Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

genç şair

Üye
  • Content Count

    41
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by genç şair


  1. Uygarlıklar ve medeniyetler insan ömrüne benzetilir; doğar, yaşar, tıpkı insan gibi varlığını tehdit eden meydan okumalarla karşı karşıya kalır ve meydan okumaların üstesinden gelemezse ölür, tarih sahnesinden çekilir.

    İslam ümmeti tarihinde üç büyük meydan okuma ile karşı karşıya kalmıştır. Bu meydan okumaların ilk ikisi İslam’ı devlet ve hatta ümmeti ile birlikte tarih sahnesinden silecek ölçekte olan haçlı seferleri ve Moğol istilalarıdır.

    Haçlı seferlerinin Abbasi Hilafeti’nin başkenti Bağdat’ın Fatımîlerce ele geçirilmesi ve ardından Mısır’ın istila edilmesi sonrasında gerçekleşmiş olması dikkati calip önemli bir noktadır. İslam coğrafyasının içinde bulunduğu parçalanmışlık ve istikrarsızlığı fırsat bilen haçlı orduları Mescidi Aksa’ya kadar ilerleyip Müslümanların ilk mescidi, miracın mekanı bu kutsal beldeyi işgal ettiler. Tarihin benzerini görmediği ölçüde en şenî katliamlarını işleyen haçlı orduları yaklaşık doksan yıl boyunca Mescid-i Aksa topraklarını esaret altında tuttu. Ancak İslam ümmeti, içinden Salahaddin Eyyübi gibi yiğitler çıkartarak mukaddes Mescidi Aksa’yı haçlıların esaretinden kurtararak bu meydan okumanın üstesinden gelmiştir. Tarihe Hıttın savaşı olarak geçen bu zafer Salahaddin Eyyübi’nin haçlılarla işbirliği içinde olan Fâtımî devletine son verdikten sonra Şam ve Mısır’ı buluşturması, Şam ve Mısır ordularını birleştirerek Araplar, Türkler ve Kürtlerden güçlü bir ordu teçhiz etmesi ile gerçekleşmiştir. Haçlı orduları daha sonra Kudüs’ü istila etmek için defaatle sefer düzenlemişlerse de her seferinde Mısır’dan hareket eden ordular karşısında yenilgiye uğramışlardır.

    Ardından İslam ümmeti barbar haçlı saldırılarını aratmayacak ölçüde ikinci büyük meydan okumayla, Moğol saldırıları ile karşı karşıya kaldı. Bu meydan okuma hilafetin merkezi Bağdat’a kadar ulaşmış ve uğradığı şehirlerin Müslüman halklarını kılıçtan geçirerek İslam ümmetine unutamayacağı acıları yaşatmıştır.

    İslam ümmeti bu ikinci meydan okumanın da tıpkı ilkinde olduğu gibi Mısır ve Şam halklarının güçlerini birleştirerek oluşturdukları ordular ile üstesinden gelebilmiştir. Tarihe destansı Ayn-ı Câlût zaferi olarak geçen bu savaşta Melikü’l-Muzaffer lakaplı Baybars komutasında Mısır’dan hareket eden İslam orduları Moğollara büyük yenilgi yaşatmıştır. Mekke ve Medine’yi yerle bir etmeyi, Müslümanlara ait tüm kutsalları yok etmeyi planlayan bu ikinci meydan okumanın defedilmesinde de Mısır ve Şam ordularının güçlerini birleştirmesinin önemli rol oynadığı görülmektedir.

    İslam ümmetinin karşı karşıya kaldığı üçüncü meydan okuma ise batının Rönesans ile birlikte ürettiği ideoloji ve fikirleri ile yönelttiği meydan okuma olmuştur. Bu meydan okuma sonucunda İslam coğrafyasının da içinde bulunduğu tüm insan toplumları batının 18. yüzyılda ürettiği paradigma ekseninde yeniden biçimlenmiştir. Ümmetin coğrafyası gerçekte her biri laik olan ve etnik kimlikler üzerinden inşa olunmuş ellinin üzerinde ulus devletlere bölünmüştür. Ulusal sınırlar içine hapsedilen İslam ümmeti iktisadi, siyasi, toplumsal vb. tüm ilişki biçimlerini kısmen dahi dine dayandıramayacakları laik devletler içinde yaşamaya mahkum edilmiştir.

    İslam ümmetini 1300 yıl tarih sahnesinde özne olarak tutmuş olan İslam’la bağını kopartması, onu tatbik eden en son Osmanlı İslam devletini yıktıktan sonra etnik kimlikler üzerinde hiçbirinin diğerine hayrının dokunmadığı ulus devletleri var etmesi ve her birini sömürge politikalarını uygulamaktan öte bir işlevi olmayan kukla yöneticilerle idare etmesi ile sonuçlandığı için bu üçüncü meydan okuma ümmetimizin tarihinde karşı karşıya kaldığı en tehlikeli meydan okuma olmuştur. İslam coğrafyasında taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmamacasına ümmetimizin tarihi serüvenini sonlandırma iradesi ile ortaya çıkmış olan ilk iki meydan okumanın yapamadığını bu üçüncüsü yapmıştır.

    Ancak ümmetimiz 1300 yıl boyunca kendisine izzetli hayatı yaşatan, ibtidai tarım ekonomisine dayalı koşullarda dahi kendisini zekat verilecek fakirin bulunamadığı ekonomik kalkınmışlık seviyesine ulaştıran, ulaştığı tüm coğrafyalarda adaleti ve huzuru temin eden İslam’la hayatının ayrılmasının ardından batının ve onun inşa ettiği ithal ikameci rejimlerin, ceberrut yöneticilerin asla kendisine gün yüzü göstermeyeceğini idrak etmiştir.

    İşte Mısır’da yaşanan batı destekli askeri darbe karşısında canından geçerek cılız bedenlerini tanklara siper eden bu irade aslında batıya ve onun güce dayalı vahşi medeniyetine karşı ortaya konulmuş bir meydan okumadır. Bu iradenin sadece Mısır’da değil tüm İslam beldelerinde var olduğunu, bir volkana dönüşüp her an patlayabileceğini ve kendi jeopolitik havzasını yeniden oluşturabileceğini çok iyi bildiği için batı, halklarını katleden diktatörleri ve darbecileri açıkça desteklemektedir.

    Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim’in “Suriye’de İslami Hilafet Devleti kurmak istiyorlar. Onların kurmak istediği devlet Suriye sınırları içinde kalmayacak! Bundan dolayı biz sadece Suriye değil, Ürdün, Lübnan ve Türkiye için de savunma yapıyoruz” ifadesi bu ayaklanmaların diktatörlüklerden kurtularak demokratik yönetimlere kavuşmak için olmadığını göstermektedir.

    Bundan dolayı ABD, BM Suriye Özel Temsilcisi İbrahimi’nin ağızından “Suriye halkı ya (ABD’nin önerdiği) siyasi çözüm ya da cehennem seçeneklerinden birini seçmek zorunda” ifadeleri ile Suriye direnişçilerini tehdit etmişti. Şimdi de bir günde 3000’i aşkın insanı katleden, mescitleri yakan, kadın ve çocukları sokak ortasında katleden darbecilere açıkça destek vererek Mısır halkını tehdit etmektedir. İşte bu, tarih sahnesine çıkmak için çırpınan ümmetimize karşı batının dördüncü meydan okumasıdır.
    Ümmetimiz Tunus’tan Şam’a ve Mısır’a kadar meydanlarda üzerlerine yöneltilen yaylım ateşine bedenlerini siper ederek bu meydan okumanın üstesinden gelme iradesine sahip olduğunu göstermiştir. Ümmetimizin bu tarihi hareketine öncülük eden liderlerin bu iradeye sahip olup olmadıkları bir başka yazının konusudur. Ancak şu kadarını söyleyelim ki, Mısır’da darbenin yapıldığı gün Mursi’nin danışmanı el-Haddad’ın “Demokrasi Müslümanlar için değilmiş” demecinin ardından Rabitü’l-Adeviyye meydanında kurulan sahneye “Darbeye karşı demokrasi ile” yazılı pankartın asılmış olması ve direnişin darbe karşıtlığı ve artık ümmetimizin nezdinde hiçbir inandırıcılığı kalmamış olan demokrasi taraftarlığı zeminine oturtulmuş olması en azından Mısır devrimine öncülük eden liderliğin halkların çoktan tarihin çöp sepetine attığı pragmatist ve reel politik dengelere hala umut bağladığını göstermektedir.

    Şayet Mısır devrimi Velid Muallim’in ifade ettiği gibi İslam ümmetini kendi jeopolitik havzasında tekrar tarih sahnesine çıkartmayı amaçlayan Suriye devrimi ile gaye, söylem ve talepler açısından birleşirse batının korkulu rüyası gerçekleşecektir. İşte o vakit haçlı seferleri ve Moğol istilalarının yönelttiği meydan okumanın üstesinden gelindiği gibi Rabia (4.) meydan okumanın üstesinden gelmiş olacaktır. “Sana (inanmamış bir tavırla) başlarını sallayıp, "Bu ne zaman olacak?" diye sorarlar(sa), (onlara) de ki: "Belki, çok yakında!". (İsra, 51)


  2. 72’den beri gazetecilik yapıyorum, ben “tarafsız” kimse görmedim.. Ama herkes hep “tarafsızlık”tan söz eder durur.. Ben de hiç “tarafsız” olmadım.. İlkesel olarak da kendime göre, haklıdan, mazlumdan, muhtaçtan yana, Müslümanlardan yana taraf oldum.. Onlardan yana taraf olurken, fasıklar bana bir haber getirdiklerinde ihtiyad ettim mesela.. Ha! Şunu ifade etmeliyim; adil olmaya çalıştım. Zaman zaman da yanlışlar yapmışımdır. Ama dürüst olmaya, haksızlık yapmamaya özen gösterdim..
    “Gerçekçilik” yerine “hakikat”ı anlama ve anlatma konusunda çaba gösterdim.. Gerçek, zamana, mekana, şartlara, insana göre değişir.. “Adil şahidler olmak”! Önemli olan bu.. Gazetecilik de şahidliktir bir yerde.. Hakkın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, haykıran sesi olmak.
    Gazeteci de insandır. Masum filan olmadığı için, o da hata yapar.. Ajanlık yapanı da olur, kuryelik yapanı ya da itibar tetikçiliğine soyunanı da. Darbecilerle işbirliği yapanı da mesela..
    Patronlar gazeteyi niçin çıkartır? Kimi genel yayın yönetmeni yapar, yazarları nasıl seçer?.. Kimi kandırıyorsunuz ya hu! Hürriyet, Cumhuriyet, Roj Tv, Aydınlık, CNN, BBC... Bunlar “sahibinin sesi” değil mi?
    Cumhuriyet, Ulus, Hürriyet, Milliyet! Eskiden bir de Tercüman vardı! En eskiler arasında bugün hâlâ yayınına devam edenler bunların ilk 3’ü değil mi?
    Tek parti döneminde hür basın yoktu zaten. Ulus, parti bülteni gibi idi.. Ötekiler de ona bakıp hizaya gelirdi! Arkasında partilerin bulunduğu gazeteler daha sonra o partinin “Ulus”u oldular.. Bütün sol gazeteciler bu gelenekten geliyorlardı, yakın zamana kadar..
    1950’den sonra derin devlet yapılanması ile CHP’nin ruhu orduya geçti. İstihbarat örgütleri ile ilişkilendirildi bu yapı.. “Adı açıklanmayan askeri bir yetkili”nin ağzından topluma dikkat çekilip, siyasilerin hizaya getirilmesini sağlayan gazetelerimiz vardı.. Hürriyet bunların başında gelir. Amiral gemisi!
    Ya hu! Bu etki ajanlarının mediadaki oranı, kritik görevler için söylüyorum; üçte iki çoğunluktaydı.. Ötekileri de oltaya takılan yem, garnitür!
    Brifingli gazetecileri hatırlayın! Bunların bazıları doğrudan MİT ve askeri istihbaratla ilişkili idi. Bazıları Harp Akademilerinde eğitime tabi tutulan isimlerdi.
    Özkök bunları bilmez mi?
    Bugün Yeni Akit’i eleştirenler; Cumhuriyet, Hürriyet ya da Milliyet arşivlerine, bir zamanların Sabah arşivlerine bakarlarsa, laiklik ve irtica sözkonusu olduğunda hiç birinin Akit’ten daha geride olduğu söylenemez.. “Malum Media” 28 Şubat’ta hakkımda yalan yanlış haberlerle 1 hafta süren bir linç kampanyası yürüttü.. Hedef göstermeler, hakaretler.. tehditler..
    O günlerde bu gazeteler psikolojik harp dairesinin elemanı gibi basılıyorlardı. Ve zaten öyle çalıştılar. Bunların sadece siyasi haberleri değil, magazin haberleri bile kripto özelliği taşıyordu.. Özel harp dairesinin toplum mühendisliği için psikolojik harp ajanı gibi bir rol üstlendiler..
    Onlar hep hakaret edecekler, biz de boyun eğecektik. Susup oturacaktık. “Tom Amca” olacaktık. İstedikleri buydu.. Sabahtan akşama, İslam’a ve Müslümanlara hakaretler edecekler, tehdit edecekler, küfürler edecekler, demediklerini bırakmayacaklar. Dahası herkesi fişleyip operasyonlar düzenleyecekler ve kimse bunlara ses çıkarmayacak. Ses çıkarırsan da, ortalığı geren kişi olacaksın. Aynı psikolojik harp taktiğini şimdi de Erdoğan’a karşı yürütüyorlar.. İşin acı yanı bu tezgaha bizimkiler de geliyor..
    Öfkenin büyüklüğü duyulan acının şiddeti ile orantılıdır.. Eğer o refleksi kaybederseniz aslında asıl o zaman sorun var demektir.. Duygusuz insan olmaz. Duygularınızı aklınızla kontrol edeceksiniz. Öfkeniz aklınıza yön vermeyecek.. Yoksa surat da asarız, hayır da deriz! Bir suratımıza vurursanız, ötekini çevirmeyiz! Gidin onu batılı dostlarınıza söyleyin; hatta, onların yanaklarına hafifçe vurun bakalım ne diyorlar size!
    Şunu da söyleyelim, doğru olan bu; evet hakaret, tehdit, küfür kimden gelirse gelsin yanlış.. Dürüst olmamız, adil şahidler olmamız gerek, taraf olabiliriz ama, sevgimiz ve öfkemiz gözümüzü kör etmemeli..
    Keşke Hürriyet yöneticileri kimseyle, ama hiç kimseyle dürüstlük ve tarafsızlık konusunda inatlaşmasalar. Çünkü üzülürler.. “Topyekûn savaş”ın “amiral gemisi”nde, “kaptan köşkü”nde oturanlar tarihleri boyunca hep belli bir misyonun sözcülüğünü yaptılar.. Varlık sebebleri buydu zaten. Bu Truva atı niçin Simavilerden alınıp, Doğan Grubu’na ihale edildi; sormak gerek niye?!.
    Türkiye’de görünmeyen, kayıtdışı bir siyaset ve kayıtdışı bir ekonomi var. Onun arkasında derin bir devlet var. Onun uluslararası derin bağlantıları var.. O derin devletin mediası, mafiası, STK’sı var.. Hürriyet bu yapı içinde nerede duruyor aceba! Bunların kadrolarında şeyh de var fahişe de.. Kendileri yapınca itibarlarına zarar geleceğini düşündüklerinde, tetikçi gazeteler yayınlayanlar da bunlar değil mi? Gerekirse tetikçi tutar gibi, başkalarına para vererek bu işi yaptırmadılar mı?
    Sahi CNN saatlerce Taksim’den Gezi olayları ile ilgili canlı yayın yaparken; BBC, AFP, Reuters vd. seferber olmadan önce bizimkiler bunlarla nerede, ne zaman, neler görüştüler! Olaylar sırasında eşgüdüm nasıl sağlandı, sonrasında neler oldu.. İktidarı ve eylemcileri nasıl gördüler.. Aslında birileri Gezi’de bir kere daha deşifre ve suçüstü oldu!
    Hürriyet ve derin devletin eski ve yeni bu işe soyunan “paralel yayın organları” kimlerdi ve nerede durdular! Bakalım açılacak Gezi davasında bunlar iddianameye ne kadar yansıyacak!
    Selâm ve dua ile..

     


  3. Bilirsiniz, atasözlerimiz arasında; “Köpek köpeği ısırmaz” diye bir söz vardır...
    Gerçekten de, doğru bir tesbit; köpek, köpeği ısırmıyor!..
    Tıpkı, “katiller”in, katili ısırmadığı gibi.
    Malûm; “kırmızı çizgi”lerinin olduğunu söyleyen Amerika, Suriye’ye müdahale konusunda “yan çizmeye” başladı...
    Bir “müdahale” olursa bile, bunun “sınırlı” olacağını, “Esad diktasına ve Baas rejimine dokunulmayacağını” açıkladı...
    Sadece “tokat” atılacak, biraz da “kulağı çekilecek!”
    “Müdahale” konusunda son derece hevesli olan ve hatta “öncülüğe” soyunan İngiltere Başbakanı David Cameron ise “İngiliz Parlamentosu”ndan istediği “vize”yi alamadı.
    Fransa deseniz; “BM kararı olmadan zor” demeye başladı!..
    Anlayacağınız;
    Suriye’ye müdahale zora girdi...
    Belki ABD tek başına saldırabilir ama o da, biraz önce dediğim gibi; “Esad’ı defedecek, rejimi değiştirecek” bir saldırı yapmayacak!..
    Sadece “Esad’ın gücü kırılacak” o kadar!..
    Atasözümüz, işte tam bu noktada devreye giriyor: “Köpek, köpeği ısırmaz!”
    Bugüne uyarlarsak;
    “Katiller, katili ısırmaz!”
    5 BÜYÜKTÜR 200’DEN!
    Akit’in dünkü manşetini biliyorsunuz; “5’i de katliamcı” şeklindeydi!..
    “5’i de” derken, elbette “BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi”nden söz ediyoruz...
    BM’de öyle bir “düzen” kurmuşlar ki; “5 daimi üye”nin, yani Amerika’nın, Rusya’nın, Çin’in, İngiltere’nin ve Fransa’nın onayı olmadan, BM’den hiçbir karar çıkmıyor!..
    Bu beş üye; güya dünyadaki “mafya”larla, “çete”lerle ve “terörist”lerle mücadele ediyorlar ama farkında değiller ki, kendileri “5’li çete” olmuş, dünyada “terör” estiriyorlar!..
    Şu hâle bakın; Suriye’ye “operasyon” yapılacak ama Rusya ve Çin’i ikna etmek mümkün değil!..
    Meselâ, “İsrail’e kınama” kararı alınacak, o zaman da Amerika’yı ikna etmek zor!..
    Sizin anlayacağınız;
    “5’li çete”den bir teki bile “ı-ıhh” derse, BM Güvenlik Konseyi’nden karar çıkamıyor!..
    Dünyada “200 civarında ülke” var, ama hepsini toplasanız “5’li çete kadar ağırlığı” yok...
    Yani, 5 büyüktür 200’den!..
    Bırakın 5’ini, 1’i bile, bütün dünya ülkelerine bedel!.. Bir tek ülke “veto” hakkını kullanırsa, o iş yattı demektir!..
    Sevsinler böyle “adalet”i,
    Sevsinler böyle “hukuk”u,
    Sevsinler böyle “demokrasi”yi!..
    ABD’NİN KATLİAMLARI!
    Her neyse, biz yine dönelim; “Köpek, köpeği ısırmaz” meselesine!..
    İşte gördünüz;
    “Esad’ı ısırmaya” hiç niyetleri yok!..
    Çünkü Esad, “aynı familyadan bir köpek”tir...
    Çünkü Esad, “İsrail’in güvenliği” için Suriye’nin başında durmaya ve “Müslüman kanı dökmeye” devam etmelidir!..
    Tıpkı, kendilerinin de, bir zamanlar “masumların kanını döktükleri” ve hatta “soykırım” uyguladıkları gibi!..
    Ne dersiniz, Akit’in dünkü manşetinden esinlenerek, “5’li Çete’nin katliam tarihi”ne bir bakalım mı?..
    Buyrun, “5’li Çete”nin katliam dolu tarihine bir yolculuk yapalım...
    Önce ABD’den başlayalım:
    1492’de Amerika’ya ayak basıp, 8 milyon Kızılderili nüfusunu 22 yılda 28 bine indiren ve milyonlarca Meksikalı’yı katleden, Stalin değil!..
    Onları Hitler de katletmedi!..
    Tabiî Türkiye de katletmedi bunca insanı!.. Bunca insan, başta Kristof Kolomb adlı katil ve onun veletleri tarafından katledildi!..
    Sadece “Kızılderililer” ve “Meksikalılar” da değil!.. Kuzey-Güney Savaşları’nda “yüzbinlerce insan” katledildi!..
    Nagazaki ve Hiroşima’ya atılan “atom bombaları”ndan ölen insan sayısı onbinlerce!..
    Bir o kadarı da “sakat” kaldı!.. Japonya’da hâlâ “sakat doğumlar” oluyor!..
    Birinci ve ikinci “Irak bombardımanları”nda ölen insan sayısı “yüz binlerle” ifade ediliyor!.. “Açlık ve ilâçsızlık”tan ölen “bebek” sayısı ise, ayrı bir facia!..
    Yaşanan “işkence”ler, “tecavüz”ler ve “katliam”lar da cabası!..
    Hele söyleyin; böyle bir Amerika, Esad gibi bir katili hiç ısırır ve onu koltuğundan eder mi?..
    İNGİLTERE DE SABIKALI
    Gelelim İngiltere’ye...
    Irak’ta, yüzbinlerce insanın öldürülmesinde; ABD’nin yanı sıra, şüphesiz ki İngiltere’nin de büyük rolü vardır.
    Türkler’le ırk bağı olduğu iddiasının da dile getirildiği Aborjin sayısı 750 bin iken, 15 yıl süren “İngiliz katliamı”nın sonunda bu sayı 31 bine düştü.
    Tekstilde İngiltere ile rekabet ettikleri gerekçesiyle, 40 bin Hint çıkrık ustasının elleri, bileklerinden kesildi.
    Yine İngilizler Bengal bölgesinde, pirinç ekimini durdurmak için 50 bin çiftçinin parmaklarını kestiler.
    Amerikalılar ve İngilizler; Almanların savaşı kaybetmelerinin ardından, Dresden kentine sığınan Alman göçmenlerin üzerine 3 gün süreyle havadan bomba yağdırdılar. Savunmasız insanların sığındığı Dresden kentine intikam amacıyla uygulanan bombardıman sırasında 3 bin 900 ton tahrip gücü yüksek bomba ve 200 bin napalm bombası atıldı. Bu yoketme harekatında çoğunluğu çocuk ve kadınların oluşturduğu 200 bin kişi öldü!..
    Hele bir düşünün;
    “Geçmişi sabıkalı” bir İngiltere, hiç Esad gibi bir katili cezalandırmak, Baas Diktası’na son vermek ister mi?..
    FRANSA’NIN CEZAYİR VAHŞETİ
    Ya, Fransa’ya ne dersiniz?..
    Fransızlar, Cezayir’de, 1830 ve 1962 yılları arasında geçen 132 yıl boyunca tam 1 milyon 500 bin Cezayirli Müslümanı işkence ile soykırıma tabi tuttular. Bazı infazların sayısı 3 bini buldu.
    Cezayir’e gönderilen 10. Paraşüt İndirme Tümeni’nin komutanı General Jacques Massu, 1957’de, “Kayıp ilan ettiğimiz binlerce kişiyi, aslında biz idam etmiştik” itirafında bulundu. Ruanda’da 1994 yılında yaşanan soykırımda yüzbinlerce Tutsi, Hutular tarafından katledildi.
    Ruanda’da görev yapmış emekli bir Fransız subay, Fransa askerlerinin, Hutu milislerine silah eğitimi verdiklerini itiraf etti.
    Cezayir’in bağımsızlık mücadelesi verdiği dönemde nüfusu 8-10 milyon civarındaydı.
    Bu rakamlar göz önüne alındığında yaklaşık her 6 Cezayirliden biri bu süre zarfında Fransızlar tarafından öldürüldü demektir!..
    Bu “tarihî gerçekler” konusunda hiç kimse kıvıramaz!.. Bunun “tevil edilmesi” de mümkün değildir!..
    Eğer tevil ve inkâr etmeye yeltenirlerse, işte o zaman; bir zamanlar “Cezayir katliamının mimarlığı”nı yapan, daha sonra da “Fransa Cumhurbaşkanlığı” koltuğunu işgal eden General Charles de Gaulle adlı “cellat başı”nın sözlerini çarpacaksın suratlarına!..
    “Katliam”ın arkasından ilân edilen “ateşkes”ten sonra, bir İngiliz gazeteci şu soruyu yöneltmişti de Gaulle’e:
    “Siz, Cezayir’de 1 MİLYON insanı katlettiniz!.. Bundan rahatsızlık duymadınız mı?”
    İşte “katil”likten “Cumhurbaşkanlığı”na terfi ettirilen Charles de Gaulle denilen “barbar”ın cevabı:
    “Sözünüzü düzeltiyorum!.. Biz Cezayir’de 1 MİLYON değil, 850 BİN kişiyi öldürdük!.. Fransa’nın güvenliği için; bu gerekliydi!!!”
    Söyleyin Allah aşkına;
    Böyle bir “itiraf” varken, başkaca bir “delil” aramaya hiç lüzum var mı?..
    “Geçmişi ceset dolu” böyle bir Fransa’nın; son 2 yılda “100 bini aşkın insanı katleden” Esad’ı devireceğine ihtimal verir misiniz?..
    Gelelim Rusya’ya...
    Onun da “barbarlık tarihi” özetle şöyle:
    Rusya, “1 milyon Kırım Tatarı”nı zorla yurdundan çıkardı. 1944’te bütün Çeçenler’i trenlere doldurup Sibirya ve Orta Asya’ya sürdü. Ermeni tehcirinden iki yıl önce 1912-1913’te 1 milyonun üstünde Müslüman Osmanlı vatandaşı; yani; (Boşnak, Arnavut, Makedon, Selanikli, Giritli, Kırım Tatarı, Çeçen, Çerkez ve Dağıstanlı) Rusya, Romanya Yugoslavya, Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan tarafından zorla Türkiye’ye sürüldü.
    Stalin’in, 1934-1939 arasında yüz binlerce insanı katledip; “200 bin” Çeçene de uyguladığı soykırımı” eklersek, Rusya da, “Batılı katiller”den aşağı kalmaz!..
    “Sıcak denizlere inme” stratejisini Suriye üzerinden gerçekleştiren bir Rusya’nın “Esad’ı indirmeyi” isteyeceğini düşünebilir misiniz?..
    ÇİN, HÂLÂ KATLEDİYOR!
    Çin’in de, Rusya’dan geri kalır yanı yok... Hepsi bir yana da; “Çin işkencesi” tabirini dünyanın ağzına pelesenk eden bir Çin, hiç Esad’a dokunur mu?..
    Çin’in 1949 yılından bu yana yürüttüğü politikalar Doğu Türkistanlıları asimilasyon ve etnik temizliğe maruz bırakmıştır...
    Öyle ki; katledilen Türkistanlı sayısının 35 milyon gibi rakamlara ulaştığı belirtilmektedir.
    1949-1952 yılları arasında 2 milyon 800 bin, 1952-1957 yılları arasında 3 milyon 509 bin, 1958-1960 yılları arasında 6 milyon 700 bin, 1961-1965 yılları arasında da 13 milyon 300 bin kişi ya Çin ordusu tarafından öldürülmüş ya da rejimin politikaları doğrultusunda oluşan kıtlık sonucu hayatını kaybetmiştir.
    1965’ten sonraki katliamlarla birlikte, öldürülen Doğu Türkistanlı sayısı 35 milyon gibi inanılmaz bir rakama ulaşmıştır.
    Doğu Türkistan’da meydana gelen insan hakları ihlalleri, zaman zaman kimi insan hakları örgütleri tarafından dillendirilmiş olsa da bu girişimler, yaşanan zulmün engellenmesinde etkili olamamıştır.
    Çin’in Doğu Türkistan’daki zulüm ve katliamları hâlâ devam etmektedir.
    ÖLENLER, NASIL OLSA MÜSLÜMAN!
    Gördüğünüz gibi; “5’li çete”nin geçmişi “katliam”larla doludur ve “elleri kanlı”dır!..
    Hele söyleyin; “kendi elleri kanlı” olan bu çete üyeleri, “eli kanlı bir Esad”ı hiç ısırır mı?..
    Elbette ısırmaz!..
    Çünkü;
    Döktüğü “Müslüman kanı”dır!..
    Kendilerinin de döktüğü gibi!..





    Kendileri aptal ya, milleti de öyle sanıyorlar!
    Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu; 28 Şubat sürecinde “Türkiye’nin İranlılaştırılmak istendiğini” iddia edenlere cevaben demişti ki; “Türkiye, İran olmaz!.. Ama Cezayir ve Suriye de olmaz!”
    Rahmetli; bugünkü “Solcu ve Ulusalcılar”ın “Esad’ı aklama” çabalarını görseydi, acaba ne derdi?..
    “Esad’ın kimyasal silahlarla 2 bin civarında insanı katlettiği” haberi gelince, dediler ki; “Bu katliamı Esad’ın yaptığı ne malûm?.. Belki Esad muhalifleri yapmıştır!”
    İkinci gün dediler ki; “Kimyasal silahın atıldığı yer, Esad muhaliflerinin kontrolünde!.. Ölen çocuklar da, muhaliflerin elinde rehine idi!”
    Üçüncü gün dediler ki; “Çetelerin tünellerinde kimyasal silahlar elegeçirildi!.. Katliamı onların yaptığı kesin gibi!”
    Dördüncü gün dediler ki; “Biz Suriye’deki BM heyeti ile görüştük... Kimyasal silah kullanıldığına dair bulgu yok!”
    Bu nasıl “kafa”dır, bu nasıl “zekâ”dır, anlamak mümkün değil!.. Ulan “aptal”lar, madem “kimyasal silah yok”tu, daha önce verdiğiniz haberler neyin nesi?..
    Yanarım, yanarım da; “koca koca emekli generaller bu geri zekâlıların peşinden gidiyor” ya, ona yanarım!..
    Tamam, bir “operasyon” yapıyorsunuz da; milleti de, kendiniz gibi “geri zekâlı” sanmayın!..

     


  4. Muhammed Mursi Kimdir? (Mısır Cumhurbaşkanı) Muhammed Mursi İsa el-Eyyat (Arapça:‏محمد محمد مرسي عيسى العياط - d. 20 Ağustos 1951, Şarkiya), Mısır'ın 5. cumhurbaşkanı ve Bağlantısızlar Hareketi genel sekreteri olan siyasetçi. 3 Temmuz 2013 tarihinde askeri darbeyle görevinden ayrıldı.

    muhammed-mursi-kimdir-misir-cumhurbaskan

    Muhammed Mursi, 20 Aralık 1951 tarihinde Mısır'ın Şarkiye ilinde doğdu. İlk eğitimini orada aldı. Mühendislik lisansını Kahire Üniversitesi'nde aldı (1975 ve 1978). Mühendislik doktorasını Güney Kaliforniya Üniversitesi'nde tamamladı (1982). Northridge Kaliforniya Eyalet Üniversitesi'nde yardımcı doçent oldu (1982-1985). Ardından eğitim vermek için için Mısır'daki Zagazig Üniversitesi'ne geldi.

    İslamcılığı nedeniyle Müslüman Kardeşler hareketine yaklaşarak siyasete katıldı. Mursi 2000 ve 2005 yılları arasında milletvekili oldu. Müslüman Kardeşler kanun dışı olduğu için parlamentoya bağımsız siyasetçi olarak girdi. Tam 5 yıl Mısır Halk Meclisi üyeliği yaptı. 2011 Mısır Devrimi'nde muhalif bir lider oldu ve 30 Nisan 2011 tarihinde Müslüman Kardeşler'in kurduğu, Özgürlük ve Adalet Partisi'nin başkanı seçildi.

    2012 Mısır cumhurbaşkanlığı seçimleri'nde Müslüman Kardeşler'in aday gösterdiği Hayrat Şatır'ın adaylığı düşünce, yerine Muhammed Mursi seçildi. Yoğun seçim kampanyası yürüttü. İlk turda %25.5 oy aldı ve ikinci tura girmeye hak kazandı. İkinci turdan da, %51.73 oy alarak, 5. cumhurbaşkanı oldu.

     

     

    • Like 1

  5. "Bir taş at"ması gerekenlerin, "bir taş daha at"maya varamadan dengeler adına başını çevirdiği, elini cebine soktuğu ve sadece kredi kartı şifresini girmek için çıkardığı bir zamanda yaşıyoruz...

    Ölmüşüz...

    Toprağın küstüğü yaşayanlar olarak, ölümün tiksindiği canlılar sıfatıyla ölmekten korkan ölülermişiz...

    Daha iyi yaşamak adına yaşamayı tükettiğimizi bilmeden, her geçen gün kendimizden ve daha da mühimi kendimiz dışındakilerden uzaklaşarak yaşamaya çalışan ölülermişiz...

    Bizmişiz hayatı ağlatan...

    Ve hep biz olmuşuz hayatı/kendimizi aldatan...

    Belki bu sebeptendir; çok sıradan bazı şeylerin gönlümüzü parçalaması...

    Belki bu sebepten; darmadağın zihnimizde kendine yer bulmaya çalışan süslü lafların efsanesinden çok çok çok daha fazla kalbimize nüfuz eden 'basit' şeylere dönemememiz...

    Bir tebessüm...

    Ne kadar etkili olabilir ki!

    Mutluluk ifade ederek değil, ölümden haber vererek ne kadar iz bırakabilir, bir tebessüm!

    Ve -zamanın ruhunun anlayamayacağı bir şekilde- ölüme mesut sıfatı katan, nasıl bir tebessüm olabilir!

    Esma'dan bahsediyorum...

    17 yaşında, 'küresel köy'de bütün insanlığın gözü önünde şehit olan Esma Biltacı...

    Mutlaka gördüğünüz o fotoğrafı...

    Şehadetin tebessümünü simasına çok önceden asan Esma...

    İlk gördüğüm andan itibaren hep Esma ile konuşuyorum. İmrenerek, sorarak, burnumun direği sızlayarak, dua ederek ve ölemeyerek...

    "Kendi kalbini çal"ıp "parolayı aklında tut"amayanlarla aynı zamanı paylaşmanın ağırlığından kurtulan Esma kardeşim...

    Ne güzel bir yaşta, ne güzel bir aşkla, ne güzel bir zamanda ve ne kutlu bir yolda vücuduna misafir ettin o kurşunları...

    Şimdi biz hayattayız, Esma...

    Ve biz hayatta kalmayı bilmiyoruz, Esma...

    Çünkü biz ölmeyi bilmiyoruz...

    Sanki dünyanın bütün güzel 'isimler'ini tebessümünde toplamışsın.

    Sanki direnmenin tek yol olduğunu bize sadece susarak anlatmışsın.

    basliksiz_9jpg_h22.jpgBir şehit tanımıştım ben Esma. Mavi Marmara'daydı. Abim idi. Öyle çok severdim ki. Cevdet Kılıçlar... Saygı ve tebessüm denince aklıma gelen ilk isimlerdendi. Şimdi tebessüm denince aklıma gelen isimler arasındasın. Hiç tanımadım seni. Varlığından bîhaberdim. Neden sonra o fotoğrafın ile şehadet haberini aldım.

    Tam da parçalanmış ceset, kan, revan görüntülerinin 'hassasiyet oluşturma' adına paylaşıldığı ve esasında kalbimizi körelttiği bir zamanda yine küplere binmişken gördüm fotoğrafını.

    İçimi acıtan lakin uzun vadede hassasiyetimi törpüleyen o fotoğrafları paylaşmanın yanlışlığını izah etmeye çalışırken, tebessümünü gördüm kardeşim.

    Bütün o zulüm manzaralarından daha çok acıdı içim.

    Çünkü sen (fotoğrafın), birbirine uzak kalmış ümmete bir işaret verdin.

    Hani güzel adam Muhammed Mursi, "Kur'an anayasamızdır, Resul liderimizdir, Cihad yolumuzdur, Allah yolunda şehit olmak en büyük arzumuzdur" diyordu ya...

    Hani yakın tarihin gördüğü en delikanlı liderlerinden olan Mursi, bize bir şeyi işaret etmeye çalışıyordu ya...

    Sen, bütün bu anlatım çabalarının alamet-i farikası ve hatta daha fazlası, bizatihi kendisisin, Esma...

    Tebessümün ile bize ölümün müjdeli yanını anlattın ya...

    Mütebessim ifadenden çok daha fazlasını barındıran gözlerindeki ayetlerde Peygamber'in öğütlerini hatırlattın ya...

    Ne diyordu Efendimiz; "Müslüman, Müslüman'ın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştir."

    Değil mi ki biz, kavmiyetçiliğin ve aramıza çizilen sınırların arkasından dünyaya, insanlara uzak kalmışız. Ümmet, sınırlar arasında kalanlar için ırak olmuş. Aramızdaki bazıları değil mi, "Bize ne Mısır'dan" diyen.

    İşte sen Esma kardeşim...

    Her "Bize ne" sorusundan sonra dönüp yeniden, yeniden ve yeniden fotoğrafına baktığımsın.

    Gözlerinin içinde Adeviyye akıyor... İnsanlar sıra sıra Sırat'tan geçiyor... Meydanlarda durarak, direnerek, ölerek ve ölümü yaşatarak gözlerinde yaşıyor direniş.

    "Esma'nın gözleri"...

    Bilsen ne çok şey anlatıyor bu ifade...

    Kardeşim, tebessümünün verdiği sızı ile umut nasıl yan yana durabiliyor, bilemiyorum.

    Galiba şehadetin ifadesi bu...

    Şimdi bu satırları, Seyyid Kutub'un "Kardeşim Sen Özgürsün" hitabının bestesiyle birlikte kaleme alıyorum.

    Esma, kardeşim...

    Seyyid Kutub'un ifadelerinin izahı olduğunu biliyor musun?

    Ne diyor Üstad;

    "Sen ruhunu fecrin doğuşuna teslim et

    O zaman fecrin bizi uzaktan karşıladığını göreceksin"

    Sen ne güzel bir teslimiyet timsali oldun.

    Kardeşim Esma, sen özgürsün. Gözlerinde bunu görüyorum.

    Gözünde, özünde, kalbinde olanı tebessümüne nasıl yerleştirdiğini bilmiyorum. Şehadeti simana nasıl yerleştirdin, anlayamıyorum.

    Fakat

    "Kardeşim karanlığın (küfrün) ordularını kökten sileceksin

    Ve bununla yeryüzünde bir fecr doğacak"...

    "Bir plan yap.

    Bir ümit ışığı gör.

    İsmini değiştir."

    demişti ya Malcolm X; değiştik, şimdi hepimiz #R4BIA'yız.

    Ve bir o kadar da hepimiz #Esma'yız, demek istiyorum. Lakin haddimize değil. Binlerce Mısırlının hayatı pahasına elde ettiği "Esma olma şerefi"ni, oturduğumuz yerde, klavyede kelimelerle oynayarak başarabilecek değiliz.

    Bizimki de avuntu be Esma kardeşim.

    Kızma bize...

    Kızmazsın, biliyorum. O tebessümdeki merhamet, şefkat ve imtina ile ancak kalbimize bir damla hüzün çalarsın.

    Kardeşim Esma...

    Tebessümüne kurban olurum...

    İnsanlık tarihi boyunca güzel işler yapmış bütün güzel adamların 'isimler'ini isminde taşıdığına şüphem yok.

    Güzel insanların, güzel atlara binip gittiğine inanmıyorum.

    Bütün güzel insanlar, tebessümünde ve isminde yaşıyor.

    Mevla, öyle güzel terbiye eden ki; asırların, binlerce şehidin, milyonlarca sayfanın ve onca hitabın anlatamadığını tebessümünle sezdirdi bize...

    Hissi ve sezgiyi kalbimize/ruhumuza yerleştiren Rabb'e hamd olsun, Esma kardeşim...

    Tebessümünü bir fotoğraf karesinde bize ulaştıran Allah'a şükürler olsun, kardeşim...

    Biz, komutanların ve liderlerin yakınlarının 'alanda' olmasına alışık değiliz be Esma. Bizim buralarda paşaların çocukları güneşlenirken askerlik yapar, vekillerin çocuklarının eli sıcak sudan soğuk suya değmez.

    Utanmamızın sebeplerinden değil mi ki; İhvan liderlerinin yakınları tek tek şehit düştü (Sen, Hayrat Şatır'ın kızı ve damadı, Hasan el Benna'nın torunu)

    Ve Esma kardeşim...

    Bizim memlekette cami, Cuma'da farz namazdan sonra alelacele çıkılan, Bayram Namazı ve bazı geceler dışında dolmayan yerlerdir...

    Mısır'da zulümden sığınılan camilerde şehit düşüyor kardeşlerimiz. Bu ne güzel ironidir.

    Allah, ironi yapanların en ironiği...

    Kardeşim Esma...

    Bizim memlekette süslü laflar çokça edilir.

    Oysa sen ne güzel anlatmıştın meseleyi, şehadete ulaşmadan önce paylaştıklarınla...

    "Onlar bizi Vetir'de namaz kılarken buldular

    Kimimizi rükuda, kimimizi secdede vurdular

    Onlar hem güçsüzdü hem az sayıca

    Allah'ın kullarını çağır da gelsinler yardıma

    Köpüklü deniz dalgalarını andıran ordularla"

    Şehadetin seni nasıl bulacağını biliyordun.

    Biliyordun ki, tarih boyunca kahpeler, güzel insanları hep böyle buldular.

    Ve biliyordun ki, bir kurşunun bile şerefi var; gönderenin kahpeliğinde değil, şehit ettiğinin tebessümünde gizli olan...

    Güzel kardeşim Esma...

    Allah şehadetini kabul etsin...

    Biz şahidiz mübarek yolculuğuna...

    Tebessümünle sızlayan kalbimizde Mısırlılar...

    Birbirimizden farkımız olmadığını anlatmaya ve yaşamaya çabalayacağız, kardeşim.

    Nil'in kıyısında "Allah-u Ekber" nidasıyla direnen kardeşlerimizin tamamının ismini isminde toplayan kardeşim Esma...

    Yolculuğun mübarek olsun...

    NOT: "Bir 'sinema köşesi'nde bu yazının ne işi var" demeyin. Esma'nın tebessümündeki mana, bütün sanat teorilerinden daha çok hizmet ediyor sinemaya, sanata, insana ve hayata...

     

    • Like 1

  6. Mehmet Akif Asım'ın Nesli

    Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
    En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
    - Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
    Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
    Ne haysızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
    Nerde - gösterdiği vahşetle “bu bir Avrupa’lı”
    Dedirir - yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
    Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!
    Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer,
    Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer
    Yedi iklimi cihanın duruyor karşında
    Ostralya’yla beraber bakıyorsun Kanada!
    Cehreler başka, lisanlar, deriler, rengarenk;
    Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.
    Kimi Hindu, kimi yamyam, kime bilmem ne bela…
    Hani, ta’una zuldür bu rezil istila!
    Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,
    Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyle, sefil,
    Kustu Mehmetciğin aylarca durup karşısına;
    Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.
    Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz…
    Medeniyet denilen kahbe, hakikat, yüzsz.
    Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab,
    Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.
    Öteden saikalar parçalıyor afakı;
    Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı;
    Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
    Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
    Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
    Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
    Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
    O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer…
    Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
    Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
    Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,
    Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
    Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
    Sürü halinde gezerken sayısız teyyare.
    Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
    Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
    Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
    Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
    Hangi kuvvet onu, haşa edecek kahrına ram?
    Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkam.
    Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
    Beşerin azmini tevkif edemez suni beşer;
    Bu göğüslerse, Hüda’nın ebedi serhaddi;
    “O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.
    Asım’in nesli… diyordum ya…nesilmiş gerçek:
    İşte çiğnetmedi namusunu, çignetmiyecek.
    Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar…
    O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar

     

     

    EHMET AKİF'İN BAHSETTİĞİ ASIM KİM , NEDEN ASIMIN NESLİYİZ ? ÇOK GÜZEL BİR YAZI , LÜTFEN SONUNA KADAR OKUYALIM , YOKSA ANLATILMAK İSTENENİ ANLAYAMAYIZ
    Hepimiz Bu Dizeleri Biliriz :
    "Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek.
    İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
    Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
    O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar.
    Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor.
    Bir HİLAL uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
    ...
    Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
    “Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.
    ...
    Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
    Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber."
    (M. Akif)

    PEKİ KİMDİR BU ASIM ? NEDEN ASIM'IN NESLİYİZ ?
    HİÇ MERAK ETTİNİZ Mİ ? ARILARIN KORUDUĞU SAHABİYİ ?
    Hazreti Asım, ashab-ı kiram'dan (sahabelerden) , peygamber
    efendimizin (S.A.V.) arkadaşlarındandır. Kendisi Medineli olup künyesi
    Ebu Süleyman'dır.Bütün hayatı, Allah yolunda savaşlarda geçti. Doğum
    tarihi belli değildir. Hicretten önce iman etti. Kız kardeşi Cemile binti Sabit,
    hazret-i Ömer’in hanımıdır.Çok iyi ok atardı. Uhud savaşındada
    okçuların arasında yer alıyordu ve.......
    Bu gazâda müşriklerin sancaktarlarından Müsâfi bin Talhâ ile kardeşi
    Hâris bin Talhâ'yı ok ile öldürdü.
    herşey böyle başladı... Dikkatli okuyalım şimdi....
    Bunların anneleri Sülâfe binti Sa'd, Hz. Âsım'ın kafatasından şarap
    içmeyi nezrederek yemîn etti ve Onun başını kendisine getirene yüz deve vermeyi vaad etti.

    Öğretmenler Heyeti
    Uhud savaşında ba'zı yakınları ölen müşrikler de, Müslümanlardan bunların intikamını almak istediler. Alçakça bir plân hazırladılar. Hemen de plânı tatbike koydular. Bu maksatla bir heyet Medîne'ye giderek Resûlullahın huzuruna çıkıp ricada bulundular:- Yâ Resûlallah! Bizim kabîlelerimiz, İslâmiyeti kabûl ettiler. Yalnız Kur'ân-ı kerîm öğretmenine ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti, Kur'ân-ı kerîmi öğretecek kimseler yollar mısınız? Sevgili Peygamberimiz kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsım bin Sâbit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târık, Muattib bin Ubeyd de bulunuyordu.Bu öğretmenler kâfilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri gizlenerek Hüzeyl kabîlesi topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti konakladılar...Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabîlesi heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lıhyanoğularına gidip haber verdi.Çok geçmeden kâfilenin etrâfı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkıyâ oradaydı. "Bize öğretmen lâzım!" diyenler, çekip gittiler. O güzîde Müslümanları, eşkiyâ ile karşı karşıya bıraktılar...Lıhyanoğulları mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple, "Teslim olun! Canınızı kurtarın!" teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyetleri onları Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekkeli müşrikler kendilerine demişlerdi ki:- Yakaladığınız her Müslüman için, değerinden fazla para öderiz!Bunu Müslümanlar da duymuşlardı. Âsım bin Sâbit, Mersed bin Ebî Mersed ve Hâlid bin Ebî Bükeyr: - Hiç bir zaman müşriklerin ne sözlerini, ne de akidlerini kabûl ederiz, diyerek müşriklerin tekliflerini reddettiler. Âsım bin Sâbit dedi ki: - Ben hiçbir zaman müşriklere el sürmemeye ve müşriklerden hiçbirini de kendime dokundurmamaya karar vermiştim. Onların sözlerine kanarak kâfirlere teslim olmam.Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti: - Allahım! Peygamberini durumumuzdan haberdâr et! Ölmekten korkmayızAllahü teâlâ, Hz. Âsım'ın duâsını kabûl buyurdu ve Resûlullah efendimiz onlardan haberdar oldu.Âsım bin Sâbit müşriklere haykırdı:- Biz ölmekten korkmayız! Çünkü dînimizde basiretliyiz. Ölünce şehîd olur Cennete gideriz!Müşriklerin ileri gelenlerinden Süfyân bağırdı: - Ey Âsım, kendini ve arkadaşlarını zâyi etme, teslim ol! Âsım bin Sâbit ok atmak suretiyle cevap verdi. Ok atarken:- Ben güçlüyüm hiç eksiğim yok. Yayımın kalın teli gerilmiştir. Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir. Mukadderâtın hepsi başa gelicidir. İnsanlar er-geç Allaha rücû edicidir. Eğer ben sizinle çarpışmazsam anam üzüntüsünden aklını kaybeder, ma'nâsında şiirler söylüyordu.Senin dînini korudumHz. Âsım'ın sadağında yedi ok vardı. Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince birçok müşriği mızrağıyla delik deşik etti. Öyle bir an oldu ki mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcını sıyırdı, kınını kırıp attı. Bu, "ölünceye kadar döğüşeceğim, teslim olmayacığım" ma'nâsına gelirdi. Sonra da şöyle duâ etti: - Allahım! Ben bugüne kadar senin dînini koruyup hıfzettim, sakladım. Senden bu günün sonunda, benim etimi, vücudumu koruyup, hıfzetmeni niyâz ediyorum. Çünkü Uhud'da öldürdüğü iki kardeş olan Hâris ve Müsâfi' bin Talhâ'nın anneleri Hz. Âsım'ın kafatasından şarap içmeye yemîn etmiş ve kafasını getirene yüz deve vermeyi vaad etmişti. Müşrikler bunu biliyorlardı. Âsım bin Sâbit'in ve diğer Eshâbın Allah Allah nidâları, dağları inletiyordu. İkiyüz kişiye karşı on mücâhid ölesiye çarpışıyor, yanlarına yaklaşanlar yaptıklarının cezâsını görüyorlardı. Âsım bin Sâbit en sonunda iki ayağından yaralanıp yere düştü. Kâfirler, Âsım bin Sâbit'ten o kadar korkmuşlardı ki yere düşünce bile yaklaşamadıkları için uzaktan ok atarak şehîd ettiler. O gün orada mevcut bulunan on sahâbîden yedisi şehîd oldu, üçü esir edildi. Lıhyanoğulları Sülâfe binti Sa'd'a satmak için Âsım bin Sâbit'in başını kesmek istediler. Fakat Allahü teâlâ, Hz. Âsım bin Sâbit'in duâsını kabûl buyurdu ve mübârek cesedine müşrikler el süremediler. Allahü teâlâ bir arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsım bin Sâbit'in üzerinde durdular. Hiç bir müşrik yanına yaklaşamadı. - Bırakın akşam olunca arılar onun üzerinden dağılır, biz de başını alırız, dediler. Akşam olunca Allahü teâlâ hiç bulut yok iken bir yağmur gönderdi. Görülmemiş bir yağmur yağdı. Sel geldi ve Âsım bin Sâbit'in cesedini alıp götürdü. Cesedin nerede olduğu bilinemedi. Ne kadar aradılarsa da bulunamadı. Bunun için müşrikler Âsım bin Sâbit'in hiçbir yerini kesmeye muvaffak olamadılar. Lıhyanoğulları O'nu taşa tuttular. Sonunda O'nu da şehîd ettiler. Hubeyb bin Adî ile Zeyd bin Desinne'yi Mekkelilere sattılar. Onlar da bu iki sahâbîyi asarak şehîd ettiler.Allah kulunu korurArıların, Âsım'ı korudukları hâdisesi zikredildiği zaman Hz. Ömer buyurdu ki: - Allahü teâlâ elbette mü'min kulunu muhâfaza eder. Âsım bin Sâbit, sağlığında müşriklerden nasıl korundu ise Allahü teâlâ da ölümünden sonra onun cesedini muhâfaza edip müşriklere dokundurmadı. Bunun için Âsım bin Sâbit anılırken, "Arıların koruduğu kimse" diye anılırdı.

    ve Mehmet Akif'in bu dizeleriyle yazımı bitiriyorum :
    Sen ki asımın neslinin, çiğnetme nâmusunu.
    At üstünden korkunun ve gafletin kâbusunu.
    Ateşler yakıp Nemrut misali, atsalar seni.
    Sakın hâ! Terk etmiyesin, imanını, dinini.
    (M. Akif)

     

    • Like 1

  7. m_5898.jpg

    Necip Fazıl Kısakürek'in "Sami Efendi mi? O bir yağmur tanesi kadar ak ve berraktır" sözleri ile hayranlığını ifade ettiği son dönem Allah dostlarından Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi ;

    1892 yılında Adanada dünyaya geldi. Babası tarihte "Ramazanoğulları" diye bilinen aileden Mücteba Bey, annesi ise Ümmügülsüm Hanımdır. Sami Efendinin büyük ceddi Abdülhadi Beyin tesbit ettiği aile şeceresine göre, Ramazanoğullarının aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabilesinden olduğu ve Hz. Halid b. Velid (r.a.) nesliyle münasebeti olduğu anlaşılmaktadır.

    İlk, Orta ve lise tahsilini Adanada tamamlayan Sami Efendi, yüksek tahsil için İstanbula geldi. Darül-fünun Mektebine girdi. Hukuk Fakültesini birincilikle bitirdikten sonra askerlik hizmetini yedek subay olarak yine İstanbulda yaptı.Zahir ilimlerini devrin ulema ve müderrislerinden tamamlayan Sami Efendi için sıra manevî ilimlere ve batın imarına gelmişti. Fıtrat-ı necibesinin şiddetli meyli sebebiyle tasavvuf yoluna süluk etti.

    Devrin meşhur Nakşi tekkesi Gümüşhaneli Dergahında hir müddet erbaîn ve riyazatla meşgul olduktan sonra arkadaşı eski Beşiktaş Müftüsü Fuad Efendinin babası Rüşdü Efendinin delaletiyle Kelamî Dergahı şeyhi ve Meclis-i meşayih reisi Erbilli Esad Efendiye intisab etti. Kısa zamanda kesb-i kemalat eyleyip seyr-u sülukunu ikmalden sonra hilafetle irşada mezun kılındı. Bir müddet daha mürşidinin yanında kaldı ve bilahare memleketi Adanaya irşada vazifeli olarak gönderildi. Mahmud Sami Efendi, tekkelerin kapatılmasından sonra memleketi Adanada bir yandan Cami-i Kebirde vaaz ve hususî sohbetleriyle irşad hizmetini yürütürken bir yandan da maişetini temin için bir kereste ticarethanesinin muhasebesini tutuyordu. O, babasından ve ailesinden kendisine intikal eden büyük serveti almamış ve "Hiçhir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir" hadis-i şerifi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir.

    Yazları, Adananın Namrun ve Kızıldağ Yaylası ile Kayserinin Talasında geçirirdi. Hac yolunun açıldığı 1946 yılında ilk defa hacca gitti.1951 yılında İstanbula geldi. İki yıl kadar İstanbulda kaldıktan sonra 1953 yılında hac mevsiminden önce hacca, dönüşte de arkadaşı Konyalı Saraç Mehmed Efendiyle Şama geldi ve oraya yerleşti. Bilahare ailesi, damadı ile birlikte yanına gitti. Ancak bu Şam hicreti dokuz ay kadar sürdü.Tekrar İstanbula geldi.

    İstanbula bu gelişlerinde önce Bayezid-Laleliye, sonra da Erenköyüne yerleşti. İstanbulda bulunduğu yıllarda Adanadaki gibi bir yandan Erenköy Zihnipaşa Camiindeki vaazları ve hususi sohbetleriyle irşad hizmetini yürütürken diğer yandan da Tahtakalede bir ticarethanenin muhasebesini tedvirle maişetini temin etmekteydi. Onun bu vaaz, irşad ve sohbetlerinden cemiyetin her sınıfından; fakir-zengin, okumuş-okumamış, esnaf-işçi, memur-tüccar ve fabrikatör binlerce insan istifade ederek feyz almış, istikamet bulmuş ve böylece etrafında yepyeni blr nesil teşekkül etmiştir.Talebelerini manevi himaye kanatları altında toplayarak onları cemiyetin her türlü kötü cereyanından korumaya çalışmıştır.

    1979 yılında gönlündeki muhabbet-i Resulullah ateşi, onu, Medineye hicrete mecbur etti. Çünkü onun son arzusu Peygamber şehrinde Hakka varmaktı. Nitekim 1957 yılında yakınları kendilerine Eyüp Sultandan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde: "Herkesi arzusuna bıraksalar biz, Cennetül-Bakiyi arzu ederiz" buyurmuşlardı. Cenab-ı Hak, sevdiği kulunun arzusunu kabul buyurdu.

    Nitekim İstanbulda bulunduğu yıllarda mübtela olduğu hastalık, orada da yakasını bırakmadı. Fakat en acılı, ağrılı zamanlarında bile o, hiçbir şikayette bulunmamış, yüzünden tebessümü eksik olmamıştır.Vefatı 10 Cemaziyelevvel 1404/12 Şubat 1984 Pazar günü vakî olmuş ve Cennetul-Bakiye defnedilmiştir.

    ESERLERİ

    1. Hazreti İbrahim (AS)

    2. Hazreti Yusuf (AS)

    3. Yunus ve Hud Sureleri Tefsiri

    4. Bedir Gazvesi ve Enfal S.

    5. Uhud Gazvesi

    6. Tebük Gazvesi

    7. Hazreti Ebu Bekir (RA)

    8. Hazreti Ömer (RA)

    9. Hazreti Osman (RA)

    10. Hazreti Ali (RA)

    11. Hazreti Halid İbni Velid (RA)

    12. Ashab-ı Kiram (RA) (1-2)

    13. Musahabe ( 1-6)

    14. Mükerrem İnsan

    15. Fatiha Suresi Tefsiri

    16. Bakara Suresi Tefsiri

    17. Dualar ve Zikirler.

     

    • Like 1

  8. YAHYALI'LI HACI HASAN EFENDİ
    4188h12tj.jpg

     

    Hacı Hasan Efendi (k.s) 1914 yılında Kayseri'nin Yahyalı ilçesinin Kavacık mahellesinde dünyaya geldi. Büyük dedeleri, seyyitlerden Hacı Osmanzade, dedesi H. Ahmet Efendi, babaannesi de Halime hanımdır. Babaları Erbili Muhammed Esat Efendi Hazretlerinin halifesi Mustafa Hulusi Efendi'dir, anneleri Baba Hocalardan Hacı Mehmet Hoca'nın kızı Aişe Hanım'dır.

     

    Her iki yönden peygamberimizin (s.a.v.) nur nesline dayanan asil bir ailedendir. Böyle bir ana babanın evlatları olan Hacı Hasan Efendi, daha çocuk yaşlarda, gelecekte insanlara büyük bir örnek olacağına işaret eden tavır ve hareketleri ile herkesin dikkatini çekiyordu.

     

    Ondördünde vurdular manevi aşı

     

    Durmadı akardı gözümün yaşı

     

    dizeleriyle başlayan şiirlerinden anlaşıldığına göre ondört yaşında, babalarından vazife alarak fiilen tasavvuf yoluna girerler. Giyim-kuşam ve temizlik konusunda sonderece dikkatlidirler. Dışlarındad da, içlerindeki gibi bir düzen ve tertip hakimdi. Zamanın hakimlerinden Mustafa Hoca Efendi'nin fıkıh derselrine katıldılar. Dini eğitimin yasak olduğu dönemdir ve pederleri Mustafa Hulusi Efendi endişelidirler. Anneleri Aişe hanım: "Telaş etmeyin efendi, ben evladımı rüyamda Efendimiz (s.a.v.)'in dizinin dibinde okurken gördüm" buyurmuştur. Zaman hızla akıp gitmektedir. Bu ara Hacı Hasan Efendi, babaları Mustafa Hulusi efendi'nin medreseden arkadaşı, Adana yöresinden Ali Hoca'nın kızı Meryem Hanım ile izdivaç ederler. Çeyiz eşyası olarak bir yorgan, halı, heybe, yastık ve birkaç parça kab...

     

    1939'da askerlik münasebetiyle Adana Dörtyol'a giderler ve sonrasında İstanbul Yalova'ya geçerler; bu arada da manevi hizmetlere devam ederler.

     

    Sami Ramazanoğlu (k.s.)'nun Kayseri'nin Yeşilhisar ilçesindeki içmeye teşriflerinde, Babaları Mustafa hulusi Efendi, kayın pederleri ve Kılavuz Hafız ile ziyaretlerine giderler. Orada Sami Efendi Hazretleri, Mustafa Hulusi Efendiye hitaben: "Hasan Efendi'ye icabet veriyorum, bundan sonra ihvanın derslerini sormaya, vazife vermeye kendisini tayin ediyorum." der. Kadiri icazetinide yine aynı yerde 1965 yılında alırlar. Hacı Hasan efendi Adana Şeyhoğlu camii, sonraları da Ceyhan, Kozan, Niğde, Develi gibi çevre yerleşim yerlerinde vaazlarına devam etti.

     

    1976 yılında çok ciddi bir şekilde şeker hastalığına yakalanırlar. Şekeri 450'ye çıkmış olmasına rağmen ihvana sohbete devam ederler. 1982'de gözlerinden katarak amaliyatı olurlar. 1987 yılında kalp rahatsızlığı sebebiyle, Kayseri Tıp Fakültesi Hastanesi'nde yoğun bakıma alındılar. 27 ocak 1987 akşamı bir ihvanın evinde, elleri semaya açık iken dünya hayatına veda ettiler. Ertesi gün yurdun dört bucağından gelen gönüldaşların eşliğinde kendi yaptırdığı Yahyalı Kavacık mahellesindeki, Kalemdar camiine defnedildiler. Cenab-ı Hak şefaatlarına mazhar kılsın.kalemdar215kq.jpg

    Hacı Hasan Efendi’yi vefatının 19. yılında rahmetle anıyoruz

     

    Hacı Hasan Efendi, zamanın irşad kutbu Mahmud Sami Hazretlerinden icazet aldıktan sonra (1939) ömrünün sonuna kadar manevi emaneti yerine getirmek üzere irşad sohbetlerine aralıksız devam etmiştir.

    Hacı Hasan Efendi ( ks ) Hazretleri, 1914 yılında Kayseri'nin Yahyalı İlçesi'nin Kavacık Mahallesi'nde dünyaya geldi. Dedeleri Hacı Ahmed Efendi, babaları Erbilli Muhammed Esad Efendi'nin halifesi olan Mustafa Hulusi Efendi; anneleri ise Baba Hoca Sülalesi'nden Hacı Ahmed Hoca'nın kızı Ayşe Hanım'dı. Hem anne hem de baba tarafından Peygamber Efendimiz'in nur nesline dayanan bir aileden idi.

    Dönemin zorlu şartlarına ve kısıtlı imkanlarına rağmen Hacı Hasan Efendi'nin eğitimine büyük özen gösterildi. Yedi yaşında Kur'an-ı Kerim öğrendi. Devrin bazı alimlerinin, özellikle de babalarının rahleyi tedrisinden geçti. Kendisini kutbiyyet makamına ulaştıracak manevi yolculuğuna 14 yaşında başlayan Hacı Hasan Efendi takva sahibi, haya ve edep timsali idi. güler yüzüyle etrafını hep şefkat nazarıyla süzerdi. Gönüller Sultanı Ramazanoğlu Mahmut Sami Hazretleri'nin ifadesiyle O doğuştan veli idi. Babaları Şeyh Mustafa Hulusi Efendi'nin vefatı üzerine Sami Ramazanoğlu Hazretleri'nin emriyle manevi vekaleti devralan Hacı Hasan Efendi. bir ömür boyu sürecek irşad faaliyetlerine başladı. 50 yıla yakın zaman diliminde Adana, Kozan, Konya, Niğde, Develi, Yahyalı ve Kayseri dolaylarında ulaşabildiği insanlara sohbetleriyle hizmet etti, fahri vaizlik yaptı. Sohbetlerinin manevi hazzında zaman ve mekan unutulur, nefislerin ihtiras yığınları kaybolur, zihinlerde yepyeni dünyalar açılırdı. Dünyanın gamı kederi O'nun yanında unutulur giderdi. Hilm, takva, tevazu, sabır, merhamet, şefkat ve letafet doluydu. Riyakarlığı sevmez, taassubtan hiç hoşlanmazdı. Hacı Hasan Efendi Hazretleri, sevenlerinin her türlü dertleriyle kendisini yıpratacak kadar ilgilenirdi. Hayatı boyunca dünyaya hiç meyletmedi. Zor zamanların bütün baskılarına rağmen inançlarından asla taviz vermedi. Ziyaretçilerinden iyiliği emredip, kötülükten nehyetmelerini isterdi. İlim ehline iltifat eder, keramete değil istikamete önem verirdi. O sohbet ve aşk ehli idi. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya olan aşkı ve muhabbeti sonsuzdu. Sevenlerinin ise O'na olan muhabbeti o kadar büyüktü ki; Türkiye'nin ve hatta dünyanın dört bir yanından insanlar bir kez olsun O'nu görebilmek, huzurunda boyun bükebilmek için akın akın gelirlerdi.

    Hacı Hasan Efendi Fahr-i Kainat ( SAV ) Efendimiz'in izinde 72 yıllık örnek bir hayattan sonra 26 Ocak 1987 Pazartesi günü Kayseri'de dar-ı bekaya irtihal eyledi. Kabirleri Kayseri İli Yahyalı İlçesi Kavacık Mahallesi'nde kendi yaptırmış oldukları Kalender Camii'ndedir.

     


  9. ALİ RAMAZAN DİNÇ HOCA EFENDİNİN HAYATI

    1955 yılında Kayserinin Yahyalı ilçesinde doğdu. İlk öğrenimini Yahyalı'da, orta öğrenimini Kayseri İmam Hatip Lisesi'nde, yüksek öğrenimini ise Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde ikmal etti. Rûhi eğitimiyle hal ehli insanlar özellikle ilgilendiler. Onların deyimiyle; "Bir gül fidanı gibi itinayla yetiştirildi." Ali Ramazan Hoca Efendi çok küçük yaşlarda iken, kabiliyetini keşfeden merhum Ramazan oğlu Mahmut Sami (k.s.) hazretlerinin teveccühüne mazhar oldu.

    Talebelik yıllarından itibaren fıkıh, hadis, tefsir ilimlerini özel hocalardan alan Ali Ramazan Hoca Efendi, zahiri ilimlerde de kendini yetiştirmek suretiyle sağlam ölçülerle donandı. Fıkıhsız bir tasavvufun dinde sapmalara yol açabileceğine inanan Hoca Efendi, bidatsiz tasavvufu savunmuştur. Tasavvufu; "Kulun vakit içinde, o vakte en uygun şeyle baş başa olması" şeklinde anlayan Ali Ramazan Hoca Efendi, günümüz insanlarına en uygun olan şeyin akide eğitimi olduğu belirtilmiş takvayı imandan İslam'a, İslam'dan ihsana çıkış olarak tanımlamıştır. >Kafalar arınmadıkça kalplerin durulmayacağını ifade etmiştir. Bu münasebetle de daima, ilkeli bir çalışmayla gayret göstermiştir.

    Zât-ı Âlîleri Türkiye'nin hemen her yerinde seri konferanslara katıldı ve bu sa'yu gayretini halen devam ettirmektedir. Ayrıca inceleme ve araştırma amacıyla Avrupa ve Afrika ülkeleri ile Türk Cumhuriyetlerine gitti. Çeşitli konferans ve panellere iştirak etti. Onun arzusu İslam toplumuna Yunusun amaçladığı ölçülerde, "mili metrik" eğriliği bile bulunmayan insanlar yetiştirmektir.

    Ali Ramazan Efendiye bu güzel gayretlerinden dolayı şükranlarımızı arz ederken, daha verimli çalışmalar için uzun ömürler vermesini Rabbimiz Teâlâ'dan niyaz ederiz.

     


  10. Herkes islama adanmış hayatlar konu başlığında bir şahsiyet tanıtsın.Mesela ben Malkomx'i tanıtmaya çalışayım.

     

    Malcolm X (Malcolm Little ve daha sonrasında Hacı Malik el-Şahbaz, İngilizce: El-Hajj Malik Shabazz ) (Omaha, 19 Mayıs 1925 New York, 21 Şubat 1965), ABD'li siyaset adamı, siyah hakları savunucusudur.

     

    1952'de Malcolm X adıyla Siyah Müslümanlar Hareketine girdi. Elijah Muhammad'ın yolunu izledi ve ona ABD içinde tümüyle bağımsız olacak bir siyah cumhuriyetinin kurulması fikrini benimsetti. Ancak Mart 1964'de iki kişinin arası açıldı; Malcolm X, Afrika - Amerika Birliği örgütünü kurdu ve 1964'de Afrika ile Ortadoğu'ya (Mekke'de hac için bulundu) iki gezi yaptı. Dönüşünden 1 yıl sonra da öldürüldü.

     

    Annesi bir Mulattodur. Babası Ku Klux Klan tarafından öldürülen Malcolm, Massachusetts'in siyah mahallesinde ilköğrenimini bitirir. Avukat olmak istemektedir ve bunu öğretmenine de söylediğinde ondan avukatlığın siyahlara göre olmadığını ve marangoz olmasının daha doğru bir seçim olacağını duyar. Çok istemesine rağmen, üniversiteye gidemeyince, küçük yaşta çalışmaya başlar. Michigan ve Boston derken, kendini birden Harlem'de bulur. Bir siyah olarak, ona verilen yaşama biçimi, onu sonunda hapishaneye düşürür. Üniversiteyi Harlem sokaklarında tamamladığını ve doktora tezini de hapishanede hazırladığını uzun uzun anlatır. O okuma açlığını hapishanede giderir. hapishane kütüphanesindeki kitapları tek tek okur. Hapishane yılları için: "Bir insanın düşünmeye ihtiyacı varsa, gidebileceği en iyi yer, bana sorulursa, üniversiteden sonra hapishanedir" demiştir.

     

    O, yedi yıllık hapishane yaşamından sonra, başka bir Malcolm X olarak Harleme geri döner. Hapisten önce bir sokak serserisiyken, şimdi Amerikada büyük bir hızla gelişen İslam dininin etkili ve ateşli bir temsilcisidir.

     

    Malcolm Little olan soyadını Harlemde X olarak değiştirir. Yeni soyadı, onun Afrikalı atalarının artık kendisi başta olmak üzere, kimse tarafından bilinmediğinin simgesidir. Elijah Muhammed'in öncülüğünü yaptığı Siyah Müslümanlar Hareketi Malcolm Xle birlikte daha da kuvvet kazanarak yayılmaktadır. Artık Malcolm, Elijah Muhammedin baş kurmayıdır. Fakat Malcolm'un Elijah Muhammed'in zina yapmasına karşı çıkması, daha sonra da Elijah Muhammedin, Malcolm'a, Başkan Kennedy'nin öldürülmesi hakkındaki yetkisiz ve iğneleyici sözlerinden ötürü sessiz kalmasını emretmesi, Malcolmun kendi hareketi içinde izole edilmesine sebep olur.

     

    Gerçek İslam'ın Elijah'tan çok uzak olduğunu biliyordu. Ancak Malcolm X'e göre İslam'ı bütün incelikleriyle kavrayabilmek için Haca gitmesi gerekiyordu. O Amerika'da bildiği İslam dini ile, Hac'da gördüğü İslam isimli din arasında farklılıklar olduğunu düşünmeye başlayınca, X olan soyadını El Şahbaz'a çevirdi.

     

    Başlangıçta, ilk Siyah Müslüman hareketinin öncüsü Elijah Muhammed'in bağlısı olarak ırkçı düşünceler taşıyorken, daha sonra bu düşünceleri değişti. Artık kendisini İslam'ın sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı evrensel mesajını tüm dünyaya iletmeye adamıştı. Bu amacını kitleler çapında gerçekleştirmeye çalıştığı toplantılarından birinde suikasta uğrayıp, 21 Şubat 1965'de öldürüldü.

     

    X, Manhattan'da bulunan Audubon Balo salonunda konuşma yaparken[1]bir kişi "Zenci, ellerini cebimden çek!" ("Nigger, get your hand outta my pocket!") şeklinde bağırdı.[2][3]Bu bağırma üzerine korumalar adama yönelirken, bu kişi daha hızlı davrandı ve namlusu kesilmiş tüfekle Malcolm X'i göğsünden vurdu. Başka yere konuşlanmış diğer iki arkadaşı ile birlikte X'i 16 kez vurdular. Salonda bulunanlar suikastçılardan birini yakalayıp darp ettilerse de diğer ikisi profesyonelce olay yerinden kaçtı.[4]Malcolm X, aldığı yaralarla kısa sürede hayatını kaybetti. Cinayet zanlısı olarak Talmadge Hayer adındaki, ama Thomas Hagan olarak bilinen ve kendisini Müslüman olarak tanıtan Siyah şahıs tutuklandı. Diğer zanlılar Norman Butler ve Thomas Johnson ile birlikte üç kişi yargılandılar. Yargılamada kimi suçlamalar düştü, suikastı başkasının işlediği tezleri ortaya atıldı. Ama bu üç zanlı hayatına devam etti. Şu an Hayer; Mücahid Halim olarak tanınmakta, Butler; Muhammad Abdül Aziz olarak tanınmakta ve Harlem Camisi başkanlığını yürütmektedir. Johnson ise Halil İslam ismini almıştır.[5]

     

    Malcolm X isimli sinema filmi ile yaşamı çarpıcı bir şekilde ortaya konmuştur.

×
×
  • Create New...