Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

ssimeranya

Üye
  • Content Count

    68
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    3

Posts posted by ssimeranya


  1. Bu da benim çok ilgimi çeken bir yazısı. Hakkaten tuhaf ama yani.

     

    TARİHİMİZDE SATILAN, SAKLANAN, KAÇIRILAN ÇOCUKLAR

     

     

    Eski Türkler arasında evlat edinme çok yaygındır. Antik cemiyetlerde, erkek çocuk, ataların ruhuna hizmet edecek yegâne kişi olduğu için, çocuğu olmayan hiç değilse evlat edinmelidir. Kırgızlarda kız çocuklar da evlat edinilir. Evlat edinme, bazen para karşılığı, bazen de karşılıksızdır. Evlatlık verene, süt sevinci ödenir. Çocuk, evlat edinen ailenin –varsa- diğer çocukları ile aynı statüdedir. Miras alır. Evlatlık veren, çocuğu geri almak isterse, ona yapılan masrafları ödemekmecburiyetindedir.

     

    Lohusayı al bastı!

     

    Evvelemirde çocuğu olmayan aileler evlat edinir. Altaylarda, çocuğu ergenlik çağına gelmeden ölenlerin, çocuk kaçırması meşrudur. Fakirlik sebebiyle çocuğun başka bir aileye evlatlık verildiği de olur. Uygurlarda, borcunu ödeyemeyen kimsenin çocuğunun da bir teminat (rehin) olarak, evlatlık alındığı görülmektedir. Bu çocuk, ailenin diğer çocuklarından daha aşağıdır. Hizmetkâr kabul edilir.

     

    Çocukları yaşamayan bazı aileler, bunu kötü ruhlardan (fena cin ve şeytanlardan) bilir. Yeni doğan çocuklarını, kötü ruhların zararından korumak maksadıyla bir aileye evlatlık verir. Böylece kötü ruhlar yanıltılmış olur. Yakın zamana kadar Anadolu’da, çocuğu yaşamayan aileler, böyle yapardı. İslâmiyet, nesebi belli bir çocuğu evlat edinmeyi yasaklamıştır. Ancak kendi çocuğu olarak ilan etmeksizin bir çocuğu alıp beslemek caiz; hatta makbul bir iştir.

     

    Eskiler, alkarısı adında bir cinin varlığına inanır. Al, hile demektir. Alkarısı, iki çeşittir. Sarıkız diye de bilinen ilki, şarlatan ve hoppadır. Atların saçlarını örmeyi; ata binip koşturmayı sever. Bazen ahıra girenler, atın yelelerini örülmüş veya terden sırılsıklam bulurlar. Bu alkarısı, görebilene, sarı, uzun ve çözük saçlı, beyaz elbiseli, uzun boylu bir gelin gibi gözükür.Keçi veya kedi sesi çıkarır. Yolcuların yolunu şaşırttırır. Taşkent’te Alkarısı Köprüsü vardır. Alkarısını, ancak ocaktan kişiler görebilir. Bakan baktığı müddetçe kaçamaz; ama gözünü bir kaçırırsa, yok olur. Başkaca zararı yoktur. Ocak, eskiden metafizik dünyayla bağlantısı olan ailelere denir. Nesilden nesile el vermek suretiyle bu kabiliyet aktarılır. Okuyup üflemek, muska yazmak, kırık-çıkık tedavi etmek bile ocak işidir.

     

     

    Ama diğeri çok tehlikelidir. Erlik Han (şeytan) avanesindendir. Tevrat’ta adı geçen Lilith’e benzer. Rivayete göre Lilith, Âdem aleyhisselâma eş olarak onunla aynı anda yaratılmış; ama bu sebeple ona tâbi olmayı reddetmiş ve Havva’ya düşman olmuş bir cindir. Bu alkarısı, pejmürde, saçları dağınık bir kocakarı şeklinde görünür. Süpürge veya oklava üzerinde uçar. Karabasan olur, kötü rüya gösterir. Çocuğu olmadığı için, hıncından hâmile veya loğusa kadına ve yeni doğmuş çocuklara musallat olur. Loğusa humması ve ümmü sübyan hastalığı yapar. Bu cine, ümmü sübyan da denir. [Nitekim hadis-i şerifte, “Çocuğun kulağına ezan ve ikamet okuyun ki, ümmü sübyan zarar vermesin” buyuruldu.] hâmile, çocuğunu düşürür; loğusa veya çocuk uyuyamaz; uykuda korkar; ateşlenir; havale geçirir ve ölür. Yani “al basar”. Sonra da kurbanlarının ciğerini yer.

     

    Alkarısını kandırmak

     

    Alkarısı, tüfek sesinden, kırmızıdan ve demirden, hatta demirci mendilinden korkar. Gelinlik veya gelin kuşağı, loğusa yorganı, loğusa şerbeti, takılan altının kurdelesi bunun için kırmızıdır. Loğusa odasında makas veya çengelli iğnebulundurulur. Bunlar kırk gün yalnız bırakılmaz; dışarı çıkarılmaz.

     

    Bazen gözü dönmüş alkarısı hiçbir şey dinlemez. Bunun için sanki bu ailenin çocuğu değilmişcesine, daha doğmadan elbiseleri bir başka aileye teslim edilir. Doğum bu başka evde gerçekleştirilir. Böylece alkarısı, o çocuğu doğduğu evin çocuğu zanneder ve ona zarar veremez. Veya çocuk ebeye satılır; ebe de üç-dört kapı dolaştırıp tekrar bu eve getirerek anasına satar. Bir başka yol da çocuğu kazan altına saklayıp, hamurdan bir bebek yapılır. Üç gün sonra bu hamur bebeğin başı kesilir, yani çocuk ölür. Böylece alkarısı kandırılmış olur.

     

    Çocuğu olmayan veya yaşamayan kadın, kutlu su veya ağaçların yanında bir gece geçirir. İslâmiyetten sonra bunun yerini yatırda geceleme almıştır. Çocuğun elbisesi, daha doğmadan buraya bırakılır. Yani çocuk o yatıra satılır. Bu sebeple Satılmış, Satı, Satuk gibi isimler verilir. Veya o evliyanın adı takılır. Anadolu’da bazı yerlerde aynı ismi taşıyan çok sayıda kişi olması bundandır. Böylece o evliyanın, çocuğu alkarısından koruduğuna inanılır. Allah dostu olduğuna inanılan birini vesile yaparak dua etmek, dine aykırı görülmemiştir. İstanbul’da, çocuğu yaşamayanlar, bebek zıbınını çocukları doğana kadarZindan Baba veya Sümbül Efendi türbesine bırakırdı.

     

    Seni ebeye sattık!

     

    Avukat Muhtar Nasuhoğlu anlatıyor: 18 yaşına gelinceye kadar ismimi hep Âsım bildim. Bunun sebebini anneme sordum. Annemin benden evvelki altı çocuğu çeşitli sebeplerle vefat etmiş. Ablam dünyaya geldiğinde, Kasımpaşalı Satı Ana’ya iki kuruşa satmışlar. Beni Gümüşçakılı Ebe doğurtmuş. Annem de beni ebeme bir kuruşa satmış. Satılan çocukları büyüyene kadar adıyla çağırmazlar. Ablamın adı Adeviye iken Râbia, bana da Âsım demişler.


  2. 40 ciltlik kadın âlimler ansiklopedisi

     

    Timetürk’ten Turan Kışlakçı, İslam dünyasında, hadis âlimi kadınlar üzerine kaleme aldığı “Muhaddisat” adlı 40 ciltlik kitabıyla tanınan Hindistanlı düşünür Dr. Muhammed Ekrem Nedvi ile bir röportaj yaptı:

     

     

    Timetürk’ten Turan Kışlakçı, İslam dünyasında, hadis âlimi kadınlar üzerine kaleme aldığı “Muhaddisat” adlı 40 ciltlik kitabıyla tanınan Hindistanlı düşünür Dr. Muhammed Ekrem Nedvi ile bir röportaj yaptı. Hâlihazırda Oxford Üniversitesi’nde İslami Araştırmalar Merkezi’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Dr. Muhammed Ekrem Nedvi Hanefi fıkhı üzerine yaptığı çalışmaları ile de biliniyor.

     

    İslam’ın ilk dönemlerinde kadınların dini ilimlerde çok ciddi rolü olduğunu belirten Nedvi, Yunan felsefesinin ve mantığının tercümesiyle birlikte kadınların ilimlerden uzaklaştırıldığını ifade etti. Felsefecilerin ve mantıkçıların kadına bakışının olumsuz olduğunun herkes tarafından bilindiğini belirten Nedvi, sahabe, tabiin ve etbai’t tabiin döneminde binlerce Müslüman hanım âlim var iken daha sonra bunun azaldığını vurguladı.

     

    40 ciltlik Müslüman Hanım âlimler üzerine bir eseriniz bulunuyor. Bunu niçin kaleme aldınız?

     

    İngiltere’ye öğretim için gittiğimde, orada Müslüman kadına yönelik ciddi bir anti propaganda olduğunu gördüm. İslam’ın kadınlarına değer vermediğine yönelik medyada yaygın bir şekilde haberler yapılıyordu. Müslüman kadının sanatta, ilimde ve eğitimde yerinin olmadığını iddia ediyorlardı. Daha Ortaçağ’da kadının şeytan mı olup olmadığını tartışan batının bu konuyu saptırdığını çok iyi biliyordum. Bunun için Müslüman hanım âlimlerin hayatını konu edinen bir kitap telif etmeye karar verdim. 8 bin âlimenin hayatını içeren 40 ciltlik bir kitap ortaya çıktı. Yakında 10 cilt daha çıkacak. Kitabı 75 ciltte bırakmayı düşünüyorum. Çünkü bu işte derinleştikçe konu uzuyor. Bence bu bile onlara cevap olarak yeter artar bile…

     

    Müslüman hanımlar, erkeklerle birlikte camilerde eğitim görüyorlar mıydı?

     

    Bugün İslam dünyasını çok garip bir hal sarmış durumda. Müslüman hanımlar, bazı bölgelerde camilere girememektedir. Müslüman hanım hadisçiler Mescidi Nebevi başta olmak üzere İslam’ın ilk dönemlerinde önemli merkezi camilerde dersler veriyorlardı. Medreselerde, saraylarda, eğitim merkezlerinde hanımlar ilmi dersler alıyor ve veriyordu. Mescidi Aksa, Emevi Camii ve El-Ezher gibi kurumlarda… İslam dünyasının ilk dönemlerinde hiçbir cami ve medrese yoktur ki; erkeklerin ders verdiği yerde hanımlarda dersler vermiş olmasın. Müslüman hanım alimlerin ders halkalarına erkekler de katılıyor ve bu katılanlar arasında bir çok ünlü İslam alimi de var.

     

    Zeyneb binti el-Kemal’in derslerine 400 kişi katılıyordu. Bunların çoğu erkek idi. Muhaddisler adet olarak genelde derslerine katılanların isimlerini yazarlardı. Zeynep binti el-Kemal de derslerine iştirak eden 400 kişinin adını kaydetmiştir. Bu kişilere hadis kitaplarından dersler vermiştir. Ünlü İslam âlimlerinden Taceddin es-Subki Zeyneb’in öğrencilerindendir. İmam İbni Hacer, Zeyneb’in talebelerinden Umm Ahmed Tatar bint el-İzz’den ders almıştır.

     

    Peki, bu hanım âlimlerin derslerine katılan meşhur İslam âlimleri var mıydı?

     

    İmam Şafi, İmam Ebu Hanife, İmam Malik, Hatib el-Bağdadi, İbn Âsakir, İmam Ahmed bin Hanbel, İmam Buhari, İmam İbni Teymiyye, İmam Zehebi, İmam Suyuti ve benzeri birçok İslam âliminin hanım hocaları vardı. Hem de bir iki bayan hocadan ders almadılar; onlarca hanım şeyhlerden dersler aldılar. İmam Suyuti`nin hocaları arasında 100`e yakın fakiha vardır. İmam Şafii`nin annesi meşhur bir âlime idi. Oğlunun yetişmesinde büyük katkıları vardı. İmam Şafii Hz. Nefise`nin derslerine iştirak ederdi. İmam Malik`in ilme yönelmesinde annesinin teşviki vardı. Kızı ise İmam Malik`in kaleme aldığı "Muvatta" adlı eseri ezbere bilirdi.

     

    Müslim İbrahim Ferahidi, İmam Buhari ve İmam Müslim gibi birçok hadis imamının hocasıdır. 70 binden fazla hanımdan rivayette bulunmuştur. Hatip el Bağdadi ve İbni Hacer El Askalani’nin hocalarının sayısı da 100’den fazladır. Şam’a gittiğinde Aişe binti Abdülhadi’den 80’den fazla hadis kitabından ders almıştır İbni Hacer.

     

    Bazı İslam âlimleri ders okuduğu hanım hocalarına kitaplarını ithaf etmiştir. Bu konuda neler söylersiniz?

     

    Evet, birçok İslam âlimi, kitaplarını ders aldıkları hanım hocalarına ithaf etmişlerdir. Mesela, İmam Suyuti`nin "Buğyetu`l Viat" adlı kitabını, ders aldığı kadın muhaddis, hafız ve fakiha bayanlara ithaf etmiştir. Muhaddislerin şöyle bir geleneği vardı: Genelde ders aldıkları hocalarının hepsinin adını kaydederlerdi. İster erkek ister bayan olsun tüm hocalarının adlarını ve hayatlarını yazarlardı. Bu kayıtlara baktığımızda İbni Asakir, İbni Hacer, İmam Zehebi ve diğer hadis imamlarının çoğunun onlarca hatta yüzlerce hanım hocalarının olduğunu göreceğiz.

     

    Biba binti Abdussamed el-Herzamiyye el-Hereviyye rivayet ettiği hadislerin senedleri çok kuvvetlidir. Biz buna hadis literatüründe “âli senedler” deriz. Bundan dolayı birçok İslam âlimi ondan ders almak için sefere çıkmıştır.

     

    Hadis ilminde –biliyorsunuz- senedin kavi olmasının yanında âli olması çok mühimdir. Bu da hadisin çok güvenilir ve güçlü bir rivayetle geldiğini gösterir. Hanım hadis âlimlerinin bu konuda gayretleri çok büyüktür. İmam Zehebi -ki kendisi Cerh ve Tadil ilminde bir insanın zayıf ve kavi olduğunu çok iyi bilenlerden biridir- şöyle der: “Şimdiye kadar hadis rivayet edilen hiçbir hanım alimeden kizb (yalan) sadır olmamıştır.” İmam Zehebi birçok erkeğin kizbe bulaştığını belirtirken hanım muhaddislerin hiçbirinden böyle bir şey varid olmadığını belirtiyor.

     

    Aişe Bint Abdülhadi’nin Buhari isnadına ulaşacak başka âli bir rivayet silsilesi yoktur. İbni Hacer, Aişe bint Abdülhadi’nin isnadını esas aldığında kendisi ile Hz. Peygamber (sav) arasında 18 kişinin olduğunu belirtir. İbn Hacer el-Askalani, "Tehzîbu`t-tehzîb" adlı kitabında 1543 kadın fakih ve muhaddisin hâl tercümesini verir; onlar hakkında, "Hepsi de güvenilir ve bilgili kimselerdir” der.

     

     

    Hadis alanındaki âlimelerden bahsettiniz. Fıkıh ve Tefsir alanında da meşhur olmuş âlimelerimiz var mı?

     

    Bu çalışmama başladığımda şunu gördüm; o dönemin hemen hemen her ilim dalında meşhur olmuş hanım âlimler var. Mesela fıkıh, sarf, nahiv, tabii ilimler, şiir, tefsir ve benzeri ilimler gibi… Kitabımda aynı zamanda birçok fıkıh alanında uzman hanım âliminin adını zikrettim. Bunlar aynı zamanda fetva veren âlimelerdi. Örneğin, Aişe binti Abdurrahman, Medine’nin çok meşhur fetva veren âlimelerindendi. Dönemin birçok fetva veren âlimi ona danışmadan fetva vermezdi. Ummu Derda yine bunlardan biridir.

     

    Ayrıca, “Tuhfetu’l Fukaha” kitabının yazarı imam Alauddin Semerkandi’nin fakihe bir kızı vardı. Adı Fatıma idi. Semerkandi’den ders alan bir talebesi onun “Tuhfetu’l Fukaha”sını “Bedaiu’s-Sena’i” adıyla şerh eder. İmam Semerkandi daha sonra kızını bu talebesi ile evlendirir. Bu talebe de günümüzün ünlü Hanefi âlimlerinden imam el-Kâsânî’dir. İmam Kâsânî daha sonra eşi Fatıma ile Halep’e ders vermek için gider. İmam Kâsânî’nin talebeleri der ki; “Bazen hocamıza zor sorular sorardık ancak o bizden izin alıp evine giderdi. Evinden döndükten sonra bize zor sorunun cevabını çok detaylı bir şekilde anlatırdı ve bu sık sık tekrar ederdi. Sonra anladık ki İmam Kâsânî bu soruların cevaplarını almak için eşi Fatıma’ya gidiyor ve ondan aldığı cevapları getirip bizimle paylaşıyordu.”

     

    Ünlü âlimlerden Hişam ebu Urve de İmam Ebu Hanife ve İmam Malik’in hocasıdır. Eşi Fatıma binti Münzir’den ilim tedris etmiştir. İşte ilk dönem İslam âlimlerinin hayatı böyleydi. Annelerinden, eşlerinden, kız kardeşlerinden ya da diğer hanım âlimlerden ders almaktan imtina etmiyorlardı. Hatta onlardan ders aldıkları için övünüyorlardı.

     

    İlim yolculuğuna (rıhle) çıkmış hanım âlimler var mı?

     

    Kadının yolculuk yapması zor tabi o dönemlerde. Ancak buna rağmen babaları ve eşleri ile ilim yolculuğuna çıkmış birçok hanım âlim var. Örneğin Fatıma bint Sa’d el Hayr, Endülüs’te dünyaya geldi. Çin’de büyüdü. İsfahan’ın Cüzdan adındaki bir köyüne ilim öğrenmek için rıhleye (yolculuğa) çıktı. Orada tanınan bir âlime olan Fatıma Cüzdaniyye’den İmam Taberi’nin hadis kitaplarını ders aldı. Fatıma bint Sa’d hocası Fatıma Cüzdaniyye’den İmam Taberi’nin Mecmuu’l Kebiri’ni tamamen okumuş ve icazet almıştır. Daha sonra Medine, Mekke, Şam ve Mısır’a gitmiştir. Hatta İslam uleması, “Mısır’da hadis ilminin yaygınlaşması Fatıma bint Sa’d’ın vesilesiyle olmuştur” der.

     

    Hanım âlimlerin İslam’ın ilk dönemlerinde rolü bu kadar aktif iken nasıl oldu da bir anda bu alanda bir gerileme yaşandı?

     

    Araştırmalarım sonucundan şuna ulaştım. Yunan felsefesi ve mantığı İslam dünyasına girmeye başladığında kadının ilmi alandaki rolü azalmaya başladı. Çünkü felsefeciler kadına fazla değer vermiyor ve felsefeden uzak tutuyorlardı. Felsefenin İslami ilimlere karışmasıyla bu alanlarda da bir etkilenme oldu. Yunan Felsefecileri, kadının erkekden akıl bakımından daha aşağı olduğunu düşünüyorlardı. Felsefe İslam dünyasında intişar edince kadının toplumsal hayattaki rolü de zayıfladı.

     

    Örneğin yine araştırmalarım sonucu Sünni ekolün dışında Harici, Şii ve ibadi mezhebinden dahi onlarca hanım âlimeye ulaşırken Mutezile mezhebinden pek bir hanım âlime rastlamadım. Bunun sebebi ise Mutezile mezhebinin Yunan felsefesi ile çok haşir neşir olmasındandı. Maalesef felsefecilerin kadına bakış açısı Mutezile mezhebini de etkisi altına aldı. Hatta mantık ilminin de kadınların eğitimin azalmasında ciddi rolü var. Felsefe ve mantık ilmi İslam dünyasında geliştiğinde kadının ilmi alandaki aktivitesi de yavaşladı.

     

    Mesela Hindistan’ı düşünün! Felsefe burada da çok güçlü idi. Bu alt kıtada gerçek manada bir hanım âlime yoktu. Ancak Şah Veliyullah Dehlevi bölgede hadis ilmini yaygınlaştırdıktan sonra birçok hanım âlime yetişti. Çünkü hadislerde Hz. Peygamber (sav) ilmin kadın-erkek her Müslümana farz olduğunu belirtiyordu. Bunu öğrenen Müslümanlar, eşlerinin ve kızlarının da ilim öğrenmeleri için yüksek çaba sarf ediyorlardı.

     

    Fıkıh alanında da aynı durum yaşandı. İlk dönemlerde hanım fakiheler çok iken mantık ilminin fıkha bulaşması ile bu alanda bir gerileme yaşandı. Özellikle muteahirrun döneminde bu çok yaygın.

     

    Peki, İslam âlemine yönelik işgallerin kadın eğitimin gerilemesinde bir rolü olmuş mudur?

     

    Moğol, haçlı seferleri ve son yüzyıldaki sömürgecilik sadece kadının değil Müslüman erkeklerin de ilimde geri kalmalarına neden oldu. Ancak bunun etkisi inanın felsefe ve mantık kadar olmamıştır. İşgal dönemlerinde Müslümanlar, eşleri ve kızlarını korumak adına evlerine kapattılar. Bu muhafazakâr bakış açısı da hanımların ilimden uzak tutulmasına neden oldu. Ve maalesef sonraki dönemlerde ortaya çıkan bu hal, o gün bugün halen devam etmektir...

     

    Mantık ve felsefeden etkilenen muteahhirrun ulema fıkıh, tefsir ve hadis kitaplarının şerhlerine kendi bakış açılarını ve etkisi altındaki bulundukları kavimlerin bakış açısını yansıttılar. Bugün bundan kurtulmak istiyor isek, Kur’an ve Sünneti çok iyi bilmek ve ilk üç veya dört nesildeki ilmi hareketliliği çok iyi incelemek gerekiyor.

     

    İslam âlimleri, hadis ve tefsir ilmi gibi ilimlerin günümüze ulaşmasında hanım âlimlerin de büyük rolü olduğunu kabul ederler. Hatta şunu açık bir şekilde söyleyebiliriz; ilk dönem Müslüman âlim ve entelektüellerin yarısına yakınını hanımlar oluşturuyordu. Şimdi bu durumu bugünle kıyaslayın! Durumun ne kadar hüzün verici olduğunu o zaman anlayabiliriz.

     

    Abdulkadir ibni’l Vefa el-Kuraşi Hanefi âlimleri zikrettiği “Tabakatu’l Hanefiyye” adlı kitabında Horasan ve Semerkantta hiçbir ev yok ki, fetva yayımlansın da o evin sahibinin âlim kızının ve hanımının izni olmadan yayımlansın. Düşünün fıkıh alanında bile âlimler, âlime eşleri ve kızlarına danışıyorlardı.

     

    Çok zor şartlarda İslam dünyası bu kadar hanım âlime yetiştirirken, bugünkü geniş imkânlara rağmen neden ilmi çıkış yapamıyor İslam âlemi?

     

    Son yıllarda bir gelişme görüyorum. Artık birçok Arap ülkesinde yetişmiş yüzlerce hanım âlime var. Mesela Şam’da, Moritanya’da, Fas’ta, Cezayir’de, Mısır’da ve diğer İslam ülkelerinde ciddi bir artış yaşanıyor. Üniversitelerde ders veren, fıkıh, hadis ve tefsir alanında kitap neşreden hanımların sayısı arttı. İnşaallah önümüzdeki yıllarda bu daha da artacak. Hindistan’da, Pakistan’da ve Malezya ve Endonezya gibi diğer İslam ülkelerinde de hanımların kurduğu medreseler var. Her yıl yüzlerce hanım buralardan mezun oluyor. Bu yaygınlaştıkça ileriki yıllarda yeniden İslam dünyasında bir canlılığa ve uyanışa şahid olacağız. Batıda İslami ilimler ve sosyal bilimlerde öne çıkmış birçok Müslüman hanım hoca var. Müslümanlar ilk dönem kaynaklarına indiğinde çok şey öğrenecek. Özellikle muteahhirun ulemanın Kitap ve Sünnet ile uyuşmayan ve kitaplara dercettikleri kendi gelenek ve bakış açılarının iyi ayıklanması gerekiyor.

     

    Son olarak bize etkili olmuş birkaç Müslüman âlimeden örnek zikredebilir misiniz?

     

    Şeyha Umm el-Hayr Fatıma bint İbrahim ibn Mahmud el-Betaihiyye Şam’lı bir hanım âlime idi. Çağının en büyük Buhari ravisi idi. Daha sonra Buhari konusunda uzmanlaştı ve ünü her tarafa yayıldı. Birçok İslam âlimi ondan ders almak için Şam’a gidiyordu. İmam Zehebi ve İmam Subkî gibi birçok İslam âlimi Fatıma binti İbrahim el-Betaihiyye’nin talebesidir. Bu âlime Hacc’a gittikten sonra Medine’yi ziyaret etti. Medine’de yaşayan İslam âlimleri ondan ders almak istedi. Mağripli ünlü âlimlerden İbni Rüşeyd es-Sebti ondan ders alanlar arasındadır. Es Sebti, “Mile’l Ayba” adlı kitabında Fatıma’nın Mescidi Nebevi’de onlarca İslam âlimine Buhari dersi verdiğini hatta bu dersleri Peygamberimiz (sav)’in kabrinin yanında verdiğini kaydeder. Rüşeyd, Fatıma’nın bazen Peygamberimizin kabirine dayanıp derslerini sürdürdüğünü açıklar. Rüşeyd, Buhari dersleri bittikten sonra kendisinin ve ders halkasına katılan diğer alimlerin Fatıma’dan icazet aldığını kaydeder. Düşünebiliyor musunuz, bir bayan Mescidi Nebevi’de alimlere Buhari dersleri veriyor. Bugün camilerimizde bayanların ders verdiği duydunuz mu? Abdülmelik bin Mervan döneminde de Ummu Derda Mescidi Aksa’da dersler veriyordu. O dersler verdiği zaman Mescidi Aksa doluyordu. Şam’daki el-Muzafari ve Beni Ümeyye (Emevi) camilerinde de Aişe bint Abdülhadi dersler veriyordu. İslam âleminin en ünlü camilerinde hanım âlimeler bu kadar rahatlıkla dersler verebiliyor idiyse gerisini varın siz düşünün…

     

     

    DR. MUHAMMED EKREM NEDVİ (MUHAMMAD AKRAM NADWİ) KİMDİR?

     

    Hindistan`ın Jaunpur kentinde 16 Nisan 1963 tarihinde doğdu. Muhammed Ekrem Nedvet`ul Ulema’da İslam Hukuk (şeriat) eğitimi aldı ve aynı zamanda eğitim verdi. Bir muhaddis olan Muhammed Ekrem "Hadis Ravileri" ve "Rical ilmi" konusunda uzmandır. Ebu`l Hasan Ali El-Nedvi, Abdul-Fettah Ebu Gudde ve Yusuf El-Karadavi`den icazet aldı. Hindistan`daki Lucknow Üniversitesi`nde Arap dili`nde doktora yaptı. Lucknow`daki ünlü Nedvetu’l-Ulema medresesi`nde İslami İlimler konusunda eğitim aldı. Bu Medrese`de Fıkıh ve Hadis ilimleri üzerine aynı zamanda eğitim verdi. Hadis, Fıkıh, İslami Biyografi, Arapça Gramer ve Syntax üzerine Arapça yazdığı 25 kitabı bulunuyor.

     

    Son zamanlarda hadis âlimi kadınlar üzerine kaleme aldığı "Muhaddisat" isimli 40 ciltlik bir eseri neşretti. Bu eseri İngilizceye çevirip uyarlamış ve 2007 yılında "El-Muhaddidat" adıyla yayınlamıştır. Nedvet`ul ulema`da onun kişisel hatıralarının anlatıldığı "Medrese Hayatı (2007)" adlı İngilizce eseri bulunmaktadır. İslam Fıkhı adlı eseri İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye ait ve İslam Fıkhı`nın orjinal bir derlemesidir. İngilizce`de ilk defa İmam-ı Azam’ın Okulu detaylı ve kuvvetli bir şekilde delillendirilmiştir. Güncel meseleleri de dikkate alan M. Ekrem Hanefi Fıkhı`nın İngilizce`de ilk defa ifade edilmesini sağlamıştır. İslami öğretide ve modern bilimlerde önde gelen âlimlerden olan M. Ekrem, şu anda Oxford`daki İslami Çalışmalar Merkezi`nde araştırma görevlisi olarak görev yapmaktadır.

     

    TURAN KIŞLAKÇI / TİMETURK


  3. Umk-u kalbime culüs-ü saltanat-ı şahanenize müteakiben bendeniz olma şeref-i aliinizi bahşettiğiniz şol fakirin ihya ve mesrur-u çün nazar-ı şefkat ve aşkınızı bir lahza dahi olsa gözlerime rabtetmeniz hem kifayet hem de ademi hayatıma bend olacaktır..

     

    Yalnız şu replik sonrası, Osmanlıca karşı cinse açılma sanatından soğudum naçizane. Eleştiri kabul ediyorsanız mümkünse hiç girmeyin bu alana. Şiirleriniz daha anlaşılıyor hem... :)


  4. Üstad'ı farklı ve başarılı kılan en önemli iki özelliği Efendi Hazretlerinin de buyurduğu gibi ifrat derecesinde olan zekası ve muhabbeti, ihlası yani. Geri kalan diğer özelliklerinin sonuna vs. de ekleyerek sonsuz döngü içerisine sokabiliriz. Fakat yine arda kalan, bu iki özelliği olacaktır. Ona o şiirleri yazdıran zekası, aksiyonerliğinin ana maya kaynağı ihlası. Kelime oyunlarının sırrı zekası, fikir adamlığına götüren zekası ve ihlası. Hangi yönüne bakarsam bakayım ana kaynak hep bu ikisi.

     

    Bir de Necip Fazıl Şaheseri adlı şu yazıda onu başarısının sırrı olan birkaç püf noktaya rastlayabilirsiniz.:)


  5. Birand, gerçeği görebildi

     

    Şimdi anlatacağımı daha evvel de yazmıştım. Tekrarda fayda var, dünya için belge, ahiret için pişmanlık vesikası olsun. 6-7 yıl kadar önceydi. Antalya Belediye Başkanı Menderes Türel, hizmetlerini anlatmak için bir kısım medya mensubuna Fer’îye Lokantasında bir öğlen yemeği veriyordu. Oturduğum yerden Boğaz Köprüsü görünmekteydi. Sohbet devam ederken ortaya şu soruyu attım:

    -Merak ediyorum, vaktiyle “Boğaz Köprüsüne hayır!” diyenler, acaba şimdi onun üzerinden geçerken ne düşünüyorlar?

    Mehmet Ali Birand, solumda oturuyordu. Birden koluma vurdu. “Sorma, dedi, o eşekliği ben yaptım! Ama daha büyüğünü de yaptım. İnsan, birisi idam edilsin diye yürüyüş yapar mı? Adnan Menderes, idam edilsin diye yürüyenlerin başında ben vardım. Fakat Demokrat Parti belgeselini de bu sözlerle bitirdim!”

    -Boğaz Köprüsü yapılmasın, demiş.

    -Menderes asılsın, demiş.

    Gün gelmiş, kendini hesaba çekmiş, hata ettiğini anlamış ve pişmanlığını hem televizyona dökmüş ve hem de sohbetlere taşımış. Merhum Birand, son senelerde muhafazakârlara, dindarlara, baş örtülülere karşı olan fikirlerini de tashih etti. Dahası, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kendisinin de içinde bulunduğu bir kesimin askerlere karşı duyduğu insanüstü vehmini yıktığını, ezberleri bozduğunu milyonların önünde itiraf etti.

    Bu bir namuslu insan tavrıdır.

    Hatasız, günahsız kul mu var?

    Herkes, yetiştiği şartlardan gelir. Mühim olan günaha tevbe, hataya pişmanlıktır. Ne var ki yapılması gerekeni eda etmiş bir insana karşı o insan öldükten sonra, daha cenaze namazı bile kılınmadan bir milletvekili “Mehmet Ali Birand, AK Parti yalakasıdır. TRT’yi dolandırdı. Ne yani, öldü diye bunları söylemeyecek miyiz?” diye sosyal medyada yazılı gıybet yaptı.

    Denecek o ki “yazıklar olsun, vekil olmuş fakat milletimizin mânevi kıymetlerini öğrenememişsin! Kur’an-ı kerim, ölülerinizi hayırla yâd edin, buyurduğu halde bu öfke niye? Birand, AK Partiye -bu basit tabir o kişiye aittir- yalakalık yapacak da o yaştan sonra ne bekleyecek? Dürüst olmak, hakkı teslim etmek neden kınanır? Kaldı ki TRT’yi dolandırırken yanında mıydın? Bu kadar kimse hakkında hüsnü şahadette bulunurken yalan mı söylemekte? Aynı Birand, laikçi yobazlıkta, tavizsiz Kemalistlikte kalsaydı, şimdi bu zihniyet için ne de makbuldü!!! M.A. Birand’ın cenazesini gördük. Devletin zirvesinden sade vatandaşa kadar binler oradaydı.

    Bu muhabbet, umulur ki ilahi merhamete de vesile olur.

    Kullarının sevdiğini yüce Allah da affeder.

    Birand, Türkiye’deki büyük değişimi zamanında fark etmiş bir aydındı. Şayet 10 sene evvel ölseydi, cenazesine Cumhurbaşkanı, meclis başkanı, hükümet temsilcisi yerine onların çelenkleri gelirdi. Cemaat de asla bu kadar olmazdı. O cemaat, sadece Mehmet Ali Beyden dolayı değil, zirvedekiler geldiği için de oradaydı. Birand, devletin, milletin gönlüyle buluşma sürecini yakalayabildi.

    Allah, rahmet eylesin.

    • Like 1

  6. İroni kelimesinin karşıt manasını taşıyabilme iddiasında bana kalırsa bu eser. Daha önce okumamış hatta arşivimdeki varlığına rağmen ihmal etmiş olmama üzüldüm. Huxley’in Cesur Yeni Dünyası’nı anımsattı çok az bana. Ama maalesef kuru kuruya bu da Necip Fazıl’ın distopyası diyemiyorum. Tarkistan’la yüce Tark ulusuyla Aytark’ıyla tamamen her hücremizle bir zamanki bizi anlatmış çünkü Üstad. Tarkün ise tüm hatlarıyla onun beklediği gençlik. Kitabın analizini yapmayı diğer arkadaşlara bırakıp özellikle altını çizdiğim birkaç iktibası aktarıyorum sizlere.

     

    “(Hoparlörden boşalan müthiş alkış sesleri içinde Aytark parlamento kürsüsünde.

    Kocaman levha... «Egemenlik ulusundur». Sağında ve solundaki oturma yerlerinde Bakanlar...

    Mebuslar arada kaldığı için görülmüyor... Alkış, alkış... )

    (Aytark, alkış kesilir kesilmez heybetle doğrulur.)

    AYTARK — Şimdi Tarkistan Cumhuriyetinin bu yüzde yüz devletçi tutumuna aranızda tek kişinin bile muhalif olmadığını görmek ihtiyacındayım. Politikamıza «evet» diyenler ellerini kaldırsın!

    (Mebuslar tarafı... Mebusların yerinde kelli felli insanlar şeklinde yüzlerce teneke figür... Bir düğmeye basılmış gibi, madeni bir ses çıkararak hemen havaya kalkan eller... En önde oturanlardan birinin kolu kalkmaz... Aytark kürsüden.)

    AYTARK — Acaba bu el neden kalkmadı?

    (Plânlama Bakanı yerinden fırlayıp kürsünün arkasındaki bir raftan büyük bir yağdanlık alır, koşar, eli kalkmayan figürün yanına girer ve figürün şakağındaki delikten yağdanlıkla yağ döker. Figürün eli hemen havaya kalkar.)

    AYTARK — Demek yağı tükenmiş!...”

     

    “MEBUSLARIN BAŞI — Soylu Tark ulusunu yalnız devletçilik kurtarır!

    TARKÜN — Bahtsız Tark ulusunu, yalnız devletçiliğin böylesi batırır!..

    MEBUSLARIN BAŞI — Köylüye «Efendi» ismini biz verdik!..

    TARKÜN — Biz isim değil, hakikat istiyoruz!..

    MEBUSLARIN BAŞI — Toprak reformunu getiriyoruz!..

    TARKÜN — Ekilmeyen toprağın reformu... Gömleği parçalayıp herkesin eline bir parça vermek, sonra da onu bütünleyecek ağa yerine devleti koymak.

    MEBUSLARIN BAŞI — Makineleşiyoruz. Kara sabana, çıkırığa, yel değirmenine paydos.

    TARKÜN — Makinenin beyni, yüreği ve ciğeri Batılıda kaldıkça karasaban yeğdir!

    MEBUSLARIN BAŞI — Dışarıya işçi çıkarıyoruz. Memlekete iş bilgisi ve döviz sağlıyoruz!

    TARKÜN — Bizim işsiz bıraktığımız İnsanları, dışarısı, ham beygir kuvveti diye alıp çalıştırıyorlar! Onlar arabacı, biz beygir...

    MEBUSLARIN BAŞI — Köylüye açtığımız krediler, dağıttığımız basmalar?...

    TARKÜN — Krediler bizi yedi, basmaları da keçiler!..

    MEBUSLARIN BAŞI — Avrupai usullerimiz, modern aletlerimiz?

    TARKÜN — Hepsi Avrupalının oyuncakları... Kullanmasını bilmiyoruz!.. Vidası düşünce apışıyoruz! (Mebusların başı Tarkün'e dikkatle bakarak...)

    MEBUSLARIN BAŞI — Sen şehre git. Köy adamı değilsin!

    TARKÜN — Niçin?

    MEBUSLARIN BAŞI — Çok uyanıksın da onun için...

    TARKÜN—Demek köy sizce uykudakilerin yurdu.”

     

     

     

    “Heykelde, şahısların değil, fikir sembollerinin kafası bulunmalı... Fikir yerine şahısların etrafında toplananlar, şahıs güme gidince heykeline kaside okumaktan başka birşey yapamazlar. Buna zaten büyük fert müsaade etmez. En kötü patron, nefsini fikir ve hakikatin üstünde görendir. En iyisi de kafasını vicdanının koluna sıkıştırıp murakabe edebilen... “

     

    “Şimdi iş, dedelerimizin toprak muvazenesinden sonra onların ruh ve ahlâk dengelerini elde etmekte... Bu dâva, hepsi beş heceli İki kelimeye sığar: Allah, Peygamber...”

     

    Kitaplarla arası pek iyi olmayan arkadaşlara, ideal, fazla göz korkutmayan bir Üstad başlangıcı olacaktır zannımca. Sonunda incecik bir eserin nasıl bu kadar etkileyebildiğine de şaşıracaklarını garanti edebilirim.

    • Like 1

  7. Kemal Kılıçdaroğlu, CNN Türk’te Enver Aysever’in sorusu üzerine Atatürk’ün bu ülkede yaşayan herkesin ortak paydası olduğunu söylemiş. Hızını alamamış olacak ki, “Atatürk’e karşı çıkmak vatan hainliğidir” incisini de düşürmüş ağzından. Sonra şu beylik cümleyi sarf etmiş: “Atatürk bütün mal varlığını bu ülkeye bağışlamıştır.”

     

    Yoksa başka bir ülkeye mi bağışlamalıydı? diye başlayabilirdim söze ama öyle yapmayıp sırayla cevaplayacağım.

     

    Demokratik bir ülkede kişiler ‘ortak payda’ olamaz. Bu tamamen anti-demokratik bir düşünce şeklidir. ‘Ortak payda’ her zaman halktır. Payda her zaman paydan büyük olduğuna göre millet nasıl Atatürk’ten küçük olur? Tersine, Atatürk milletin paylarından biridir. Hem başka payları da vardır milletin. Din, tarih, gelenek, dil, bayrak…

     

    Atatürk’e karşı çıkmak neden ‘vatan hainliği’ olsun ki? Ancak totaliter bir görüşe sahipseniz ‘ortak payda’ olarak kurguladığınız Atatürk’e aykırı bir görüşü ‘vatana ihanet’le yaftalarsınız. Peki Atatürk vatanla özdeş midir? Milletin kendisi midir? Nasıl böyle bir ilahlaştırmaya gidilebilir? İtalyanlar Garibaldi’ye, Amerikalılar Washington’a, Fransızlar Napolyon’a, Almanlar Bismark’a karşı çıktıklarında vatanlarına ihanet etmiş mi olurlar? Kendilerine söylendiğinde şaka yaptığınızı zannedeceklerinden de emin değilim. Hakaret olarak görürler olsa olsa.

     

    Atatürk ‘bütün mal varlığı’nı millete bırakmışsa o zaman CHP’ye bıraktıkları ne oluyor? Yoksa Atatürk ile milleti özdeşledikleri gibi millet ile CHP’yi de aynı mı kabul ediyorlar? Ediyorlarsa bu ‘millet’ kendilerine oy veren yüzde 20’den mi ibarettir? Geriye kalan yüzde 80 millet değil midir?

     

    MAKBULE HANIM’IN ADASI VARMIŞ

    Hem sonra Atatürk’ün CHP’ye bıraktığı mal varlığına ne diyeceğiz? Atatürk Hind Müslümanlarının gönderdiği yüklü meblağı aynı parayla kurduğu İş Bankası’nda nemalandırmış, muazzam bir servet edinmişti. Ayrıca satın aldığı veya hediye edilen ev, tarla, bahçe ve çiftlikleri, hatta lunaparkı bile vardı. Bunların büyük kısmı vasiyetnameyle hazineye devredilmişti.

     

    Hazineye neden devrettiğini de incelemekte fayda var. Öncelikle devretmemiş olsaydı Türkiye’nin en büyük toprak ağası, Makbule Hanım’ın ikinci kocası Mecdi Boysan (ö. 1946) olacak ve bugün bile devam eden bir dava yumağı içinde kalacaktı gayrimenkuller. Nitekim Makbule Hanım’ın Atatürk Orman Çiftliği’nde hissesi bulunduğu için dava açtığını 1950’li yıllara ait “Cumhuriyet” gazetesinden okumak mümkündür.

     

    Hayır, Atatürk ‘bütün mal varlığı’nı millete devretmemiş, nakit ve gayrimenkullerinin bir kısmını CHP’ye bırakmıştı. Başkalarına da bırakmıştır. Mesela Makbule Hanım’a bıraktığı ve sonradan parça parça sattığını öğrendiğimiz arsalar, portakal çiftlikleri, hatta Eğirdir Gölü’ndeki Can Adası neci oluyor? Demek ki Atatürk kız kardeşine ‘ada’ dahil bazı gayrimenkuller bırakmıştı.

     

    Atatürk mallarını 12 Haziran 1937’de hazineye devrettikten sonra 5 Eylül 1938 tarihli vasiyetnamesiyle bütün nakit ve hisse senetleriyle Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul mallarını CHP’ye bırakmıştı. Nakit ve hisse senetlerinin İş Bankası tarafından nemalandırılmasını, Makbule, Afet, Sabiha, Ülkü, Rukiye ve Nebile’ye maaş bağlanmasını, Sabiha’ya ev alınıp üstüne bir de para verilmesini, Makbule’ye yaşadığı sürece Çankaya’daki evin tahsisini, İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini tamamlamaları için para yardımı yapılmasını ve her yıl nemadan artan miktarın yarısının Tarih, öbür yarısının da Dil kurumlarına bırakılmasını vasiyet eden Atatürk’ün ‘bütün mal varlığını millete bıraktığını’ nasıl söyleyebiliyorlar? Hayret.

     

    DAMAT FERİD’İN HİSSE SENETLERİ

    Geçenlerde ‘hain’ Damat Ferid Paşa’nın torunlarından Halil Hurşit Bey, İş Bankası’nın ortağı olduğunu iddia edince ortalık fena halde karışmış. Bir süre sonra anlaşılmış ki, iş gayet ciddi: Meğer Damat Ferid’in torununun elinde vaktiyle İttihatçıların kurduğu İtibar-ı Milli Bankası’nın hisse senetleri varmış. Bunları kaydileştirmeye gelmiş bankaya. Nedense bu işlem sırasında arbede yaşanmış. Belli ki güçlerine gitmiş banka yetkililerinin. Malum İtibar-ı Milli, muazzam kaynaklara sahip bir bankaydı. El çabukluğu marifet bir günde İş Bankası’na dahil edilivermişti. Bu haberden öğrendik ki, Damat Ferid de Atatürk ile İş Bankası’nın ortaklarındanmış! (Sabah, 28 Aralık 2012)

     

    Gözden kaçan bir ayrıntı daha: Başlangıçta Atatürk, üzerindeki bütün taşınır ve taşınmaz malları CHP’ye devretmek istemiş, ancak hukukçuların iyi bildiği ‘mahfuz hisse’ (saklı pay) sorunu yüzünden özel bir kanun çıkarılması gerekmişti. Nedense 1937’de bu kararından vazgeçti, CHP’ye ve bazı yakınlarına bıraktıkları dışındaki mallarını hazineye devretmeye karar verdi. Neden böyle bir karara vardığını İnönü’nün 12 Haziran 1937 tarihli Meclis konuşmasından öğreniyoruz.

     

    İnönü’ye göre Atatürk, çiftlikleri CHP’nin malı olarak saklıyordu. Şimdi hazineye terk etmesi, CHP’nin artık hükümetten ayrı bir siyasal kuruluş olmaktan çıkmış, hükümetle kaynaşmış, milletin ve devletin ‘ortaklaşa bir kurumu’ haline gelmiş olmasından kaynaklanıyordu. Nitekim Nadir Nadi, “şimdi parti ile devletin aynı şey olmak derecesine yükselmiş olmasından dolayı Atatürk’ün çiftlikleri doğrudan hükümetin yönetimine emanet ettiğini” yazacaktı

     

    NAKİT VARLIĞI CHP'YE

    Atatürk mallarını bağışladığının ertesi günü “Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.” demiştir. Bence yalnız canını değil, bütün nakit varlığını ve hisse senetleriyle Çankaya’daki taşınır ve taşınmaz mallarını da Türk milletine hediye etmiş olsaydı çok daha uzak görüşlü davranmış olurdu.

     

    Muhtemelen uzun bir süre çok partili hayata geçilmeyeceğini, geçilince de kurduğu partiyi yüzyıllarca ayakta tutacak bir mal varlığını garanti etmeyi tasarlamıştı. Kendisi bu partinin kurucusu ve her şeyiydi, öldükten sonra da kendisini savunacağını biliyordu. Bu yüzden parti ile devleti bütünleştirdikten sonra mal varlığının bir kısmını hükümetin, öbür kısmını da partinin tasarrufuna bırakmıştı.

     

    Demokrat Parti bu mal varlığına hükümet adına el koymaya kalkışınca ortalık toz duman oldu. Darbenin sebeplerinden biri de Menderes’in, devletin gayrimenkullerini partiden geri almaya kalkma günahını işlemesiydi. Onlara dokunulamazdı.

     

    Kılıçdaroğlu’nun diline vurmuş olan “ihanet” vurgusu, arkasına saklanıp nemalandıkları Atatürk’ün maddi mirasından güç almaktadır. Kendilerini devletle, onu da Atatürk’le aynılaştıranların neden ikide bir “Atatürk herkesin ortak paydasıdır” dediklerini anlıyorsunuzdur artık. Hem bu ‘karşı çıkan’ herkesi hainlikle damgalama alışkanlığından vazgeçseler iyi olur. Zira bizzat hatıratında ona nasıl ‘karşı çıktığı’na dair satırlarla karşılaştığında İsmet Paşa’nın bile ‘hain’ ilan edilme riski doğabilir. Benden söylemesi!

     

    Mustafa Armağan

    • Like 1

  8. İNANMAK

     

    Gözlerinde hep o kuşların gözlerindeki incecik perdeye benzer şeffaf bir tül... Fikri, göz yaşlarının içinden süzüyormuş gibi, ağlamaklı:

     

    - Batmıyacağına inanarak, dedi, suya bas, yürür gidersin. İmkânsız olan inanmandır; su üstünde yürüyebilmen değil... İnanmaktan açayım, inanmaktan... İnanmak, insanoğluna vâdedilen bütün mucizelerin anahtarı... İnanmaya memuruz. Ne kadar kuvvetimiz varsa hepsini inanmaktan alıyoruz. Neye inanmıyorsan, sen o şeyde, kanatları kesilmiş bir kuşsun; uç bakalım, uçabilirsen... Eşya ve hâdiselerin varlığı, kendisini, kendi zatî varlık hey'etinden evvel, bizim inanmamıza borçlu... İnandığımız herşey var; inanmadığımız hiçbir şey yok.

     

    Sustu; ince ve esmer dudaklarını buruşturdu, devam etti;

    - Sezmiyor musun ki, bütün kâinat misilsiz bir tılsım kavanozunda, birkaç ışık, renk, çizgi ve ses oyunu içinde kendi kendisine hiçbir vücut sahibi olmadan, sadece bir vücut fikri yüzü suyu hürmetine varlık şartlarına bürünen muhteşem bir yokluk plânından ibaret... Bu yokluktan o varlığa, tek bir geçit yol veriyor. Ruhumuzda kıl kadar ince bir geçit... İnanmak!... Bu âlemde insandan başka her unsur, tam ve mutlak bir inanma uykusunun huzuru içinde... Cemal, nebat ve hayvan, memur oldukları işlerin tam ve mullak imanına bürülü... Halbuki İnanmak, büyük ve sonsuz iman, inanmanın tâ kendisi, ruhu ve cevheri, insana mahsus... İnsan inanacaktır; ve bütün insanları peşi sıra götürecek...

     

    Bir ân, asma kütüğünün içini oyan bir kurdun diş seslerini duydum. Peşinden Tanrıkulunun sesi yetişti;

    - Mektep kitaplarının sayfalarında, kibrit çöpleriyle aydınlattıkları birkaç bin senelik tarihe bak! Bu güne kadar insanlık, her neye ve nasıl inanmış olursa olsun, yalnız İnanmanın eserini vermiş... İnanmış, toprağı ekmiş... İnanmış, şehirleri kurmuş... İnanmış, meydanları açmış... Ve inanmış, imanının başı üstüne, çın çın öten kubbeler çekmiş... Maddeyi zerre zerre teftiş edip her zerrenin öbüriyle münasebetini aramaya kalkışmış... Mermeri, içinde bir nabız çarpıp çarpmadığını anlamak için talaş talaş yontmuş... Sadece inanmış... Ve eline geçen her şeyi, inanmanın nema payı olarak kazanmış... Şimdi bak, dikkat kesil! Nihayet, insanoğlu, nema payını sermaye zannedip ana sermayeyi o türlü ihmâl eder olmuş ki, tarlalarını samyeli basmış, şehirlerini zelzele, meydanlarını ihtilâl ve kubbelerini zifirî karanlık... Zerre zerre teftişe kalktığı madde, kılı halat kadar gösteren pertavsızlar ve bir dairede kaç çizgi ve her çizgide kaç nokta bulunduğunu hesaplayan düsturlar altında, kendi yokluğunu bizzat haykırmaya başlamış... İçindeki nabız seslerine doğru talaş talaş yontulan mermer, merkezine yaklaştıkça korkunç sar'a nöbetleriyle çatlamaya yüz tutmuş...

     

    Gözlerinin keskin cımbıziyle iki kaşımın ortasından yakaladı;

    - Bütün bunların hesabı tek kelimelik... İnanmamak!.. İnsanlık şimdi; inanmamak devrinin tam kemâlinde... Çevir başını da şu mezarın küflü kavuğundan arkadaki duvara, duvarın üstündeki kırık kiremitlerden şehire, şehirin en yüksek minaresinden en yüksek buluta; ve oradan bütün yeryüzünü görüyor musun?

     

    - Bütün yeryüzünü görüyorum.

     

    - Orada ne görüyorsan, topyekûn şu mutlak illete bağlayabilirsin... İnanmamak!.. Zamanımız, inanmamanın kâmil ânını; ve mekânımız, inanmamak buhranının kâmil cümbüşünü çerçeveliyor.

     

    Sesinde, kemanın en tiz perdesinden en kalınına geçer gibi bir ahenk değişikliği:

    - Usûlümüze dikkât et! Muhitten merkeze doğru gitmiyoruz; yolumuz, merkezden muhite doğru... Bir dairede merkez, yerini ve yurdunu değiştirmesi mümkün bir unsur, bir eşya değil; bir esas, bir hikmet, bir bedahattir. Mükemmel bir hiza çizgisi üstünde bir sıra adama bakarken, göz yalnız adamları görür ve hizayı anlar; halbuki hiza diye elle tutulur, gözle görülür bir şey var mı ki? Sesi, duyulmayacak kadar hafifliyor; - Bedahatlere güven! Onlar ruhumuza gökten şimşek gibi düşen gerçekler... Şu gerçeği, bir müsellesin dört Çizgili olamıyacağı tarzında kafana mıhla ki, neye ve nasıl olursa olsun, insanoğlu, inanmadan bir gölgedir, su üstünde bir kırışık, bir esneme, bir aksırık, bir hiç!... Evvelâ inanmaya inan!.. Neye ve nasıl olursa olsun, inanmaya inan!.. Onsuz ne biz mevcuduz, ne de başka birşey... İstersen, bir odun parçasının tepesine sırmalı bir külah geçir ve ona inan!.. Fakat inan!.. Göreceksin ki, odun parçası, birdenbire, (Burak) kesilecek, dört ayağını yerden kesip havalanacak ve sana, evvelâ kendini, sonra da yeryüzünü fethettirecek... İnanmaya inanır inanmaz, İnanmanın da kime mahsus olduğuna hemen inanırsın!..

    (1943)

    • Like 1

  9.  

    Eleman "Adam olmak cinsiyet meselesi değil şahsiyet meselesidir" yazmış 406 RT 65 Fav. Yorumları da atlamayın derim. Yurdum insanının özellikle de Üstad konusunda nasıl da teyakkuz ehli olduğunu hayretle farkedebilirsiniz.

     

    Ve ben orada Murat Kekilli'yi gördüm sanki. Bu hesabın sahibi liseli bir sabi muhtemelen. Aksini ihtimal vermek istemiyorum da, peki ya onca Rt Fav? Ağlamaya gidiyorum ben...


  10. Biliyor musunuz size cevap yazmaktan sıkıldım. Bataklığın mikrop üretmedeki istadatı kadar sizde çürük fikir neşet etme becerisi var. Kusura bakmayın ama böyle. Kaçıncı mesajdır elle tutulur bir iddiayla gelemeyip bana sürekli aynı şeyleri yazdırdığınız için rica ederim kendinizi suçlu hissedin.

     

    Ne yani bu mektupları ben mi yazdım, sayın Bardakçı mı yazdı. Üstad kendisi bizzat yazmış. Neyi kabul edemiyor, neye savunmanız anlamıyorum. Burada magazin mi yapıyoruz, vayy Üstad ne zıpırmışsın ama tarzında bir tahfife, istihzaya mı gittik? Hayır. Vakti zamanında babıadideki sefil tayfadan Üstad olmadı mı oldu. E kendini kurtarmadı mı sonraları kurtardı..Eee mesele nedir?

     

    Hem şuradan kalkıp da Piraye'ye ve MoNa Rosa'ya olan uzun atlamayı ve hatta ciritle atlamayı bilemiyorum nasıl değerlendirmeliyim. Üstada aşk şairi rolü biçmeye çalışan mı oldu? Yo. Elbette Üstadı ahiri nasıl ise öyle değerlendireceğim ve ben bundan farklı bir şey mi dedim. O resmiyle aklımıza nakş etmişiz dedim değil mi? Beni teyid etmekten başka bir iş mi görmüş oldunuz. Sanmıyorum.

     

    Ben daha yazmayacağım, ayrıca gidin Kadın Bacakları'nın niye yazdın Üstadımız deyip kafanızı küvete sokunuz olur mu? Şuradaki bence Üstad'a dair artık yeni bir veSikaya ulaşmanın heyecanını ancak böyle hödükçe karşılanabilrdi bravo. Umarım elindeki diğer mektupları da neşreder. Bunda büyütülecek bir şey yok ki. Gençlik zaten Üstadı bilmesi gerektiği gibi biliyor. Bilkis bu azaltmaz değeri, nasıl da terakki kazandığını gösterir. Bana göre böyle.

     

    Her neyse hanım efendi, rica ederim salebinizle bence mektupları bir daha okuyun, acayip edebiyat ve tutku var. Gözünüzden kaçmasın.

     

    Güle güle.

     

     

    Şimdi kalkıp Murat Bardakçı ve gibileri için yazdıklarımı üzerinize alınıp sazanlık yapmanız müthiş olay. Baya da yazmışsınız cevap vermesem içimde kalacaktı. Kalmasın ama bana da yazık değil mi? :)

     

    Açıkçası sizin ne düşündüğünüz Üstadı ne olarak gördüğünüz ya da görmediğiniz zerre bağlamaz beni. Yazılarım da büyük oranıyla size yönelik değildi. Konuyu açan kişi olduğunuz için böyle hissettiniz belki de. Ama keşke size yönelik olsaymış. Aldığınız gard saçma insanlar için değil kendinize olurdu. Üzüldüm.

     

    Ben Üstad o mektupları yazmamış, ya da öyle bir aşk yaşamamış gibi bir iddiada mı bulundum ki kalkmış, gereksiz bir ithamda bulunuyorsunuz. Tam olarak yazdıklarımı okudunuz mu gerçekten de? Nokta nokta hanımefendiye olan aşkı kat’i yazmıştım hatta. Sizin anlayış melekenize bittabi laf etmeyeceğim. Ama bence bi gözden geçirin. Yazdıklarımı da açıklamıyorum tekrar.

     

    Üstadın aşk hayatı vesikaları mektupları… Ya adam zaten hayatını en ince ayrıntısına kadar serpiştirmiş kitaplarına. İstese bütün bunları da inciğine cıncığına kadar irdeleyerek yazamaz mıydı? Yazmamış anlatmamış çoğu zaman üstü kapalı geçmiş. Banane kardeşim o halde. Niye umurumda olsun. Ne üstüme vazife ne de onun hakkında merak ettiğim bir nokta. Bir bağyan olarak magazin ihtiyacımı bi Çağatay karşılıyor mesela. Size de tavsiyem olsun.

     

    Murat Bardakçı kendince Üstadı sevimli göstermeye mi çalışırmış bir de. Hay yesinler onun mantığını. Mektupmuş belgeymiş ara ara yayınlar o hiç merak etmeyin. Ama şimdi değil. Şimdi olsa ne işine yarar ki? Böyle aklı evvelin teki yine eski bir defter açar. Asıl oğlanımız 'Ama Necip Fazıl öyle değildiğğ bakın şu şu yönleri de vardı' ya döker olayı. Öyle. İş Necip Fazıl üzerinden rant sağlamak neticesinde. Acaip avantası var. Büyük balık. Kaçar mı?

     

    Aha! Üstad kadın bacakları hakkında şiir yazmış he? OMG! Ne büyük şok. He gidip kafamı küvetin içine sokup da gelirim şimdi. He canım he.

     

    Gençlik Üstadı yeterince tanıyormuş muş. Optimistliğine sağlık cicim. La utanmasalar Kurdoğlu Muslihiddin Reisin sözlerini Necip Fazıl imzasıyla yayınlayacaklar sosyal medyada. Kim kimi tanıyor. Ya da birilerine gaz vermeye çalışıyorsunuz da ben çözemedim olayı. Affedin lütfen.

     

    Salep değil sıcak çikolatam var şu an elimde. Afiyet olsun dediğinizi duyar gibiyim. Duyar gibi olmak bile yetti gözlerimi nemlendirmeye. Çok sağolun şekerim. Mektupları okudum da sizin "oda soba ve Üstad hazır olabilir gelmemiş de ohh olsun. Allah korumuş" yorumunuza ayrıca hayran kaldım. Yahu zamanında onun Kadın Bacakları hakkında şiir yazdığını söyleyen siz değil miydiniz. Ahahaha. Devam edemeyeceğim.

     

    Mümkünse evet cevap vermeyin. Ziyadesiyle mutlu edersiniz.

     

    ARO.


  11. Yorumunuza hem katılıyorum hem katılmıyorum. Evet Çile'nin yazılmasını kalkıp da sadece Nokta Nokta Hanımmefendi'ye isnad etmek belki cahilane, belki kasti bir girişim. Ama bu tamamen sizin de dediğiniz gibi o hanım efendinin Üstad'daki etkisini yok saymaz, sayamayız. Bab-ı Ali eserini ele aldığımızda aslında ilahi aşka geçişini neyin sağladığını kavrarız. Tabi bunlar birer basamaktı. Ama temel amil değil.

     

    Gerekli ve sıradanlık kısmına gelirsek. Bizler Üstad'ı zaten ne merhalelerden geçtiğini bilen, ve netice itibariyle de ortaya koyduğu davanın çapı, aksiyonerliği, fikir adamlığı kimlikleriyle kabul etmiş, öne çıkartmaşız. Şimdi biz bilelim bilmeliyim, yahud tabiri caizse sedir altı etmeye çalışalım, Üstad bu aşk mektuplarını yazmış, yeri gelmiş (bir kereye mahsus) esrar da kullanmış, at yarışı da oynamış, kumar da.. Bunlar bana göre O'nu sıradanlaştırmaz bilakis nasıl terakki kazandığını ispat eder. Hoş bunu muhasebe etmez bize düşmez ya o da ayrı mesele. Ama yıllardır O'ndan fikrinden beslenen, ideolojisini O'ma borçlu olan aklı selimler sizin anladığınız tarzda bu zokayı yutmaz. Sadece bilinmelidir bence, ben öyle düşünüyorum. Ve hakkında menfi müspet her vesikanın, evrakın hemen hemen cem edildiği bu sitede de bulunması bana göre elzem.

     

    Bunu bidim de Üstad gözümden mi düştü? Tabii ki hayır ne diyor Atilla İlhan;

     

    Tahir olmak ta ayıp değil

    Zühre olmak ta

    Hatta sevda yüzünden ölmek te ayıp değil...

     

    :)

     

    Şaka bir yana magazin boyutundan ziyade ben şahsen Üstad adına gizli bir hususun ortaya çıkmış olmasından ötürü heyecanlandım. Hatta keşke kadının adını da vereydi. :)Rahat olmak lazım, neticede Üstad da bir insandı.

     

    Murat Bardakçı'nın yazısını başka bir zaman okusam, gülüp geçer, belki de Üstad'a magazinsel bir bakış açısı da ben katardım. Aynadaki Yalan'ı okurken az merak etmemişimdir Mine'nin gerçekte kim olduğunu. Fakat şu anda yapılmaya çalışan olay tamamen farklı. Necip Fazıl sağcı gençlik tarafından yeniden fark edildi. Doğru düzgün tanıyorlar ya da tanımıyorlar. Ama sıradan bir şair değil kimsenin gözünde. Farklı. Fikirleriyle davasıyla ön planda. Sosyal medyada Üstad'a ait olmadığı halde ona atfedilen sözlere dahi bakıldığında onun romantik bir aşk şairi değil, gerçek bir dava adamı olarak görüldüğünü anlayabiliriz. Nazım Hikmet mesela. Adamın aşkları özel hayatı, Piraye'si Neva'sı dava ve şiirlerini çoğu zaman gölgede bırakmış. Bir Sezai Karakoç. Onu meşhur eden herkesçe tanınmasına sebep Mona Roza'sı. Fikirlerini belki yazdığı birçok kitabını Mona Roza'nın her harfini ezbere bilen birçok kişi duymadı bile.Üstad eğer isteseydi, Türk edebiyatında romantizmin en önde giden atlısı olurdu. Şiirleri öyle olurdu, kitapları, piyesleri. Aşklarını öldükten sonra kimsenin kurcalamasına gerek kalmadan kendisi dökerdi ortaya. Doğrusuyla yanlışıyla her şeyiyle bütün olarak bir fikir adamı dava adamı olarak bilinmek istedi ve biz de onu öyle biliyoruz. Evet at yarışı da oynamış, uyuşturucu da kullanmış. Kumar olan düşkünlüğünü zaten bilmeyen yok. Fakat sonunda kendini adadığı o yüce davanın hizmetkarı olarak yummamış mı hayata gözlerini? Senelerini bu uğurda tüketmemiş mi? Beni ilgilendiren hayatının bu kısmı.Bu onu gözümde büyütmek falan da değil. Sadece neden şimdi çıkıyor tüm bunlar? Adam yememiş içmemiş iddiayı geçtim türlü türlü kanıtlarla Üstad'ın davasında belki de mihenk taşı olan Çile'nin bir kadına yazıldığını isbatlamaya kalkmış. Peki ya onu belki zerre miktarda tanımasa, taş çatlasa iki-üç kitabını okumamış olsa da sadece sosyal medyada paylaşılan sözleriyle bile davasını fikirlerini benimseyen gençlerin hissedeceği o şey?


  12. Kusura bakmada bence sen gün boyu evde oturdun galiba bi dışarı çıkta insanların çektikleri çileyi gör.Karı seyir etmeyi onun yere varışını izlemeyi bende seviyorum fakat kar büyükşehire yakışmıyor...

    45 dk herhangi bir ulaşım aracı bekleyip, gelmeyince tabanları yağlayan 3 km yürüyen, elleri ve yüzü morarmış halde evine vardığında apartman girişinde ayağı kayan kaba eti üstüne çok fena düşen birisi olarak hiç de komik bulmadım bu cevabı tamam? :P Biraz sakinleşmişim elimde sahlepim mutlu mesut romantik bir şeyler karalamışım siz kalkmış ne diyorsunuz?... Ben tüm bunlara rağmen seviyorum kardeşim karı soğuğu tipiyi. Birazdan da çıkıp arkadaşlarla olmazsa olmazımız kardan atam heykeli yapacağım. :)Şaka bir yana ne olursa olsun sonunda eve geliyoruz işte. Sıcak çay var kitaplar var, internet var, nfk var.:) Günün bu şekilde sonlanacağını umut dahi edemeyen insanların gerçekten Rabbim yardımcısı olsun. Bizimkisi boş laga luga. Zemherir soğuğu denilen şey tam olarak bu sanırım. Ve fena donduruyor.

  13. Saçmalamış kısaca.

     

    Üstad'ın aşık olduğu nokta nokta hanımefendi ve Çile? Nokta nokta hanımefendi Üstadın eserlerinde zaten geçer. Varlığı, aşkı kat'i. Ama Çile'yle alakası, şüphe bile duyulmayacak derece safsata. Hele ki tamamen bu şiirin varlığını nokta nokta hanımefendiyle ilişkilendirmek... Ancak öyle bir kafadan çıkardı. Şaşırmıyorum da. Ama nedense Ayşe Hür'ün tweetlerinden daha çok midemi bulandırdı şu yazı.

     

    Mektuplar bulunur bir şekilde. Siteye de koyarlar herhal. Sorum şu, gerçekten gerekli mi? Üstadın özel yaşamının bu kadar ayrıntılarıyla merak edilip incelenmesi biraz da onu sıradanlaştırmak oluyor bana kalırsa. Herkesleştirmek. Ve çalışılan da onu diğer tüm boyutlarıyla sıfıra indirgeyerek, basit bir magazin malzemesine dönüştürmek. Umarım yemeyiz.


  14. Yüzümü güldürdü bu yazı biraz önce. Sizin de gülsün istedim.

    Maddelere yeni yorumlar ve eklentiler yaparsanız da ayrıca güzel olur. :)

     

    ANNENİZ lahana ya da patates haşladığı suyla bulaşık yıkamışsa;

    ...

    SOFRADA çatalın dibiyle, örgü ve dantel örerken de kilitli iğne, tığ ve şiş ile kulağını kaşıyıp, üstüne bir de Ohhh ne tatlı kaşınıyor! diye keyiflendiyse;

    ...

    EVLAT veya torunlarından birini çağırmak isterken bütün sülaleyi saydıysa;

    ...

    İNEĞE saman küspe ve süt yeminden sıcak suyla yal yaparken, komşunun gönderdiği portakal kabuklarını da ekledikten sonra, Ohh miss gibi de koktu dediğinizde, Bir tabak da sana ayırayım mı evladım dediyse;

    ...

    MOBİL telefonunun kontörünün şarjla bir alakasının olmadığını anlamadıysa;

    ...

    KIŞIN su çeken ayakkabılarınıza poşetten içlik yaptıysa;

    ...

    EVDE tüm hijyeni minnacık Mintax kutusuyla sağladıysa;

    ...

    SİZİ yıkayıp, derinizi bir alt tabakaya inecek şekilde inceltmek suretiyle keseledikten sonra, kaynar suyu sırtınızdan aşağı boca edip dünyanızı kararttıysa;

    ...

    KÜÇÜK bir kangal sucuğu yedi nüfusa bir ayda yedirdiyse;

    ...

    İŞTE o annenin eli öpülüp başa konur... Eşantiyon olarak da ayağı öpülür...

    • Like 1

  15. İstanbul'da yaşayıp da ondan bu kadar uzak hisseden benden başka birisi var mıdır bilmiyorum. Özellikle kar yağdığı zaman iyice ayyuka çıkıyor şu özlem. Sahi şimdi ne güzel olmuştur Fatih, Süleymaniye, Mihrimah... Eminim en çok da martı ve güvercinler yakışmıştır beyaza. Ya Eminönü, Haliç. Üstadın anlattığı siyah dumanlı bembeyaz vapurlar. Barok bile daha bizden gözüküyor kar altında. Bilen bilir. Yani Ortaköy elbette. Allah aşkına bir kere de an'ı tüm bunları fark ederek geçirelim. Beyazla başlayıp içi sıkıntıya boğan klişe haberler yapmasın mesela gazetelerimiz. Çileyse çile tamam. Ama dünyanın başka hangi şehrine bu kadar yakışır ki beyaz gelinlik. Güzeller kaprisli olur. Değmez mi çekmeye? Değer vallahi de değer.

     

    Üstad ne güzel yazmış. Okumamıştım daha önce. En güzeli, en yaraşır bir dille tanıyabilmek de ancak Üstad'ın harcıdır zaten. Ancak onun kaleminden böyle hissedilir.

     

    Evet İstanbul. Sen hep kar altında kal. Evet.

    • Like 1

  16. Ahkâm Kesenlerin Yedikleri Naneye Bakın!

     

    Bir "gazeteci"nin "gözü açık, kulağı delik" olmalıdır... Olup-biteni görmeli, söylenen her şeyi de duymalıdır.

     

    Ne var ki; bir "kafa meşguliyeti"nde veya bir "dikkat dağınıklığı"nda, gözleri görmez, kulakları duymaz oluyor insanın!.. Hani var ya; yanında "davul" çalsa veya "Bremen Mızıkacıları"nın çıkardığı gürültü kulakları sağır da etse, duymadı mı, duymuyor işte...

    Ben de, son günlerde böyle bir "halet-i ruhiye" yaşıyor olmalıyım ki, kopan "kızılca kıyamet"ten haberim olmadı...

     

    Meğer, bir yandan merhum Necip Fazıl Kısakürek etrafında, bir yandan da Eğitim-Bir-Sen üyelerinin derslere "başörtüsü" ile girmesi etrafında öyle "gürültü" koparılmış, öyle "fırtına"lar estirilmiş ki; görmemişim, duymamışım!..

    Demek oluyor ki;

    En yakın zamanda "kulak"larımdan ve "göz"lerimden muayene olmam gerekiyor.

    İşin doğrusu; yazılanları iyi ki görmemişim, söylenenleri iyi ki duymamışım!..

    Yoksa, o "öfke" ile oturur, iyi bir "küfür" saydırırdım...

    Ne var ki;

    "Sonradan" duymuş/görmüş olmam, yazı yazmayacağım anlamına gelmez.

    Elbette yazacağım...

    Ama, daha soğukkanlı...

     

    MENDERES'E MEKTUPLAR

     

    Efendim, bendeniz "başka gündemlere" odaklanmışken, bazı gazeteler ve bazı yazarlar "Necip Fazıl'ın mektupları"na takmış kafayı...

    Neymiş, Necip Fazıl, dönemin Başbakanı Adnan Menderes'e mektuplar yazmış, ondan "para" istemiş... Adnan Menderes de "örtülü ödenek"ten para vermiş ama Necip Fazıl, bu paraları "kumar"da yemiş!..

     

    İyi de;

    Star'dan Taha Kıvanç'ın yazdığı gibi, bunlar bilinmeyen ve yazılmayan şeyler değil ki...

    Menderes ve arkadaşlarının yargılandığı Yassıada'daki 'örtülü ödenek' davasında... Yassıada zabıtları Celal Bayar'ın torunu Emine Gürsoy Naskali tarafından yayınlanıyor; ilk cilt 'örtülü ödenek davası' ile ilgilidir.

    Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan'ın 6 Eylül 2006 tarihli yazısı "Necip Fazıl'ın Menderes'e Mektubu ve Türk Sağı" başlığını taşır. En son Hürriyet'te, "1960 dönemi belgeleri darbe komisyonunda" başlıklı haberde de geçti mektuplar...

    Yani, o olay ıcığına-cıcığına kadar işlendi... Yazılmadık bir şey kalmadı... Kaldı ki; merhum Üstad, tüm bu "günah"larını tek tek saydı, "tevbe" ettiğini açıkladı...

    O halde, niye "Necip Fazıl'a çamur atma kampanyası" açıldı?..

    Sebebi çok basit:

    "Hükümet'e doğrudan çakamayan" gazeteler ve yazarlar, mesela Necip Fazıl'la ilgili "itibarsızlaştırma" kampanyası açıyorlar ki, mesaj açık;

    "Kızım sana söylüyorum,

    Gelinim sen anla!"

     

    ÇÖPLER VE KÖPEKLER!

     

    Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan, kendilerinin "Büyük Doğu" ekolünden geldiklerini söyleyip, zaman zaman Necip Fazıl'dan şiirler okuyorlar ya; açtıkları bu kampanyalarla demek istiyorlar ki;

    "Alın size Üstad dediğiniz adam!.. Hem Menderes'ten para dilenmiş, hem kumarbaz!"

    Oysa, şunu bilmiyorlar;

    Biraz önce de yazdığım gibi; Üstad Necip Fazıl, hiçbir zaman "günah" ve "kusur"larını örtbas etmeye çalışmamış, tam aksine hepsini tek tek anlatmıştır ki, arkasında "gizemli bir konu" kalmasın!..

     

    "Tevbe" edip, "af" dilediği günahları onu küçültmemiş tam aksine Üstad günahları küçültmüş, hepsini geride bırakarak büyümüştür.

    İşte onun büyüklüğünü gösteren bir olay:

    Bir "konferans"ından sonra bazı gençler, "Sakarya Türküsü"nün büyük şairi Necip Fazıl'ın etrafında toplanırlar... İçlerinden biri der ki;

    "Anlattığınız fikir hayatı içinde sizi de görmek istiyoruz."

    Üstad, şu cevabı verir:

    "Ben özlenen İslam çiçeğinin sadece gübresiyim."

    Bir insan ki, kendisini "gübre" olarak görüyorsa, o insan kendini aşmıştır!..

    Belki de, "bugünleri" görmüş ve söylenecekleri tahmin etmiş olmalı ki, şöyle demiştir;

    "Ben geçmişimi dürdüm, büktüm ve kaldırıp çöpe attım. Bu çöpleri ise ancak kediler köpekler karıştırır."

     

    Umarım, "sözün adresindeki" çamurlar, bu mesajı almışlardır!..

     

    ÖLÜNÜN ARDINDAN KONUŞMAK!

     

    Bir de, "madalyonun öteki yüzü"ne bakmak istiyorum... Hatırlarsınız; Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Güven Erkaya'nın ölüm haberini verirken, "Hakkımızı helal etmiyoruz" diye bir başlık atmıştık...

     

    Ne ilginçtir ki;

    "Topyekûn bir saldırı"ya maruz kalmıştık. Herkes, üzerimize çullanmıştı;

    "Hiç ölünün arkasından konuşulur mu? Siz ne biçim Müslüman'sınız ki, İslam; ölülerin hayırla yad edilmesini isterken, siz hakkınızı helal etmediğinizi söylüyorsunuz!"

    Gereken cevabı o günlerde vermiştik ama "Üstad Necip Fazıl" vesilesiyle bir defa daha soralım kendilerine;

    "Ölünün arkasından konuşulmayacağını söyleyen sizler, 30 yıl önce vefat etmiş bir adamın arkasından niye konuşuyorsunuz"

    Bu mu "ilkeli" yayın?..

    Bu mu dürüstlük?..

    Ve bu mu tutarlılık?..

    Ne yani;

    Biz yazınca "tu kaka" oluyor da, siz yazınca "gazetecilik" mi oluyor?..

    Açık ve net söyleyeyim;

    Bugüne kadar hiçbir "söyleminiz"de dürüst olmadınız, hiçbir iddianızda "samimi" davranmadınız!.. Neye el attıysanız, neyi savunduysanız, lime lime oldu, elinizde kaldı!..

    Ne yani; biz de şimdi Türkan Saylan'ın "kilise paraları" ile "çağdaşlık" tasladığını bazı "Ergenekoncu generaller"in "Almanya desteği" ile "ulusalcılık" yaptığını mı söyleyelim?..

    Hatta, "daha gerilere" gidip "Burla Biraderler"den, "Nazi paralarıyla kurulan matbaalar"dan ve "İran Şahı'nın desteği" ile kurulan gazetelerden mi söz edelim?..

     

    YA SİZİN YAPTIKLARINIZ?

     

    İsterseniz, "daha berilere" gelip, Ahmet Kekeç'in sorduğu şu soruları soralım.

    "İyi söylüyorsun da aslanım, iyi söylüyorsun da; 'Yaptığınız darbeyi destekleyeceğiz, ihale lazım' diyen medya patronlarının icara çıkardığı kalemleri neden yazmıyorsun?

    Şu 'enerji dağıtım ihalelerine' bak bakalım, ne göreceksin?.. Hangi grup, ne karşılığında, 'dağıtım imtiyazını' aldı?

    Hangi ara dönemde, hangi medya patronu banka sahibi oldu?

    Dağıtım karteli neyin diyetiydi?

    Hangi meslek büyüğü, karargahta, 'Açtır muslukları, al gazetelerimin ve televizyonlarımın desteğini' pazarlığı yaptı?

    Hangi gazeteci maden işletmelerine 'murahhas aza' seçildi?

    Hangi genel yayın yönetmeni ilgili bakanlığı arayıp, 'Karton fabrikamız için kredi istiyoruz! Vermezseniz...' diyerek kolpa yaptı? Kolpayı tutturamayınca ana avrat dümdüz gitti? (...)

    Madem rakip kuruluşun satın aldığı televizyon ve gazeteleri dert ediyorsun ve 'etik, ahlak, namus' dersi veriyorsun, kendi patronuna sor bakalım 'ilk dört yılı ödemesiz, düşük faizli devlet kredisini' başka hangi medya patronu kullanmış ve elinde '500 milyonluk çek'le 'Bu televizyonu ve gazeteleri isterim. Vermezseniz...' diyerek TMSF'nin kapısında rezalet çıkarmış?"

    Hem bütün bunları yapacaksın, hem de merhum Necip Fazıl'ın, o da "dergisini çıkartmak" için Menderes'ten istediği paraya takacaksın kafayı!..

    Adama derler ki;

    "Alan da gaçan mı?"

    Sen, Necip Fazıl'a, onun üzerinden de Gül ve Erdoğan'a çamur atmadan önce, kendi paçandan akan "necaset"e ve arkanda sallanan "çakıldak"lara bir bak!..

    Tamam, sizler "bu mahalle"de yaşayan insanların "günah"larını seversiniz bilirim ama, bir de "kendi mahallenizdeki" insanların kursaklarından midelerine inen "haram"lara da bir bakıverin!..

    Çünkü, çoğunuz;

    "Haram çukuru"nda yüzüyorsunuz!..

    Çoğunuz, "yetim hakkı" yiyorsunuz!..

     

    ÇGD ADLI KURULUŞ!

     

    Dedim ya;

    Bunlar, hiçbir iddialarında "samimi ve dürüst" değil!..

    "Olaya göre tavır" bunlarda!..

    "Gazeteye göre tepki" bunlarda!..

    Tam bir "ikiyüzlülük" içindeler.

    Önceki gün, Ankara Büromuzdan Furkan Altınok, şöyle bir haber geçmiş;

    "Hoşlarına gitmeyen her haberimize 'hedef gösterme' diyen Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin Başkanı, ikiyüzlülükleri yüzlerine vurulunca sus pus oldu

    'Öğretim yuvası Fakülte'nin örgüt evine çevrilmesi' ve 'Marksizm propagandası yapan Öğretim Üyesi'yle ilgili haberlerimize 'hedef gösterme' diye tepki gösteren Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin Başkanı Ahmet Abakay, kendisine yönelttiğimiz soru karşısında bocaladı... Sorduk kendisine; 'Bizim yaptığımız hedef gösterme ise, kimi gazeteler daha düne kadar üniversitede türban avı yapıyordu; bugün de hemen her gün okulda türban haberi yapıyor. 'Derse türbanlı girdi' başlıklarıyla öğrencilerin, öğretmenlerin fotoğraflarını yayınlıyor. Bu ne peki?' şeklindeki soru karşısında zor anlar yaşadı.

    Abakay, bu soruya; 'Bana ne o haberlerden. Hem görmedim de. Bilmiyorum yani' şeklinde cevaplar verdi. Başkan 'Bir gün olsun, o gazeteleri de bu haberlerinden ötürü kınadınız mı, onlar için de 'hedef gösteriyorsunuz' dediniz mi?' şeklindeki soru üzerine ise, bir hayli sinirlenerek, çareyi telefonu kapatmakta buldu."

    Görüyorsunuz ya;

    Tam bir çifte standart!..

    Hani bir söz var ya;

    "Evin hanımı kırarsa kaza,

    Hizmetçi kırarsa ceza!"

    Eğitim Bir-Sen üyelerinin "sivil itaatsizlik" kapsamında derslere "başörtüsü" ile girmelerinin fotoğraflarını çarşaf çarşaf yayınlayan gazetelerin yaptığı "hedef gösterme" olmuyor ama Akit'in yayınladığı bir haber veya fotoğraf "hedef gösterme" oluyor!..

    Bu "çifte standart"lar, bu "ikiyüzlü-lük"ler devam ettiği sürece, bu ülkede "empati" de olmaz, "sempati" de!..

    İstiyorlar ki;

    Onlar bize vursun, biz susalım!..

    Kusura bakmayın ama;

    Bizim elimiz armut toplamıyor!..

    Hele bir vurun;

    Cevabını misliyle alırsınız!..

     

    Telefonda doğru söyler, Savcı'da şaşırır!

    Sen neymişsin be Karadayı?.. "Darbe borazanları" dediğimizde kızan, ama "darbeciye çanaklık" yapmaktan vazgeçmeyen gazeteler, senin için demişler ki; "Görev yaptığı dönemde Irak'ın kuzeyine yapılan Çelik Harekatı ve 28 Şubat sürecindeki irticaya karşı dik duruşuyla Amerika'nın hedefi oldu!.. Karadayı, ABD'ye vurulan 2 darbenin mimarıdır!"

    Belgeler ve hatta internete düşen "5 ayrı ses kaydı"nda "bizzat kendisi" de diyor ki; "27 Mayıs'tan 12 Eylül'e, 28 Şubat'tan 27 Nisan'a kadar tüm darbe ve müdahalelerde bulundum!"

    O ses kayıtlarında "Cumhurbaşkanları"nı, "Başbakanları" ve "parti başkanları"nı nasıl "tehdit" edip, "hizaya" soktuğunu da övünerek anlatıyor... Çevik Bir; "BÇG faaliyetleri Karadayı'nın emir, direktif ve bilgisi dahilinde yapılmıştır" derken, Güven Erkaya da; BÇG'nin "Karadayı'nın talimatıyla kurulduğunu" söylemişti!..

    Gelin, görün ki; gözaltına alınmadan önce "efelenen" komutanların çoğu, yakalandıktan sonra bir anda "hafıza kaybı"na uğruyor ve her şeyi unutuveriyor... Anlayacağınız; "unutkanlık" modasına Karadayı da uydu!.(2013-01-06)

    • Like 1

  17. Majid Majidi'nin filmlerinin hepsini çok beğenirim. Ama Cennetin Rengi ve Cennetin Çocukları çok da büyük olmayan film repertuarımda ilk sırayı çeker.

     

    Fakir edebiyatı denilen çok da hazetmediğim o şeyi Majidi öyle güzel aktarır ki, gözyaşlarınıza hep buruk bir gülümseme de eşlik edecektir. Baymaz, bunaltmaz. Biteceği noktayı iyi bilir. Devam etse edebilecek birçok konu, bir anda en katı yürekleri bile yumuşacık bir hale sokar ve usulca terkeder ekranı. Baran vardır mesela. Hayatımda izlediğim en güzel aşk filmidir. O da bol miktarda fakir edebiyatı barındırır bünyesinde belki ama, bir adamın iki kelam etmediği ve belki de ömründe bir daha asla göremeyeceği bir kız için feda ettiği o kimlik bencilliğin sınırlarını nasıl bu kadar zorlayabildiğimizi düşündürtür. Güzeldir Majid Majidi'nin işlediği her tema. Göze çirkin gelse de yüreğe güzeldir. Katılaşmış kalpleri yumuşatma amaçlı hafta sonunuzdaki boş vakitler için çok kaliteli bir alternatif olacaktır izlemeyenlere.

     

    Majidi'nin imdb sayfası: http://www.imdb.com/name/nm0006498/

     

    Olur da Baran'ı izlerseniz, ya da izlemişseniz, Nazan Bekiroğlu'nun şu nefis yazısını da okuyun lütfen olur mu? :)

    http://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById.action?newsId=888942

×
×
  • Create New...