Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

NFK-Fan

Admin
  • Content Count

    2,361
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    67

Posts posted by NFK-Fan


  1. Selamlar,

     

    Portalın hazırlanmasında pek çok kişinin bir şekilde emeği geçti fakat hasseten teşekkür edilmesi gerekenler Reyhan, Mehmet ve Achartave'dir. Portalın hazırlanmasıyla uğraşırken saatlerini ipotek altına aldığım bu arkadaşlarımıza teşekkür etmezsem haknaşinaslıkta bulunmuş olurum. Allah razı olsun kendilerinden.

     

    Saygı ve selamlarımla


  2. Değerli kullanıcılarımız,

     

    Çok uzun bir sürenin ardından anasayfamızın içeriğini geliştirme fırsatına kavuşmuş bulunuyoruz. Bu bağlamda anasayfamız değiştirilmiş ve MKPortal tabanı altında yayına sunulmuştur.

     

    Foruma entegre olarak çalışan yeni portalımızı kullanışlı bulacağınızı umuyoruz.

     

    Download bölümümüzün içeriği genişletilmiştir. Bu husustaki çalışmalarımız devam edecektir. Fakat bu bölümü halihazırda da kullanabilirsiniz.

     

    En yakın zamanda Üstad'ın şiirleri, onun hakkında yazılanlar ve Üstad'ın makalelerinden bir kısmı da yöneticilerimiz tarafından portalımıza yüklenecek, daha sonra bu bölümler de sizin görüntüleyebileceğiniz bir hale getirilecektir.

     

    Sitemiz ve bizler için hayırlı olsun.

     

    Saygı ve selamlarımla


  3. Selamlar,

     

    Üstad'ın Destan Şiiri ve Bir Soru

     

    Aslına bakılırsa yoruma açık bir ifade bu. Yani bu sözlerle M. Kemal'in kastedildiğine inanmak isteyen insanları ikna edemezsiniz. İnanmakta devam edebilirler... Fakat benim şahsî fikrimi sorarsanız, linkini verdiğim başlıkta yapılan yorumlara iştirak ettiğimi söylerim.

     

    Üstad Atatürk inkılapları olarak adlandırılan şeylerin birçoğundan hoşlanmaz. Bunların da fikir bazında önde gelen aleyhtarlarındandır. Bu su götürmez bir hakikat... Fakat "Ebedi Şef"in şahsı mevzubahis olduğunda Üstad'ın sükûnetiyle karşılaşıyoruz. BDG'nin bahsettiği gibi Vahidüddin kitabından bazı fikirler elde edebilirsiniz. Orada Üstad'ın, M. Kemal'den direk olarak bahsettiği bölümler mevcut... Bunun dışında da Üstad'ın, birkaç objektif nokta hariç, Atatürk hakkında direk fikir beyan ettiğine pek rastlamanız mümkün olmaz, ben hatırlamıyorum mesela. Gerisi sizin yorumunuz ve çıkarımlarınız olur, söylediklerinizde bedaheti yakalamanız mümkün olmaz. Burada bahsi geçen iki mısra 1947 gibi bir yılda yazılmış olmasına rağmen takibata uğramamıştır, bu da ilginç bir nokta olabilir.

     

    Üstad fazla yorum yapmamış, biz de fazla üstüne gitmeyelim bu meselenin.

     

    Konu kilitlenmiştir.

     

    Saygı ve selamlarımla


  4. Selamlar,

     

    Hayvanlardan laf açılmış, ben de hayvanlarla ilgili hatırlayabildiğim bir yüz karamdan bahsedeyim kısaca. Hikayemizin adı paspas hayvanı, efendim...

     

    Bende inanılmaz bir hayvan korkusu vardır. Vardı değil, vardır, var olagelmiştir. En basitinden, 3 hafta kadar önce yanlışlıkla okulun dört bir yanını sarmış bulunan kedilerden birisinin kafasının kıllarını (saçlarını) tutmuştum da; seyrek, dik ve yağlı saçları olan, birkaç gün önce okul tıraşı olmuş pasaklı, sümüklü bir veledin saçları gibiydi. İğrençti dostlar, bakın midem bulandı yine. Neyse... Bereket versin ki o anda "Viyaauuu!" deyu haykırıp yüreğimi hoplatmadı pis hayvan.

     

    Ayrımcılık yapmayı adaletin hilafına bir hal olarak telakki ettiğimden, istisnasız bütün hayvanlardan korkar ve iğrenirim. Köy dedikleri, bir türlü rahat edemediğim mekana seferler düzenlediğimde ebeveynimin olanca gayretine rağmen ne bir tavuğa, ne bir eşeğe, ne bir ata, ne de bir koyuna temas edebilmiş, insan derisi dışında kımıldayan bir canlıya dokunmaktan imtina eden parmaklarıma söz geçirebilmiştim. Eşeğin kulağını tutmak gibi kendimi aştığım haller de olmuştu ama bu gibi halleri toplasak bir elin parmaklarının yarısı bile etmez. Aynı ben, üç gün içerisinde zevk için tül ile pencerenin arasına sıkıştırıp "katırt!" diye ezdiği, tülle camı birleştirmek için bir yapışkan malzemesi olarak kullandığı takriben 25 sineğin kendisine bağışladığı muzaffer komutan edasının hakkını, bu büyük zaferini sağda solda anlatarak vermektedir.

     

    Hayvan korkusu küçüklüğümde bir gün cinnet derecesine varmıştı. Nadiren uğradığımız, evlerini sıkıcı ve basık bulduğum bir akrabalara çıkarma yapmıştık. İçeriye girdiğimizde, akustik titreşimleri bana sürünen bir hayvanı anımsatan enteresan bir paspas ile yüz yüze gelmiştim. Canavar paspastı o, beni yiyecekti!

     

    O gün benim için bir kayıptır. Zira içeriye adım attığımız andan kucaklarda mekanı terk edeceğim ana kadar aile efradımdan bir şahsın üzerinde oturduğu koltuğun yaslanma yeriyle siperim olan kişinin arasına saklanmış, mütemadiyen bağırmış, mütemadiyen ağlamış ve canavar paspasın zulmünden beni kurtarmaları için önümde dertsiz tasasız oturan şahıslara yalvarmıştım. İşin ilginç yanı, ben içeriye girdiğimde kapının önünde bulunan o paspasın aynısından bizim oturduğumuz odada da olmasıydı. Ben bunu hışırtılı sesler çıkaran korkunç paspasın beni yemek için üzerime geldiği fikriyle yormuş ve sürünerek ilerleyen, beni midesine indirmeyi kafasına koymuş bulunan bu eli kanlı caninin amacına ulaşacağına inanmıştım bir kere. Ağlamalarıma dayanamayan ev sahipleri gün ortasına doğru paspası görünmez bir makana kaldırdılar ama ben ikna olmamış, o paspasın ben koltuktan iner inmez uçarak üstüme geleceğini ve beni midesine indireceğini iddia etmeye devam etmiştim.

     

    Bu, hayatımdaki kara lekelerden birisidir...

     

    5. sınıfın yaz tatilinde de, günlerden bir gün camiden eve öyle bir dönüşüm vardır ki, tek kelimeyle muhteşemdir. Şehrin göbeğindeki apartmanımızda cirit atan kediler beni korkutuyordu o dönemler. Tetikte yürüyordum apartmanın içinde... Bir cami dönüşü katımıza çıkarken, yolumun üstünde, merdivenlerin arasında miyavlayan bir hayvanın sesiyle irkilmeyeyim mi? Allah'ım, ne yapmalıydım, nasıl kurtulabilirdim? O eve gitmem lazımdı ama önümdeki hayvanın yanından nasıl geçebilirdim? Bacaklarıma temas etseydi, öyle bir korkardım ki çıktığım onca merdiveni birkaç saniye içerisinde yuvarlana yuvarlana tekrar inerdim. bir çaresi bulunmalıydı bu işin. Vardı da! Evet, kediler köpekten korkardı; "Hadi Bismillah nfk-fan, gırtlağına kuvvet, kökle havlamayı!" dedim kendi kendime içimden ve en korkuncundan bağıra bağıra havlamaya başladım.

     

    Ben megafonun düğmesine basıp bizim evin kapısını açtırmıştım. Gırtlağından borazan gibi ses çıkararak üstüne gelen, muhtemelen daha önce bir benzerini asla görmediği havlayan mı diyeyim, böğüren mi diyeyim, enteresan hayvandan korkan kedicik kendini ilk gördüğü açık kapıdan içeriye fırlatmıştı. Ne yapmıştım ben? Kediyi bizim eve sokmuştum resmen! Balkona kadar çıkmıştı kedi. Bense içerideki odalardan birisine kendimi kilitlemiştim. Dışarıya adım atmıyordum. Ama nasıl hayvan gibi havladıysam, kedi de 1.5 saat boyunca balkonda durup kendisine hiçkimseyi dokundurtmamış. Yapışmış balkonun tellerine ve kendisine bir uzanan oldu mu hırlayarak onu engellemeye çalışmış. Velhasıl 1.5 saat sonra validem onu nasıl evden çıkarmış bilmiyorum ama, kedi gittikten sonra bile kendimi kilitlediğim odadan çıkmamıştım bir süre...

     

    Admini arızalı olan sitenin değerli kullanıcıları, işte böyledir benim hatırladıklarımdan bazıları...

     

    Saygı ve selamlarımla


  5. Selamlar,

     

    Bence gayet net duyuluyor, "La ilahe illallah" kısmı dışında da gayet yakışmış, gayet güzel olmuş. Tasavvufun revaçta olmasından ve böyle grupların eserlerinde tesadüf edilir bir fikir olarak karşımıza çıkmasından ben rahatsızlık duymuyorum, yeter ki dikkatli davransınlar, ipin ucunu kaçırmasınlar. Bizler kabul etsek de etmesek de bu tarz müziklerin talipleri var, olacaktır da. Zevk ve kültür meselesi... Bu müziği gereksiz, kötü, dışlanması gereken bir tarz olarak kabul edebilirsiniz fakat en azından bugünün pratiğinde bu müzik dinlenecektir, bizim düşüncemizde olan insanlar tarafından da takip edilecektir. İnsanlar başka şeyleri dinleyeceğine bunları dinlesin, bence daha iyi olur. Allah rasulünün batınî cephesini temsil eden bir hakikat sistemidir tasavvuf, malum. Tekkelerin kapatıldığı günlerden, icracılarının çoğu materyalist olan popüler müzik gruplarından bazılarının tasavvuf materyallerini işlediği günlere geçişi ben hayırlara vesile olma potansiyeli hayli yüksek bir tekamül olarak görüyorum. Elbette ki modern kültürün de belli telakkileri, belli inanışları, belli hayat görüşleri olacak ve aldığı şeyi kendi görüşlerinden de birşeyler katarak benimseme temayülü bulunacaktır. Fakat eğer bizler uyanık olursak, kültürlerin aynalarından biri olan müzikte de kendisini gösteren bu tekamülü iyi bir noktaya vardırabiliriz. Sömürmelere, yumuşatmalara, işin aslına zıt olan yeni adetlere (kadın erkek beraber semah yapmak gibi) engel olmak, bu tekamülü faydalı kılmak, insanlara hakikati göstermek için aktif bir biçimde çalışırsak, bir gün tarikat ayinlerini mistik dans olarak görenler dahi işin aslına vakıf olabilir. Fazla dağıttık, toparlayalım; modern tarzlarda müzik icra eden kişi veya grupların, işin aslına zıt olmayacak şekillerde tasavvufi materyalleri kullanmalarına bence karşı çıkmamak gerekiyor. Amaca hizmet ettiği ölçüde bunlar da güzeldir. Bence bunlar amaca hizmet ediyor, ben en azından, sözkonusu kısım hariç, bu şarkıyı dinlediğimde tasavvufî bir havaya giriyor ve sözleri hissediyorum. Elektronik müzik yapan ve kalitelerini de gayet iyi bir biçimde koruyagelmiş bulunan Grup Yeniçağ için de aynı şeyleri söyleyebilirim. Öte yandan bu tarz müzikler, piyasada özgün müzik/ezgi/ilahi sıfatlarını taşıyarak dönen ve düğün orglarıyla çalınan arabesk tonlu, huzur kaçıran estetik rezilliklerden çok çok daha değerli olsa gerek. (Elbette ki Flört'ün bu iki şarkısından kıyas kabul edilemeyecek kadar çok güzel olan ilahiler, ezgiler de yok değil, yanlış anlaşılmasın).

     

    Grubun tamamıyla piyasaya oynama ve revaçtaki tasavvuf kültürünü sömürme niyetinde olmadığına linkteki ikinci şarkı da bir delil kabul edilebilir. Tarzı hoşuma gitmemeisine rağmen sempatik bir şarkı olmuş bence. Ayrıca belki de türünde, bu tarzda mesaj veren tek şarkı olsa gerek. "Para pul hepsi palavra/Aç gözünü oku orda/Ben yazmadım ki?" şeklindeki kısmı tek tamlamayla ifade etmek gerekirse, "On numara"dan iyisi bulunamaz sanırım. Bu arada, gruba tam dindar bir grup muamelesi yapmamak gerektiğini zikretmeme gerek yok herhalde...

     

    İlahideki La ilahe illallah kısmı ise, evet, oryantal melodilere boğulmuş malesef, iğrenç olmuş. Savunulabilecek bir yan yok burada. Katliam bariz. Fakat eserin genel olarak güzel olduğunu söyleyebilirim.

     

    Belki bu konuyu İslam, Tasavvuf ve Müzik gibi müstakil bir başlıkta ele almak en doğrusu olur. Uzarsa bu mesajları naklederiz. Konuyu da mecraından saptırmamış oluruz böylelikle.

     

    Saygı ve selamlarımla


  6. Selamlar,

     

    Polemik davetkarı bir mesaj olmuş, mümkün olduğunca dikkatli bir biçimde cevaplamaya çalışacağım fakat yer yer size iştirak etmek mecburiyetinde kalabilirim. Kusura bakmayın.

     

    Tam tersi manada değil, "Benzetmek gibi olmasın" manasını ihtiva ediyor daha ziyade. Fakat konunun niçin buraya geldiğini anlamakta güçlük çekiyorum. Benim gayretim sizin kullandığınız deyimi daha doğru olan bir kullanım üzerinden yorumlamak üzerineydi. Her neyse yanlış anlaşılma olmuş, olmayan o hatayı düzeltmeye değil de başka bir şeylere konsantre olunsaydı keşke. Velhasıl teşbihte hata olur ve böyle benzetmeler risklidir, arasöz olarak "teşbihte hata olmaz" değil de doğru manasıyla "lateşbih" kullanılmalıdır. Temel Arapça bilgim haliyle "La"nın manasını da ihtiva ediyor, telaşlanmayın. Geçişlerdeki bağları zayıf kurmak benim ayrı bir hatam olmuş, yanlış anlaşılma buradan kaynaklanmış herhalde.

     

    Siz bir hata olduğunu kabul ediyor ve buna rağmen yanlış bulmuyorsunuz madem, peşin, irrasyonel ve kat'î fikrinizin üstüne gitmeye gerek yok. Anlatılan şey gibi anlatma biçimi de önemlidir. "Allah gibi adam" teşbihinde de neyin anlatılmak istendiği, yazı veya söz akışına göre çıkarılabilir fakat bu tarz ayrıntılara dikkat etmek gerekir. Ayrıca, asıl önemli olan anlatılmak isteneni anlamaktır derken ilk paragrafınızı tekzib ettiğinizin de farkındasınızdır umarım.

     

    "BİR ÇUVALIN İÇİNDE Kİ TEK TAŞI GÖRMEK 'REALİZM' DEĞİL,HEPSİNİ GÖRMEK REALİZMDİR" demişsiniz, "bir çuval pirincin içindeki bir taş" değil de, "bir çuval pirincin içindeki tek taş"tan bahsedildiğini göz ardı edip, "nasıl olur da laf söyleyebilirim" derdi ile tekzibe kalkmanız enteresan olmuş. "Tek" olanın farkedilmesi durumunda, "tek"ten başka "bir" olmayacağından aslınnda "hepsi" farkedilmiş olmaz mı, bu bağı kuramıyor musunuz? Asıl mevzuyu bırakmasaydınız, kendinizi tamamen edebiyat öğretmenliği taslamaya vererek beni de böyle komik bir hususta sizi cevaplamak durumunda bırakmasaydınız keşke. İyi güldüm burada. Size bir teşekkür borçluyum.

     

    Yazıyı büyük ve küçük harflerle yazmış olmak size kalmış olabilir bir açıdan bakılırsa, fakat bu sadece özneyi merkeze oturtan bakış açısı, insanın tabii hususiyetlerinden olan empatinin de yoğurmasıyla oluşan ve bir düzen temelinde işleyen toplumlar dahilindeki hayat içinde kullanılmamalıdır. "Okunulabilirlik ve Algı sıhhati"nden kastım, karşınızdakinin pek alışık olmadığı bir biçimde büyük harflerden müteşekkil bir mesaj gördüğünde, Türkçe imlada küçük harflerin kullanım yerini ve dolayısıyla da varlık sebebini yok sayan bu durumu üste çıkmaya gayret etme veya üst perdeden konuşma olarak algılayacağı ve yazıyı okurken konsantrasyonunun zarar göreceği, rahatsız olacağı hakikatidir. Forum kurallarında başlıkların büyük harflerle yazılmasını aşırı dikkat çekici (Bir açıdan da dikkat dağıtıcı) olması sebebiyle engellerken bu paragrafta belirtilen sebeplerden dolayı da mesajların büyük harflerle yazılmasını yasaklamıştık.

     

    Teşbih meselesine binaen eklenen ve yeni bir şey söylemeyen, zamanla da çok gereksiz tartışmaların doğmasına vesile olan mesajların başlıkta kalmasına izin verilmeyecektir. Sizinkiler ve mecburen benimkiler bu husustaki son misallerdir.

     

    Saygı ve selamlarımla


  7. Selamlar,

     

    "Lateşbih" ifadesini ben "Teşbihte hata olmamalıdır" şeklinde anlamak istiyorum. Bu, arada sırada sizin kastettiğiniz manada da kullanılmakla birlikte teşbih bazı durumlarda teşbihlikten çıkar ve amacını aşan bir kabahatle neticelenebilir. Mesela birisine -haşa- "Allah gibi adam" deseniz değil hata yapmak, cinayet işlemiş olursunuz. O yüzden bu tarz klişelere biraz daha ihtiyatla yaklaşılması gerektiğine kaniyim.

     

    Çanakkale savaşının Bedir'le niçin kıyaslanamayacağına, ne kadar da mühim olsa Bedr'in yerini niçin tutamayacağına ve dünyanın o dönemdeki durumuna, ayrıca sahabilerin mertebesine eski mesajlarda değinilmişti, tekrarı gereksiz görüyorum. Bir önceki mısrayla beraber değerlendirmek de meseleyi açıklamıyor bence, çünkü ikinci mısradaki ifade, birinci mısranın sınırlarını aşıyor. İkinci mısranın, sadece kanın Tevhid'i kurtarması ile ilgili olduğunu düşünsek bile (burada "Bedir'le Çanakkale'nin statüsü aynı mıdır?" sorusu yeniden karşımıza çıkar ve cevap menfidir) şan konusunda bir denklik kabul etmek, hatta Bedr'in aslanlarını ancak Çanakkale'deki gazi ve şehitlerin seviyesine erişiyormuş gibi resmetmek doğru bir hareket gibi durmuyor.

     

    Bir çuval pirinç içerisindeki tek bir taşı görmek gafletle değil; realizm, ihtiyat ve dikkatle açıklanabilir; gaflet, o taşı farketmeyip pirinçlerle beraber çiğnemeye çalışmak olsa gerektir. Aslolan, çuvaldaki bu taşı çıkarmak, buna muktedir değilsek de o taşın bilincinde olup çiğneme esnasında ihtiyatı muhafaza etmektir. Öte yandan bir taş yüzünden bir çuval pirinçten hayır gelmeyeceğini düşünmek de affedilmez bir hatadır.

     

    Aslına bakılırsa başlıkta daha önceden konuşulmuş olan şeyleri tekrarlıyoruz. Devam edeceksek ya mevzunun kaldığı en son noktadan başlayalım, yahut da farklı perspektiflerle konuyu ele alalım. Aynı şeyleri söylerken farklı bir açılım getirmeyeceksek devam etmenin pek de bir manası olmayacaktır.

     

    Bir de, okunabilirlik ve algı sıhhati açısından mesajlarınızın tüm karakterlerini büyük harflerden müteşekkil olacak şekilde sıralamamanızı rica ediyorum.

     

    Saygı ve selamlarımla


  8. Selamlar,

     

    İskender Pala'nın bu hususta kaleme aldığı ve İstanbul Bir Rüya adlı kitabına dahil ettiği hoş bir makalesi var, aşağıya alıyorum.

     

     

     

    İSTANBUL'UN ADLARI

     

    Bir coğrafyayı sahiplenen milletlerin ilk yaptıkları iş, kendilerine özgü bir damga olmak üzere yine kendi sözcüklerinden o coğrafyaya bir kimlik giydirmek olur. Toprak, ancak ad verilerek sahiplenilir ve mekânlar el değiştirdikçe daha köklü değişimlere uğrarlar. Yaşlı tarih, dünyanın pörsüyen yüzüyle birlikte nice kentler eskitmiş; nice uygarlıkları aynı coğrafyada, aynı mekânda üst üste dosyalamıştır. Antik kentlerin pek azı bugün hâlâ kent konumunu sürdürmektedir, istanbul, bunlardan biridir.

     

    Atalarımız, ne Anadolu'ya yerleştikten sonra ne de Avrupa içlerine gittiklerinde, buralardaki köy, kasaba ve şehirlerin adlarını resmî yoldan değiştirmemişler, buyruklar yayınlayıp "Bundan böyle bu kasabanın adı şu olacaktır!" gibi bir dayatma getirmemişlerdir. Orta Çağ ve sonrasında bu konuda çok tutucu davranan Avrupa uluslarının tam tersine, bölge halkının ve yerli insanların ortak paydada buluşabilecekleri bir adı yine kendileri oluşturmak üzere bekleyip sonra ortak dile yansıdığı vakit tapu kayıtlarına ve devlet siciline işlemişlerdir. Türklerin, fethettikleri kasaba veya kentlerin adını değiştirme(me)k konusundaki bu mirasyedi hoyratlığı aslında bir iskân ve yayılma politikasının gereği idi. Bugün Anadolu'daki pek çok kentin ta antik çağdan itibaren adlarının biliniyor oluşu ve şehirlerarası yollardaki turizme yönelik sarı trafik levhalarında bu adların yazılı bulunması, biraz da atalarımızın bu hoşgörü ve komplekssizliklerinin sonucudur. Oysa Balkanlar'da yahut Avrupa'da, bir kasaba yahut kentin, vaktiyle Türkler tarafından kullanılan adını değil görmek, anmak bile olanaksızdır. Yeni Avrupa yurtlarındaki eski Türk izlerinin silinmesi, öncelikle adından başlar ve kim ne derse desin, bizim bunu ayıplamaya da hakkımız yoktur.

     

     

    Konstantin'in Kenti

     

    Yaşadığımız kenti bugün biz İstanbul adıyla biliyoruz. Antik çağlara ait bilinebilen ilk adı Bizantion olan bu kent, batılı kaynaklarda Antonion ve Nova Roma (Yeni Roma) adlarıyla da yer alır. Bizanslılar kente "Konstantin'in kenti, Konstantin 'in kurduğu kent anlamında Constan-tinopolis veya Constantinople dediler. Rumca Stinpolin (şehirde) sözcüğünden türediği sanılan bu adın daha sonra Fransızca'da Stamboul biçimiyle yaşadığı görülecektir.

     

    Doğulu milletler ilk ve orta çağlarda istanbul'a Konstantıniyye veya Faruk (ayıran, iki karayı ayıran) demişlerdir. Selçuklular zamanında yazılan Türk kaynaklarında ise şehrin adı tam istanbul biçimiyle yazılıdır. Bu sözcük daha sonra, Osmanlılar zamanında Türk dilinin ünlü yapısına uymadığı hâlde İstanbul biçiminde söylenmeye başlayacaktır. Osmanlıların kentin adını değiştirmeden yalnızca telaffuzunda "I" yerine "î" kullanmaları daha sonra şehre İslâmbol denilmesine yol açmışsa da kentin Konstantıniyye adı altı yüzyıl boyunca burada basılan sikke (altın para) ve akçeler ile 19. yüzyılda basılan kaimelerde (kâğıt para) duribe fi Kostantıniyye (Konstantıniyye'de basılmıştır) şeklinde yaşamaya devam etmiştir.

     

    Kanunî çağından itibaren İstanbul Türkçesi'nin mahallî gelişmesi ve klâsik üslûba daha fazla meyletmesi sonucunda atalarımız kenti, adıyla değil de daha çok ona uygun gördükleri sıfat ve unvanlarıyla anmışlardır. Der-saâdet (Kutluluk yurdu, saadet kapısı), Der-i Aliyye (Yücelik yurdu), Âsitâne (Mutluluğun eşiği) gibi unvanlar bunlardandır.

     

     

    Öküz Geçidi

     

    Boğaziçi'ne Bizanslılar Bosphoros derler. Bizim de, güya kültürlü görünmek isteyen görgüsüzlerimiz, bugün böyle diyor. Bu ad, Yunanca "öküz" demek olan Bos ile "geçit" anlamındaki For sözcüğünden türemiştir. Yunan mitolojisine göre Finikeli kral İnekos, beraberindeki Mısırlı, Arap ve Finikelilerle birlikte Doğumdan Önce 1850 yıllarında, "Kuzey denizi" anlamına gelen Achkenas (Bizanslıların deyişiyle Pont-Euxin, Finikelilerin adlındırmasıyla Euxinos, bizim ifademizle Karadeniz) henüz bir göl iken, Mora yarımadasına gelip tufandan sonraki depremde Boğazlar ortaya çıkınca bulunduğu adada Argolit adıyla bir devlet kurmuştu. Yarı tanrı sayılan İnekos'un lyo adında bir kızı vardı. Zeus (Jüpiter) bu kıza âşık oldu. Karısı Hera (Jonon) bunu duyunca da lyo'yu bir buzağı biçimine sokup Achkenas'ın Propontis'ç (Marmara) aktığı boğaza sakladı. Daha sonra Hera buzağıyı bulup hapsetmiş ve Argos'u da başına bekçi dikmişti. Merkür adlı tanrı yüz gözlü Argos'u, kaval sesiyle uyutarak başını kesti ve lyo'yu kurtardı. Mitolojiye göre bunu haber alan Hera, lyo'ya bir kara sinek musallat eder ve lyo sinekten kaçmak için Mısır'a sığınır. Mısır tanrıçalarından olan İzis işte bu kadın imiş.

     

    Geceleri spiral bir fanusa hapsedilmiş yıldızları andıran bir ışık seline, müzikal bir büyü gibi insanı kuşatan Boğaziçi adı yerine "Öküz Geçidi" anlamına gelen Bosfor (Bosphoros) demeyi doğrusu ben bu kentin bir hemşerisi olarak doğru bulmuyorum. Siz ne dersiniz?!..

     

    Umarım işinize yaramıştır.

     

    Saygı ve selamlarımla


  9. Selamlar,

     

    Elinize sağlık, bu tarz orijinal çalışmalara büyük önem veriyorum. Oluşturmaya başladığımız dosya arşivimize bunu ekleyelim izniniz varsa? ("Dosyayı bana ulaştırır mısınız?" manasına geliyor :rolleyes:)

     

    Saygı ve selamlarımla


  10. Selamlar,

     

    Yorumyok nickli üyemize benim de bu hususta haddim olmamasına rağmen bir tavsiyem olacak. Belki iyi niyetle yazıyorsunuz, belki kastettiğiniz şey, tabii olarak anlaşılan şeyden tamamen farklı oluyor. Fakat zülfiyare dokunurken biraz daha hassas olsanız ve yazdıklarınızı göndermeden tenkit nazarıyla bir kez daha gözden geçirseniz hem kimseyi rencide etmemiş, hem yanlış anlaşılmamış, hem fuzuli gerginliklere vesile olmamış, hem de yine fuzuli yere vebal altına girmemiş olursunuz. Yer yer bahsini ettiğiniz yaşınızın hakkını bu şekilde verseniz, eminim, hepimiz için en iyisi olur.

     

    Bu arada bundan sonra başlığa yazmayı düşünen arkadaşlar itidali muhafaza ederlerse memnun olurum. İtidal kaybedildiği takdirde konu kilitlenecektir.

     

    Saygı ve selamlarımla


  11. Selamlar,

     

    Bu eserin girişi de, tıpkı Esselam'ın girişi gibi harikadır ve insanı tesiri altına alabilecek, Alemlerin Efendisi'ne beslenen sevgiyi katlayabilecek harikuladeliktedir. "Allah'ı aramak olan sanatın, insanı Allah'ın elçisine erdirdiği nokta Çöle İnen Nur'un 'Başlangıç' başlıklı yazısıyla karşımıza çıkan seslenişte mevcuttur" desek mübalağa etmiş olmayız. Her Müslüman'ın imanında tazelenmeye ve yenilenmeye ihtiyaç duyduğu, veya mana iklimlerinin en güzelinin tertemiz havasından teneffüs etmek iştiyakını taşır hale geldiği anlarda, bu yazıya sarılmasını rahatlıkla tavsiye edebilirim. Çöle İnen Nur'daki Başlangıç başlıklı yazı, Esselam'ın girişiyle beraber, nesir halinde yazılmış en güzel Peygamber Medhiyelerindendir. Ben bunlardan daha iyisini, daha aşk yüklüsünü, daha coşkulusunu ve daha tesirlisini okuduğumu söyleyemem. Bilvesile bu iman destanının müellifine birer Fatiha bağışlayalım ve kitabın "Başlangıç" ismini taşıyan yazısını okumaya geçelim.

     

     

     

    Başlangıç

     

    Sofra... Etrafında Allah Resullerinin dizildiği sofra... Ve bu sofrada başköşe... Sen!

     

    İnsanın hakikati... Sır... Kâinatın en çetin sırrı... Bir de misilsiz insan ki, onun hakikatinde, mahlûk, artık, son haddine ulaşır. Onun hakikatinde, mahlûk tükenir, fakat Allah başlamaz. O da sen!

     

    Yaradan... Ve onun en güzel eseri... Zâtiyle tek olan Yaratıcı'nın koskoca insan ehramında ve en yüksek noktada halkettiği insan... Sen!

     

    Evet, Sen!

    Senin bana inandırdığın ve seni bana inandıran Allah, öz dilinle hitap etmiş ve sana demişti ki:

     

    "SEN OLMASAYDIN, SEN OLMASAYDIN, ÂLEMLERİ YARATMAZDIM!"

     

    Sana, işte bu Allah kelâmının sonsuz kılavuzluğu içinde inanıyorum!

     

    Sana inanmış, inanmakta ve inanacak olanlar, deniz kıyılarında kum misâli... Ben de bu hudutsuz yığında bir kum tanesiyim.

     

    Sana inanan herkes, göz alabildiğine geniş bir sed üzerinden eşsiz bir manzara seyreder gibi, seni, oldukları yerden, yerlerinin görmek ve bilmekte verdiği imkânların gözlüğünden seyrediyor. Bense Allaha hamdediyorum ki, seni, o kum tanesine, uzun zaman çilesini çektiğim birtakım idrâk mahremiyetlerinin "Yakın"a açılmış yakıcı penceresinden gösterdi.

     

    Keşke sahiden, topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olsaydım!..

     

    Evet!...

     

    Ben seni, Allahın yalnız habercisi ve ana yola çağıran Resulü olarak değil; boşluğu ve yıldızları, zamanı ve mekânı, mesafeleri ve istikâmetleri, canlı ve cansız maddeleri ve maddesiz her şeyiyle bütün kâinatı, bu en güzel eser etrafında halkalanması ve onun yüzüsuyu hürmetine yaratılmış olması için yarattığına inanıyorum!

     

    Sen; var oluşunun şerefine, Allahın topyekûn varlığı hediye ettiği ilk ve son Varlık Nuru!

     

    İnanmak dedim de hatırıma geldi: Bu ne zor ve ne kolay iş! Kim inanır ve kim inanmaz?

     

    Tebeşirle kondurulmuş bir nokta kadar basit ve sefil bir köylü inanır.

     

    Yük altında iki büklüm, akşama kadar solumaktan başka bir hayatiyeti olmayan bir hamal inanır.

     

    Yahut... )

     

    Eline aldığı her lokma ekmeği, zikir ve tesbihini dinlemeden ağzına almayan o "Şeyh-i Ekber" inanır ki, mücerred riyaziye cehdini, Âdem baba'dan kıyamet gününe kadar gelecek bütün insanların yüzlerini çizmeyedek götürmüştür.

     

    Beyninin her atomu bir güneş kadar ışıklı o "İmam-ı Rabbani" inanır ki, Allahı bulmaya doğru her atılışında gizli bir put diken aklın türettiği putlar ormanını, yine akıl baltasiyle devirmiş, böylece yine aklın atabileceği en uzun adımı atmış ve baltasının parlak yüzüne, dünyanın en güzel sözü olan "Allah ötelerin ötesi; ötelerin ötesinden de ötesi, ondan da ötesi, her ötenin ötesi..." düsturunu yazmıştır.

     

    Kerametler sarayının haşmetlisi o "Şah-ı Nakşibend" inanır ki, akşam üstü, at sırtında bir ovayı geçerken, yanında müridi korkmasın diye güneşi sımsıkı ufka bağlamış, batmasına izin vermemiş ve dehşetle titreyen müridine:

     

    - Bunlar tarikatın oyunlarıdır; gaye bu değil!

     

    Karşılığından fazla ipucu göstermemiştir.

     

    Ve nihayet sen inanırsın...

     

    Ötesi var mı? Ya en aptal, ya en akıllı inanır. Aptal da ne demek? Tam akıllılık kabil mi ki, tam aptallık mümkün olsun?

     

    Aptal dediğimiz çok defa üstüne hiçbir yazı yazılmamış boş kâğıda benzer. Mademki boştur, güzeli bulamamıştır. Fakat mademki yine boştur, çirkinden kurtulmuştur. Aptalın şuuraltı veya şuurüstü kavrayışıyle bulunmuş, kimbilir ne erişilmez hakikatler var!

     

    Hakikî aptal, o boş kâğıdın üzerine hiçbir yazı yazmamış olan değil, saçma - sapan, kör - topal, yalan - yanlış şeyler karalamış ve onlara sımsıkı sarılmış olandır. Yâni, aptallıktan yola çıkıp akla varmamış ve yarı yolda kalmış idrâk cücesi...

     

    İşte bu korkunç örnek, gördüğünü gördüğünden ibaret bilen, her şeyi ve her hâdiseyi beş duygu sınırından başlıyor ve bitiyor sanan, hiçbir şeye ne kâmil bir şüphe, ne de kâmil bir imanla bakan, bu ikisi ortası havsalacıktır ki, hakikî aptaldır ve Allaha inanmaz.

     

    İnanmak, ya çok üstün, kendi kendini kül edecek kadar üstün bir akıl davasıdır; yahut, yarı yolda bangır bangır iflas eden aklın her türlü desteğinden mahrum, fakat gizli bir ruh feyziyle gayesini sezmiş ve fikir kargaşalığından kurtulmuş sâf ve basit adam işi...

     

    Belki de "Sâf" kadar güzel bir mefhumu, bilmeden, onun için basit insanlar hakkında kullanıyoruz.

     

    Allah, en ileri dereceye çıktığı zaman akılsızlığını anlayan şu akılsız aklın belâsını versin!

     

    Sen, mukaddes hedef; Haktan gelen aşkın hedefi!..

     

    Sen, en ileri rütbe; Allahın Sevgilisi olmak mertebesi!..

     

    Sen, en güzel insan; güzeller güzeli insanoğlunun en güzeli!..

     

    Güzelliğinin büyüsüne mıhlanmak, sonra hummalılar gibi hep onu sayıklamak dururken, mukaddes mevzuuna bâzı dâvalarımı ve öfkelerimi kattığım için beni hoşgor!..

     

    Ben bir şairim...

     

    San'ata, yalnız Allahı aramak, onun mahrem ülkesi meçhuller âleminin karanlıkları içinde rüyalardan daha zengin fener alayları tertiplemek ve eşyanın takındığı duvakları birer birer kaldırmak gayesini biçtiğim gün, sanki boynumda "mutlak hakikat"ten bir kement sezer gibi oldum. Bu kement beni çekti ve senin önünde durdurdu:

     

    - Kapı burasıdır; başka her kapı kapalı! Vaktâ ki, böyle oldu, sen benim her şeyim oldun. Ey, bütün mucizeleri içinde en hayran olduğum mucizesi diye, ömründe bir defa bile kahkahayla gülmemiş olmasını gösterebileceğim mahzun Peygamber!..

     

    Ey, Allahın, Kur'ânda hâs ismiyle ve nida edâtiyle bir kerecik bile hitap etmediği haya ve edep kaynağı!..

     

    Ey, Allah kelâmına mecra bir çift kudsî dudağın sahibi!.. Dedim ki, ben bir sanatkârım...

     

    Ve ne tarih yazmak, ne arz tabakalarını mikroskopda incelemek, ne de dört taş duvar arasında istif edilmiş ve son yaldızcısı toz - toprak olmuş kitaplara bekçilik etmek,, benim vazifem... Böyleyken, hayatını yazmayı murad edindim. Hayatını...

     

    O hayat ki, bizzat hayat mefhumu, başta "O yaşayacaktır" diye yaşamış, sonra da "O yaşadı" diye yaşamakta devam etmiştir. Ve etmekte...

     

    Senin hayatını yazmak...

     

    Göklerin temiz bir ayna halinde, dipsiz bir mavera derinliğine battığı şeffaf bir yaz akşamı, ay, her zamankinden daha büyük, daha parlak doğarken, insan, yeni bir hâdise karşısındaymışçasına şaşkın ve tutkundur. Halbuki onu ilk defa görmüyoruz. Bir gün evvel gördüğümüz gibi, ömrümüzün birçok ânında da birçok defa görmüştük.

     

    Bu, her akşamın kanıksanmış hadisesiyle, yine her akşam kapımızın önünden geçen çöp arabasının kanıksatmaktan bile âciz silikliği arasındaki fark nedir?

     

    Şudur ki, birinin oluşundaki sırları bilmediğimiz hâlde, öbürünün meydana gelişini, bütün dış şekilleriyle tanıyoruz. Biri, aklımızı, çepçevre sarmış bulunuyor. Bu yüzden, biri bin kere olmakla yeni kalıyor da, öbürü, bir kere olmakla eskiyiveriyor.

     

    İşte hayatınla hayatımız arasındaki fark! Hiç seninki, en küçük çaptan en büyüğüne kadar, bütün söylenmişlere, söylenenlere ve söyleneceklere rağmen anlatılmış olabilir mi?

     

    İzin ver; onu bir kere de ben anlatayım! İzin ver; herkesin, boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde, sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden yâni kendimden uzaklaşabilmek mânasına bir kere de ben gücümü deneyeyim! Öyle ki, sahili kaybetsem, artık gerilere dönemesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış olurum.

     

    Niçin hayatını yazmak?..

     

    1400 küsur senelik bir emeğe yeni bir omuz vermek, güçlü güçsüz ve elverişli elverişsiz, pekçok insanın her fırsat doğuşunda yaptığı bir işi, bir kere daha yapmak; kısacası tekrarlamak, sadece tekrarlamak için mi? Nasıl olur? Tekrarlamak...

     

    Tekrarlamak, bir şeyi tam maluma irca ettikten, çepçevre sardıktan ve kavradıktan, yâni posalaştırdıktan ve cevhersizleş-tirdikten sonra ele almak demekse, sen hiçbir surette tekrarlanamazsın.

     

    Yine tekrarlamak, denizin en derin noktasında boyuna göre sulara gömülen bir veya bin Ölçü şeridinin, her defa beraber ve ayrı ayrı gösterdiği mikyas, yâni bir veya bin kişinin her defa beraber ve ayrı ayrı belirttiği duyuş ve anlayış seviyesi demekse, onlar seni değil, kendilerini tekrarlamış olurlar.

     

    Ve yine tekrarlamak, hiçbir sırrına erişilmeyeceğinden başka şuurumuz olmayan namütenahi derin ve girift bir hâdisenin, sadece vecd ve aşk aynasında, durmadan, üstüste aksettirdiği pırıltıları toplamak, yâni gerçek san'ata gerçek mevzuunu vermek demekse, seni tekrarlamaktan büyük vazife olmaz ve ona tekrarlamak denmez.

     

    Allah... En büyük san'atkâr!.. O, dış görünüş çerçevelerinde, tekrarlanıyormuş gibi duran namütenahi hâdiseyi, zaman dediğimiz esrarlı havan'ın içinde toplar, her ân birbiriyle nisbetini bozup, birbiriyle nisbetini ihya eder, her ân yokluğa batırıp varlığa daldırır, sonsuz benzerlik ifâdeleri içinde ne mutlak ayniyete ne de mutlak zıddiyete yer verir, böylece asıl olarak hiçbir ânı tekrar etmez ve her ân gerilere doğru eskilikte ezelî ve ilerilere doğru yenilikte ebedî şahsiyetini ilân eder. Allah, insanoğlunun âşık olduğu yenilik sırrını anlatıyor; anlatıyor amma, kime? Anlayana, yâni anlatmak istediğine!..

     

    Ey tek katresinin hacminde bir umman çalkalanan ve tek zerresinin menşurunda bir kâinat yüzen Kevser havuzu'nun sahibi.'

     

    Ey, ufuk; insanoğlunun ufku!..

     

    Sen de bizim gibi bir insansın. Sen bir derece daha fazlası olmayan bir insansın da, biz senden eksik olduğumuz kadar insanlığa uzak insanlarız.

     

    Öyleyse hangi mânasiyle olursa olsun, seni tekrarlamak, aldığımız nefesleri tekrarlamaktan bin kat daha aziz... Zaten sensiz ve senden habersiz alınan nefes, varlığın değil, yokluğun soluğu... \

     

    Ne kürenin devri, ne rakkasın köşe kapmacası, ne ağacın giyinip soyunması, ne de tek nokta etrafında sayısız noktanın, herbiri o noktaya müsavi mesafelerde sıralanışındaki yusyuvarlak devam ahengi, mücerret vazife sırrı bakımından, senin tekrarlanışındaki hikmeti şekillendirebilir.

     

    Bana yalnız, bu tekrarın; belki en kaba, fakat en saygılı cephesiyle düpedüz tekrarın, hiçbir şahıs mümtazlığı ve hiçbir âlet hususiliği göstermeyen hakîr ve basit bir halkası olmak yeterken...

     

    Evet, gözümde sadece bu yeterliğe sahip olmaktan büyük kazanç ölçüsü yaşamazken, ben bir sınır aşmak istiyorum. Ben, bir sınır aşmak istemiyorum; onu aşmak için senden izin istiyorum.

     

    Ah, bu sınır, bu sınır!..

     

    Kur'ânda teker teker her âyet, her kelime ve her harfin birinin içindeki nisbetiyle, aynı âyet, harf ve kelimelerin bütün lisan, bütün kelime ve harf terkiplerine nisbetindeki sırrı kucaklamaya giden ulvî bir nüfuz ve muhteşem dikkat, mübarek saçlarının her telinden, muazzez ayaklarının her adımına kadar sana ait her şeyi ayrı ayrı saydıktan, derledikten, düzenledikten sonra, ben hangi sınırı aşmaktan ve hangi yeniliği getirmekten bahsediyorum?

     

    Fakat var, bir sınır var!.. Her şeye rağmen, herkesçe aşılmak istenmesinden daha aziz bir gaye belirtmez olan bir sınır var!

     

    Ey, dışından görüldüğü kadar görünen vücut, ve ey, içinde gizliliği bile gizleyen ruh!..

     

    Hayatının dış çizgileri senin, binbir kere, binbir kimse tarafından hendeseleştirilmiş ve hiçbir noktası eksik bırakılmamış, harikulade bir petektir. Şekillerin en intizamlısını, çizgi terkiplerinin en kemâllisini düğümleyen bir petek...

     

    İşte ben, olanca ruhumun, ruhumdaki olanca şiir cevherinin, bu cevherdeki olanca aşk ve hassasiyet özünün balını, bu peteğin hücrelerine dökmek, hücrelerin çerçevelediği esrar mahfazalarında eriyip kaybolmak ve mukaddeslerin mukaddesi mevzuunda kendi teessüriyetimi bütün derecelerin üstüne çıkarmak dâvasındayım.

     

    Demek ki, ben, aşmak istediğim sınırla, huzurunda, ham istiklâlin ne kadar gülünç, kör benliğin ne kadar sefil, dış mantık ve müşahadenin ne kadar aptal hâle geldiğini gösteren bir teslimiyet meydanı açmak istiyorum.'

     

    Bu meydanda, bakalım kim en çok ve en güzel kendi kendinden geçebildi?

     

    İşte sınır, işte at, işte meydan!..

     

    O akıl budalaları ki, gözün nasıl gördüğünü anlamadan gördüğü şeylere inanırlar, fakat görmediklerine inanmazlar, gözlük üstüne gözlük takarlar ve üstelik görüneni bile göremezler; işte onlar, ellerinde birer istiklâl pertavsızı taşırlar, eşya ve hâdiselerin posalarını hep onunla incelerler ve hiçbir şey bulamazlar...

     

    Onlar, benim bu itirafımdaki senedi, ilim ve usûl bakımından en büyük zaaf telâkki edebilirler ve peşin olarak kendimi, bizzat kendi elimle mahkûm ettiğimi iddiaya kalkabilirler.

     

    Vecdimin ateşi, bana onları göstermez bile... Onlar, gerçekten müstakildir; bense esirim!

     

    Ben, senin esirinim! Ve benim için hürriyetin son kemâl haddi, hakikate esarettir.

     

    İnsan olarak; hürriyetini bulmak isteyen, hakikate esir olsun! Ve sen, benim için bizzat hakikatsin!

     

    Ve onların istiklâli, boyunduruk altında istediği gibi kuyruk sallayan, çifte atan ve dilediği yeri pisleyen hayvanların istiklâlidir!

     

    Nihayet varılmaz olan sana, en çok yaklaşmanın, görülmez olan seni en aydınlık görmenin biricik usûlü, şu noktada toplanıyor;

     

    Tepeden inme aşk yıldırımları altında büsbütün mefluç, büsbütün kör hâle gelmek ve ondan sonra her vücut zerresine bir çift kanat ve bir çift göz hediye eden bir hafiflik ve kolaylıkla uçmak ve görmek.

     

    Aklın son kertesini temsil eden melek "Sidre-tül Münteha"da sana demedi mi?

     

    - Bana burdan ileriye yol yoktur! Geçersem yanarım!

     

    - Ya buradan ileriye nasıl geçilir?..

     

    - Aşkla!..

     

    Ve sen uçtun ve ilâhî visalin en mahrem bucağına ulaştın. Senin, ulaşılmaz olan Allaha yine onun izniyle ulaşmandaki usûlledir ki, biz sana, ulaşılmaz olan sana, ulaşmaya çabalayabiliriz. Sana yaklaşmanın biricik şartı, bu!..

     

    Sana imansız akılla sokulmak isteyenler, daha kapının eşiğine ayak atmadan yanarlar. Hep yandılar!..

     

    Sadece aşk ve iman rivayet ederek, yine akıldan başka bir vasıta bulamayanlar da, kabalaşırlar. Hep kabalaştılar!..

     

    Mevzuundaki kudsiyet ve namütenahi inceliğe lâyık olmanın çilesini çekmeyenler de çirkinleşirler. Hep çirkinleştiler!.. Bense, kapında aşkla yanmış ve daha çok yanmaktan gayrı muradı kalmamış, senin inceliğin ve güzelliğin karşısında, kendi kabalığımı ve çirkinliğimi görmüş, azad kabul etmez esirinim!.. Hamdolsun, öbür türlü çirkinleşmek ve kabalaşmak ihtimaline, senden gelen ve her şeyi temizleyen bu aşk ateşi sayesinde uzağım!..

     

    Bu kadar...

     

    Bütün kâinat ve bütün varlığın ana mevzuu olan mevzuunda, insanlığa düşen borç ve usûl, bu kadar...

     

    Herkes, borçların en ulvîsine ve usûllerin en san'atlısına götüren bu yolda, huzurunda sadece en fazla yanıp kül olmak noktasından birbirine meydan okuyabilir ve bu meydan okuyuştan sonra, o meydanda, hattâ mağlûp olmaktan büyük zafer olamaz!

     

    Bu meydanda zafer ihtimâli de bu kadar...

     

    Senin, herkesçe bilinen ve bildirilen dış hayat çizgilerini, ruhumun menşurundan toplayacağım... O menşur içindeki tefsir ve teessür kırıntılarını, küçük elmas zerreleri hâlinde donduracağım... Sonra o esrarlı taşları mendil üstüne serip üzerlerine abanacağım, tılsımına bağlanıp kalacağım ve anlatacağım, anlatacağım...

     

    Ben bunu yapmaya, çalışacağım!..

     

    Yine belli oluyor ki, işimde en az değer vereceğim şey, en doğru ve titiz bir örgü halinde meydana gelse de, daima arka plânda bırakılacağı için, tarih ve tarihçilik; vak'alar ve vakıalar ilmi...

     

    Hâdiselerin derinliğine doğru keyfiyetten ziyâde, genişliğine doğru kemmiyet kadrosunu köpürten tarihçiye, birçoklarının bu kadar intizam ve itina ile şekillendirdiği petek mevzuunda yeni bir iş yoktur. Hangi tarihçi o petekten bir hücreyi kaldırmak veya o peteğe bir hücre ilâve etmek iktidarında olabilir?..

     

    Bu bakımdan sen, yeryüzünün her noktasında, bellibaşlı noktalardan doğan güneş kadar sabit ve mutlaksın. Fakat yine sen, herkesin kendi ruh menşurundan aksettireceği her ân yeni ve değişik pırıltılarla da, muvazi aynalar arasındaki mum gibi sonsuz ve hudutsuzsun!...

     

    Sen, sen, sen; eskimeyen biricik yeni ve solmayan biricik renk!

     

    Senin zâtındaki aslî sonsuzluk ve hudutsuzluğa bir de bu, herkese kendi hassasiyet ve teessüriyet istidadına göre tecelli edecek sonsuzluk ve hudutsuzluk binince, insanın en aşılmaz sınırları içinde yine bir sınır aşmak istemesinden daha ulvî bir belâ olabilir mi?..

     

    Ben bu belâya fedayım!..

     

    Senin, insanı kül eden nurunun karşısında her ân birbirinden yeni ve ileri olarak tecelli etmesi gereken, sadece sanatkârdır, sanat ruhuna mâlik fikir adamı...

     

    Sanatkâr ki, seslerin ipekten vücûdunu meshederek ve renklerin ateşten nabzını sayarak, büyük sır kapısının önünde haber soruşturanların en çilekeşidir; ancak seni bulduğu zaman, memuriyetini bulmuş ve yaradılışının hikmetine ermiş olur...

     

    Sen; verâların verâsının, verâ ihtimâlini bile çıldırtıcı nihaî verâsındaki sır hazinesi anahtarını taşıyan en büyük esrar çözücüsü!..

     

    Senin esrar âlemin içinde kendisini büsbütün kaybetmekten, yâni en büyük sanatkârlığın ne demek olduğunu göstermekten başka gayesi olmayan bu sanat çilekeşinin duasını kabul etmesi için, sana "Sevgilim!" diyen Allaha yalvar.

     

    Allah, her türlü akıl, ispat, delil, münakaşa, mukayese, mantık lafazanlığı dışında, yalnız mü'minler veya iman istidadında olanlar için yazacağım bu eseri bana nasip etsin

     

    Bu eserde güzel olan her şey senin, çirkin olan her şey benimdır...

     

    Sen; Allahın iradesiyle, bütün insanlığın şefaat tâcını taşıyan ve kabul edenleri ve etmeyenleri bir arada, bütün beşeriyet ümmet topluluğu tahtında oturan!..

     

    Senden şefaat dilenen bîçareler arasında en sefil dilenci, Abdulbakı Fazıl oğlu Ahmet Necib'e şefaat et!..


  12. Selamlar,

     

    Yahya Kemal değil de, Yaşar Kemal bu cümleyi kullanıyor 1973'te ilk baskısı yapılan Demirciler Çarşısı Cinayeti'nde. Üstad'ın bu cümleyi alıp onun üzerine hikaye yazmış olması mümkün değil, zira Ata Senfoni'nin ilk baskısı 1957'de, yani Yaşar Kemal'in kitabından 16 yıl evvel gerçekleşmiştir. Ayrıca bunun kadim bir halk hikayesi olduğunu düşünürsek yorumunuza iştirak etmek tamamen imkan hududunun haricinde kalıyor.

     

    Saygı ve selamlarımla


  13. Selamlar,

     

    Elbette hadiseyi böyle de yorumlayabilirsiniz, fakat bu söyledikleriniz Akif'in bu sözü niçin söylemiş olabileceğine dair kalıyor ve hadisenin aklanması için kafi gelmiyor, en azından bence. Elbette Akif o ruhu aksettirebilmek için yazdı bu mısrayı, elbette ki o büyük insanları şanlarına yakışır bir makamda resmetmek istedi; fakat bu kadar gitmesi doğru mudur, bu hususta menfi düşünüyor ve itidalin kaybedildiği fikrini taşıyorum acizane. Yoksa Akif'in kötü bir niyetle bunu yazmış olabileceğini düşünmek sözkonusu olamaz zaten. Yalnızca söz maksadını aşmıştır.

     

    Saygı ve selamlarımla


  14. Selamlar,

     

    Aşağıdaki parça, Ata Senfoni adlı eserin Netice başlıklı kısmıdır. Tüm kitabı büyük bir edebî lezzet eşliğinde kıraat ettikten sonra bu "Netice"yle karşılaşmak, insanın tüylerini diken diken ediyor.

     

    Saygı ve selamlarımla

     

     

    NETİCE

     

    Biz ne yaptık? Atı aldık, mâna inbiklerinden süzdük, büyük ve küçük kelâm plânına döktük, güzel sanatlar perdesinde aksettirdik, tarih boyunca millet millet çizgilendirdik, en asil soyu ve işi içinde değerlendirdik, «safkan» çerçevesinde ölçülendirdik, yarış yerlerinde taçlandırdık, bütün mesut ve mahzun taraflariyle belirttik, nihayet memleketimize getirdik ve bıraktık.

     

    Ne görüyoruz?

     

    İnsanı tamamlamak ve ondaki kahramanlık mefkuresine alem olmak için yaratılan, Allah ve Resulü tarafından övülen, rüya perdesini bile yakacak kadar asil ve bedii çizgiler taşıyan, güzel sanatları ürperten, tarihte her milletin zafer ve şeref armasında motifleşen, «safkan» teknesinde yoğurulan, hipodromlarda muhtaç olduğu prens iş zeminini bulan, sırtına binmiş bunca insan hırsına rağmen ebedî ismetini muhafaza eden ve nihayet tek istifa kaynağı olarak yarış yerinde heykelleşen at, bütün dünya ile beraber memleketimizde, yani onu ilk defa çıkarıp insanlığa takdim edenlerin yurdunda pek mahzundur.

     

    Kulağımıza, babasını imdada çağıran bir çocuk sesini andırır, acı kişnemeler geliyor.

     

    Dünyanın en güzel hikâyesini anlatacağım:

     

    Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir Memiş Ağa varmış... Memiş Ağa değil de, Durmuş veya Satılmış Ağa... Hepsi bir... Evvel zaman da dediğimiz, pek yakın bir tarih, meselâ Birinci Dünya Harbi sonu... Bu Memiş Ağanın köyü, cenubî Anadoluda, düşman istilâsına uğramış, yanmış ve yakılmış bucaklardan... Köy, sadece yanık kokusu ve yıkık manzarası veriyor.

     

    Bir zabit, bir süvari zabiti, harb içinde bu köye sık sık gelip ordu hesabına yüksek kumandanlara at satın alan bir zabit, nihayet o da sivil elbiseli, o da yanık ve yıkık, herhangi bir vesileyle bu köye uğruyor. Köy, bilhassa cins atlariyle meşhur...

     

    Mütareke olmuş, muharebe durmuş, fakat bütün vatan toprağı, kum- kum acımakta, taş taş sızlamakta...

     

    Zabit, bir ölü evine girercesine köye ayak basıyor. İzbelerde bir adam... Yanına yaklaşıyor:

     

    «— Nerede Memiş Ağa?»

     

    «— Şurada, şu yamacın dibinde, bir kayanın üstünde oturuyor.»

     

    İlerleyen, Memiş Ağanın yanına giden, onu selâmlayan, selâmına cevap alan, şahsını tanıtan, tanınan ve mendilini açıp oturması için kendisine yer gösterilen zabit... Uzun bir sükût... Memiş Ağanın konuşmaya pek niyeti yok... Nihayet zabit, dayanamayıp, köyün en büyük ağasına ve atçısına soruyor:

     

    «— Niye susuyorsun ağa?»

     

    «— Ne söyleyeyim oğul?»

     

    Zabit kimi sorduysa «yok!» cevabını alıyor; hangi atı merak ettiyse «yok, gitti; yok, öldü!» Sükût...

     

    «— Karabaş'ların Hasan Ağa ne oldu, ağa?»

     

    «— Yok, gitti!»

     

    Sükût...

     

    «— Ya şu meşhur kır at; Akduman?»

     

    «— Yok, öldü!»

     

    Hangi insan sorulsa «ya öldü, ya gitti!»; hangi at merak edilse «ya gitti, ya öldü!»... ölen niçin, giden nereye?.. Yahut ölen nereye, giden niçin?.. Gidenler mi ölüyor, ölenler mi gidiyor?.. Hâsılı her şey karanlık, her şey müphem...

     

    Nihayet Memiş Ağa, zabitin ikide birde kendisini kurcalamasından üzgün, elini gayet hususi bir işaretle sağa açıp ve sonra ona bir gidiş ahengi verip diyor ki:

     

    «— Senin anlıyacağın, oğul, iyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, gittiler!»

     

    Bizse, Memiş Ağa misalini tersinden hayal etmeye meyilliyiz. Şöyle, ne kadar fikri, bedii, içtimai, idari hasretimiz varsa, hepsinin birden yollarını kavuşturan meydanda durup kulağımızı nal seslerine vermek ve sonunda, sökün etmekteki «safkan» ları görünce narayı basmak :

     

    «— İyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, geldiler!»

    • Like 1

  15. Selamlar,

     

    Şiirlerini okurken nedense bir çekicilik buluyorum Cemal Safi'de. Belki çok parlak yazmıyor, belki çok yetenekli birisi değil, belki gel-gitler arasında kalan bir dengesiz oluyor zaman zaman ama, tam manasıyla tanımlayamadığım bir zevk alıyorum şiirlerinin bir kısmından. Kendisinin ne kadar nevi şahsına munhasır bir insan olduğunu göstermek için bir video linki vereceğim. Popstar yarışmalarından bir tanesinde dakikalarca okuduğu şiire bir bakar mısınız?

     

     

    Enteresan bir tezat... :)

     

    Saygı ve selamlarımla


  16. "AŞIRI"

     

    Son zamanların gülünç ve sefil laflarından biri de "aşırı" tabiridir. Onu "uç" kelimesiyle birleştirip "aşırı uçlar" şeklinde konuşuyorlar.

     

    Ne kastettiğini, kastettiği şeyin keyfiyetçe ne olduğunu ve bunun azı ve çoğuyla ne belirttiğini bilmez, hiçbir tahlil ve terkibe aklı ermez, hazırlop yafta esnafı küçük politikacılara mahsus bir ağız...

     

    "Aşırı uçlar"dan kast, İslâmiyetle komünizma olduğuna göre; sanki bir geyiğin sağlı ve sollu iki boynuzu halinde bunların uzaya uzaya duvarı delmesine müsaade edilmiyor da kulübesi içinde ve tahammül edilebilir çapta kalmasına ses çıkarılmıyor.

     

    Ne ahmak bir muvazaa anlayışı!..

     

    Bir maşrapa suya ihtiyacı olana zorla bir küp dolusu içirmemek gibi sınır riayetleri müstesna, aslında iyi olan bir şeyin fazlası daha iyi, kötü olanı da daha kötüdür. Demek ki, dâva, bir şeyin aşırı, yani başkalarınca haddi aşkın olup olmamasında değil, kendi öz keyfiyetiyle iyi olup olmadığındadır. Bu keyfiyete göredir ki, o şeyin iyi veya kötü olduğuna hükmedilir ve ortada verici ile alıcı arasında bir tahdit sınırı bulunmadıkça, azlık, çokluk gibi kemmiyet Ölçülerine bakılmaz. Hattâ böyle bir tehdit sınırına mevzu bulunmadıkça bir şeyin kemal ifadesi demek olur. Yani, müslüman olsun, komünist olsun, rejim ağalarının dilediği çapta kalacak ve kendi öz keyfiyetine göre ve kendi öz hududu içinde gelişmek imkânından yoksul bırakılacak... Olamaz!..

     

    Ne mendebur anlayış!..

     

    Dananın aşırı hali, bu anlayışa göre öküz, kuzununki de koç... Eğer öküz veya koç bu son kâmil oluşlariyle kötü şeylerse, dana veya kuzunun da birer kötülük çekirdeği olması ve aşırı olmayan halleriyle de müsamaha görmemesi icap eder.

     

    Eğer dana kendi öz keyfiyetine sadık kalacaksa mutlaka öküz olacak, kuzu da işi mutlaka koç olmakta bitirecektir. Onun içindir ki, danaya "sen hep böyle kal!" kuzuya da bu halini değiştirme!" demek ve onları yalnız ilk devreleri içinde zararsız kabul etmek, fikir haysiyetiyle bağdaştırılması mümkün bir iş değildir.

     

    İnandığı dâvada ve dâvasının öz hududu içinde aşırı olmayanın yüzüne tükürünüz! Ve biliniz ki, günümüzde tek aşırı uç politikacılarımızın ahmaklığı...

     

    29 Kasım 1978


  17. Selamlar,

     

    Konu kilitlenmiştir. Trradomir nickli arkadaşımızın siteye girişi 48 saat süreyle askıya alınmıştır.

     

    Atsız hakkında gerek Üstad'ın, gerekse bizim tavrımız açıktır. Her ikisi de aynı alanlarda fikir beyan etmiş, aynı mevzular üzerinde kalem oynatmıştır. Bu sebepten dolayı aynı kavramlar ele alınırken ikisinin farklı bakış açıları üzerinde yorum yapma ihtiyacı zuhur edebilir. Site yönetimi olarak Atsız hakkındaki fikirlerimiz de menfi yöndedir. Üstad'ın bu konuda kaleme aldığı yazılar mevcut bulunduğundan ve aslında doğrunun bizce pek de tartışılmayacak bir biçimde göz önünde bulunmasından dolayı şu an için bu tartışmalara bir yasak getirmek niyetinde değiliz, fakat fikir çatışmaları bu konu içerisinde yakalanan sertlik derecesine ulaşırsa Atsız'la ilgili konuların sitede tartışılmasını engelleyebiliriz. Şu an için böyle bir yasak var olmamakla beraber tatsızlıkların daha da uzaması, geçici veya kalıcı olarak Atsız'la ilgili mevzuların sitede yer bulmasını engelleyecektir.

     

    Saygı ve selamlarımla


  18. KURTULUŞ

     

    Şu, her sene tekrarlanan ve kutlanan kurtuluş yıl dönümleri... Bunun ismi kurtulmak değil, bir türlü kurtulamamaktır.

     

    Bu törenler, belli başlı bir zümrenin sadece ilâhi inayetle kendi kendisini kurtarmış olan Türk Milletine karşı her defa ve her vesileyle, "bak seni kurtaran benim; bana minnettar ol ve borcunu unutma!" gibilerden yaptığı bir istismar işi olarak başlamıştır ve hele 50 yıl sonra katiyen lüzumsuz, faydasız, hattâ ruhiyat bakımından kötü ve zararlı hale gelmiştir.

     

    Şunun içindir ki:

     

    İnsanın böyle her sene, kendisine, bir kuvvetli ve zalimin elinden kurtulduğu ân olarak hususî zamanlar seçmesi ve takvimini bunlarla doldurması, onu bütün (aktif) mizacından uzaklaştırıcı ve yalnız (pasif) ve boynu büyük bir encama bağlayıcı, kendisini küçük ve aşağı sürme ukdesinden başka neye delâlet edebilir? Kötürümlüğünden kurtulduğu günü her defa şatafatla tesbid eden, hırsızlıktan beraat ettiği dakikayı her sefer heyecanla kutlayan adam, bu hallere karşı ruhunda, şuuraltında gizli bir mahkûmiyet psikolocyasını taşımış olmaz mı?

     

    Bir felâketten kurtulan adamın geceli gündüzlü Allah'a hamd ve şükretmesi başka; bir de Allah'ın verdiği gerçek ve tabiî hallere döndükten sonra bir türlü aslî şartlara ve o şartların gerektirdiği saadet unsurlarına alışamadan hep kara günlerden kurtulmanın kutlayıcısı olması ve asla Allah'ın nimeti içinde hak ve huzura kavuşamaması başka...

     

    Almanlar Berlin'i Napolyon'un elinden kurtardıkları, Fransızlar Parisi Bismark'ın pençesinden geriye aldıkları, Moskoflar Baltacının Rus işvebazına kapıldığı günleri, her sene kutluyorlar mı? Hayır; zira bu kurtuluş çağrılarından sonraki hallerini o kadar tabiî ve aslî telâkki ediyorlar ki, boyuna bunları hatırlamayı bunları tesbid etmekten başka iş sahibi olmamayı, küçüklük ve aynı hallere daima müsaid bir düşkünlük biliyorlar...

     

    Türk Milleti, kendisini maddi bir düşman istilâsı mevzuunda o kadar kurtulmuş görmek ve bunun aksine o kadar yabancı kalmak ihtiyacındadır ki, bu türlü beylik ve ısmarlama törenler ona kurtulmak değil bir türlü kurtulamamak gibi görünse yeridir.

     

    Gerçek kurtuluş bu türlü kurtuluşlardan kurtulmak ve nailiyetlere lâyık hale gelmekle olabilir.

     

    31 Ağustos 1978


  19. Selamlar,

     

    Abdülhamid Han arkadaşımız çok güzel bağlamış, sadece şunu ekleyeceğim: İçinde yaşadığınız milletinizi duygusal olarak daha çok sevmeniz ve onun başarısını içten içe temenni etmeniz normal bir şeydir fakat iş daha geniş bir kitle için edilmesi mümkün olan dualara geldiğinde, "kendiniz için istediğinizi Mü'min kardeşiniz için de istemediğiniz sürece tam manasıyla iman etmiş sayılmazsınız" mealindeki hadisi de hatırlamak gerekiyor. "Tanrı Türk'ü korusun" "aforizma"sını cümlelerin sonuna nokta koyarcasına birkaç kelimede bir tekrarlayan, yani bir yandan cihanşumul bir dine gönderme yaparken (Göktanrı'nın Tanrısının kastedilmediğini düşünüyorum) diğer yandan kavmiyetçiliğin zirvelerinde gezinme imkanından istifade eden, üstüne bir de "Noolmuş yani, milletimin iyiliği için dua ediyorum şurda" diye savunmaya geçen bir zihniyeti kabul etmek de mümkün değildir. Bir de Osman Yüksel'e ait olan "Tanrı Türk'ü, Allah Müslümanları korusun" gibi bir söz var ama korkarım o zaman biz zararlı çıkarız :) Allah'ın has ve dillerüstü ismini telafuzdan imtina eden milliyetçilik anlayışı zaten mevzumuz değil, üzerinde durmaya gerek yok. (Osman Yüksel'inki bir nükte olsa gerektir. Zaten kendisinin Atsız milliyetçiliği ekseninden Müslüman-Türk'ün davasını savunmaya geçmesi zaman almıştır.)

     

    Yani demem o ki siz, Abdülhamid Han arkadaşımızın dediği gibi kendi milletinizi gayriihtiyari olarak daha çok seversiniz, onun iyiliğinin temini için üzerinize düşen vazifeleri yerine getirirsiniz, hatta duygusal olarak onun diğerlerinden daha üstün olmasını da dileyebilirsiniz, İslam'a göre milliyet bir hakikattir; fakat iş akl ile duaya geldiğinde dünya çapında kardeşliği amaç edinen, hatta küfrü ve iman edenleri tek bir millettenmiş gibi tasvir eden bir dinin bağlıları olarak bu iyi dilekleri mümkünse tüm müslümanlar için niyaz etmek durumundasınızdır.

     

    Saygı ve selamlarımla


  20. Selamlar,

     

    Konu kilitlenmiştir. Sınıflar Üst Kurulu kadrosu olarak hazırlamaya Başladığımız biyograafi çalışması tamamlanana dek, Erdem Beyazıt Bey'in bu amaca uygun, güzel yazısı anasayfamızda yer verdiğimiz linkle bağlı olacaktır. Ayrıca daha evvelden ilan edilen forum kuralları iktizasınca, BU SİTEDE İBDA VE MİRZABEYOĞLU HAKKINDA YAZI YAZMAK KESİNLİKLE VE KESİNLİKLE YASAKTIR...

     

    Saygı ve selamlarımla

×
×
  • Create New...