Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

NFK-Fan

Admin
  • Content Count

    2,361
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    67

Posts posted by NFK-Fan


  1. Aksiyon Serisinden: İNKILAP ABİDELERİ (2)

     

    Dikilen heykellerde fikir ifadesi:

     

    Yabancı sanatkarlar eliyle dikilen heykellerde fikir ifadesi, alaminut vesika fotoğrafı seviyesindedir. Yabancı sanatkar taşa fikir hakkini bilse de, ruhunu tanımadığı bir hadiseyi heykelleştirirken onu fikirsiz bırakmış, onda, başka başka pozlar ve kılıklarda aynı kalıbı çıkartmaktan başka bir ifade bulamamıştır. Her yerde üstünkörü bir benzerlikle vesika fotoğrafı teşhir edilen tek şahsın, basit bir gardrop nevileri içinde ifadesi... Asker o, sivil o, atta o, ayakta o, kalpaklı o, başı açık o, ve hep aynı çehreyle... İşte dikilen heykellerde biricik fikir ifadesi!

     

    Ölçü:

     

    Bir inkılabın abidesi, Şefinin üstünkörü bir benzerlikle vesika fotoğrafını çıkartmak değil, inkılabı şahıs resmi gerisinde tefsir etmek işidir.

     

    Dikilen heykellerde sanat kıymeti:

     

    Sıfır... Bunu keskin bir bedahet halinde duymak için, orta bir selim akıl sahibinin Avrupada, hatta Balkanlarda bir kaç ay dolaşması yeter. İçinde (vatan) kelimesinden başka nesne bulunmıyan bir manzumede sanat kıymeti neyse, standardize bir çehre tekrarından gayri ifadesi olmıyan bu heykellerde de aynı şey! Bu hususta kendi fikrimi bir yana bırakayım da size bir Avrupalı muharririn görüşünü bildireyim. O Avrupalı ki, fikirlerini mizana vurmadan kabul etmek, kanunlaşmış bir adetimizdir. (Antonio Aniante) adında bir İtalyan muharriri, (Mustafa Kemal) isimli eserinin 140-141 inci sayfasında diyor ki:

     

    « Türklerin birkaç Avrupalı heykeltraşa yaptırdıkları eserler, sanat kıymeti bakımından birer faciadır. Zaten bu heykeltraşlar hakiki sanatkarlar değil, her tarafta ayni işi yapan sanat bezirganları. Bu heykellerde tek şahıs, kah ihtiyar bir paşa, kah bir mahkeme mübaşiri halinde tasvir ediliyor. Yarının Türkleri bu eserlere karşı harekete geçeceklerdir.»

     

    Ölçü:

     

    Elde bir güzellik ve kıymet miyarı bulunmaksızın inkılap mevzuunda bir sanat eserini benimsemek, sanat tarihine karşı mesuliyetlerin en ağırını yüklenmektir.

     

    12 Mart 1939


  2. Aksiyon Serisinden : İNKILAP ABİDELERİ (1)

     

    Heykel:

     

    İnkılap abidesi olarak heykeli seçtik. Bir (emrivaki) işi... Heykelin mahiyeti üzerinde düşünülmüş, güzellik telakkimize uyup uymadığı muhakeme edilmiş, şartlarile şartlarımız arasında tenasüp aranmış değildir. Madem ki garblılaşıyoruz, orada da heykel var, niçin bizde de olmasın?

     

    İnkılapların müşterek kanunu :

     

    -İnkılabın madde halinde ilk abidesi, kaskatı gövdesiyle vatan bütünüdür.

     

     

    Bir kasaba... İçinden bulanık bir su geçiyor... Ayakta durabilmek için üstüste abanmış kerpiçten evler... Arnavut kaldırımı, tek cadde... Caddede serbest kanalizasyon cereyanı, kemikleri ince bir deri yaldızile örtülü beş on sığır ve bir heykel... Bu levhadaki tüyler ürpertici tezadı görmemek kabil değildir.

     

    Ölçü:

     

    Bu çerçeve içinde bir inkilabın abideleşme ihtirası, maddeyi tedricen canlandırmak, beslemek ve yenileştirmekten başka bir şey olamaz.

     

    Heykeli kim yapar?

     

    Heykelin dini mahiyeti bir yana, heykeli milli sanatkar yapar. Eğer heykeli yapabilecek milli sanatkar yoksa, heykel de yok demektir.

     

    Bir inkılabın en mahrem fikir ve heyecan ifadesini canlandırmak için Avrupadan mütehassıs getirmek, bizzat inkılabı yapmak için mütehassıs getirtmeğe müsavidir.

     

    Ölçü:

     

    Milli benliğin biricik ifade aleti olan güzel sanatlarda yabancı mütehassıs olamaz.

     

    11 Mart 1939


  3. BU ESER

     

    Ne Türkiye, ne geniş manasıyla Rum illeri, ne Çin ve Maçin, ne Hint ve Sind, ne Arap ve Acem; bütün dünya...

     

    Bu eser, dünya çapında ve topyekûn insanoğlu çevresinde bir gerçeklik ve güzellik fışkırışının kaynağını gösteriyor. Dâvası ve iddiası budur. Yazana değil, yazılanlara bağlı değer ölçüsü...

     

    Bu eserin, fezayı ve toprağı dolduran tek dâva olarak, her türlü kalem ve ifade kudretinden münezzeh ruhu ve mânası önünde, bütün kelâm ve fikir şahsiyeti haşyetle siner ve silinir.

     

    Her biri öbüründen ayrı, fakat her biri öbürüne bağlı ânlar... Esrarlı çizgiler, renkler ve sesler... Bunların doldurduğu hikâyeler... Amma şöylesine hikâyeler:

     

    Aklın patladığı ve hesabın kül olduğu sınırdan ilerideki âlemde meclis kuranların hikâyeleri... Mutlak ve sonsuz nurun en mahrem tecellisi etrafında halkalanmış o kahramanların hikâyeleri ki, insan onlara rastgele bir göz atar atmaz niçin yaratıldığını anlar gibi oluyor.

     

    Bu hikâyeler, dünyada insanî ve beşerî kaç mevcut varsa ve bu mevcutlardan ne kadar iş ve fikir çevresi kurulmuşsa, hepsinin birden olamadığı, bulamadığı, varamadığı, eremediği; ne şiirin, ne tılsımın, ne ilmin, ne fennin ulaşabildiği noktada bağdaş kuranların hayatından pırıltılar...

     

    Nerede, ne zaman, ne istemiş, aramış ve bulamamışsak hepsi ve her şartıyla burada... Burası kendini aşmanın, fânilikten sıçramanın, gerçek insanı bulmanın, fert ve cemiyet halinde büyük oluşa ermenin yeri...

     

    İnsanoğlunun bütün arayışlarında, atılışlarında, deneyişlerinde, bir, olup da olmayışa karşı hasreti; bir de, sezilip de tutulamayana doğru hayali yok mudur? İşte bu muazzam sırrın ve imân, ahlâk, güzellik, iyilik, doğruluk, sonsuzluk, iş, dâva, edep, muaşeret, zevk ve iştiyakın hakikati burada... Ey hüsranlarının hakikatini görmek isteyenler... Ne isterseniz burada!

     

    Bu pırıltılar karşısında, tavla zarı kafalar hemen şu hükmü basacaktır:

     

    - Olamaz! Hayâl!..

     

    Adî hayatın nice "olur"undaki "olmaz'ı görenler ve ulvî idrak sancısını çekenler bu "olmaz'daki "olur'u da sezerler. Anlamayanların hali ve onlara verilecek cevap yine bu kitapta:

     

    "- Bu işin sana anlatılabilmesi için git, toprakla kepeği birbirine karıştır da bir ömür yemeye bak!"

     

    Bir kere daha mı işaret edeyim: Bin kere daha olsa yine az. Bu eser, dünyaya, muhtaç olduğu kâinat görüşünü, bir altın yağmuru halinde serpiştirmek ve kendini cihan ölçüsünde bir hâdise diye takdim etmek ihtiyacındadır.

     

     

    Bu eserde usûl, şu: Tebliğ işlerinin gerçeklik usûlünden ziyade, telkin işlerinin güzellik metodu... Kitabın en haysiyetli kaynaklara bağlı ilim cephesi, maden suyunda demirin erimiş halde bulunması gibi, zevk ve lezzet ifadesi altında peçeli... Onun içindir ki, velîler ordusunun kahramanlarına ait ne cansız tarih, ne ruhsuz teferruat... Sadece bin çiçek yerine bin kitaptan süzülmüş ıtır damlaları... Yalnız ruh, yalnız ruh... Madde meraklıları diledikleri teferruat ve hususiyetleri (posaları ve tortuları) basit lügat veya tarih kitaplarında arasın ve bulsun...

     

     

    Gök yırtılıyor, arkasından Mâverâ Sultanının bir üfleyiş-te bütün mekânı yıkan ve bütün zamanı söndüren azamet nuru infilâk ediyor. Ve baştan başa dünyamız, bir ilk mektep çocuğunun elindeki çıkartma kâğıdı gibi buruluyor, buruşturuluyor. Böyle bir tecelli anında bize, manzaraya bakıp, bir takım gülünç ukalâlıklar, kaba teşhisler yapmak mı düşer, yoksa kör olmak, dilsiz kalmak ve kendi kendimizi bir daha bulamamacasına kaybetmek mi? Şuurum kalır mı ki, kıymet hükmüm olsun.

     

    İşte her dem bu tecelli anına nazır kahramanların hayatı ve mânası üzerinde her hangi bir şahsî telâkki, aynı nisbette gülünç ve edep dışı olurdu. Bu yüzdendir ki bu kitapta "tefsirci" ismi altında göreceğiniz kıymet hükümleri, yine o halkanın elmaslarından birine ve kendi aralarında kendi kendilerini muhasebe eden bir kaçına aittir. Hikâyelerden birinde, başlıca "Tefsirci"nin kim olduğunu zaten anlayacaksınız.

     

     

    Hepsi bu kadar... Bir de, yazanın, yazılanlara lâyık olmaktan başka tasa çekmediği ve kan-ter içinde kıvranarak kendi aşağılık nefsinden kahramanlar üstüne herhangi bir leke düşmemesine çalıştığı üslûp çilesi... Bu çileye dikkât ediniz; gözle gördüğünü bile kendi "basit'ine düşürmemek için bu kadar telâşta, kaç çeşit gözlük takmak ihtiyacındadır.

     

     

    Bir zamanlar "Halkadan Pırıltılar" adı altında çıkıp defalarca basılan, istismarcı (editör) ellerinde tükenmez bir mâden gibi işletilen ve türlü yanlışlıklar ve zevksizliklere kurban edilen bu eser, şimdi kemmiyetçe de fazlasıyla bütünleştirilir, nihaî şekline kavuşturulur ve "Veliler Ordusundan 333" ismini alırken, kaydetmek gerektir ki, bu "333" sayısında hiçbir sınırlama yoktur; ve gaye, belki 333333ü aşan kahramanlar kadrosundan sadece 333 büyüğü olgunluk ve kifayet hissini verici bir tamamlık içinde göstermekten ibarettir. Ama bu defa, bir daha değişmeyecek şekilde bir titizlik, incelik ve derleyicilik ölçüsüne bağlı olarak...

     

    Bütün hakikât İslâm'da, onun bütün ruhu da tasavvufta, yani en büyük insan ve Peygamberin bâtınında... Buradakiler de o bâtının cezbelileri...

     

    Aralarında yüz binlerce namsız ve nişansız kahraman eksik olsa da, başlıca en büyük 33 kahraman bilhassa eksik... Onları mahsus bu kitaba almadım. "Başbuğ Velilerden 33" isimli bir kitapta topladım.

     

    O ki, kul ve Resul olarak tek ve birdir... O ki, kâinat kendi yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. O ki, getirdiği emrin, dâvanın dışında hiç bir mevcut yoktur.. İşte "bir" sayısını O'na verdikten sonra, mukaddes emaneti ondan alıp tâ bugüne kadar getiren onunla beraber tam 33 ferdin hikâyesi orada..

     

    Buradakiler, kol kol, karmakarışık ve umumî şekilde, oradakilerin, hususî kolun, zemin ve muhitini çiziyor.

     

    Allah'tan başka her şeyde yanılıyoruz. Bunlar, hiç bir şeyde yanılmayan ve tekte her şeyi bulanlardır.

     

    N.F.K.


  4. Selamlar,

     

    Veliler Ordusundan 333 (Halkadan Pırıltılar), Üstad'ın tasavvufi eserleri arasında en çok tanınan ve kârî ilgisi gören kitaplarından birisidir. Bu eserde, başlıklar halinde sıralanan 333 tasavvuf büyüğüne ait menkıbeler, hikmetli sözler ve bu sözler hakkında Esseyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yapmış olduğu açıklamalara yer verilmektedir. Baştan aşağıya insanı kuşatan bir ruha sahip olan bu eserin kalın cüssesine bakıldıktan sonra kendisinden uzaklaşılmaması ve eserin mutlaka okunması gerekmektedir, zira bu eser insanı tasavvufî bir havanın içerisine hayli büyük bir muvaffakiyetle sokma kudretine sahip. Eserle hissediyorsunuz. Üstad'ın özellikle üzerinde titizlik gösterdiğini söylediği üslubu ise, hadiseleri herhangi bir hikaye gibi okumaktan bizleri uzaklaştırıyor, direk cezbeye itiyor. Hikayeler geçmişte yaşanmış olmaktan çıkarak önümüzü aydınlatacak bir rehbere dönüşüyor.

     

    Ben sözü fazla uzatmadan, aşağıya Üstad'ın bu kitap için kaleme aldığı takdim yazısını alıyorum.

     

    Saygı ve selamlarımla


  5. Selamlar,

     

    Dünya aleminde imkan dairesinin haricinde telakki edilen nice hadise, gayret ve azimle hakikat bulmuştur. Yıllar yılı sürülmekten koyuna dönen Yahudi'lerin, 1500-2000 yıl kadar devletsiz bir biçimde, iğrenilerek bakılan ve gettolara mahkum kalmış sığıntı gruplar halinde yaşadıktan sonra, dünyanın kalbinde elde ettikleri devleti ve dünya siyasetinde oynadıkları belirleyici rolü analiz ederek bundan ibret almak mecburiyetindeyiz. Eğer bir imanınız varsa, eğer grubunuzu oluşturan diğer yapıtaşlarıyla, diğer insanlarla ortak bir amaç için çaba harcarsanız, er veya geç amacınıza ulaşırsınız. Yeter ki imanınız olsun, yeter ki neticenin sizden yana olacağına inanın... "İnan da bir odun parçasına inan" diyen Abdulhakim Arvasi Hazretlerinin dikkatleri çektiği hakikatlerden birisi de bu husustu. İnanan başaracak, neticeyi elde edecektir. Neticeyi hayattayken siz görmeseniz de, arzulanan neticenin eninde sonunda size gelebilmesi için harcadığınız çaba beyhude değildir, çünkü ömrünüzün görmenize vefa etmediği neticeyi elde eden de aynı amacı paylaştığınız kişiler olacaktır. Neticeyi, sizin amacınız elde edeceğinden, neticeyi elde edenlerden birisi de siz olacaksınız. Sizin yaptıklarınız, neticeyi doğuran merhalelerden birisi olacaktır illa ki.

     

    Hele hele uhrevi alemi de göz önünde bulundurduğumuzda bu son nokta daha da açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Hayat sürmek, yolda olmak demektir ve insan ölünce menziline ulaşır. Menzildeki şeraiti tayin edecek olanlarsa yolda yapılanlardır. Bir Müslümanın imanının gerektirdiğini uygulamak için harcayacağı gayret, onun neticesini garanti altına alacaktır. Bu hususta bize düşen sadece ve sadece gayret etmek ve herhangi bir somut neticeye hayatımızda şahit olmayı beklemeden, inandığımızın bize söylediklerini uygulamak için gerek nefsimizle, gerekse cemiyetle mücadele etmektir. Umutsuzluk bizim için yoktur, zira karşılığını burada alamasak bile, halis niyetle yapılanları ödüllendirecek olan bir büyük zata doğru yol alışımız hakikati karşısında umutsuzluğa düşmek mümkün değildir. Eşyanın tabiatı iktizasınca mümkün değildir bu, zira kulluğunu yapmak üzere sarfettiği gayretinin neticesini bu tarafta olmasa bile diğer tarafta kesinlikle alacağını bilmek, insanı umutsuzluğa ve maddeye bağlı kalmış beklentilere uzak tutacaktır.

     

    Bazen amacımız doğrultusunda yapacağımız bazı işlerin netice vermeyeceği mülahazası bizi çalışmaktan alıkoysa da, bu halin hiçbir izahının olamayacağının farkına vararak bu isteksizliklerden kurtulabileceğimiz kanaatindeyimm. Meseleyi, sığlaştırma pahasına da olsa müşahhas bir örnekle açıklayacağım, Allah rızasını gözettiğimiz için almayacağımız bir cocacola'nın hem burada, hem de ahirette faydası olacaktır. Yapacağımız işlerde çevremizdeki insanların da bizimle aynı paralelde hareket etmesini beklemek, bizi bazen aksiyona geçmekten alıkoyar malesef, fakat bu, maddi alemde hızlı bir biçimde netice elde etmek arzusunun bizi yanıltmasından ileri gelir. Hazret-i İbrahim'in ateşine su taşıyan karınca olmak, neticeyi elde etmek demektir. Biz halis niyetle gayret edersek, netice, en nihayet gelecek olan netice, kesinlikle ve kesinlikle bizim olacaktır. Madde planının imkanlarıyla zihnimizi hudutlar arasına hapsetmeden gayret etmektir ki bize neticeyi getirecektir.

     

    Üstad'ın, bu makalesiyle arasında paralellikler keşfetmek mümkün olan Utansın isimli şiirine buradan ulaşabilirsiniz.

     

    Saygı ve selamlarımla


  6. Edebiyat dünyası için büyük kayıp

     

    05 Temmuz 2008 20:23

     

    Uzun süredir tedavi gören şair Erdem Beyazıt hayatını kaybetti. Şair Beyazıt'ın cenazesi

    Pazartesi Eyüp'te kaldırılacak.

     

    Şair Erdem Beyazıt vefat etti.

     

    Uzun süredir tedavisi süren Beyazıt evinde vefat etti.

     

    Erdem Beyazıt'ın cenazesi Pazartesi günü İkindi namazına müteakip Eyüp Camii’nden kaldırılacak.

     

    Erdem Beyazıt kimdir Erdem Beyazıt Hakkinda

     

    1939’da Maraş’ta doğdu. İlkokul ve Lise öğrenimini burada tamamladı. Yüksek öğrenimine 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde başladı. Geçim zorluğu yüzünden 1961’de öğrenimini devam mecburiyeti olmayan Ankara Hukuk Fakültesine naklederek askere gitti.

     

    Askerliğini yedek subay öğretmen olarak Burdur İli, Yeşilova İlçesi, Çuvallı köyünde yaptı. Askerlik dönüşü fakülte değiştirerek yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebıyatı Bölümünde tamamladı. Edebiyat öğretmenliği, kütüphane müdürlüğü yaptı. İstanbul Türk Musikîsi Devlet Konservatuarı’nın kuruluşu sırasında genel sekreter olarak çalıştı. Daha sonra, Sanayi Bakanlığı İnsan Gücü Eğitim Dairesi Başkan Yardımcısı iken bu görevinden istifa suretiyle ayrılarak Akabe Yayınları’nın ve Mavera dergisinin yönetimini üstlendi.

     

    1984’te Akabe A.Ş.’nin İstanbul’a taşınması kararı ile bu görevini devrederek yeniden memurluğa döndü. DPT’de sözleşmeli personel olarak çalışırken, 1987 Milletvekili seçimlerinde Anavatan Partisi’nden aday oldu. Kahramanmaraş’tan milletvekili seçildi.

     

    TBMM’nin 18. Dönem çalışmaları süresince Milli Eğitim ve Çevre Komisyonlarında görev aldı. 1991 seçimlerinde adaylığını koymadı, İstanbul’a yerleşti. Evli ve dört çocuk babasıydı.

     

    Tok, kavgacı, destana yatkın bir üslûpta söylenmiş olan şiirlerinde ayrıca ince duyarlılıklar işlenmiştir. İslâmî ton bir “leit-motiv” halinde bütün şiirlerine yayılmıştır. Şiirleri Açı (K. Maraş), Çıkış (Ankara), Yeni İstiklâl, Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera ve Yedi İklim dergilerinde yayınlanmıştır.

     

    Aldığı Ödüller: Risaleler; Türkiye Yazarlar Birliği 1988 Şiir Ödülü. İpek Yolundan Afganistan’a; TYB 1983 Gazetecilik Ödülü.

     

    ESERLERİ:

     

    *Sebeb Ey İlk şiir kitabı 1972’de Edebiyat Dergisi Yayınları (2. baskısı Akabe Yayınları, 1979)

    *Risaleler son şiirleri adı altında Akabe Yayınları arasında 1987 yılında çıktı (2. baskı 1989).

    *Şiirler (Sebep Ey ve Risaleler iki kitap bir arada) İz Yayıncılık tarafından 1992 yılında basıldı (4. baskı 1998).

    *İpek Yolundan Afganistan’a:1981’de İran, Pakistan, Afganistan ve Hindistan’ı içeren iki aylık gezi ile ilgili izlenimlerini kitaplaştırdı (Akabe Yayınları 1982).

     

    (Haber7)


  7. Selamlar,

     

    Oldukça yoğun olduğum bir dönemdeyim ama yine de bir iki satır yazmadan geçemeyeceğim. Haberi duymak gerçekten üzücü oldu. Özellikle yetiştiği şartları ve nereden nereye geldiğini düşününce insan sempati beslemeden edemiyordu kendisine. Cemile'deki ensestliği anımsatan rahatsızlık verici muhtevadan son eserlerindeki mütekamil fikre... Neredeen, nereye denecek bir hal... Türk edebiyatının dünyada en çok tanınan temsilcisiydi, büyük bir değerdi. Kaliteliydi, bizden anlattığı çok şey vardı... Gerçekten çok üzüldüm. Allah rahmet eylesin. Boş gitmedi, güzel eserler bırakıp çıktı yolculuğuna...

     

    Saygı ve selamlarımla


  8. Selamlar,

     

    Geç yazıyor olmaktan dolayı özür diliyorum. Birkaç saatlik buluşma, günlere bedel güzellikteydi.

     

    Namaz çıkışı buluştuktan sonra hep beraber Üstad'ın mezarına çıktık. Duaların ardından hususiyetle teşekkür etmeyi bir borç bildiğim, hafız olan Dadaş Ahmet nickli arkadaşımız Yasin-i Şerif tilavetinde bulundu ve dua etti; dinledik ve amin dedik.

     

    Daha sonra Piyer Loti'de, önceki buluşmalarımıza nazaran daha verimli geçen bir sohbet gerçekleştirdik. Elbette ki mevzuumuzun temel noktası, birkaç saatlik sohbetlerde ele alınması muhal olan Üstad'dı. Deryadan nasibimize düşen katreler yine de dimağlarıımızda hayli leziz bir tad bırakmıştı. 2, 2.5 saat boyunca oldukça hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Gün içinde, kısa bir dönem de olsa toplantımıza iştirak edenler dahil, 13 kişilik bir grup oluşturduk.

     

    Toplantımıza iştirak eden ve iştirak etmek istediği halde edemeyen arkadaşlarımızdan Allah razı olsun.

     

    Daha sonraki senelerde, daha büyük bir keyfiyet ve kemmiyet ile tekrar bir araya gelmek dileğiyle...

     

    Saygı ve selamlarımla


  9. Selamlar,

     

    Atatürk'le ilgili enteresan ve bir o kadar da komik olan bir putlaştırma vakası daha var. Dünya aleme madara olmaktan sıkılmayan, bıkmayan bir milletiz malesef. Bazen kendimizi sembollerle öyle rezil ediyoruz ki, kendi aklımız bile rezilliğin derecesini tahayyülden aciz kalıyor. Putlaştırma dehası devreye girdiğinde, malesef insan aklı en asgari haliyle dahi kullanıma kapanıveriyor. İçine düşülen rezil durumu başka bir amil ile açıklamak imkansız olsa gerektir. Lafı fazla uzatmadan, Abdurrahman Dilipak'ın Bir Başka Açıdan Kemalizm ismini taşıyan kitabından, aşağıdaki kısmı alıntılıyorum. Alıntının sonlarına doğru Nokta'dan iktibas edilen bir kısım vardır ki, kitabı ilk okuduğumda hayli güldüğümü hatırlarım.

     

    ...Ne diyordu Asım Aslan "Sömürülen Atatürk" kitabında: Türkiyede hemen herkes, Atatürkün kendi görüşüne uyan sözlerini almakta ve onu yüzüne maske yaparak büyük kurtarıcıyı alabildiğine sömürmektedir.Atatürk sömürücülüğü dün olduğu gibi bu gün de devam etmektedir ve bu gidişle, yarın da devam edecektir. Öyle sanıyoruz ki, Türk Siyasal tarihinde Atatürk kadar sömürülen başka bir önder yoktur.. Her yerde Atatürk.. Herkes Atatürkçü..

     

    Kenan Evren 28 Nisan 88 tarihli Milliyette Melih Aşık'ın "Dil sürçmesi" şeklinde tanımladığı konuşmasında "Türkiyede her taşın altından Atatürk çıkar" sözü de aynı gerçeğin bir başka ifadesi değil mi? Varlık Özmenek ise aynı durumdan şikayet ederek "Atatürk adını yalama etmek için her fırsatta kullanıyorlar" diyordu..

     

    Sahi Aka Gündüz ne diyordu Atatürk için: Varsın.. Teksin.. Yaratansın/Sana bağlanmayan utansın/Biz sana tapıyoruz.. Ya Kemaleddin Kamu "Kabe arabın olsun/Çankaya bize yeter"... Aynı çevreler daha sonra Anıtkabiri Kabe yapmak istemeyecekler mi idi?.. Ortaç "Yoktan varediyor Tanrı gibi herşeyi" diyordu. Ve bir başkası "Atatürk ekber.. Atatürk ekber/O peygamber" diye sesleniyordu

     

    5.8.1935 tarihli Cumhuriyetten bir haber: "Atatürk yarım ilahtır. Türklerin babasıdır. Hiç bir devlet şefi için hayatında bu kadar heykel dikilmemiştir"

     

    Bu tür sözlerle dolu bir hamaset sayfasını aralayıp, yeniden Asım Aslana dönelim isterseniz: "Bu durum karşısında insan, ister istemez kendi kendine şöyle bir soru sormadan edemiyor: Peki ama herkesin her fırsatta "Atatürk"ten sözettiği ve yine hemen herkesin her fırsatta "Atatürkçüyüm" dediği bir Türkiye, neden hala dünyanın en geri ülkelerinden biri durumundadır? "Türkiyeyi kurtaracak tek yol Atatürkçülüktür" deniliyor, fakat herkes Atatürkçülüğü kendi eğilimine göre yorumladığı için herkesin üzerinde birleştiği belli bir Atatürkçülük yok"

    Yok, yok da yine de herkes "Atatürkçü" olmak zorunda.. Demirel'in dediği gibi, "herkesin Atatürkçü olmak zorunda bırakıldığı bir ortamda Demokrasiden sözetmek imkansızdır" Demirel ekliyor: "Bu inkılaplar daha kaç sene kanunla korunacak.. Cahit Tanyol da bu fikri destekliyor: Atatürk de eleş-tirilmeli ve Atatürk düşmanlarına da söz verilmeli.. Mete Tuncay, konuya farklı bir açıdan bakıyor: "Atatürkçülük ilkel bir din haline dönüştürüldü.." Ege Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Kürşat Bumin ise Nokta'ya verdiği demecinde, Atatürkçülük ve Atatürkoloji' konularına değindikten sonra "Büyümek için babaya tavır almalı" diyor.. Anayasa hukuku profesörü Tarık Zafer Tunaya ise "Ve Atatürk'ü görse bir kaşık suda boğacak insanlar da Atatürkçü kesildi" diye yakınıyor.. Heykel yapıp köşe dönenler, duvar gazetesi ciddiyetinden bile yoksun Atatürk köşeleri basmakalıpçılığı ile uygarlık düzeyine ulaşmak isteyenlerin kol gezdiği ülkede ("Tek Adam" kitabının yazarı Şevket Süreyya Aydemir, 1975 yılında bütün bu tabulaştırma olaylarının nedenlerini kendince izah ederek bir bakıma günah çıkartıyordu)diyor Nokta dergisi, Putlaşan Türk Atatürk kapak konulu yazısında ve ekliyor: "İnkilabımızı oturtmaya ve Atatürk'ü putlaştırmaya mecburduk. Ama şimdi size ifade ediyorum, kitabımda da yazdım: Kahraman putlaştığı zaman ölür."

     

    Kürşat Bumin'in söylediğine göre, Fransızca yayınlanan Turist rehberinde Türkiye ile ilgili bölümde, batılıların garipsememesi için Türkiyedeki Atatürk olayından sözedilmiş, her yerde Atatürk resmi, her meydanda Atatürk büstü, dağ yamaçlarında bile onun sözlerinin kazınmış olmasının.. Bunu böyle kabul etmeleri gerekiyor turistlerin ve bu konuda fikir yürütmemeleri konusunda uyarılıyor.. Çünki "Türkiye'de kaçınılacak davranışlar arasında Atatürk üzerinde fikir yürütmek de vardır"

     

    Her konuda Atatürk'ün söylenmiş bir sözünü arayıp, bulup, çıkartıp levha haline getirilmesi, sloganlaştırılması konusunda da Bumin şöyle diyor: Ormanlar, hayvanlar ve ağaçlar, hepsinin anlaşılması ve de "varolabilmesi" için Atatürk tarafından söylenmiş bir şeylere gereksinimi vardır" Hatta, eski donanma mecmuasının daimi sloganı "İstikbal Denizlerdedir" yazısını "İstikbal göklerdedir" diye değiştirmek, ya da Hz. Ömerin, Hz.Ali'(RA)nin ilim ve adalet hakkındaki sözlerini yeniden ifade etmek de olsa.

     

    8 Mayıs 88 tarihli Nokta'nın "Putlaşan Türk Atatürk" sayısındaki giriş bölümünü buraya aktarmak istiyorum:

     

    "Yaklaşık üç sene önceydi. O sırada İngilteredeydim. Bir gece televizyon seyrediyoruz. BBC'den bir program. Bir de baktım Türkiyeden sözediliyor programın bir yerinde. Denizin ortasında bir kız çocuğu. Çocuk bir kayığın içinde ve kucağında da bir Atatürk büstü. Deniz çalkantılı., o küçük teknenin içinde, kucağında Atatürk büstü ayakta durmaya çalışan kız çocuğu, bir görünüp bir kayboluyor dalgaların arasında; sonra kamera kıyıyı gösteriyor. Devlet erkanı sahilde sıralanmış..Vali, belediye başkanı, komutanlar, herkes hazırolda. Neyse tekne kıyıya yaklaşıyor.. Ve kız çocuğu kucağındaki Atatürk büstü ile iniyor kayıktan.. Devlet erkanı, komutanlar yine hazırol duruşunda.. Meğer herkes o kız çocuğunun kucağındaki büst için selama durmuş.

     

    Ben BBC'nin neden böyle bir 19 mayıs törenini ekrana getirdiğini düşünürken "Dünyadaki komik olaylar programına Türkiyeden bir görüntü ile başlıyoruz"sesi ile kıpkırmızı kesildim. Oysa herkes kahkahalarla gülüyordu. İşte o zaman anladım bize doğal gibi gelen bu tür kutlamaların nasıl korkunç bir komediye dönüştüğünü. "Bu ilgi çekici anıyı anlatan önde gelen kamu kuruluşlarından birinin genel müdürüydü ve hala gülmekle gülmemek arasında bocalıyordu"

     

    Ne kadar ilginç.. 1950 lerde bir meclis tartışması ile ilgili zabıtları okumuştum bir ara.. Bir milletvekili Atatürk törenlerinde kullanılan çiçek giderlerinin önemli bir yekun tuttuğundan yakınıyordu.. 700 ilçe, 67 il, yaklaşık her törende 5000 e yakın çelenk kullanılıyormuş.. Bir çelenkin fiatını veriyor.. Yılda on törenden hesaplıyor, korkunç bir meblağ.. Bu mantıkla kişi başına düşen Atatürk resmi, cam, çerçeve, büst gideri, 100.yıl anısına her resmi dairenin kapısına asılan Atatürk yüz yaşında/Ne mutlu Türküm diyene yazılı ışıklı levhalar da tartışılabilir.. Okuluna kağıt başaramadığı için yazışmaları 3.hamur düz kağıda kaşe kullanarak yapmaktan şikayet eden bir ilkokul müdürü, yakıt giderinden önce, çelenk parasını kasasına sıkı sıkıya kilitlemeyi ihmal etmiyordu.. Çocukların üşüyüp zature olması, ya da yazışmaların aksaması onu görevinden etmezdi ama, çelenk önemli bir konu idi.! Gerçekten bu işler böyle mi yürüyordu, yoksa böyle mi zannediliyordu?".. ...

     

    (S. 12-15)

     

    Saygı ve selamlarımla


  10. Selamlar,

     

    Bu hususta iddia edilenler,, malesef ki bir teoriden öteye geçemiyor. Dünya siyasetini manipüle etme kabiliyeti tartışılmayacak seviyede olan Yahudi, kendini 2000 yıldır nasıl sakladıysa, birkaç basit delili de ortalıktan silmiş olabilir. Yahudilerin bu bilinen karakteri de, öte yandan, bir Yahudi paranoyasının doğmasına sebep olabiliyor malesef. Bu sebeple doğru ve yanlış bilgiler birbirine giriyor, gerçeği yalandan ayırmak hayli güç oluyor.

     

    Kesin olan iki şey vardır soykırım hususunda... Bunların gerçekliği bir bedahettir. Onlar da şu şekilde:

     

    1. Yahudi kanaat önderlerinin canına kesinlikle dokunulmamıştır ki bu aslında "soykırım"ın samimiyetsizliğini başlı başına ispatlar. Einstein, Stefan Zweig gibi kişilerden bir insan bile öldürülmemiş, Yahudilerin ayak takımı temizliğe tabi tutulmuştur. Bir nevi arındırma olarak bile bakmak mümkündür bu soykırım hadisesine. Aydın tabakası sağlam kalan Yahudi'lerin, dünya kamuoyu önünde ağlama işini gerçekleştirecek ve insanları dönen "vahşet"le ilgili bilgilendirecek, yazdıklarıyla, işleriyle dünya siyasetini yönlendirecek pek çok sözcüsü vardı. Almanya'da sahip oldukları mevcut ünlerini, kendilerinin bir anda ilgi odağı haline gelivermelerinden dolayı iyice arttıran bu aydınlar tabakası, Yahudilik davasında müthiş bir rol oynadı. Bir topluluğun kanaat önderlerini yok etmek, işe yaramaz bir kemmiyeti eksiltmekten daha büyük bir tesire sahiptir ve bunu görebilmek için çok da zeki olmaya gerek yoktur. O kadar adamı öldürmeyi göze alan Hitler'in, birkaç aydını yok etmesi çok daha mantıklı olurdu.

     

    2. Bu hakikati ise diğer arkadaşlarımız belirtmişler. Soykırım, Yahudiler için kesinlikle çok büyük bir kazanç olmuştur. Dünya siyasetinde gerçekleşmiş olan ve gerçekleşmeye devam eden pek çok şey bunu zaten ispatlıyor, yoruma gerek yok.

     

    Saygı ve selamlarımla


  11. Değerli kullanıcılarımız,

     

    İslami Konular bölümü, belki de üzerinde en çok hassasiyet sahibi olunması gereken bölümümüz olduğundan, buraya gönderilen konu ve mesajlarda, kaynak göstermeye özellikle dikkat sarfetmeniz gerekmektedir. Özellikle yorumdan ziyade bilgi gerektiren dinî hususlarda, kaynak göstermediğiniz mesaj ve konularınız yöneticiler tarafından silinebilir. Bazı mevzularda ise, ele alınan mevzuun tabiatının izin verdiği ölçüde yorum yapmanız hoş karşılanacaktır.

     

    Göstereceğiniz hassasiyet için teşekkür ederim.

     

    Saygı ve selamlarımla


  12. MADDELER HALİNDE YAHUDİLİK

     

    1- Yahudilerin en sevdikleri meslekler, tüccarlık, bankerlik, bankacılık, aktörlük, avukatlık, doktorluk, muharrirlik, gazeteciliktir. En sevmedikleri meslekler de çiftçilik ve askerlik... Fakat İsrail tecrübesinden sonra bu son ölçü mahallî olarak değişmiştir. Bugün ziraatte en gayretli memleket İsrail olduğu gibi, dünya orduları içinde de, nüfus ve kemmiyet nisbetine göre en çabuk ve hareketli ordu İsrail'dedir.

     

    2- İsrail dışı ve göze görünmez imparatorluğu içinde yahudi, daima (Site)lerde, (Metropol)lerde büyük şehirlerde kümelenmiştir. Su yüzüne yakın tabakada yaşayan balıklar gibi; yahudi dibe indikçe yâni köye yaklaştıkça azalır ve büsbütün kaybolur. Zira köyde gerçek millet vardır.

     

    3- Yahudi, büyük şehirlerde, o şehirlerin dayanağı olan sâf istihsal sahaları ve o sahaları dolduran büyük yığınların millî ve ruhî nasibiyle arasında hiç bir ilgi kurmaksızın yalnız menfaat devşirmeye memurdur. Daima kıymet (transit) yollarının kavşağında oturur; ve hususî zekâsiyle, kıymet mübadelesi faaliyetinde öyle tertipler kurar ki, işin acı emek tarafını milletlere ve bedava nimet tarafını da kendisine devşirmeyi bilir.

     

    4- İhtiyar küre üzerinde yahudiyi, harimine sızdığı milletlerin faaliyet kadrosu içinde meslek meslek ayırmak belli eder ki, o büyük milletlerin, kan ve tere batmış nasibine razı ve çilesinden mes'ut yığınları içinde yer almak şöyle dursun, onların (burjuva) sınıfları arasında pusu kurarak, top-yekûn millet emeğinin, millî istihsal ve istihlâk bünyesinin hayati merkezlerine yerleşir, belli etmeden hüküm ve nüfuzunu yürütür ve türlü maskeler altında sömürücülüğünü müesseseleştirir. Böyle yaparken de içinde faaliyet gösterdiği millî bünyelerin istidat ve kendi kendine sahip olma dehâsını iptal etmekten başka gaye gözetmez ve bu arada (spor)lu mikroplar gibi kendi bünyesini hisar içinde tutmayı ve her tehlikeye karşı korunmayı becerir.

     

    5 - Yahudilerin nüfus ettiği yerlerde hâkimiyetini nerelere kadar ulaştırdığına ait en canlı misal Almanyadır. Düne kadar Berlin (site)sinde yahudi nisbeti şuydu. Doktorların %48'i, avukatların %50'si, aktörlerin %12'si yahudi. Halbuki yahudi; Alman nüfusunun % yarımı, Berlin nüfusunun %1'i... Demek Berlin'de yahudi, tababet sahasında bire 48, avukatlıkta bire 50, aktörlükte bire 12, Almanların üstünde... Nisbeti bütün Almanya'ya teşmil edersek görürüz ki, muharrirlerin %18'i, avukatların %27'si, doktorların %46'sı yahudidir. O halde yüzde yarım nisbetinin belirttiği (X 2) üssüne göre, muharrirlikte 36, avukatlıkta 54, doktorlukta 92 misli yer işgal ediyorlar. Almanya gibi bir memlekette bu kudret ve hâkimiyet farkı başdöndürücüdür ve bu hesaba, farkların en üstünü olan malî takat dahil değildir.

     

    6 - Dünyanın hemen her sahada en büyük kafaları, bu esrar ve hakikatte insanlık düşmanı ırktan doğmuştur. (Sar Bernar) gibi eşi gelmemiş bir artist, (Vagner) gibi bir musiki dehâsı, (Bismark) gibi bir politika zekâsı ve Alman ittihadının kahramanı bile yahudi olursa, düşünün gerisini... Evet; (prens) unvanlı halis Alman asili bilinen ve Alman milli menfaatlerini koruma yolunda en büyük eserleri vermiş olan bir zatın dörtte üç kan (üç ana kolu) yahudi olduğu tesbit edilmiştir. Ve bu gerçek, dünyada pek az kimseye malûmdur.

     

    7 - Meşhur bir yahudinin sözü: "Bir millette büyük adam ya bir melezdir, ya bir yahudi..." İnce bir mânası olmakla beraber bu hikmete inanmamız icap etmez. Zira yahudi, bizzat ayrıldığı ve ihanet ettiği Peygamberleri müstesna aziz, sıhhatli, salim, müsbet ve sadece insanlığa faydalı en büyük kafalardan hiç birini yetiştirememiştir. Yahudi dehâsı hayrete şayan bir şey olmakla beraber, dünyanın aziz ve ulvî kafalarının seviyesine çıkamamış ve daima (defetist) bozguncu olmuştur. Bütün bu saydığımız yahudi büyüklerine dikkat edecek olursanız görürsünüz ki, içlerinde (Homeros), (Sokrat), (Platon), (Şekspir), (Kant), (Göte), (Bethoven), (Roden), (Mikel Anj), (Napolyon), (Pastör) çapında kahramanlar bulunmadığı bir tarafa; pek az istisnasiyle çoğu bozguncu, ümit kırıcı ve ideal körleticidir. Biz esasen yahudiyi hiçbir zaman ahmak farzetmemiş olduğumuza göre, onun kendi iç bünyesinden fışkırdığı bu garip ve marazî dehaları, aslında malik bulunup da tersine inkılâp ettirdiği müstesna istidadın şu veya bu türlü nişaneleri kabul edebiliriz. Yahudiyi, tersine dönmüş bir istidat kabul edince, bu dehalar insana hiç de hayret vermez ve yahudilik lehinde vesika teşkil etmez.

     

    8 - Gerçekten yahudi dehâlarının hepsi (defetist)tir. En muhteşemleri bile... (Aynştayn)dan insanlığa kalacak şey, içinde hiç bir hakikat yaşamayan korkunç izafilik dünyası ile son intihar âleti olan atom bombasıdır. (Froyd) mukaddesat hissini ve ruhî temelleri berhava etmeye baktı. (Şarlo), insanlığın sadece acıklı gülüncünü gösteren bir dehâ... Marks ve ona bağlı komünist aksiyoncuları malûm... Anatol Frans münkir ve müstehzi... Prust bedbin ve şevksiz... Ne âlimleri ne kâşifleri arasında (Pastör) gibi bir tip var... Niçin yahudiler arasında (Şekspir) veya (Dante) gibi, büyük ve ulvî tek bir şair yok? Onların işi gücü sadece akıl; menfi tarafiyle tepetaklak edilen ve her ân taraflarından yıkılıp, güya taraflarından bina edilen akıldır.

     

    9 - Fakat yahudi, kendi geniş kütlesiyle, avamiyle hiç de müstesna ve mücerret bir zekâ göstermez. Sadece (pratik), maddeci, hesabî bir açıkgözlük; o kadar...

     

    10 - Onun orta entellektüelleri de böyledir. Çünkü mücerret arayıcılığı, mücerredi arayış, onun yalnız en ileri (elit) zümresinde... Bu da bir garibedir ve aslî kütle bağından ayrılık ifadesidir. Yüksek yahudi (elit)i yahudilere hitap etmez; içine sokulduğu milletin veya dünyanın entellektüel-lerine hitap eder. (Bergson) veya (Froyd) veya (Prust) ile alâkalı kaç yahudi bulabiliriz? Âdeta yahudi, aslından, özünden ve içindeki mücerretler istidadından kopmuş ve yamalı bohça halinde garip bir bütün ifadesine bürünmüş acaipler panaroması...

     

    11 - Şimdi onun ticari ve iktisadî cephesini ele alalım: Âlemde para mefhumunu ve bu izafî kıymetin manevralarını yahudi kadar bilen hiç bir örnek yoktur. Onun bu tarafını, bizzat korkunç bir yahudi olan (Karl Marks) gibi kapitalizma düşmanı ve komünizmanın babası bir insanda tecelli eden şudur ki, o yahudinin, kendi nefsine karşı da bozguncu ve yıkıcı ve kendi nefsini intihara zorlayıcı bünyesinden en parlak bir örnektir. Yahudiliği teşrih ve teşhir eden ve onu yerden yere batıran yine bir yahudi olmuştur. İktisadi ölçüyle hüküm şudur: Parayı anlayan, destekleyen, besleyen, ona kıymet üstü kıymet kazandıran ve fertlerle cemiyetleri ve devletleri ona esir eden yahudidir. Kredi, faiz, kefalet, borsa hep onların icadıdır. Bunlarsa, mazi ve hâl bakımından hâkim olunan paraya istikbal ölçüsü ile tahakküm iradesini temsil eder. Sermayeyi dahhâme (ur) haline getiren ve ezici kapitalizmayı kuran, sonra da aynı müesseseyi komünizmaya tahrip ettiren onlardır. Peşinden de komünizmayı fikirde yıkan yine onlar... İhtikâr, sahte "arz-ü taleb" dalaverası ve stokçuluk işinin kurmayları hep yahudi.

     

    12 - Anormal bir çapta büyüttükleri para kudretinin ruhî değerlere ve manevî müeyyidlere galip hale gelmesi kasdiyle de yaşadıkları milletleri ruhen ve bedenen zaafa uğratmak, şuursuz ve iradesiz, keyf ve kötü âdet müptelâsı kılmak, birinci taktikleridir. Bütün keyf verici zehirlerin icat, idare, istihsal ve istihlâk şebekeleri emirlerindedir. Manen de aynı şey...

     

    13 - Tevhid akidesini ilk defa yeryüzüne getirmiş olmakla böbürlenen yahudi, asıl kendi derunî putu olan parayı ve iç mizacını en iyi sezip kendini tasfiye edecek olan gerçek muvahhidlere, millî ve ırkî bütünlük temsil eden bütün topluluklara düşmandır.

     

    14 - Netice şudur: Yahudi mahut tarihinden ve öz Peygamberlerine ihanet devresinden sonra Roma lejyonlarının önünden vahşi bir sürü gibi kaçıp dünyanın her tarafına yayıldıktan sonra toplu millet seciyesini terkedip gizli ve ferdî millet maskesinin altına girmiş ve esatiri bir hınç üslûbiyle gizli plânda kendisini hâkim ve bütün insanlığı mahkûm kılmanın muazzam plânı içinde hareket etmiştir. Vasıtası para ve ruhun karanlık kutbu olan nefstir. Dine, millet ve milliyet mefhumuna, saf iman ve itikada, tek kelimeyle ruha ve ulvî insana düşmandır. Her yerde ve her payidar kıymeti yıkıcı, çözücü ve çürütücüdür. Gayesi de, kendi kanlı imparatorluğunu beşerî sefalet, tereddi ve ihtikarın gerisinde kurmaktır. Bir millet içinde mutaasıp yahudi düşmanlığı şart olmamakla beraber, nefsini muhafaza ve yahudiyi tanıma şuuru mutlak bir icap kıymetindedir. Zira yahudi, kuvvet ve irade karşısında kaldığı zaman, mikroplar gibi kesesine çekilmeyi bilir.

     

    15 - Bir de bizde, Türkiye'de yahudiyi gözden geçirelim: Yahudi tek lütuf ve sığınağı Türklerde ve İslâmiyetin ağuşunda buldu. Bize sığındı, fakat en kısa zamanda içimize zehrini döktü ve Tanzimattan itibaren bütün istihale ve inkılâplarımız üzerinde müessir oldu. Saraya ve hazineye tam nüfuzun, en eski zamanlarda iki mümessili: Moşa Kapsali ve Yasef Nassi... Yasef Nassi, devlete bir sefer açtıracak kadar nüfuz kazandı. Fakat Tanzimata kadar yahudi, bizi sadece içimizden kemirmek ve buna rağmen ve millet ve devlet bütünlüğümüze (menfaati icabı) kasdetmemek yolunda gitti ve galiba buna da mecbur oldu. Fakat Garp emperyalizma ve kapitalizmasının bizi tam çember içine aldığı Tanzimat devresinde kaleyi içinden teslim işi yine yahudiye düştü. Memlekete Masonluğu ve kozmopolitlik fikirleri o soktu. Malî ve iktisadî hayatımızı perişan etti, "Düyun-u Umumiye"yi bir hapishane gardiyanı edasiyle göbeğimize yerleştirdi. Bu devrenin kahramanları, (Sigmund Spitzer), (David Ben Mayor), (Yeheskel Sasson), (David Motho)lardır. Ondan sonra Meşrutiyet gelir ve bu hareket sadece yahudi sevk ve idaresine dayanır. Başta yahudiden daha yahudi dönmeler bulunmak üzere (Salem), (Mazelyah), (Faraci), (İzak Frera) ve hepsinin önünde (Karasu) bulunmak üzere, sonunda o korkunç inhizam ve inkiraz çığırımızı açan yahudidir. Bir Türk Hükümdarı ve İslâm Halifesine hal'i tebliğ eden heyetin başında (Karasu)nun bulunması yahudi hınç ve taktiğinin Türk bütünlüğü üzerindeki tahakkukunu resmen bütün dünyaya ilân ve iblâğ etmek değil midir?

     

    Meşrutiyeti takip eden devirde ise yahudi en büyük (kolpo)sunu oynamış ve İslâmiyete karşı tavrını (Lozan) konferansının kulis aralarında karşılıklı bir anlaşma sağlamak suretiyle tam yerine getirmiştir. Hahambaşı (Hayim Naum)un idare ettiği bu vaziyet Büyük Doğu'nun 1949 - 50 devresinde inceden inceye tahlil edilmiştir. Bugün ise yahudi, malî, iktisadî ve içtimaî gayesine tamamiyle ermiş durumdadır.

     

    (Büyük Doğu Dergisi, 3 Ocak 1968, Sayı: 25)


  13. Selamlar,

     

    Toplantıya hayli az bir vakit kalmışken, iştirak edecek arkadaşların zihinlerinde bazı sorularla beraber gelmelerini rica ediyorum. Böylelikle hem toplantıya vesile olan mevzudan sapmamış olur, hem de birtakım müşküllere elimizden geldiğince cevap vermeye gayret eder, ihtiyaç duyulan şeyleri söylemiş oluruz.

     

    Bir mani olmadığı sürece, iştirak edeceğim elbette.

     

    Buluşma vakti daha da yaklaştığında katılacaklarını PM ile belirten kullanıcılara, toplantı ile ilgili gerekli bilgiler temin edilecektir.

     

    Saygı ve selamlarımla


  14. Selamlar,

     

    Ellerinize sağlık; güzel, mühim ve gerekli bir çalışma olmuş. Haberimiz olmadan bu tarz çalışmalar görmek hoş birer sürpriz oluyor bizim için. Allah razı olsun.

     

    Müsait bir zamanda Download bölümüne diğer videolarla beraber ekleriz bunu da inşallah.

     

    Yeri gelmişken belirtelim, Download bölümü birkaç gün içerisinde yeniden hizmet verir hale gelecektir.

     

    Saygı ve selamlarımla


  15. Selamlar,

     

    Cellman nickli üyemiz Şeyh Said'le Şeyh Bedrettin'i karıştırdı sanıyorum.

     

    Şeyh Bedrettin'in ulemadan olduğu kesin olmakla beraber, onun evliyalığı veya zındık olmadığı hususunda ikna edici bir ifade yok ilk yazıda. Sözü edilen delilleri bekleyelim o halde. Komünistlerin, kendisini ilk komünistlerden olarak görüp övdüğü Şeyh Bedrettin, bir kısım tarihçinin yazdıklarından hareketle komünist olmasa da zındık olduğu neticesine varılan Bedrettin ve tasavvufla ilgilenen bazı şahısların duyduklarından hareketle evliya mertebesine çıkardıkları Şeyh Bedrettin arasındaki ibre, efsanelere değil, gösterilecek yahut gösterilemeyecek somut delillere göre yön tayin edecek, etmeli.

     

    Saygı ve selamlarımla


  16. Selamlar,

     

    Değerli arkadaşlar, bu dizinin senaryosu pek çok yerde belirtildiğinin aksine Üstad'a değil, Faik Baysal'a aittir.

     

    Bundan yıllar önce, VCD satan bir dükkanda senaryosunun Üstad'a ait olduğu bana söylendiği için bu diziyi satın almıştım. Yıllar yılları kovaladı, Üstad'a aşinalığım ve alışkanlığım arttıkça kafamda bazı şüpheler oluşmaya başladı. Internet'te de pek çok yerde Üstad'a aitmiş gibi gösterilen bu yapımın Üstad'la herhangi bir ilgisi yoktur. Filmin jeneriğine dikkat edilirse de Faik Baysal ismi görülecektir. Üstad'ın bu isimde herhangi bir yapımı bulunmamaktadır. Muhteva açısından da bu dizi filmi anımsatan herhangi bir eseri mevcut değildir.

     

    Böylelikle meşhur bir yanlışı düzeltmiş olalım. Bu kadar gecikmemdeki sebep, önceleri bu eseri satıcının ve Internet'teki yanlış yönlendirmelerin etkisiyle üstada ait sanmam, daha sonra da uzun bir tereddüt dönemi geçirmemdir. Toplantı odamızda mevzuyu dile getirdiğimde iş olanca çıplaklığıyla ortaya çıktı. Ufak bir dikkat eksikliği nelere mal oluyormuş, hep beraber bir örneğini yaşıyoruz.

     

    Bu eserin Üstad'a ait olduğunu söyleyen birisiyle karşılaşırsak, hakikati mümkün olduğunca kendilerine izah etmeye çalışalım. Ki ne zaman "Kavanozdaki Adam" dense, "Necip Fazıl'ın bilim kurgu dizisi mi?" sorusu gelirdi hemen. Bundan sonra bu eser hususunda daha büyük bir dikkat gösterelim.

     

    Saygı ve selamlarımla

     

    **

     

    Ekleme:// Filmin Faik Baysal'a ait olduğuna dair jenerikte geçen ilgili kısım: /resmi ekleyen:reyhan

     

    karp8.jpg


  17. Selamlar,

     

    Aslında Internet'te bu şiirin Akif'e ait olduğuna dair pek çok ithaf mevcut fakat bu bile tartışılır aslına bakılırsa. Ben bugüne kadar bu sözün Akif'e ait olduğunu ıspatlayan herhangi bir kaynağa henüz tesadüf edemedim. Bu noktada forum imzalarının sıhhatinden söz etmek mümkün değildir, Internet'te bir kişiye ait olmadığı halde onunmuş gibi gösterilen ve hayli yayılan pek çok yazı var, kaldı ki aynı forum imzaları bu sözü Üstad'a da ithaf ediyor. Akif'in Safahat'a almadığı şiirleri de barındıran bir derlemede hususiyetle baktığım halde rastlayamadım buna veya buna benzer farklı bir şiire. Bilgisi olan bir arkadaşımız, bizleri bu hususta direk bir kaynak göstermek yoluyla aydınlatırsa memnun olurum. Ben şu halde bu sözün Akif'e ait olduğuna inanmıyorum. Tarzı ve edebi seviyesi çok farklı geliyor.

     

    Konuyu, belki bizlerin bu husustaki bilgi eksikliğini telafi edecek bir arkadaşla karşılaşırız ümidinden hareketle Geri Dönüşüm'den Serbest Kürsü'ye alıyorum.

     

    Bu arada, bu söz kesinlikle Üstad'a ait değildir.

     

    Saygı ve selamlarımla


  18. Selamlar,

     

    Kumarhane baskını hususunda gerekli açıklamalar yapılmış ve kaynaklar gösterilmiş. Burada Benim Gözümde Menderes adlı eserden gerekli iktibasları yapmak isterdim (co adminimiz doğru hatırlamış kitabı); yalnız 2 gün önce gerçekleşen bir elektrik kesintisi ile harddiskim ciddi zarar gördüğü için malesef şu anda arşivime ulaşamıyorum. Kurtarabilirsem, ilgili kısmı buraya da aktarırım. olmazsa (ki olmaması bir felaket olur benim için) kitabı yeniden tarayıp ilgili kısımları buraya aktarırım.

     

    Konu mecraının dışında kalan tartışmalara girmesek daha iyi olur. Giriyorsak da, yani başlamış olan bir tartışmayı devam ettirmek istiyorsak da itidali muhafaza ederek konuyu uzatmaktan ziyade kapatmaya yönelik yazarsak memnun olurum.

     

    Saygı ve selamlarımla


  19. BÜYÜK HUZURDA

     

    Ey, Allahın Resulü!.. Resuller Resulü!.. Yaradanın Sevgilisi!.. Varlığın Tacı!.. Hilkatin Nuru!.. İnsanlık ehramının zirvetaşı!.. Kâinatın Efendisi!.. Gaye İnsan ve Ufuk - Peygamber!.. Yaratılış sebebi!..

     

    Seni kelimelere ısmarlamak, durgun suda mehtabı balık kepçesiyle yakalamaya davranmak gibidir.

     

    Evet ey var oluşun Hikmeti!.. Ölümsüzlük Rehberi!.. Gerçek hayatın kurucusu!.. Yıkılmaz çatının Mimarı!.. Bastığı kum tanesine en büyük insanın denk olamayacağı büyüklük!.. Dışı nebîlikte, içi velilikte Son Had!.. Hakikatinde kulun bitip Allahın başlamadığı üstün mahlûk!.. Âlemlere Rahmet!.. Haberci, Müjdeci, Kurtarıcı, Erdirici!.. İçimde bu mânalardan bir çağlayan, mukaddes Ravza'yı halkalayıcı parlak, sarı parmaklığın bir birbuçuk metre yakınında, yine içimden çığlığı basmaktayım:

     

    "- Esselâmu aleyke yâ Resulallah!.. Esselâmü aleyke yâ Habiballah!.. Esselâmü aleyke yâ Safiyallah!.."

     

    Peygamber Mescidinin Kabe'ye doğru sol duvarı üstünde "Şebeke-i Saadet: mes'ut noktalar manzumesi"ne yol verici kapıdan nasıl girebildik, ayakkabılarımızı nasıl çıkarabilip kime ve nereye teslim edebildik, kalabalığa nasıl katılabildik, nasıl adım atabildik, girişe göre mukaddes çerçevenin sağından yürüyüp ve cephesinden kıvrılıp, Kabe'ye bakan öbür tarafına, cepheden sağ tarafına, mukaddes başın hizasına nasıl gelebildik, bilemem, anlatamam!

     

    Buradaki vıcık vıcık insan kıymasına hiçbir yerde rastlamadım. Büyük sahaların hiçbirinin ezici kalabalığına karşı, aynı kalabalıktan küçük bir parça da olsa, nispetsiz mikyasta küçük bir sahada nasıl bir manzara doğacağını düşünün!

    Ezadan kurtulmak için kendimi hayalî bir (narkos-his iptali) tesirine bıraktım ve yürümeye çalıştım. O ânadek ziyaret ettiğim ulvî yerlerin verdiği mücerret heybet ve haşyet, burada, bu Arş ve Kürsiden üstün yerde, müşahhas ve büsbütün yakıcı ve eritici bir duyguya inkılâp etmişti. Burada, bu Arş ve Kürsiden faziletli yerde, toprak altında, yüzü Kabe istikametinde, hayy (diri) olarak her şeyi ve beni seyrettiğini bildiğim Allah'ın Sevgilisi ve benim aşk sermayemin topyekûn sahibi yatıyordu. Bana öyle geldi ki, o kalabalık içinde bomboş bir düzlükteyim... Ne eşya, ne insan... O, yere uzanmış, sağ elini sağ yanağına dayamış, beyaz aydınlığa "sön!" emrini veren siyah aydınlık gözleri ve bir hayâl edilemez güzelliğiyle bana bakıyor.

     

    Çıldıracak gibi oldum; fakat kimse, gözlerimden boşanan soğuk yaşlardan başka bir şey göremedi.

     

    Arap Bedevi, o da dua ve hitabı içinde kendinden geçmiş, sesini yükseltirken, ben içimden yalvarıyorum:

     

    - Peygamberim, Peygamberim, yüzü-suyu hürmetine hayat kazandığım Sevgili Peygamberim!.. Seni seven Allahtan iste: Bana ve müminlere sıhhat ve kuvvet versin!.. Kıyamet Gününe kadar baki dininin zaferini veya zafere doğru yol buluşunu dünya göziyle görmeden ruhumu kabzetmesin! Bunalımdan bunalıma sürünen ve keşfettiği madde oyuncaklarından teselli ararken büsbütün buhrana düşen insanoğlunun tek ve mutlak mizan olarak iyilik, doğruluk ve güzellik mizanı olarak İslâmı seçeceği günden bir şafak pırıltısı... İslâmın içe doğru tasfiyesi ve dışa doğru tabiyesi... Duamız bu; bunu istiyor ve bu duanın kabulü için muazzam ruhaniyetine yapışıyoruz! Dile Allahtan, sana "sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!" diyen Allahtan dile!..

     

    Birkaç adım sonra mübarek başı Resuller Resulünün omuz aşağısında, güneş ışık vermeye başladı başlayalı gelmiş ve geçmiş peygamber bağlılarının en büyüğü, pazarlıksız bedahet imanının timsali Hazret-i Ebûbekir... Biraz daha aşağıda da, İslâm celâdet, adalet, dirayet ve şecaatinin nuranî âbidesi, Resuller ve nebîlerden sonra âlemde ikinci büyük insan Hazret-i Ömer...

     

    Delil Arap Bedevi, onlara da lâyık oldukları sıfatlarla hitap ederken, ben, yine içimden çırpındım, yırtındım, kavruldum; ve can çekişen bir insan toniyle:

     

    - Esselâm-ü aleyke yâ Halife-ti Resûlullah!.. Esselâmü aleyke yâ Halife-ti Resûlullah!

     

    Diye inledim, durdum.

     

    Girdiğimiz kapıya (Cebrail kapısı) geldik. Ayakkabılarımızı nasıl bulup nasıl giyebildiğimizi, nasıl yürüyebilip nasıl istikamet tutabildiğimizi bilmeden otelimizin maroken koltuklarına çöktük.

     

    Gece... Medine'nin semasında, içinde yıldızları Öğüten bir huniden boşalırcasına bir nuranîlik...

     

    Necip Fazıl!.. Meğer bu günü görmek için dünyaya gelmişsin!.. Secdeye kapan ve hamdet!..


  20. Selamlar,

     

    Üstad'ın, İzmit'teki askerliği esnasında rastladığı bir tip hakkında, Babıali adlı eserinde naklettiği bir hatıra...

     

     

    Bir ordu muhasebecisi vardır ki, kaba softa ve ham yobaz tipinin su katılmamış örneği olduğu için, mücerret mânası bakımından ele alınmaya değer. Beş vakit namazında ve geceleri teheccüdünde olduğu için Sabık Şair'in alâkasını çeken ve onun ayrılmaz dostu olan bu tip, hakikatte ibadetinin hiçbir sır ve hikmet noktasına varamamış, ince idrakine yükselememiş ve adetâ, ibadet içinde açılacağına, büsbütün kapanmış ve mahpus kalmış... O da Deniz Üssünde yemek yiyor ve Sabık Şair'in sohbetlerine katılıyor. Ve bazen öyle çıkışlar yapıyor ki, Sabık Şair'in gayet ince bir metodla, albayından teğmenine kadar telkin altına almaya çalıştığı subayları birdenbire soğutuveriyor.

     

    Bir gün, önüne gelenin işine geldiği gibi içtihat edemeyeceği; içtihadın esasta serbest, fakat gerektirdiği şartlar bakımından kapalı olduğu mevzuunda konuşulurken Muhasebeci Bey atılıverdi:

     

    - Adamın biri eşeğine binmiş ve filân işi olmazsa eşeğinden inmeyeceğine yemin etmiş... İşi olmamış, fakat eşekten inmeye mecbur... Ne yapsın?.. Alçakça bir ağaç dalına tutunmuş ve oradan inmiş... Yani eşekten inmiş ve yeminini bozmuş olmuyor. İmam-ı Âzam Hazretleri de hadiseyi haber almış, hareketi doğru bulmuş, ama adam, kendi kendisine içtihat etti diye idamına fetva vermiş!..

     

    - Muhasebeci Bey; şurada oturmuş, pervasızca konuşuyorsunuz! Sus-pus oturup konuşulanları dinlemek ve namazlarınızın sizden istediği din hikmet ve irfanını yükseltmeye çalışmak dururken, nedir bu gösterdiğiniz cahillik ve kabalık?.. Anlattığınız hikâye tam üç noktadan bâtıldır. Birincisi, "abes"e yemin olmaz. İkincisi, edilen yemin bile bile bozuksa da cezası, yani "keffaret"i ödenir ve hükmü kalkar. Üçüncüsü ise büsbütün ağız tıkayıcı ve bâtılı gösterici; İmam-ı Âzam Hazretleri böyle bir "abes"i asla doğrulamayacakları gibi, kaza makamında bulunmadıkları için idam fetvası veya hükmü vermekten uzaktırlar ve esasen böyle bir hareketin şeriatte ölüm cezasını gerektirici hiçbir tarafı yoktur. Biz burada ve her yerde, günümüzün buz döşediği sıcak iman nefesini üflemeye çalışırken, sizin ve benzerlerinizin buza buz katan soğutuculuğunuz, acaba imana mı, küfre mi hizmettir? Soğutmamak, ısındırmak, zorlaştırmamak, kolaylaştırmak, korkutmamak, müjdelemek emrini veren hadîs'i de mi bilmiyorsunuz?

     

    Ve Sabık Şair, genç deniz subaylarına dönüp devam etti:

     

    - Tababette (aseptik), (anti septik) diye iki tabir vardır. Biri, mikrobu içeriden temizleyici, öbürü de mikroba dışarıdan mâni olucu iki tedbir... Elimde olsaydı, ben, İslâmı içinden bozanları, ona dışından taarruz edenlerden önce temizlerdim.


  21. Selamlar,

     

    Bu hususta kullanıcılarımızdan talep gelirse, geçen senekine benzer bir sohbet toplantısı düzenleyebiliriz. Hazır organizasyonun gönüllü talipleri de varken, bizim açımızdan bunun hiçbir sakıncası olmaz. :D Eğer yeterli miktarda istek gelirse inşallah bu sene de yapalım...

     

    Saygı ve selamlarımla


  22. Bir gün, Ebu Said Ebü‘l-Hayr Hz.lerine sordular:

     

    - Falanca kimse, keramet olarak su üstünde yürüyor, buna ne dersiniz?

     

    Ebu Said cevaben:

     

    - Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer, dedi.

     

    - Filan adam, havada uçuyor, dediler. Ona da:

     

    - Sinek ve çaylak ta havada uçuyor, cevabını verdi.

     

    - Filan kimse, bir anda bir şehirden bir şehire gidiyor, denilince:

     

    - Şeytan da bir solukta, şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dinimizde önemi yoktur, karşılığını verdi.

     

    - Dinimizde önemli olan nedir öyleyse? diye sorulunca:

     

    - Önemli olan, herkesin arasında bulunmak; hayatın gerektirdiklerini yapmak; fakat bütün bunları yaparken, bir an bile Rabbini unutmamaktır, buyurdu.

    _________________

     

    Selamlar,

     

    Tasavvuf ıstılahında "halvet der encümen" olarak ifade edilen şey tam da bu kıssada tavsiye edilen şeydir. İnsanın, yaradılış amacı olan Allah'ın halifeliği vazifesini ifa edebilmesi için cemiyet içerisinde bulunması hayli mühimdir. Bu sebeple çoğu tarikatte, salikler belli bir süre çile doldurup piştikten sonra, "kendine müslüman"lıktan çıkmak, cemiyete misal teşkil etmek, Allah'ın halifeliği vazifesini bir bilinç ile yerine getirmek, Risaletpenah efendimizin "hazır yiyiciler" olarak ifade ettiği güruha dahil olmamak, ayrıca nefislerinin dizginlenmiş olmasından dolayı cemiyette Allah'ın tezahürlerini seyredip ona aşklarını farklı bir pâyede devam ettirmek gibi sebeplerle içtimaî hayata dahil olur. Kendini geliştirmiş olan, nefsini terbiye etmiş bulunan bu insanlar hem gafletten uyanmamış bulunan insanlara canlı bir misal olur, hem de yeryüzünü imar vazifelerini yerine getirerek, aşıkları olduğu o yüceler yücesi zatın kendilerine emir buyurmuş olduğu temel vazifeyi yerine getirmekle yükselir, mest olurlar.

     

    Çoğu tarikatte böyle bir yol izlenilmesi, bu meselenin tasavvufun temel hususlarından biri oluşundan ileri gelir. Bir erme okulu olan tekkelerin bu hadiseyi sistemleştirmesi de hayli hoş bir letafettir. Mustafa Itrî Efendi gibi pek çok gönül ehli, böyle bir eğitim sürecinin ardından eserlerini vermiş kimselerdir ki, onun ilahi iklimlerden gelen tasavvufî havayla yüklü bestesini ortaya çıkarılışından yüzyıllar sonra dahi dinlediğimizde hala birşeyler hissedebiliyoruz.

     

    Cemiyeti eğiten tarikat ehilleri, şeyhler, velîler de halvet der encümeni yaşayan insanlardır. Böyle olduğu için onların hayatlarını okuyarak birşeyler öğrenmeye gayret edebiliyor, tavsiyelerinden nasibimizce istifade edebiliyoruz. Onlar köşelerine çekilmemiş, çevrelerindeki insanlara birer ışık olmuş ve halvet der encümeni yaşamıştır ki, bu sebeple günümüze kadar ulaşabilmişler, bize seslenmeye devam edebilmişlerdir.

     

    Bizden uzak gibi duruyor ama, Allah inşallah halvet der encümeni yaşatır cümlemize... "Verenin şanı yüce, sen iste istedikçe!.."

     

    Saygı ve selamlarımla

×
×
  • Create New...