insanlığa el uzatması için, zamana ihtiyaç vardı. Başı dönen insanın ayılması için ise II. Dünya savaşına.

     

    II. Abdülhamit Han'dan sonra bizim serüvenimiz trajiktir. Evin reisi ölmüş, evin çocukları da soyguncularla, hırsızlarla işbirliği edip evi yağma etmekte meşguldürler artık. Ne dâhi hakan Abdülhamit Han'ın işaret ettiği noktayı görecek göz ne de Şeyh Galip'in sözünü duyacak kulak vardır ortada. Ortada yalnız mezar soyguncularına âşık Ölü sahipleri vardır artık.

     

    II. Dünya Savaşı arefesinde ve daha sonra birkaç istisna dışında ülkenin yönetimini ele alan siyaset adamları ve fikir hayatına etkili olan düşünürler. Batı ile malûl hastalardır. Hiçbir soy düşünceye bağlı değillerdir. Kritiksiz, muhasebesiz bir şovenizm içindedirler. Düşünce ve aksiyonları anlıktır. Hayranlıkları ve nefretleri anlıktır. Eserlerinin ve hareketlerinin başlıca karakteristiği öykünmedir, özentidir. Kendi kendileriyle çelişmeye düşmek günlük serüven olmuştu onlara. İnanırlar mesnet göstermezler, inkâr ederler hesap vermezler, insanlıktan söz ederken kendi halklarından nefret ederler.

     

    Hürriyet dedikleri güzele âşıktırlar, bir an evvel dağa kaldırmak için.

     

    Mefhumların aşure çorbası gibi vitrinlere sürüldüğü bu dönemde, «niçin?» «nasıl?» sorularını sormak istiyenler de çıkar. Örneğin Ziya Gökalp. Fakat bu da bir intihar psikozu, bir sara nöbeti içinde sorulmuştur. Mehmet Akif yangını görür. Ama yangın çatıdadır ve bu hengamede ses duyurmak güçtür. Yahya Kemâl cephe gerisindedir, doğacak çocuğa, dirilecek medeniyete bir köprü kurmakla meşguldür «Selimnâme»'yi yazarak. Daha sonra birkaç isim, sanatın sedef kabuğuna sığınmış, öykünmenin üstüne çıkabilmiş : Ahmet Hâşim, Ahmet Muhip v.b. Bunlar yalnız san'atla ilgilidirler. Bu arada ilk kritikçi seslerden biri Peyami Safa'dır. Net bir dünya görüşüne sahip olmasa bile, bilhassa batı medeniyetine ait müesseseleri eleştirmeye çalışır. Onların gerçek niteliklerini göstermeye çalışır.

     

    Artık sıra büyük tefekkürdedir. Durumu gerçek yönüyle ilk gören, batıyı da doğuyu da topyekün müesseseleriyle idrak eden ilk büyük zekâ Necip Fazıl'dır. Necip Fazıl'ı ilk dönem eserlerinde, insanın mücerret sorunlarını, buhranını billûrlaştırırken görüyoruz. Soy bir kafadır. Toplumun geçirdiği büyük buhranı yaşar.

     

    Tarihî gerçekler ters yüz edilirken, Batı'nın «dikte» ettirdiği masal, tarih diye millete okutulurken, bu oyuna kanacak insan değildir Necip Fazıl. San'atın doruğuna da ulaşsa, büyük tefekküre kaymadan huzur yoktur. Artık san'atkâr Necip Fazıl'ın yerini, mücadeleci, düşünür Necip Fazıl almaktadır. Batı ve Doğu medeniyeti topyekün müesseseleri ile kritik edilmektedir. Mensubu olduğumuz medeniyetin, unutturulmak istenen değerlerinin gün ışığına çıkarılması için vakit gelmiştir. Necip Fazıl II. Abdülhamid'i «tez» olarak ele alır. Çünkü batı bütün gücü ile bu büyük Hakan'ı kötülemek için seferber olmuştur. Çünkü bu büyük Hakan Batı'nın zaafını anlamıştır, orta-doğunun kurtuluş yolunu görmüştür. Hindistan'dan Afrika'ya kadar sömürülen büyük bir coğrafyayı ve insan kitlesini anlaşabilecekleri tek ideoloji etrafında toplayarak güç birliği içinde, kopacak büyük savaşa hazırlamanın tek yol olduğunu görmüştür. Bu idealin gerçekleşmesi ise Batı'nın sonu olacaktır, en azından Orta- Doğu ülkeleri adına denge sağlanacaktır.

     

    İşte, bir dirilişin müjdecisi bu olumlu çıkış yanında, aşağılık duygusu ile zehirlenmiş Batı hayranı taklit budalaları da son kozlarını oynamaktadırlar. Medeniyetimize ait bütün değerler, Orhan Veli'nin edebiyatta yaptığı hareketle artık apaçık ters yüz edilmektedir. En ucuz, en iyidir. En kolay olan yapılmaktadır: ciddiyet alay konusudur artık. Mevsimlik elbise değiştirir gibi fikir değiştirmeye alışmış, bir milletin tefekkür hayatını moda dergisi sanan taklitçiler bu sefer de sosyalizma hastalığına tutulmuşlardır.

     

    Halbuki Batı'nın söyleyecek sözü tükenmiş, Komünizma dünya ihtilâli kitap sayfalarında çürümüştür. Batı için de, Komünizma için de yapılacak tek şey kalmıştır. Sömürücülük konusunda kendi aralarında anlaşmak ve sömürülen ülkelerde dirilişi önlemek. Bunun için, buralarda mümkün olduğu kadar «geri kalmış» aptal bulabilmek. Bunca çalışmaları da boşuna değil. Buluyorlar bu aptalları ve kırk yıllık sakızları çiğnettiriyorlar bu uyurgezer, ucuz, «batı tipi», «Marks tipi» kuklalara. Madalyonun bir yüzünün görünümü budur. Ama daima bir de öteki yüzü vardır. Madalyonun.

     

    Necip Fazıl'ın haber verdiği bir Sezai Karakoç vardır, «insan» «Zaman» «Ölüm» «Tabiat» «Tarih» «Aşk» «Devrim» «Melek» «Kitap» «Peygamber» «Kader» «Diriliş» «Tövbe» «Kıyamet» «Millet» ve islâm Medeniyeti'ne ait diğer temel kavramlar Sezaî Karakoç'un yazılarında yeni bir ifadeye kavuşmakta, bir diriliş nesli mayalandırılmaktadır. Artık değerler, mimarî bir bütünlük içerisinde yedi yerine oturtulmaktadır. Şiir ise tarihî ürpertisine kavuşmuş, fizik ötesinin derin sesi modern bir biçimde Sezaî Karakoç'ta kendini bulmuştur. Türk Edebiyatı «Sesler» ve «Hızırla Kırk Saat»la rayına oturmuştur. Sesler özellikle orta - doğu insanının, neticede insan tekinin, çocukluğu, bunalımı, kurtuluşudur. Hızırla Kırk Saat, özellikle orta - doğu insanının, neticede insan tekinin tarihin derinliğine doğru bakışıdır. Eser ortadadır ve diriliş mukadderdir.

     

    (Çıkış Dergisi, Sayı: 3-1968)


  16. Milliyetsiz Milliyet Gazetesi

     

    Necip Fazıl KISAKÜREK

     

    Milliyetsiz Milliyet Gazetesinde gayr-i Türk ve gayr-i müslim bir muharrir bozuntusu, sadece ilim ve hakikati konuşturmak üzere hazırladığımız 6. Mehmed Vahidüddin» isimli tefrikamızın «Vatan haini değil, büyük vatan dostu şeklindeki ikinci başlığını ele alarak, henüz eser ortaya çıkmadan birtakım esfel (prookasyon) lara girişmekte, «Vahidüddin vatan dostu olunca demek ki Atatürk, Mareşal Çakmak ve bunca istiklâl Şehidine vatan haini olmak düşüyor!» demek istemekte ve şunu bunu kışkırtmaya bakmaktadır. Kâfir soyundan îranlı ve Arnavut kaniyle mavi renkli Yahudi kanından terkiplediği katışığa Milliyet ismini veren bu paçavraya ve onun paçavra muharririne ayaklarını denk atmalarını tavsiye eder ve birkaç yıl öncesinin «Cüce M.........» hâdisesindeki yüzkarası hezimetlerini hatırlatırız!

     

    Bu defa yüzlerindeki kara, manevî bir leke halinde kalmayıp korkunç bir surat morartısı şeklinde de tecelli edebilir.

     

    Aynı karşılığı, dünkü «Akşam» gazetesinde Milliyetsiz Milliyet'in arkasından gitmeye kalkan ve temiz bir ordu köteği yedikten sonra şimdi Milliyetçi ve hakikatçi Türk Ordusunu kışkırtmaya bakan «îlhami Sosyal» isimli maddî ve manevî soysuza da yöneltiriz. Bahsettiği, camii duvarına işeyen köpek değil, onun ancak çişi olan bu adamı, bütün benzerleriyle beraber Sarayburnu önündeki çöplükte göreceğimiz gün yakındır.

     

    (Bugün, 18 Mayıs 1968)


  17. Selamlar,

     

    Aşağıda sırasıyla, Vatan Haini Değil - Büyük Vatan Dostu 6. Mehmed Vahidüddin'in yayınlanması üzerine kuduzlar cephesinde filizlenen komik bir tepkiyi ve Üstad'ın yazmış olduğu cevabî yazıyı paylaşıyorum.

     

    Saygı ve selamlarımla

     

     

    29 YIL SONRA ATATÜRK İNKİLÂPLARINA BAKIŞ

     

    HASAN PULUR

     

    Atatürk'ten ayrılalı yirmi dokuz yıl olmasına rağmen, O'nun büyük inkılâbı kara cahil yobaz tarafından her gün bir tarafta baltalanmakta, lâkaytlık, adam sendecilik, bana necilik, din istismarcılığı ve türlü hasis düşüncelerle, gittikçe büyüyen ve gelişen, bu menfî akını karşısına Atatürkvâri bir cür'et ve medenî cesaretle çıkılmamakta, yer yer irtica gösterileri en şiddetli tepkilerle karşılanıp yobazın burnu kırılmamakta, din adamı namı altındaki cahil softalar köy köy; cami cami gezmekte, halkı Atatürk aleyhinde kışkırtmakta, her çeşit tarikat istediği gibi icrayı ahenk etmekte, «Volkan»ı dahi geride bırakan gerici gazeteler, dergiler meçhul kaynaklardan beslenip köylere kadar bedava dağıtılmakta, şeriatçılık, hilafetçilik ve Büyük hakancılık sloganı ile Türk milleti zehirlenmekte, gençlik, öğretmenler, aydınlar mukaddesatçı, ilerici nâmı altında parçalara ayrılmakta Silistre'den gelme, hiçbir yerde tutunamamış olan sahtekâr bir din yobazı Süleyman'ın kurduğu Süleymancılık; Lavrens'e casusluk yapmış, Rusya'da eğitilmiş, Türk vatanını bölmeyi ve parçalamayı, bir Kürt Devleti kurmayı kafasına koymuş, sicilinde hırsızlık dahi olan, uzaklardan leş kokusu hissedilecek kadar pis, su yüzü görmemiş Said Nursî'nin kurduğu Nurculuk alabildiğine büyümekte, camiler, tekkeler, zaviyeler açıkça ve alenen inkılâp düşmanlığı yapmakta, vaizler —yetkililerin önünde dahi— ATATÜRK inkılâplarına dil uzatmaktan korkmamakta. O'nun heykellerine, büstlerine saldırmakta, senelik gelirleri 30—40 milyon lirayı bulan dernekler masum gençleri zehirlemekte, kızlar okullardan alınmakta, ayyaş, üç kâğıtçı ve her tarafı oynak sapıklar yurt içinde dolaşıp konuşmalar yaparak zehirler saçmakta, (namaz kılmasını, Kur'an okumasını bilmeyen bu küstahların konuşmaları teyplere alınıp köylere ulaştırılmakta ve bir kelime ile İRTİCA gittikçe örgütlenmekte, kuvvetlenmeye çalışmakta, yobazlar uygun adımlarla cami duvarlarına yaklaşmaktadırlar.»

     

    Korgeneral Faruk Güventürk son yazdığı kitabın önsözünde böyle diyor... 29 YIL SONRA ATATÜRK İNKILAPLARINA BAKIŞ... Kitabın adı bu! Dediklerinde bir fazlalık var mı? Yok! Eksiklik bile var! Abdülhamid'e yakıştırılan «Büyük Hakan» palavrası, şimdi yerini «Vatan haini» Vahdettin'de bulmak üzere... Hani vatanı, Damat Ferit'le yabancılara peşkeş çeken ve Kurtuluş Savaşı kazanılınca da İngiliz gemisine binip düşmana sığınan Osmanlı'nın yüzkarası Vahdettin var ya! O bile, «Süper mürşit»in kaleminde «Vatan haini değil, vatan dostu.»

     

    «O vatan dostu» olunca Kurtuluş Savaşını yapanlar «Vatan haini.» Yâni Atatürk, İnönü, Çakmak, Birinci Millet Meclisi, binlerce kahraman ve şehit... Hepsi vatan haini!

     

    İnsanın, bunları gördükçe, okudukça kahrolası, ölesi değil de, babasından kalan en kutsal emaneti, İstiklâl Madalyasını alıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin başına götürüp teslim edesi geliyor:

     

    — Alın Sayın Sunay! Bu İstiklâl Madalyasını siz koruyun!

     

    (Milliyet, 16-5-1968)


  18. FELSEFE VE HAKİKAT

     

    Felsefe deyince gözümün önüne şöyle bir manzara gelir: Feza büyüklüğünde bir çuval. Çuval, yalnız bir tanesi sağlam, gerisi çürük cevizlerle dolu... İşte felsefe, bu çuvala her defa elini sokup o sağlam cevizi boş yere aramak gayretinin ismidir.

     

    Gayet tabiî olarak, çuvala rastgele dalan el, her defa bir çürük cevizle çıkacak, fakat her defa (Evraka! - buldum!) diye bağıracaktır. Tek ve dopdolu cevizi doğrudan doğruya bulmak ehliyetindeki mutlak sistemin ismi de, elbette ki, felsefe olmayacaktır. O sistem, mutlak doğrunun serbestçe aramak gibi de bir eşeklik hürriyetini elbette kabul etmiyecektir.

     

    Felsefeye güvenenlere şaşırıyorum! Şu sıfatla!.. En aşağı yirmi beş yıl felsefenin "sinemaskop" perdesindeki gölgelerini hecelemiş ve bilmem kaç deve yükü felsefe kitabı okumuş bir insan sıfatiyle...

     

    Şaşırıyorum! Zira onun biricik verimi çuvala dalıp da çıkan ve sonra yemişinin çürüklüğünü gören ellerin her defa inkisarına şahit olmaktan, baş vurulacak her tecrübenin boş çıkacağını bile bile yine aynı işi tekrarlamak zorunda kalmaktan başka ne olabilir?

     

    Hayır, hayır; onun asıl öyle bir verimi ve faydası var ki, biricik vücut hikmeti... Bakın ne:

     

    Felsefe, doğruyu bulma değil, her defa yanlışı yakalama aletidir; ve bütün felsefe mezhepleri birbirinin yanlışını çıkarırken doğrudur. Doğru tek, yanlış ise sayısız olduğuna göre, o mutlak "tek"e malik olanın sayı saymak ve hakikati bole bole bir şeye varılabileceğini sanmakla ne ilgisi olabilir?

     

    Biz hakikati "namütenahi"de arayanlar değil, "tek"de bulanlar, ne felsefeye inanabiliriz, ne de usulünü ondan alan başıboş hürriyete... Yani, demokrasi için demokrasiye...

     

    Su başında oturanın, dili bir karış dışarıda, su aramaya ve suyu değil de, bu arayıcılığı sistemleştirmeye ihtiyacı yoktur.

     

    Arayan arasın; biz bulmuşuz!..

     

    25 Ocak 1978


  19. Selamlar,

     

    Bu yalakalar güruhunun ebediyet anlayışı, ebedi sıfatı yakıştırılan şahsiyetin ebediyete intikalinin ardından gelen ilk kişiye yafta aramak ve mahut putlaştırılacak halefe, bir önceki "ebedi"nin mertebesini bahşetmekten fazlası değildir. "Kral öldü, yaşasın kral!"... İlah mertebesine çıkardıkları; şahsı ve makamı hakkında "Tanrı gibi görülüyor her yerde / Topraklarda, denizlerde, göklerde", "Mustafa Kemal Bismillah olmuş / İnanmış dudaklarda" ve "Kâbe Arab'ın olsun / Bize Çankaya yeter" buyurdukları Ebedi şeflerine karşı gösterdikleri putlaştırma dehası, muhtemelen ebediyete imanları bulunmadığından, 15. yılda ikinci bir şef yaratmalarına vesile oldu ve sahte kahramanlar zincirine bir halka daha eklenmiş bulundu. Sonrası zaten malum.

     

    Bu kadar ucuz insanların eline düşmüş bulunan bu ülkenin şu haline şükretmemek elde mi?.. Kibir kumkumalarıyla, sahte kahramanlarla, küfür yobazlarıyla,... istila edilen selahiyet mevkiilerimizin bu halkın helakına vesile olmamasını, hala yaşayan Anadolu ruhuyla ve Üstad gibi bir avuç kanaat önderinin girmiş olduğu, çilelerle örülü çetin fikir mücadelesiyle açıklamak en makul olanı gibi duruyor.

     

    Allah bu kral ve kralcıların ervahını başımızdan ırak eylesin...

     

    Bu rezil hal, bir nükteyle ancak bu şekilde tenkit edilebilirdi. Allah Üstaddan razı olsun.

     

    Saygı ve selamlarımla

×
×
  • Create New...