Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Kelepir

Üye
  • Content Count

    59
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    3

Posts posted by Kelepir


  1. Haydar Baş nedir Allah aşkına ya. Haydar Baş. Karikatür sayfası gibi adam. Bir iki bak, gül geç git. Beş para etmediği halde birşeyler yaptığını, söylediğini, yazdığını zanneden fuzuli adamlar vardır ya hani. İşte öyle birşey. Mitinglerinde "Hadi arkadaşlar hep beraber söylüyoruz. Daaağ baaaşınııı dumaan aaalmış" diye orkestra şefliği ederken canlanıyor hep kafamda. Bazı adamların arkasından konuşmaya, iki satır analiz yapmaya tenezzül edesim gelmiyor. O da kendi sahasında bir Adnan Oktar. Üç-beş tane takipçisi var, çıkardığı gürültü söylediklerinin etkisinden çok fazla. Neyse tabi, o üç buçuk kişi çoğalmasın diye birşeyler söylemek lazımdır belki.
    Böyle dandik adamların bile bağlısı var ya, kafayı yiyorum bazen.

     


  2. Kamalak hükümete muhalefet edeceğim diye Şam canisine değnekçilik eden bir tavır takınmış vaziyette. Çatışmalar yoğunluğunu sürdürürken gidip bu adamla da görüşmüştü. Yok ortadoğuda birşey değişmesin, yok fitne çıkmasın diye diye zalime dokundurmamaya çalışıyorlar. Hoca daha fazla sabredememiş. İyi yapmış, iyi yazmış.

     


  3. Kitabı okuduğumda Üstad'ın mizah sahasını bu kadar boş bırakmış olmasına hayıflandım önce. Çünkü eser, o dönemlerde açıkça anlatılamayacak olan çürümeyi öyle güzel aşağılıyordu ki, kitapta tebessümler içinde ilerlerken hayranlık duymamak elde değildi. Fakat sonra, Üstad'ın diğer alanları doldurmakla uğraşırken, mizaha fazla vakit ayıramamasının kaçınılmaz olduğunu fark ettim. Mizahi bir üslup kullanarak da anlatmak istediklerinizi gayet güzel aktarabiliyorsunuz ve bu tarz zaman zaman düz yazmaktan daha da etkili olabiliyor. Keşke Üstad'ın yanında, onun doldurmak zorunda kaldığı boşlukları birlikte doldurabilecekleri arkadaşları olsaydı ve Üstad'ı Efendi Hazretlerinin övdüğü zekasının ışıltısıyla mizah gibi alanlarda daha fazla görebilseydik. Üstad gibi biri varken bu saha tamamen solcu ve fikirsizlerin eline kalmasaydı. Şatonun efendisi olan üstad, keşke mutfak işlerinden biraz daha uzak kalabilseydi... Fakat malesef onun elini diğer yerlere atması mecburiydi, ve o bu fedakarlığı göstererek bir uyanışı başlattı.

     

    Bu kadar kısa bir eserde, insanı sıkıcı mesajlarla asla rahatsız etmeden köyün bitirilmesi, devletçilik zulmü, büst putçuluğu, jandarma baskısı, vekil kültürsüzlüğü, endüstrileşmedeki köksüzlük, sanayileşmenin eksikliği, ahlaki çöküş, memurluğun sistemsizliği, şakşakçılık, kurucu kadronun bönlüğü, sefalet, seçim sahtekarlıkları, matbuat köleliği gibi pek çok zaafın başarıyla gösterilmesi karşısında söylenebilecek bir söz yok. Keşke bugünün rahatlamaya başlayan siyasi ortamında, bu filmi çekecek birisi çıksa ve aynı keyfi hep beraber sinemalarda da hissetsek.

    • Like 1

  4. Soru şu. İslam'la pek alakası olmayan herkesi İslam düşmanı mı kabul edeceğiz? İslamla bağdaştırılamayacak hareketler içinde olsalar dahi, bunun temel sebebi açıkça İslam'a veya Müslümanlara düşmanlık etme gayesi olmayan herkesin cenazesinin arkasından kötü konuşmak zorunda mıyız?

     

    Adam hayatı boyunca Müslümanları zor durumda bırakmak gayesiyle çabalamıştır, yahut epey fena tesir bırakmıştır, geberip gitmiştir. Bu adamın arkasından lanet de okuruz, halka oluşturup topluca beddua eder yeri göğü Aminlere boğarız eyvallah. Tekrarlıyorum burada Uğur Dündar'dan ne bileyim Türkan Saylan'dan Çevik Bir'den bahsetmiyoruz, biraz sakin olun. Bir taraflarınızda vicdan diye bir şey kaldıysa elinizi oraya koyup da söyleyin, bu adam sırf İslam'a, Müslümanlara düşmanlık etmek için mi çalışıp çabaladı? Bu adam bir Ebu Cehil miydi? İslamla örtüşmeyen hareketlerinde kendine ikbal kovalamak gibi sebepler olan bir nasipsizden bahsediyor olmayalım?

     

    Birand'ı savunmaya meraklı değilim, sevmezdim de zaten. Fakat buradaki tutum gerçekten rahatsız ediyor. Şu ana kadar bu adamın İslam'a düşmanlık etme gayesinde olduğunu ispatlayan hiçbir şey paylaşılmadı. Mesela başörtülü çalıştırmayacağını söylemiş. İyi halt yemiş de bunu başörtüsüne düşmanlık ettiği için mi söylüyor, İslami hassasiyeti olmadığı için kendi ikbalini üstün tutmasından mı? İmamhatipli çocuklarla cıvık muhabbetler yapmış, tamam iyi bişey yapmamış ama ben buradan İslam düşmanlığını değil, Kılıçdaroğlu'na "inşallah kazanacağız" derken de gördüğümüz her zamanki Birand şebekliğini okuyorum. Mübarek bir adam olmadığı apaçık, ama adamı gereğinden fazla övmek yanlış olduğu kadar itin kulağına sokup çıkarmak da doğru değil. İyi yaptığı işleri de vardı, yanlışı da boldu, çekip gitti, imanlıysa Allah rahmet eylesin. Benim olayım bu.

    Nefretinizi sağa sola harcamayın beyler. Gerek yok, dünyada Müslüman olmayan 5 milyar tane adam var. Kafadan herkesten nefret ederseniz Allah düşmanlarına duyduğunuz nefretin de bir esprisi kalmaz. Doğru adamdan nefret edin, öldüklerinde hep beraber kalaylayalım.

    • Like 2

  5. Önemli bir adamdı, memleketin gazetecilik tarihinde mühim bir yeri var. İşini iyi yapıyordu. Ölmeden önce Demirkırat, 12 mart ve 12 eylül belgesellerinin yanına 28 şubatı da ekledi. Bu alanlarda onun kadar profesyönel, ciddi bir iş çıkaran hiç kimse çıkmadı. Son yıllarda muhafazakar kesimin maddi yeterliliğe kavuşmasına rağmen, 28 şubatın bu adam tarafından belgeselleştirilmiş olması, U şeklinde bir boru tedarik ederek günde beş kere kendi suratımıza tükürmemize kafi sebeptir.

     

    Bunun dışında rahmetli sempatik, cool adamdı malum. Rüzgara göre konum almayı da iyi becerirdi, her devrin adamı olabilmişti. Yalnız 28 şubat döneminde okul kapılarında canı yanan gencecik delikanlıların, mütesettir kızların çektiği acılarda onun da payı var. Daha sonra bu hususta pişmanlık duyduğunu yazarak sair vesilelerle hükümetin sırtını sıvazladıysa da samimiyeti hep bir soru işareti olarak kalacak. Ayrıca 28 şubat döneminde yaptıkları hakkında gerçekten pişman olduysa bile, bu hal o gençlerin çektiği acıları ortadan kaldırmayacak. Haklarını helal edip etmeyecek olanlar o insanlardır, ben oturduğum yerden ne desem anlamsız. Fakat Doğan grubu çöplüğünü ikiye bölmemi isteseniz, bu adamı tırnak içinde 'iyiler' safına yazardım. Kuduzluk yapmak üzerine yaşayan bir adam değildi, Uğur Dündar'la bir safta değerlendirmeyelim, insaf edelim.

     

    İslam'la pek alakası yoktu, ama 'İslam'a düşmanlık etmek amacındaydı' diyebileceğim kadar sağlam bir delilim yok. İmanlı gittiyse Allah rahmet eylesin. İmansız gittiyse, belgesellerinde istifade edilecek bir yan var, onlara hürmeten toprağı bol olsun.

    • Like 3

  6. Tartışmanın içine girmenizde mesuliyetim yok, size cevap verdiğim kısımla ilgili fikrinizi beyan etmekle yetinebileceğiniz yerde mesajı toptan cevaplamaya kalkışmak sizin iradeniz dahilindeydi. Bu konu İslami hassasiyeti olan mütefekkir bir kanaat önderinin de bilgisi dahilinde sizin gibi, benim gibi görüş beyan edebileceği bir husus. Görüşlerine katılırsınız veya katılmazsınız; İslami kaynaklardaki bilgiyi sentezleyip günlük pratiği bunlar ışığında yorumlayacak mütefekkirlere de ihtiyacımız var. Bu husus onların da alanına giriyor.

     

    Önemli bir kısmını mevzuun aslına değil de, muhattabınıza sataşmaya ayırdığınız bu mesaja bakınca, şeri hükümleri görmezden gelmekle onları uygulayamamak arasındaki farkı anlamanızı beklemenin hata olduğuna karar verdim. Ben ilk mesajda kadınların sokağa çıkması özelinde "şeri hükümlerin terk edilebileceğini" söylememişken, hatta kastımın bu olmadığını açıkça da belirtmişken; "konu o değil, bu" açıklamanızın aslında gereksiz olduğunu görmenizi de aynı şekilde beklemiyorum. Verdiğim misal şeriat hükümlerinin her fırsatta yazıldığı şekliyle uygulanamayabileceğinin genel bir örneğiydi. Ben; "İslam'ın tüm hükümlerinin geçerli olduğu bir toplum için çalışmak hepimizin boyun borcuyken, bunlara ulaşılamayan ortamlarda İslam kendi mensuplarına yeterli esnekliği veriyor" diye genel bir tespitte bulundum. Hatta öyle bir esneklik veriyor ki canınız tehlikedeyken "ben Müslüman değilim" bile diyebiliyorsunuz. Benim tartıştığım asıl konu da "Kadının evinde oturması İslami bir mecburiyet midir?" ve bir sonraki adımda "Evinde mi oturmalıdır?" soruları idi... Hz. Aişe ile ilgili hadis dışarı çıkmamayla ilgili değil, evde namazın daha faziletli olduğu hadisi ise namazı evde kılmamayı yasaklamıyor. Görmezden geldiğim bir şey yok. Heyecanlanmayın.

     

    "Zulüm" derken eve kapatıldığı için psikolojisi bozulan insanların ruh haline dayanıyorum. Bir kişi evden çıkmak istemiyorsa çıkmasın, ama tesettür kaidelerine ve İslami hassasiyetlere uygun davranmak kaydıyla evden çıkmak isteyenin bu cevazdan faydalanmasına engel olmak zulümdür. Sert olduysa yumuşatıyorum, yanlıştır. Tesettür, zaten başlı başına namahremlerden korunmaya yönelik bir ibadet. Namahrem görmeyen biri tesettür kaidelerine uymak zorunda bile değil. Şüpheliye düşme korkusu fetvanın değilse bile takvanın gereğidir, bu korkuyla 10 mübahtan 9'unu terk eden başımızın tacıdır ama bunu mecburiyetmiş gibi dayatmak ancak bir yobaza yakışır. Ben Hz. Ömer'in hükmünün fıkhi ehemmiyetini takdir edebilecek vaziyetteyim de, siz Peygamberin cevaz verdiği bir işi tercih ettiğim için utanmasanız beni küfürle itham edeceksiniz. Hem bir defa olsun "düşünüyorum" yazmış mıyım? Ekrana bakarken hipnotize mi oldunuz?

     

    "bence burdaki ihtilafın sebebi bu filan değil.bu kadar tartışmanızın temeli şu sözünüzü haklı çıkartma çabanızdır ..."

     

    Efendi, senin bu yaptığına muhattabın fikir ve şahsına saygısızlık ederek üste çıkma gayreti yahut küstahlık denir. Eğer yazdıklarımın amacı, senin alıntıladığın kısımdaki görüşüme dayanak bulmak değilse sana karşı hiçbir hakkım helal olmasın ve Allah senin belanı versin. Buna razı mısın? Ben tersine razıyım. Sen fikirlerini keyfine hizmet etmesi için mi ediniyorsun da karşındaki hakkında matematik hükmü açıklar gibi bu kadar emin konuşabiliyorsun? burada alimlik taslarken "Kalbini mi oydun?" diye sual edenin kim olduğunu bilmemene imkan yok. Hal böyleyken senin hadisten, ondan bundan bahsetmende samimiyet aramak doğru değilmiş. Terbiyesizlik yapmadan, yalancılık etmeden, şizofreni kusmadan devam edeceksen buyur. Yoksa benim saygısızlıklarına tahsis edecek kadar boş vaktim yok.

    • Like 3

  7. İlk paragrafımda anlattığım şey Üstad'ın alakalı eserlerini ilmihal değil diye tartışmadan dışlamanın yanlışıydı, mesajınızda böyle bir hava vardı. Bu mesajınızda eserin ilmihal olmaması kitabı yoksaymayı gerektirmiyor demişsiniz, güzel. Yalnız kişilerin hayırlı olma derecesi de konuyla alakalı değil. Mevzu hangi alanı ilgilendiriyorsa o kişi okunur. Sözkonusu olan Kuantum fiziğiyse Stephen Hawking okunur, Üstad veya Arvasi Hazretleri' okunmaz. Burada tartışılan konunun pratiğe hitap eden boyutu, Müslüman bir mütefekkir olan Üstad'ın alanını da yakından ilgilendiriyor. Onun yazdıkları, hele de bu sitede yoksayılamaz. Şeriat mihengi mevzuuna gelirsek; bu tartışmalı hususta mihengin ne olduğunu tespit etmek kolay olmadığı için bunca yıldır bu tartışmalar en samimi Müslümanlar arasında dahi bitmiyor. Kaldı ki dediğim gibi mevzuun pratiği de alakadar eden bir yönü olduğu için ideali gösteren şeriat hükümlerinin yanısıra, uygulamada malesef şartlar da dikkate alınmak zorunda.

     

    Ölçü konusunda elbette haklısınız. Ölçülerin aynı gaye ile her şarta, her vakte, her cemiyete cevap verebilecek esneklikte olduğunu ve hak mezhepler bile farklı pratikler önerirken, böyle çetrefil hususlarda tek bir uygulama üzerinde teori safhasında dahi anlaşmanın zorluğunu da fark ettiniz mi bu iş tamamdır.

     

    İlmihalin kısaca bir Müslümanın nasıl davranması gerektiğini açıklayan eserler olduğunu sizin kadar biliyorum. Siz benim, daha iyi anlaşılsın diye üzerinde örnek de verdiğim, şeriat hükümleri ve pratik hayattan bahsederken neyi kastettiğimi anladınız mı?.. Ayrıca yazımda bahsettiğim hükümleri ilk defa benim kıyasla ortaya attığımı sanıyorsanız bilginizi takviye etmenizi tavsiye edebilirim. Üstelik yapılan kıyasın altında kafi miktarda tarihi ve dini bilgi varsa onu yoksaymak ne hakşinas bir tavırdır, ne de hükmün aksinin doğruluğunu ispatlamaya kafi gelir. Böyleyken tartışmayı başka bir fasit daire olan kıyas-akıl-ilmihal-içtihat eksenine çekip dağıtmamanızı rica ediyorum. Verdiğim örneklerden en alakasız gibi duran birini seçip, örneğin neyi anlattığını ıskalayarak günümüzle "kıyaslamanız" sadece iyi niyetle tartışmadığınızı düşündürüyor.

     

    Hanım sahabelerin Uhud'da çarpışmak zorunda kalmalarını, anlatmak istediğim şeye emsal olmadığı için yazmadım. Benim anlatmak istediğim şey, kadın ve erkeklerin hayati bir mecburiyet olmasa dahi belli hükümlere riayet etmek şartıyla bir arada bulunabileceklerini açıklamaktı ve bunun koca bir İslam tarihi boyunca sürüyle misali var. Kıyas etmekle yargılanacağım veya ondan bundan yafta yiyeceğim diye, açık açık duran misalleri görmezden gelecek kadar vurdumduymaz olamam.

     

    Hz. Ömer devrinde cemaate katılmanın yasaklanması fitnenin artacağı görüşüne bağlıyken, hayatın tek bir parçası olan bu uygulamanın Peygamber Efendimiz döneminde kadınlar için yasaklanmaması da bir cevazdır. Siz şartları fitne cihetinden görüyorsunuz, bense çağın sosyal, kültürel, psikolojik, ekonomik ve politik şartlarına bakarak o cevazdan faydalanmamanın zulüm olacağına inanıyorum. Bunlardan hangisinin seçilmesi gerektiği konusunda anlaşamıyoruz, anlaşamayacağız ve mevzu da tamamen bundan ibaret.

    • Like 2

  8. Konu karma eğitimin tartışılmasıyken kadınların sokağa çıkması dalaşmasına kadar gelip dayanmış yine. Fasit daireler...

     

    İki mesaj yukarıda paylaşılan alıntı bence önemli bir düsturdur. NFK ile ilgili bir sitede onun görüşüne atıfta bulunulması sakıncalı bir tavır değil, buna kızmamalıyız. Önce bunu bir söyleyelim. Kitabın ilmihal kitabı olmaması da Üstadın görüşünü yoksaymayı gerektirmiyor. Çünkü bu başlıktaki tartışma benim anladığım kadarıyla ilmi hudut içinde kalmıyor ve pratiği de ilgilendiriyor. İlmihal değiller diye üstadın kitaplarını okumayı bırakmıyoruz, bırakmak da cinayet derecesinde bir hata olurdu.

     

    Bazı meselelerin ideal dünyada dinin merkeze oturtulmasıyla çözülmesi gerekirken, malesef farklı faktörlerin de işin içine girmesiyle sadece dini bir perspektifle işe bakmak sakınca doğurabiliyor. Çünkü din bazı hallerde uygulama esnekliğini bizzat kendisi  sunuyor. Olaylara kültürel, sosyal, politik vb. açılardan da bakmak zorundayız. En basit bir misal; bugün devlet şeriatla yönetilmiyorken kendi yakaladığımız bir hırsızın elini kesmeye bizim selahiyetimiz yok. Bu sistemin hakiminin de yok. Çünkü ilmihal bilgisi kadar diğer faktörleri de dikkate almalıyız. Din bize "eli kes" derken, "kendi kanununu kendin uygulama" da diyor. Bunu şu yüzden söylüyorum. Hele de çelişkili, tartışmalı hükümler bulunan konularda ilmihalle pratiğimizi belirlemek, bunu söylemekten kesinlikle keyif almıyorum ama yeterli değil. Farklı din adamlarının bu hususlarda farklı görüşleri de varken, yani birtakım alimler kadının tesettür şartlarına riayet ettiği takdirde cemiyette bulunmasını hoş karşılarken Üstad gibi müthiş bir zekanın görüşünü dikkate almanın hiçbir sakıncası olamaz. Öte yandan ilmihalin önerdiği dünya düzenine ulaşmak için kesinlikle çalışmak zorundayız. Fakat bu esnada, pratiğin farklı olduğunu biliyorken ideali olduğu gibi kopyalamaya çalışmak yanlış olur.

     

    Tartışılan konuyla çok da alakası olmayan bu teorik girişi yaptıktan sonra kadınların dışarı çıkması konusuna geleyim. Bence Üstad çok doğru söylüyor ve insafla konuşuyor. İslam'da kadın sokağa çıkamaz diye bir kaide kesinlikle yok. Kadın dini kaidelere riayet ettiği sürece istediğini yapabilir. Efendimiz döneminde cephe gerisi hizmetini çocuklar ve diğer bazı erkek sahabiler yapabilecekken kadınlar da bu işin içindeydi. "Canım onlar sahabeydi" diyen sünneti derhal terketsin. Hz. Aişe'yi, Hz. Hatice validelerimizi hepimiz tanır, bilir ve çok severiz. Kendi eğirdiği iplikleri pazarda satarak rızkını temin eden kadınlar İslam tarihi boyunca hep oldu. Yani Müslüman kadınlar belli hudutlarda erkeklerle karşılaştılar. Yahut en klişe fakat çarpıcı örneği düşünelim. Karılarımızı erkek kadın-doğum uzmanlarına emanet etmekten hiçbirimiz hoşlanmazdık herhalde.

     

    Benim şahsi bakış açıma göre de bugün ciddi ölçüde kendini geliştirmiş Müslüman kadınların, öncelikle ve özellikle kendi hemcinslerine, sonra da hepimize verebileceği katkıdan faydalanmamız şart. Bir cemiyet halinde, topyekun kalkınmamız ve hiçbir yeteneği, bilgiyi israf etmememiz gerekiyor. Bugün kadınlar da kendilerini geliştiriyor ve biz Müslümanlar olarak bu kaynaktan İslami hudutlar içerisinde faydalanmak zorundayız. Buradan "bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler" mantığıyla konuştuğum asla anlaşılmasın. Bazı meslekler var ki kadının dişiliğini kullanmasını gerektiriyor, yahut kadınların o meslekle iştigal etmesi teseddür mantığıyla bağdaştırılamayacak bir tabiata sahip. Bunlardan elbette uzak durulması lazım. Ama ben kimse kusura bakmasın tesettür şartlarına ve hassasiyetine sahip bir kadının eve kilitlenip yıpranmış psikolojiler ve ziyan edilmiş yeteneklerle hayatlarını geçirmelerini doğru falan bulmuyorum. Hem onlara, hem cemiyete yazık. Çocuk sahibi bir kadının çocuğuna bakması bence de daha doğru. Öte yandan her bayanın çocuğu olmadığı için bu düşünce de kadının eve kapatılmasını mecburi kılan genelgeçer bir meşruiyete sahip değil. Veya bir kadın çocuğunu haftada 2 gün boyunca İslami bilgiyle donatan bir yuvaya bıraksa, o günlerde de cemiyete inip kendini geliştirmeye çalışsa, ne bileyim, tesettürünün ruhuyla çelişmeyen bir işte çalışsa ben buna sadece saygı duyarım.

     

    Karma eğitimle ilgili yaklaşımda da şöyle bir teorik hata var, onu söyleyip bırakayım vaktim çok az. Karma eğitimin doğru olup olmadığını batılının ondan uzaklaşmaya başlamasıyla ölçmek büyük bir hata. Bunun, "batı diyorsa amenna" demekten hiçbir farkı yok. O yüzden bu husustaki temel iddiamız bu olmamalı, bu ancak temel argümanı güçlendiren bir yan bilgi olabilir ve aslında çok da önemli değildir. İslami referanslar ışığında meselenin doğru olup olmadığını belirleriz, yan argümanlarla durumumuzu kuvvetlendiririz, pratikte idealin ne kadarının uygulanabilir olduğunu gözler ve ona göre karar veririz. Şahsen ben kızım olursa onu herhalde ilk 4 veya 8 yıl boyunca kaliteli bir karma okula gönderir, sonra da ya kaliteli bir İHL'ye, yahut yalnızca kız öğrencilerin okuduğu bir okula yollar, daha sonra da tesettürüyle okuyabileceği bir üniversiteye gönderirdim. Aile içinde de hem ev içindeki sorumluluklarını yerine getirebilecek bilinci, hem de hane dışındaki insanlara da faydasının, katma değerinin dokunabileceği bir donanımı vermek için elimden geleni yapardım vesselam. Tamam, biraz farklılar ama onları da belki insan kabul edebiliriz :D (Espridir.)

    • Like 2

  9. Ben bu kitabı daha önce de okumuştum ama aktiviteye katılmak için bir daha okuyup bitirdim. İyi ki de okumuşum. İlk okumamda dikkatimi çekmeyen veya unuttuğum bazı şeylerin tekrar farkına vardım. Vesile olanlardan Allah razı olsun.

     

    Konak hayatını okurken tatlı bir sinema oynuyordu gözlerimin önünde sanki. Her biri farklı gayelere hizmet eden 4 kattan müteşekkil bir bina, konağı etrafında döndüren bir büyükbaba, konağın psikozlarıyla boğuşan hanımefendisi, hizmetçiler, köleler, atlar, Maraşlı misafirler, hala ve misafir çocukları, ve konağın şımartılmışı, tek erkek oğlun tek erkek çocuğu. Hilmi Efendi'nin çevresinde halkalanan bu çevre, onun gidişiyle darmadağın oluyor. Dünyaları etrafında döndüren güneş ışığını sakladığında ortalık toz duman oluyor. Dağılan o organize hayattan geriye, bu çevrede yetişen kuvvetli bir karakter kalıyor. Hilmi Efendi'nin, Üstad'ın ilk numune-i imtisali olduğunu düşünebiliriz. Üstad'daki asilzade havası okuduklarından değil, bizzat yaşadıklarından geliyor ve belki de bu yüzden ona bu kadar yakışıyor. Samimi duruyor.

     

    Annem, uğultulu konakta en hatırlı hizmetçiden bir derece daha üstün, aslî kadronun en küçüğünden de bir derece aşağı ve herkesin gel-git emrine memur acı bir mazlumluk hayatı sürüyor; ve bütün ümidini, doğurduğu erkek çocuğa bağlıyor. Bana... Ah!..

     

    Bu kısım beni çok etkileyen yerlerden biri oldu. Üstad uzun süre konak kadrosunu anlatıyor; yaşadıklarından, hislerinden ve insanlardan bahsediyor ama annesini, ne kadar çok sevdiğini bildiğimiz bu kadını pek anlatmıyor. Mediha Teyze biraz silik bir portre olmalı... Umudunu oğluna bağlamış olması da acıklı bir tespit... Kendinden umudunu kesenler çareyi çocuklarında filizlenmekte buluyor ve Üstad'ın annesi bu hususta ne kadar da bahtiyar. Üstad'ı hatırlamaya devam edecek, onu hatırladıkça hem kendisine, hem de aile efradına dualar edecek nesiller yaşayacak. Mediha Hanım'ın büyük nasibi de bu olmuş. Ne güzel...

     

     

     

    Çocukluğumdaki hastalıklardan birinde, zekâ ve hassasiyetimin marazî çapa vardığı demlerde, başucumdaki anneme bakıp, insanların birbirine, birbirinin haline ne kadar uzak olduğunu düşünmüş; bir takım kelime ve klişe yakınlıklarına rağmen iki ten arasında ne korkunç bir uçurum, bir buud Çöreklendiğini hissetmiş ve kesik kesik sormuştum:

     

    - Anne, sen benim halimden anlıyor musun?

     

    - Anlamaz mıyım evlâdım, bilmez miyim?

     

    - Ne bileceksin anne; içimde değilsin ki... Hasta olan, benim!..

     

    İşte iki insan arasında bazan irkilircesine duyduğumuz bu uzaklıktır ki, «Kuluma şahdamarından daha yakınım» diyen Allah'ın sırlarından bir işaret...

     

    "Yalnız ölürüz" sözünü Üstad'ın neden bu kadar çok sevdiğini daha iyi anlıyorum. Henüz çocukken bizzat farkına vardığı bir hissin, kıymet verdiği Pascal tarafından dile getirilmesi onu tesiri altına almış olmalı. Üstad da çok yalnızdı. Bir kere her insan kadar o da yalnızdı. Bunun üzerine, zekasının kendisini götürdüğü bir yalnızlık da yaşadı. "Anlıyorum" kelimesinin bile üzerinde düşünen zeka vasatlar dünyasında yalnızlaşacaktı.

     

     

    Nefsim, kemâl ve İlâhî marifet yolunda devirmekle mükellef olduğum o korkunç perde, burada ve bu defa, bütün cinayetleri üstünde tek tek yazılı olarak elime verildi. Gözümün önüne serildi ve elime verildi.

     

    Saçlarım üç numara ile dibinden kesik, traşım on günlük çocukların kedi ölüsünü sürüklemesi tarzında kendimi taş merdivenlerden koğuşa doğru çekerken genç ve hoyrat gardiyanın:

     

    - İhtiyar! Nereye?

     

    Diye bağırmasına kızmıyorum. Bu hançer sese karşı en küçük kırgınlık düşerse içime, hemen tövbeye yapışıyorum. Ben artık kimseye kızmak, hiç bir hakaretten kırılmak hakkına mâlik değilim...

     

    «İptilâ defteri»ne yapıştırılmak üzere not alıyorum:

     

    «- Ben, kaatilden, ırz düşmanından, yankesiciden, esrar satıcısından da âdi ve sefilim... Bunların arasında bulunmaktan eza duymak, nefs çığlığından, o zalim ve kâfir ejderhanın hâlâ üstünlük gayretinden başka bir şey değil...»

     

    Allah için öfkeden başka hiç bir davranış kabul etmiyorum. Benim kalbim kırılmak içindir; başkalarının kalbiyse okşanmak için... Asıl ben, kalb kırmamaya bakayım...

     

    Günlerdir beni görmeye gelmeyen, gelemiyen, kim bilir ne halde olduğu için gelemeyen, ama halimi bildiği için de gelmesi gereken zevceme yazdığım sert mektubu yırtıyorum; Efendimin «Kızım!» diye hitap ettiği fedakâr kadını affetmesi için Allah'a yalvarıyorum.

     

    Annem; ev sahibimiz çoluk çocuğumu sokağa atarsa kendisinin toplayıp, toparlayıp evine almasını rica ettiğim annem... Hasta ve mecalsiz, nefes nefese oğlunu tel örgüden ziyarete gelen annem, küçük bir tereddüt geçirip de ben ona çıkışınca, arkasından dakikalarca ağlıyorum. Hatırıma, annesi izin vermediği için Allah'ın Resulünü görmek ve sahabî olmak şerefinden yoksun kalan velîler velîsi geliyor ve yıkılıyorum.

     

    Bana hakaret göziyle bakan, dolar kaçakçısı, zengin ve küstah, aşağılık bir ruma sertçe bir lâf ettim diye onun bile gönlünü almak zorunda kalıyorum.

     

    İşin içinde nefsim olduğu için, şeriat ölçülerini bile lehimde imdada çağıramıyorum.

     

    Mukaddes ölçülerin bâtınındaki sır böyle emrediyor.

     

    Ferhad'ın sevgilisine kavuşmak için deldiği dağ, benim devirmek borcunda olduğum nefse göre bir kum tanesi...

     

    Nefse, kırk yıl bir bardak ekşi ayranı bile çok gören velîyi hatırlıyorum da, onu, kırk yıldır ne kuş sütleriyle beslediğim gözümün önüne geliyor ve...

     

    Ve düşünün ne hâle geliyorum!..

     

    Kırbaç altında hiç bir köpek, bu türlü, nefsimin şimdi zangırdadığı şekilde, ağlamaklı gözlerini sahibine dikerek, titrememiştir.

     

    ...

     

    «Hiç bir nefse takatinden fazlasını yüklemem!» buyuran Allah'ım! Böylesini ve bu kadarını yüklemek liyakatini verdinse bana, daha ne isterim?...

     

    Reis Bey aklıma geliyor. Çarpıcı ve tanıdık hisler.


  10.  

    Arkadaşlar şunu unutmamak gerekir ki Üstadın "O ve Ben" adlı kitabı ne bir ilmihal kitabı ne de bir fıkıh kitabıdır. Burada yazılanları olduğu gibi alıp tatbik etmek bizim için yanlış sonuçlar doğurabilir.

     

    Mesela bu kitabın "AYNA" başlıklı bölümünde;

     

    "Sigara mübahtır. Günde 9 veya 11 sigara iç!" ibaresi bulunmaktadır. Günümüzde en hafif bir hükümle mekruh olduğu beyan edilen sigaranın bu şekilde yarım paketini ruhsat kabul etmek ne kadar doğru olur ya da,

     

    "İtidal haddiyle dıfk,(vücudda toplanan erkeklik cevherini dışarıya atmak), devalardan biri" ibaresine göre hareket eden biri fıkıh kitaplarında yapılması haram bir ameli işlemiş olmuyor mu?

     

    ya da yukarda geçtiği üzere bir hayvanın etinin helal ve haram olması meselesindeki yaklaşımda olduğu gibi. Besmelenin çekilmesi "Allah adına" o etin helal olması için şart değil mi? Helal sertifikası veren kurumların kriterlerinden biri de kesilirken besmele şartı değil mi?

     

    Bu sebeple bu tür kitapları okurken dikkatli olmak lazım...

    Kitabın fıkıh kitabı olmadığı aşikar. Önemli olan şey "kitapta anlatılan bilgi doğru mu" sorusunun cevabıdır. Fıkıh bilgisi sadece ilmihalden alınmaz, işi bilen birinin sözü de ilmihal hükmünde kabul edilebilir. Abdülhakim Arvasi Hazretleri'nin sözlerinden bahsediyoruz, kestirip atmak makul bir tavır değil. Araştırdıktan sonra bu yaklaşımı izlememeye kanaat getirsek bile bunları reddetmek haddimize düşmüyor. Şahsen Abdülhakim Arvasi Hz. bir şey diyorsa bunu kestirip atmam, hikmeti yakalamaya çalışırım. Olmuyorsa özel bir duruma istinaden söylendiğini düşünürüm. Mesela Suffa sahabeleri için tavsiye edilen bazı haller her mümin için tavsiye edilmiyor, meşrep farklılıkları dikkate alınıyor... En son kertede de sözü anlaşıldığı ilk şekliyle değil de farklı kasıtlarla söylenmiş kabul ederim. neticede ben bunları nakledenin yanlış naklettiğine inanmıyorum, Üstad'a güveniyorum. Et mevzuunda da dikkat edilirse ilk kısımda "helal mi, haram mı" diye Türkiye'deki kasaptan aldığı ete tereddütle yaklaşan bir kişinin durumunun dikkate alınmış olabileceğine vurgu yapmıştım. Pratikte İslam ruhuna çok uygun bir yaklaşım bu (fetva-takva ayrımı farklı mesele). Acaba yurt dışında da bu yolu takip edebilir miyiz sorumun cevabı da -ki bence tercih etmemek daha emniyetli- sizin yazdıklarınız değil. Sigaranın hükmünde belirsizlikler var. Mekruh kabul edilse bile bunu Üstad'a tavsiye eden Arvasi Hazretleri'ni yanlış yapmış olmakla suçlamak doğru olmaz. Demek ki Üstad gibi bir adamın mizacı düşünüldüğünde bu mekruha(mekruhsa) sapması daha hayırlı. Dıfk konusunu burada savunursam sapık damgası filan yerim Allah muhafaza :) Ama "o mesele sandığınız kadar basit değil" diyip susayım ben neme lazım :) İpucu: itidal, harama düşme endişesi ve kafanın sürekli meşgul olma ihtimali.


  11. Besmelesiz kesilen hayvanların etlerini yemekteki mahzuru öne süren birine dediler:

     

    - Sen yerken Besmele çekiyorsun ya; ona bak!..

     

    Bu düstur üzerinde eklemek istedikleri olan var mı? Çünkü burası pek çoğumuz için bir soru işareti oluyor. Bu hal yalnızca Besmele ile kesilip kesilmediğinden emin olmadığımız hayvanlar için mi geçerlidir, yoksa Besmelesiz kesildiği kesin olan hayvanlar için de geçerli midir? Özellikle yurtdışına çıktığımızda bu mevzu bizi epeyce zorluyor, yiyecek adam gibi bi şey bulamıyoruz.. Bunu okuduğum iyi oldu valla. :)


  12. Tabii hüsnizan sonuçta bir tercih.. Sorun anladığım kadarıyla Budist olan herkesi suçun ortağı görmekten ileri geliyor, mevzu gelip gelip burada tıkanıyor. Bana da bu çok makul görünmüyor. Her gavuru zalim görmemek ve onlara bırakalım ölsünler diye yaklaşmamak da sanki daha doğru, zaten öbür dünyaları karanlık gariplerin :) Kaldı ki Arakan Budistlerine yapılan şey insani yardımdan ziyade politik bir hamledir, bunu farketmek lazım.

     

    Davutoğlu'nun son yaptığını tasvip edip etmemek de size kalmış ama Hoca politik ve makul olmak zorunda, onun bizim gibi duygusal davranma veya her şartta efelenme lüksü yok. Dışpolitikayı ilgilendiren diğer konulardaki yorumlarınıza burada değinmek istemiyorum. Bir de Hz. Muaviye'den yaptığınız iktibastan pek hazzetmedim açıkçası. Bunlar bana mızrağa Mushaf sayfası takmak gibi geliyor. Ben de size Hudeybiye Antlaşması öncesinde Efendimizin takındığı mutedil/politik tutumu hatırlatırım o zaman, işin içinden çıkamayız. Her tavır her duruma oturacak diye bir kaide yok, bazı durumlarda Hudeybiye tavrı, bazı durumlarda Hz. Muaviye tavrı lazım ve bugünümüze bakınca ben Hudeybiye tavrını makul görüyorum..


  13. Her olayı kendi içinde değerlendirmek lazım. Dolayısıyla parti antipatinizin sebeplerini anlatan gösterdiğiniz diğer örneklerle ilgilenmeyeceğim. Bu olay özelinde şahsen sıkılmış olabilirsiniz, ama siyasi bir anlamı var bu işin. Anlamak istemediğinizi söylediğiniz diplomasi gibi konularda bu denli agresifleşmemenizi tavsiye ederim.

     

    Dışişleri bakanının yerinde olsanız adamın elini sıkmak yerine bilek güreşi mi yapardınız? Oraya gitmeniz gerekiyor ve gitmişken de iş bitirmek istiyorsanız asgari nezaket kaidelerine uymak zorundasınız. Seni dövmeye geldim Antuan! :) Çok güçlüyseniz bağırır çağırır vurur kırarsınız, az güçlüyseniz bu bir opsiyon değildir. Keşke yeterli gücümüz olsa, dünya siyaseti buna izin verse de höt diyerek, iki füze beş bombayla işi bitirsek. Şu halde dünyanın öbür ucundaki Mianmar'a bağırmak fayda getirmez, mühim olan fayda devşirmekse akıllı, mutedil olmak zorundayız. Bu kadar basit. Başlıktaki ilk mesajımda değindiğim konu da buydu. Güçlü olamadığımız için diplomatik olup minnet etmek zorundayız. Davutoğlu Türkiye'nin mevcut şartları düşünüldüğünde en iyisini yapıyor, Allah onu ve zihniyetini başımızdan eksik etmesin. Şu cümleyi siz dikkate almayın - bu adama da nankörlük edersek çarpılırız mazallah.

     

    Meseleyi anlamak kuvvetle muhtemel ihtimalleri değerlendirmek mi, derinin bile tdeğil, derideki istenmeyen tüylerin üstünden konuşmak mı? Halkın verdiği destek Budiste verilmiş derken çok eminsiniz. Parayı siz mi çektiniz? Hesap numarası üstünüze kayıtlı da nereden ne kadar para geldiğini mi biliyorsunuz? Budistlere giden paranın miktarı hakkında bilginiz var mı? Devlet pratiğini ne kadar biliyorsunuz veya... Devlet kendi parasını istediği yere harcayabilir. Sadakalarsa Müslüman olmayana da verilebilir, zekat da öyle diyorsunuz, ve eğer bu fon kullanıldıysa devlet kendisine verilen tasarruf hakkını böyle kullanmıştır. Misal olsun diye söylüyorum ben de Müslümanlara gitsin diye sadaka verdim ama tasarruf hakkı böyle kullanıldıysa ben razıyım. Sembolik olarak budistlere de para verilmesi hedeflenen itibarıyla isabettir çünkü. Budistlere giden miktar toplam yardımlar içinde önemli bir yekun tutuyorsa bu muhakkak yanlıştır ama ben buna inanacak kadar suizan sahibi ve hükümetimi tanımıyor değilim.

     

    Barış dini konusunda kötü bir genelleme yapıyorsunuz. O zaman peşinen anlaşalım, İslam teröristtir diyenlere sesinizi çıkarmayacaksınız. Kendini Müslüman olarak tanımlayanların yaptığı canavarlıklar nasıl ki Barış Dini İslam kavramına ziyan getirmeyecekse, radikal bir Budist grubun yaptıkları "ensesine vur, ekmeğini al" kafasıyla yaşayan Budist toplumunun çoğunluğuna da fatura edilemez. Davutoğlu diyalogcu olmuş.. Herhangi bir şekilde diğer insanlara faydası dokunan bir iş yapıyor veya bir konuda diğerleriyle müzakere ediyorsanız diyalogcusunuzdur, ve böylesi diyalogcular korkunç şeylerdir. Korkarım arkada böyle tehlikeli bir mantık dönüyor..

     

    Geçmiş olsun, Allah şifalar versin. Enerjinizin artması tansiyonu da yükseltecek gibi duruyor, bence yapmayın. Sivri sözlerin geri dönüşü de mukabil olur.

    • Like 1

  14. Davudoğlu'nun gidip ne yaptığını gördük. Burada toplamış olduğu fitreyi, zekatı, yardımı gitti budist zalim pisliklere de verdi. Bir de bir cümle kullandı; "İslam ve Budizm barışın dinidir"

     

    Daha yorum yapmaya değer bile bulmuyorum.

    Burada bir video varsa onu görmek lazım da ben Davutoğlu'nun bankadaki tüm parayı çekip tomar tomar nakit halinde insanlara dağıttığına inanmıyorum. Bu işler böyle olmaz. Sembolik bir miktar alınmıştır, bu miktar bizzat Davutoğlu tarafından farklı lanse edilse dahi hazineden veya bakanlık bütçesinden alınmış da olabilir, yahut diğer bakanlıkların bağış miktarını aşmıyor olabilir -ki muhtemelen böyledir-. Önce bir hüsnizan etmeli. Zekat ve fitre değilse bile sadaka ve bakanlıkların tasarrufundaki para herkese dağıtılabilir ve hizmet ettiği gaye düşünülürse tüm ihtiyaç sahiplerine ulaşmak Davutoğlu'nun vermesi mantıklı olan sembolik mesajlardan biridir. Bu adam oraya para postacılığı yapmaya gitmedi, gitti de ne yaptı diyerek ziyareti buna indirgemeyelim. Budist zalim pisliklere parayı verdi demek de çok doğru olmayabilir, her Müslüman bir olmadığı gibi her Budist de bu zulme ortaktır diyemeyiz, ben mesela bir Müslüman olarak kendimi El-Kaide'cilerle aynı safta hissetmiyorum. Bu zulmü gerçekleştirenlerin 10000 dolayında üyesi olduğu tahmin edilen radikal bir grup olduğu yazılıp çiziliyor.

     

    Budizm barış dinidir sözüne ben de katılıyorum, bu söze kızmaya gerek yok hoca gayet doğru söylemiş. Barış dini ve hak din kesinlikle aynı kavram değil. Hatta Budizm o kadar barış dinidir ki insan fıtratına zıttır, batıl karşısında ihtiyaç duyduğumuz celadet bu uydurma dinde gözardı edilmiştir mesela. Bütün kötü dediğimiz sıfatları karşı tarafa bırakıp bütün iyi dediğimiz sıfatlara ambargo koymamıza gerek yok. İyi dediğimiz sıfat, batıldayken aslında tek başına iyi de olmayabilir. Her iki dinin barışa yüklediği mana ve barış telakkisi farklı, ama sadece barış kavramı penceresinden işe bakarsak bu tespit yanlış değil, iki din de barışı önceliyor, buradan İslam=Budizm çıkarımına varmak sözü fazla ileri götürmek olur..

    • Like 2

  15. Yansımalar'ın Son Kuşlar'ı aklıma geliyor ama şiiri hangi kompozisyonda kullanacağınız, kendinizin ne hissettiğiniz de önemli. Tavsiyeler kafanızdaki hikayeye çok oturmayabilir..


  16. çağrı filmi akıllara geliyor hemen . o filmde şüphesiz akılda kalan hz. hamza ! insanların akıllarında kalan hz. hamza olgusu elin gavuru .... böyle filmleri izlemek caiz değil vebal vardır. günün ilahiyat prof tabakası hz. ömeri ilahlaştırmayın diyor ne kadar aciz bir yorum ... fetvadan önce takva gelir .. kitaplarda okunduğu şekilde hayalinde tasavvur edersin.. hz. ömer büyük bir veli dir . biz elin gavurunun yaptığı dizilerden mi öğrenicez ?

    ayak ayak üstüne atıcaksın elinde sigara çayıyla ohhh .. bazı değerler vardır bu değerleri böyle adice küçültmemek gerekir..

    çok merak ediyorsan aç peygamberimizin siyerini oku, hz. ömerle ilgili güvenilir kaynaklardan bilgi edin .. bu şekilde olmaz kardeşler!

    Çağrı filmini bu kadar indirgemenin doğru olmadığını düşünüyorum. Orada oynayanın gerçek Hz. Hamza olduğunu düşünen birileri varsa onların hiçbir film izlemesi doğru değil. Ekranda gösterilenler hakikate uygunsa kimin temsil ettiğine bence bu ölçüde takılmamak gerekiyor, "elin gavuru" oynuyor diye Hz. Hamza haşa gavur olmuyor ya da onu gavur sanmıyoruz ki. Filmden birşeyler öğrenenler mutlaka vardı. Az-çok okumuş olan bizler için bile Hz. Hamza'nın şehit edildiği anın dehşetini daha iyi anlama fırsatı tanıdı film-sadece örnek veriyorum. Dizilerde yanlış bilgiler varsa, devri bilen Müslüman alimlerin kontrolünden geçmemişlerse onlardan uzak durmak veya en kötü ihtimalle herhangi bir film gibi görmek lazım. Dediğiniz gibi bazı filmlerde Ahd-i Atik'ten de faydalanıyorlar, bahsettiğiniz riskte haklısınız. Gerçi Hz. Ömer'i konu alan bir çalışmada İncil ve Tevrat'tan alıntı yapmak kronolojik olarak mümkün görünmüyor.

     

    Ben de kitapları tercih ederim, zaten işin ilmini alanlar yahut kitap okumayı sevenler televizyondan bilgi almaya tenezzül etmemeli. Ama bugün herkesin kitap okumadığı gibi bir gerçek var. Bu grubu tamamen cahil bırakmak doğru olmamalı. Ayrıca sinema gerçeğinden ne kadar kaçabiliriz ki?

     

    Edebe mugayir oturmak bence de doğru değil, bunları izlerken biraz daha dikkat etmek lazım. Öbür taraftan, adam her şekilde edebe mugayir oturup da izlenmesi günah dahi olabilecek şeyler izleyeceğine açsın bunu izlesin. Belki kalbini yumuşatır. Dizilere kutsiyet atfetmemek, mesela bir mushaf muamelesi yapmamak lazım. Özetle dizi tarihi gerçeklere uygunsa ve İslami edebe ters düşmüyorsa bence bir ihtiyaca cevap veriyordur ve iyidir.

     

    The spirit of Islam, diziyi izleyebilirsem yazarım ama çok kolay görünmüyor.

    • Like 1

  17. Başıma bi şey gelmeyecekse; bence burada sorulması gereken soru sinema/televizyonun ne kadar uygun bir mecra olduğu. Eğer bunları uygun bir mecra olarak görüyorsak Sahabe efendilerimizin bu şekilde gösterilmesinde bir beis olmasa gerek ve ben bu minvalde düşünüyorum. Çağrı filminin menfi tesiri olmuştur diyebilir miyiz? Bence hayır. Ki üzerinde ulemanın epeyce çalıştığı bir filmdi. Ben diziyi izlemedim, o yüzden edebe ne kadar uygun davranılmış bilmiyorum ama teoride burada duruyorum.

    • Like 1

  18. Söyledikleriniz doğru ama İslam aleminin mevcut durumuna bakıldığında İslam Birliği'ni tesis etmek, tek başına belli bir güce ulaşmaktan daha zor gibi görünüyor. Bugün İslam ülkelerinin çoğu farklı güç odaklarının çıkarlarına hizmet ediyor. Tüm İslam ülkeleri örneğin sadece Amerika'nın güdümünde olsa, Amerika'nın güç kaybetmesiyle veya Amerika karşıtı bir uyanışla bir şekilde bir vahit etrafında toplanmak mümkün olabilirdi. Yalnız şu an Rusya, Çin ve İran farklı güç odakları olarak İslam ülkelerini tahakküm altında tutuyor ve bu bizi bir vahitten alıkoyuyor.

     

    Daha da önemli olan şey, her ülkenin kendi çıkarının peşinden koşuyor olması. Suriye'yle bir ara ortak bakanlar kurulu toplantıları yapıyorduk, hatta bazıları Suriye'yle birleşelim filan demeye başlamıştı hatırlarsınız. Türkiye-Suriye-Ürdün-Lübnan arasında imzalanan 4'lü işbirliği anlaşması nefis bir adımdı. Ama Mavi Marmara saldırısından sonra Esad'ın Türkiye'yi de suçlamasıyla bir süreç başladı. Son günlerde olup biteni söylemeye zaten gerek yok... İran ortada, Suriye ortada. Yani özetle demek istiyorum ki hem farklı güç odakları böyle bir birliğe kolay kolay izin vermez, hem de İslam ülkelerindeki diktatörler kendi çıkarlarını bir tarafa bırakıp idealist bir gaye ile birleşmez. Malesef böyle, keşke sizin dediğiniz gerçekleşebilse, ama hakikat de ortada. Azerbaycan'a Kıbrıs'ı bile tanıtamamış olmamız bence net bir işaret. Azerilerden güçsüz olduğumuz için bunu başaramamış değiliz. Adamlar Rus'a hizmet ediyor, dertleri de Türk veya Müslümanların güç kazanması filan değil...

     

    Böyle bir durumda Türkiye'nin kendi gücüne ve imajına yatırım yapması çok daha yerinde. Türkiye İslam ülkeleri arasında hamuru belki de en temiz kalmış insanlara sahip ve önemine bakılırsa da güç kazanmaya en elverişli ülke gibi duruyor. İran gibi, Suriye gibi, Suudi'ler gibi "alçak dostlar"dan birşeyler beklemek ne kadar doğru bilmiyorum. En azından İran kadar sözsahibi olmak bu ülkenin potansiyelinde var ve Davutoğlu vizyonu sayesinde önemli adımlar da atıyoruz. Ayağımıza en sert çelmeyi de "alçak dostlar" takıyor.

     

    Şu an olanca eksiğine rağmen bu coğrafyada umut vadeden bir tablo varsa bu Ak Parti ve Müslüman Kardeşler'in ülkelerindeki güçlerini koruyup büyük oynamaya çalışmalarına bağlı bence. Başka hiçbir ülkenin hiçbir oluşumuna şu anda güvenmek mümkün görünmüyor... Diğer ülkelerdeki uyanış hareketlerini de şu an olduğu gibi Ak Parti ve Müslüman Kardeşler'in desteklemesi şart. Bunu destekleyecek duruma da ancak yeterli gücünüz olduğunda gelebiliyorsunuz.

     

    Mevzuyu çok dağıttık, bugün Ahmet Hoca Arakan'da olacak. Hayırlı haberlerle döner inşallah.


  19. İftar programı aynı yapısıyla her yeri gezemeyeceğine göre ayrıcalığın İstanbul'lu katılımcılarda kalması normal ;) Trabzon'a gitmeden Sümele Manastırını görmek var mı :) İçerikten ilk mesajda bahsetmişler zaten ana hatlarıyla. Üstad ne diyor "Asıl hayat iç çizgilerde, ruhta". Ruh da gelenin bahtının ayrıcalığı olsun, hem ruh anlatılmaz. Katılmadan detay istemek var mı :)


  20. Kaç ramazandır kan ağlıyoruz. Pakistan, Somali dedik, şimdi de Arakan... Geçen yıl Libya vardı, bu yıl Suriye. İnşallah bu acılar bir doğum sancısı gibi hayra işarettir, ne denebilir başka.

     

    Başbakanlık ve yardım kuruluşlarımız kampanyalar başlattı. Allah nasip ederse oradaki kardeşlerimize de yardım olup yağacağız, fakat bilmiyorum en mantıklı yol nakdi yardımda bulunmak mı. Elbette bizim şahıslar olarak yapabileceğimiz başka bir şey yok ve bunu yapmakla mesulüz. Fakat ben artık siyasetten ölümden kaçar gibi uzak duran bazı Müslüman kesimlere daha tepkiliyim. Mesela Arakan'daki problem daha çok siyasi baskıyla çözüme kavuşturulabilecek bir yapıya sahip. Öldürülen adamı beslemek ne kadar kalıcı bir çözüm olabilir ki. Halbuki vahşete sessiz kalan bölge veya dünya hükümetleri üzerinde baskı kurulabilse, yahut oradaki insanların en basitinden göç yollarını güvenlik altına alabilsek sorunun kökenine daha yakın durmuş olmaz mıydık. Taşıma su bitince değirmen duracak şimdi.

     

    Basına yansımadı ama inşallah çarşamba günü Davutoğlu orada olacak. Keşke biz Müslümanlar kendimizi siyaset alanında daha çok geliştirseydik, keşke Davutoğlu yaklaşımı gelenek halinde çok daha köklü bir geçmişe dayansaydı ve dünya siyasetinde daha da güçlü bir noktada olabilseydik. Şu hükümet üzerine baskı kurabilecek gücümüz olsa fena mı olurdu. Pısırık gibi kaçıp durduk devletten. Tertemiz bir hamurumuz var elhamdülillah, fakat ne yazık ki kalbimiz güçsüzlüğümüzün altında sıkışıyor. Yetersiz kalıyor.

    • Like 1

  21. Allah tertipleyen ve katılanlardan razı olsun, gayet güzel bir buluşma oldu. Ben biraz erken ayrılmak durumunda kaldım ama katıldığım kadarı yetti de arttı bile. Bir sonraki toplantı için işimi ayarlama konusunda elimden geleni yapacağım. Fasikül projesi, ana sayfa hakkındaki planlar, yönetim hakkındaki düşünceler vesaire derken site daha da hareketlenecek gibi duruyor. Ortada büyük bir gayret var ve inşallah Allah bereketini verir. Bir de çok eski bi üye değilim ama trradomir abinin de dediği gibi site çok renkli görünüyor. :shiny:


  22. Kitapta şeriat ve tasavvuf arasındaki ilişkinin açıklandığı kısım gerçekten yakalayıcı. Bazı telakkiler tasavvufu bir bidat kabul etme nadanlığındayken, kimileri de Allah'ın açık emirlerini terk edip yasakladıklarını uygulamanın dinin ruhuna daha uygun olacağını iddia etme yüzsüzlüğündeler. Esas olan şeriattır ve tasavvuf bunun bir tatbik şeklidir. Şeriatın ruhudur, gayesidir, şeriatla çelişmez fakat o bütünü süsleyerek insana Allah'a yaklaşma imkanı sağlar.

     

    Kitaptaki önemli vurgulardan birisi de şeriatın aklın hududunu çizip onu bu hudut içerisinde tam serbestlikle taltif etmesi hakikati... Felsefe aklı ilk basamağa oturtur ve sürekli kendini yalanlar, sürekli birbirinin açığını bulur ve hiçbir kat'i neticeye varamazken; hatta var olup olmadığımız gerçeğini bile neticeye bağlayamamışken şeriat gibi terbiye edici bir hududun varlığı kaçınılmaz bir ihtiyaç. Kitabın geneli de bu ihtiyacın mecburiyetini gösteren pek çok delille ve gerçekle dolu. Aklı çok iyi kullanmak borcundayız, tefekkür ederek onu devamlı işletmemizi bize emreden bizzat Allah'ın kendisidir fakat bunu felsefenin başıboş arayıcılık metodu ile yapmamak durumundayız. Akılcı olmanın popüler bir fikir olarak yüceltildiği çağımızda aklın bir yola girdikten sonra elde edeceği serbestlikle değerli olduğunu bu derecede güzel anlatabilmek gerekliydi.

     

    Kitapta dikkatimi çeken yerlerden bir başkası da Bruno'nun kilise tarafından yakılmakta olduğu sırada sarf ettiği dehşet verici kelimeler. Şöyle demiş Üstad:

    'Bu adamı da yakılmaya mahkûm ederler; tam yanarken salibi uzatırlar, eliyle iter haçı (putu) ve hâkimlere bağırır: "Ben ölmekten korkmuyorum, siz bana bu cezayı verirken benden daha büyük bir korku içindesiniz!"...'

     

    Tasavvufun Allah rasulünün batını olduğu izahına takıldım yine. Miraç sonrası Hz. Ebubekir'in O dediyse doğrudur deyişindeki teslimiyetle, Efendimizin tüm getirdiklerine yapışmak ve basit hatlarıyla, satıhta yaşanan hayatın ötesindeki gerçeğe ulaşmak çabası, insanı en iyi tanıyan yüce varlık tarafından gönderilen bu kamil dinde unutulamazdı. İnsanda maddiyatın ötesine ulaşan bir yan var, ruh var. Her ne kadar pek çoğumuz günlük hayatın içinde sürükleniyorsak da gerçeği kurcaladığımızda, çarkların üzerine çıktığımızda veya nefs muhasebesine giriştiğimizde maddenin ötesine giden yola giriyoruz. Bizi hayvanlardan ayıran şey gördüğümüzün, bildiğimizin ötesine nüfuz edebilme becerimiz... Derinlik, dış dünyanın arkasındakini kurcalayıp buralara varma temayülü belki de insanın en kategorik özelliği... Bu gerçek dinde de boş değil. Nasıl ki herkes maddenin arkasına göz atacak güce sahip değil, tasavvuf da herkesin varabileceği bir menzil değil; fakat eksik de değil, karşımızda duruyor, adım atmak veya atmamak bize kalmış...

     

    Son olarak şu alıntıyı paylaşayım, nedense beni epeyce etkiledi. "Bizdik, biz" gerçeğini unutmamak için bu nidayı duymamıza gerek olmamalı...

     

    Velînin biri zikir halinde köşesinde oturuyor. Kapısı vuruluyor... Bir kadın... Türkistanlı bir sultan haremi... Yanında küçük bir çocuk... Gözleri kör... Elinden tutmuş içeri giriyor.

     

    Velî başını kaldırıyor:

     

    "- Bu nedir?"

     

    "- Gözleri kör, açmanız için getirdim!.."

     

    Ona o kadar acı geliyor ki bu söz, şöyle karşılık veriyor:

     

    "- Ben İsa'yı mücerret miyim ki, körlerin gözünü açayım?.."

     

    Ve infialle kalkarken yerinden bir ses duyuyor:

     

    "- O muydu, o muydu açan?.. Bizdik biz!"

     

    Hemen dönüyor velî... Parmaklarını basıyor çocuğun gözlerine ve gözler açılıyor.

     

    Bunlar, üzerinde inanmanın mantığı olan şeyler değildir.


  23. Hacettepe'nin ortamı İstanbul Üniversitesi'ne göre biraz daha iyi olsa da aralarında ciddi bir fark yok. Eğer bu iki şehirden birinde ikamet ediyorsanız bir diğerine geçmeyi düşünmeyin. Farklı bir yerdeyseniz de, bir İstanbul sakini olarak İstanbul görmek iyi bir tecrübe olabilir gibi geliyor bana. (İstanbul Üniversitesi'nin İngilizce İşletme'sini kastettiğinizi varsayıyorum).

    • Like 1
×
×
  • Create New...