Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

tarık026

Editor
  • Content Count

    173
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by tarık026


  1. Esselamü Aleyküm.

     

    İSLAM KADINI

     

    Ey örtüsü Namusumuzun perdesi olan İslam kadını,

    Yüzünün aydınlığı iman fanusumuzun ışık kaynağıdır.

     

    Fıtratındaki safvet, bize Rabbimizden bir rahmet,

    Dinimize kuvvet ve ümmetimizin varlık esasıdır.

     

    Evladımız sütten kesildiğinde, “Lâilâhe illâllah” demeyi,

    Ona ilk evvel sen öğrettin.

     

    Ey din emanetinin kendisine tevdi edildiği İslam kadını,

    Yüce dinin kor ateşi senin nefeslerinden alev almıştır.

     

    Bu asrın mâyesi sahte, dışı süslü, içi kokmuş ve yüzü riyakardır,

    Onun fitnesi din yolunda kervanlar vurmadadır.

     

    Asrın bâsireti bağlıdır, Rabb tanımaz.

    Kulluğa umursamaz olanlar bu zincirle vurulmadadır.

     

    Devrân gözü kanlı ve amansız bakar,

    Kirpikleri bir pençedir ki, ele geçeni bırakmaz.

     

    Onun tuzağına düşen kendini hür sanır,

    Onun elinde can veren öldüğüne inanmaz.

     

    Cemiyetinin fidanına bengisuyu vererek,

    Ümmet emanetini muhafaza eden sensin.

     

    Ecdadının aydınlık yolundan asla ayrılma ki,

    Sermayenin kar ve zararı seni düşündürmesin.

     

    Doğru da, yalan da çok çetin ve çok güçlüdür,

    Her dem uyanık ol ve mâhir evlâd yetiştir.

     

    Yoksa henüz kanat çırpmayan bu çemen bülbülleri,

    Yuvalarından uzak düşecektir.

     

    Yaradılışında gizli ulvi imkanları aklınla keşfet,

    İslam kadınına örnek Hz. Fâtıma’ya ibretle bak, dikkatin eksilmesin.

     

    “Ta ki, Senin dalında bir Hüseyin meyvesi versin;

    Gülistana eski mevsimi getirsin”.

     

    Muhamdded İKBAL’in İslam Kadınına seslenişi...

     

    Selametle


  2. İskilipli Atıf Hocaefendi'nin katli için bahane arayanların mesnet olarak kullandıkları 'Frenk Mukallitliği ve Şapka' isimli kitabını buraya tıklayıp indirebilir ve okuyabilirsiniz.

    Allah razı olsun arkadaşım.

     

    Tevafuk oldu, bir kaç gün önce arkadaşlarla bu kitap üzerine bir sohbet yapmıştık ve bazıları bu kitabı temin etmeyi çok istiyorlardı. Verdiğiniz linkten indirdim ve kendilerine ilettim. Hizmetleriniz daim olsun İnşaallah...

     

    Selametle...


  3. Esselamü Aleyküm.

     

    YUNUS EMRE:

    Ahmed-i Yesevî'nin konumuzla ilgisi, Ahmed-i Yesevî İslâmiyeti, hikmet ismini verdiği ilâhilerle sevdirmiştir. Tasavvufî terbiyeyi bozkırlarda öyle yaymıştır. Yunus Emre, Ahmed-i Yesevî'nin yolunun devamıdır. Yâni muakkiblerindendir, ta'kibcilerindendir. Yolu o açmıştır, Yunus Emre de, o yolda yürüyenlerden birisidir.

     

    Yunus Emre gerçekten, başka edebiyatları bilen kimselerin sözleriyle, --benim kanaatim de çok net olarak öyle-- emsalsiz bir şairdir. Türk diliyle dinî şiir yazan şairlerin en büyüklerinden, en başta gelenlerindendir Yunus Emre.... Sadece bizim malımız değildir, dünya kendisinin hayranıdır. Biliyorsunuz evvelki sene de Yunus Emre yılı idi.

     

    Yunus Emre, çok derin fikirleri çok sade kalıplarla ifade edebilme kabiliyetine sahib bir kimsedir. Emsalsiz bir lirizm ile, çok muazzam fikirleri çok kısa cümleler halinde, mısralar halinde anlatabilen bir kimse... İftihar edeceğimiz bir kimse...

     

    Ben Azerbaycan'a gittiğim zaman, bana dediler ki: "Bu Azerbaycan'ın bir kasabası var; istersen seni götürelim. Oranın ahalisi Fuzûlî'nin hayranıdır. Hepsi Fuzûlî'nin divanını baştan sona ezbere bilir, ezbere okur." Bizim de sanıyorum Yunus Emre'yi ezbere bilmemiz lâzım!.. Çünkü, her şiiri ayrı harikadır.

     

    Akşam, alnımdan terler döküldü; hangi şiirini seçeyim de size anlatayım diye... Kısaca söyleyeyim, Yunus'la ilgili bazı ilmî gerçekleri:

     

    Yunus Emre, çok meşhurdur ama çok da mechuldür; hayatı hakkında çok şey bilinmiyor, kaynak yok... Mezarının bile nerde olduğu hakkında millet hâlâ münakaşa ediyor.

     

    İki tane eseri var elimizde: Birisi Yunus Emre Divanı; ötekisi de Er-Risâletün Nushiyye... İki eserini biliyoruz. Bu iki eserinden birincisi divanı; o da bilimsel olarak neşri yapılamamış bir eserdir. Ama, Kültür Bakanlığı'nın neşrettiği Dr. Mustafa Tatçı'nın Yunus Emre Divanı, daha ileri bir çalışma; güzel... Ondan önce de Yunus Emre ile ilgili çok neşirler yapıldı, divan neşredildi. Bu nisbeten onların hepsinden daha öteye, ileri bir çizgiye gitmiş; güzel, hoşuma gitti.

     

    Yunus Emre'nin kendi elinden yazılmış bir divan bize gelmemiş. Yunus Emre Divanı denilen eserler de karşılaştırıldığı zaman, birbirlerinden çok farkları var... Bunda olan onda yok, onda olan bunda yok... E hangisi Yunus'un bu şiirlerin?.. Belli değil...

     

    Sonra bir de adam bir defter yapmış; bu deftere Yunus'u sevdiği için Yunus'un şiirlerini yazmış. Yanına başka şiirler de yazmış. Yunus'un olanlarla olmayanlar karışmış. Bunların ayıklanması lâzım!..

     

    Fakat, her hâlükârda bu Kültür Bakanlığı'nı tebrik ederim, teşekkür ederim. Kültür Bakanlığı'nın 1280 sayılı Klasik Türk Eserleri 14 numaralı baskısı güzel... Bunu temin edebilirsiniz, mevcudu varsa... Yoksa, Kültür Bakanlığının yeniden neşretmesini tavsiye ederim. Güzel bir çalışma... Bizim rahmetli Prof. Amil Çelebioğlu kardeşimiz vardı; onun yetiştirdiği bir genç... Hocasına teşekkür ediyor. Ben de bu eseri için ona teşekkür ederim; güzel bir çalışma yapmış.

     

     

    Hangi şiir gerçekten Yunus'un diye bir meselemiz var; bunu tesbit etmemiz lâzım!.. Sizin bugün Yunus'un diye sevdiğiniz, ezberlediğiniz, dinlediğiniz ilâhilerin bir kısmı onun değildir meselâ... Çünkü, bir kaç tane Yunus var... Çok net, çok kesin, bütün ilim adamlarınca bilinen bir gerçek...

     

    Bir kere iki tane kesin Yunus var: Birisi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye yetişmiş Yunus; ötekisi, Bursa'da Emir Sultan'a yetişmiş Yunus... Birisi Mevlânâ'dan biraz genç; ötekisi Emir Sultan'dan biraz genç... Emir Sultan'dan feyz almış, Emir Sultan'a bağlı... Bu ikinci Yunus daha ziyade, "Şol cennetin ırmakları" "Kâbenin yolları bölük bölüktür" gibi ilâhileri söyleyen... Yâni bizim Yunus'un diye sevdiğimiz şiirlerin yüzde altmışı - yetmişi Bursalı Yunus'undur.

     

     

    Bursalı Yunus'un Bursa'da kabri vardır ve çok mağdur durumdadır. Mahalle arasında bir evin bahçesi arasında kalmıştır. Ben Bursalı arkadaşlarımıza rica etmiştim, "Bulun, arayın!" diye... Buldular, resmini gönderdiler. Şöyle bir aralıktan geçiliyor. Kimse de, o Şol Cennetin Irmakları'nı yazan Yunus'un orda yattığının farkında değil... Bilseler, yığılacaklar oraya; ama, bilmiyorlar.

     

    Tabii, bu bizim vazifemiz... İlim, Kültür ve Sanat Vakfı olarak vazife ediniyoruz. Bursa'ya gideceğiz. Belediye başkanı eğer Çeşme belediye başkanı kadar yakınlık gösterirse bize; anlatacağız, diyeceğiz ki: "Bu Yunus, çok büyük Yunus'lardan bir tanesidir. Bunun etrafının istimlâk edilmesi lâzım, türbesinin güzelleştirilmesi lâzım!.."

     

     

    Süleyman Çelebi'nin türbesi güzeldir doğrusu... Çekirge'ye giderken, Süleyman Çelebi'ye bir güzel türbe yapılmıştır. Eskiden o da, mezarlıklar arasında sâde bir kabir idi. Amma, bir Alman sebep olmuştur. O güzelim mimârî şaheser Süleyman Çelebi'nin türbesi ve o selvi ağaçlı, merdivenli anıt mahal yapılmıştır.

     

    Hadise şu; onu da anlatayım: Bir Alman elçi geliyor Bursa'ya... Bizim orda ihvanımızdan Kâzım Efendi diye, mekteb-i ziraat muallimlerinden bir efendi var; Almanca'sı çok güzel... Ziraat yüksekokulunun öğretmeni... Diyorlar ki, "Senin Almancan var; bu elçiyle meşgul ol, onu gezdir Bursada!.. Misafirperverlik yap!.." Devlet görev veriyor yâni...

     

    Elçi Çelik Palas'a geliyor, özel daire tahsis ediyorlar. Orda oturup kalkıyor, Bursa'yı geziyor. Alman elçisi ama, Türkçe de biliyor.

     

     

    Bizim rahmetli Kâzım Efendi'ye bir gün --kendi ağzından dinledim ben-- :

     

    "--Kâzım bey! Yarın da Süleyman Çelebi'yi ziyarete gidelim!" demiş.

     

    "Şaşırdım. Alman Süleyman Çelebi'yi ne yapacak?.. 'Peki efendim!' dedim. Ertesi sabah gittim. Bir taraftan da utanıyorum. Süleyman Çelebinin kabri harabe... Mezarlığın içinde bir kabir... Elçinin kapısını çaldım, odasına girdim. Baktım, grand tuvalet giyinmiş. Frak, smokin, papyon kravat, melon şapka vs. çok resmî giyinmiş. Şaşırdım. 'Efendim, ekselâns hani mezarlığa gitmeyecek miydik, hani Süleyman Çelebi'ye gidecektik?..' dedim"

     

    "--Evet ona gidecektik..."

     

    "--E, böyle giyinmişsiniz?.."

     

    "--Onun için böyle giyindim!" demiş. "Kâzım bey, bana söyler misin; hangi şair onun şu beyti kadar kuvvetli şiir söyleyebilmiş?..

     

     

    Dedi gördüm ol Habîbin ânesi,

    Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi!..

     

     

    Berk urub çıktı evimden nâgehân,

    Göklere dek nûr ile doldu cihân!..

     

     

    Tabii kaç kişi anladı... (Dedi gördüm ol Habîbin ânesi,) "O Rasûlüllah'ın annesi dedi ki, ben gördüm:" Hadis-i şeriftir bu aynı zamanda... Ben hadis olarak da buna rastladım. Süleyman Çelebi, hadis-i şerifi nazma çekmiş. (Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi!..) "Bir garib, çok muhteşem nur ki, güneş onun etrafında pervane gibi dönüyor. Güneş sönük kalıyor, pervane kelebeği gibi kalıyor; öyle bir nur gördüm."

     

    (Berk urub çıktı evimden nâgehân,) "Parıldayarak evimden bir nur çıktı böyle... (Göklere dek nûr ile doldu cihân!..) Göklere kadar her taraf nur doldu." Rasûlüllah doğuyor. Rasûlüllah'ın doğmasından böyle bir nur gördüğünü hadis-i şerifte de nakletmişlerdir. "Benden bir nur çıktı. O nurun ziyâsından Busrâ'nın köşkleri aydınlandı." diyor Amine Hatun...

     

    Onu nazmetmiş Süleyman Çelebi... Alman da bunu beğenmiş, anlatımdaki güzelliği beğenmiş. Yâni, "Öyle bir nur ki, güneş onun etrafında pervâne gibi... Parlayarak çıktı ve etraf muazzam aydınlandı." demiş oluyor.

     

    Şimdi bu mısralar yazılı orda... Anlaşılan bizim Kâzım Efendi bu olayı orda buna anlattı. Orda bir türbe yaptırdı. İnşaallah biz de, bu Yunus Emre'ye Bursa'da, o mahalle arasında evin arkasındaki o zavallı kabrin etrafını biraz genişleterek, Yunus Emre'ye uygun bir türbe yaparız inşallah diye düşünüyorum.

     

     

    Bir Yunus o, Bursalı Yunus... Bir Yunus da, --şimdi belki Aksaray'a bağlıdır, idârî taksimatı bilmiyorum-- Sivrihisar'lı... O Sivrihisar, --Eskişehirliler üzülse de söylemek zorundayım-- Eskişehir'in Sivrihisar'ı değil... Kızılırmağın kenarında ama, Eskişehir'deki Sivrihisar değil... Hacıbektaş kasabasına çok yakın, Sivrihisar diye bir yer var Kızılırmağın kenarında... Kızılırmak, biliyorsunuz nerelerden dönüp, dolaşıp öyle gidiyor Karadeniz'e... Bunu bir yazı ile, kitapla Refik Saygun anlattı. İncelemeler yaptı, oranın fotoğraflarını çekti. "Bu Sivrihisar'dadır Yunus!" dedi. "İşte, Tapduk Emre'nin kabri var burda... İşte Yunus'un kabri var burda..." dedi. Kimse bunu dinlemedi ama, aslında Yunus'un yeri orası, kabri orada... Onu da tabii, ihyâ etmek lâzım!..

     

    Eskişehir'deki değil... Eskişehir, Yunus'un zamanında ne durumdaydı bilmiyorum. Karaman'da da değil... Asıl yeri, orası... Bilimsel olarak bu böyle; ama, çok kimse bilmiyor.

     

    Ne zaman yaşamış; belli değil... Hangi tarihlerde ölmüş; belli değil... Çünkü, bizim vakıf kayıtlarını, sicilleri; depolarda, koridorlarda ne arıyor diye vagonlarla Bulgaristan'a göndermişler. Gelmişler İstanbul'da ilgisiz ilgililer... Koridorlarda bir takım evrakı çok kalabalık görünce:

     

    "--Ne bunlar burda?.."

     

    "--Efendim, bunlar arşiv belgeleri..."

     

    "--Ne işe yarar?.."

     

    "--Eski yazı..."

     

    "--E, biz devrim yaptık, harfleri değiştirdik. Kim bunları okuyacak?.." demişler. Vagonlara yüklemişler.

     

    İsmail Hakkı Konyalı feryad etti, yazılar yazdı: "Bunlar arşiv belgesidir, bunlar gönderilmez; çok kıymetli evraktır!" diye ama, giti hepsi... Avrupa'ya gitti, ve sâireye gitti. Yâni kendi mâzîmizi koruyamıyoruz. Yangınlar tahrib ediyor, kendimiz tahrib ediyoruz.

     

     

    Çanakkale'nin, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından yapılan kalesinin giriş kapısındaki kitabeyi, oradaki askerî birliğin başındaki bir üsteğmen veya yüzbaşı kazıtmış. Ne istedin o kitabeden, niye kazıtıyorsun?.. Fatih'in kitabesi bu... Hapsetmek lâzım!.. Kazıtmış; şimdi ara da bul, kitabe yok...

     

    Mezar taşları Londra'da satılıyormuş... Bizim mezarlıklardan çalınan mezar taşları, kavuk şekli, taş şekli, yazısı itibariyle antika olduğu için Londra'da haraç mezat satılıyormuş. Müşteri buluyormuş, oralara kaçırılıyormuş. Nasıl ediyorlar artık, bilmiyorum.

     

     

    Onun için Yunus'un mezartaşı yok... Arşivler yok, belgeler yok... Gölpınarlı söylüyor, ben de gördüm: HacıbektaşKütüphanesi'nde bir yazmanın üst tarafında, doğumu şu, yaşı şu kadar, vefatı şu diye bir kayıt var... Ama kim yazmış oraya, nereye dayanarak yazmış, belli değil... Diyorlar ki, işte 1320 yıllarında ölmüştür. Belki doğru olabilir ama, kuvvetli bir belge değil...

     

    Bir tek kuvvetli belge var: Risâle-i Nushiyye isimli eserini yazmış, sonunda tarih atmış. Hicrî 707 tarihinde yazılmış; milâdî 1306/1307 ediyor. Demek ki Osmanlılardan önce o sağmış. Ötekiler, ilim adamı olarak bizim yüzdeyüz kabul edeceğimiz şeyler değil...

     

     

    Yunus'un divanında incelemize göre; Yunus Emre evlenmiş, çoluğu çocuğu var... "Allah bize de çoluk çocuk verdi." diyor bir şiirinde... Anlıyoruz ki, Yunus bekâr göçmemiş; evli çoluk çocuk sahibi bir insan...

     

    Bir şair koca olmuş. Yâni yaşlanmış. Genç yaşta değil, bayağı bir ihtiyarlamış olduğu belli...

     

     

    Şeyh efendi diye çok hürmet etmişler kendisine, şiirinden biliyoruz. O kendisinden bahsederken, kendisini çok kötüleyerek söylüyor ama, biz anlıyoruz. "Bana şeyh diyorlar; nerde ben?.. Mertebem, çok fenayım." diye söylüyor; ama ordan anlıyoruz ki, şeyh demişler. Herkes hürmet ediyor, herkes elini öpüyor. Hayatında bu hürmeti görmüş.

     

    İlim bakımından; yüksek derecede dînî bilgileri kazanmış, usta bir âlim... Öyle oduncu filân değil... Ümmî, elifi ve sâireyi okumamış bir insan değil; çok büyük bir alim... Eserlerinden de belli, kendisi de söylüyor. Muhtemelen Konya'da tahsil etmiş ve Sadreddin-i Konevî'nin fikirleri var, Abdülkerim-i Ciylî'nin fikirleri var şiirlerinde... Onlar ayrı bir konferans konusu, ince tasavvufî meseleler... Çok büyük bilgisi var...

     

     

    Şimdi, bu eski Yunus ile, Mevlânâ zamanına yakın Yunus ile, öteki Bursalı Yunus arasında yüz küsur yıl zaman farkı var... Üslûb farkı var... Bu Yunus'un dili başka, Bursalı Yunus'un dili başka... Şıp diye anlaşılır; kullandığı kelimelerden ve üslûbundan hemen farkedilir. Mevlânâ'ya çağdaş Yunus başka, Bursalı Yunus başka... İkisi ayrı şahsiyet...

     

    Bursalı Yunus, hiç falso yapmamış olan, şiirlerinde kimseyi tedirgin edecek bir söz söylememiş olan, müteşerrî, müeddeb, âşık bir şâir... Tam dört dörtlük potada bir insan...

     

     

     

    Bu yazı, Prof.Dr.M.Es'ad Coşan (Rh.A) 'in "Yunus Emre ve Tasavvuf" adlı kitabından alınmıştır.


  4. Esselamü Aleyküm.

     

    Değerli arkadaşlar,

     

    Üstad sadece bir şair değildir ki; sadece şair dersek eminim ki, Üstad'ın kemikleri sızlar, bir "fikir adamı" ve aynı zamanda "bir eylem" adamından bahsediyoruz. Toplumlarda, her dönemde fikir ve eylem adamı bulunabilir fakat fikir adamı olup da aynı zamanda eylem adamlığına soyunan insanlar toplumlara ender olarak gelir.

    En büyük fikir sermayesini; tercüme eserlerin oluşturduğu bir dönemde ısrarla "Mutlak Fikir"i içinde yaşadığı toplumun şartlarına göre düzinelerce eser vererek yaymaya ve yaşamaya çalışan bir insandan bahsediyoruz.

     

    ÜSTAD:

    -Kur'an ve Sünneti dayalı, Sünni karakterli "ÖZE DÖNÜŞ" hareketinin ihyasının gereğine inanmış ve şahsiyeti ortadan kaldıran batı taklitçiliğine şuurlu olarak karşı çıkan ve bunu mutlak halledilmesi gereken temel mesele kabul etmiş biridir.

    -Dünyaya ve dünyalığa bağlı bir Müslüman değil, Allah’a ve Resul’üne bağlı bir Müslüman olmak için sonsuz gayret içinde yaşamış ve bunu başarmış, aynı zamanda böyle Müslümanlardan oluşan bir toplum meydana getirmenin gayreti içinde olmuş birisidir.

    -Hayatında ve eserlerinde; "şeriat-tarikat-siyaset" bütünlüğünü kavrayıp kavratma gayreti içinde olmuş birisidir.

    -"Mutlak Fikre"e karşı olan herkese karşı olan ve onlarla uzlaşma yoluna kesinlikle girmeyen, ki; Bizzat kendisinin ifadesi ile " ya hep ya hiç, ya ol ya öl" inancını yaşamında ve eserlerinde hakim kılmış birisidir.

    -Bir kale gibi sağlam şahsiyet yapısına sahip olmakla birlikte, davayı yerleştirip yayma yolunda şahsi fedakarlıktan kaçınmayan fakat asla taviz vermeyen birisidir.

    -Bütün dünya Müslümanlarını kardeş bilen, onlarla ilgilenme zaruretine inanan fakat öncelikle yaşadığı toplumun kendi coğrafyasında ayaklarının yere sağlam basmasının şart olduğuna inanan birisidir.

    Eğer Rahmet-i rahmana kavuşmuş olan bu "Fikir Adamına" birileri sadece şair Üstadı sıfatını yakıştırılması gerektiğine inanıyorsa, onlar Üstad’ı ya hiç anlamamış, yada anlamak gibi bir dertleri hayatları boyunca olmamış kişilerdir.

     

    Selametle...


  5. Birkaç damla gözyaşı!

     

    Değerli Arkadaşlar, sizlerle yakın zamanda okuduğum ve hoşuma giden ve aynı derecede hislendiren bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. Çocuk sahibi olanlara duyurulur: Okumaya başlamadan önce mendiliniz yanınızda hazır bulunsun, muhtemeldir ki; hikayenin sonunda lazım olacaktır.

     

    Mutfaktan tencere sesleri geliyordu, koşarak yanına gitti:

    -Sana yardım edeyim mi? dedi küçük kız en sevimli halini takınarak.

    Annesi manalı, manalı baktı:

    -Hayırdır? Ne yaramazlık yaptın yine, bak bir de seninle uğraşmayayım.

    Çok yorgunum zaten. Yorgunluk nasıl bir şeydi?

    bazen oyuncağı ile uykuya daldığında anneannesi oyuncağı elinden yavaşça alır:

    -Nasıl da yorulmuş yavrucak. Uykunun gül kokulu kolları sarsın seni diyerek alnına bir öpücük konduruverirdi.

    Yorgunluk gül kokulu bir uykuya dalmaksa eğer, neden annesi kendisiyle böyle kızgın, kızgın konuşuyordu.

    -Anneciğim yorulduğun zaman gül kokulu uykulara dalarsın. Anneannem öyle söylüyor.

    -Uykuya dalayım da gül kokuları kusur kalsın. Yorgunluktan ölüyorum.

    Bu kelimeden nefret ediyordu küçük kız.

    Yorgunum, yorgun olduğumdan, böyle yorgunken,

    -Anneciğim sen yorulma diye.....

    -Yemekte konuşuruz çocuğum, bankada işler yetişmedi.

    Baban gelene kadar bunları bitirmem lazım. Hadi sen oyna biraz.

    Hani siz yoruluyorsunuz ya... bende oynamaktan yoruluyorum diyecekti küçük kız.

    Büyükler yapılmaması gerekenleri biliyorlardı da, yapılması gerekenleri hiç bilmiyorlardı.

    Işıklar söndü birden, elektrikler kesilmişti, uzun zamandır olmuyordu böyle bir şey.

    Annesi öfkeyle söylenmeye başladı.

    -Mum da yok! Diye, diye karıştırdı dolabı el yordamıyla.

    Küçük kız sırtüstü yatıp, anneannesinin köyünü düşündü,

    gaz lambasının ışığında deli tavşan masalını anlatışını hatırladı.

    Deli tavşanın duvardaki aksini getirdi gözlerinin önüne,

    Anneannesi gibi iki elini birleştirip işaret parmaklarını yukarı kaldırarak tavşan kafası yaptı.

    -Bak deli tavşan diyerek ellerini oynattı. Yoldan geçen arabaların farları duvardaki tavşana yol açtı,

    tavşan alabildiğince hür dolaştı sağda, solda. Otlarla kuşlarla konuştu. Sonra yorgun düştü.

    Duvardaki görüntü minik avuçlarının açılmasıyla kayboldu. Kolu yavaşça kanepeden aşağıya sarktı.

    Kadın çocuğunun hiç konuşmadığını fark etti çok sonra. Birden kanepeye koştu.

    Küçük kız, küçücük dizlerini karnına doğru çekerek uykuya dalmıştı.

    Masanın üstündeki dosyalara baktı.

    Dindirilmez bir pişmanlık doldurdu içini.

    Uyandırmaktan korka, korka küçük alnına bir öpücük kondurdu kızının.

    Küçük kız sanki bir ipucu bekliyormuşçasına aralanan gözleriyle uykulu bir şekilde mırıldandı.:

     

    -İşin bitince beni sever misin anne? dedi.

    Kadın, sevilmek için randevu alan çocuğuna bakarak sabaha kadar ağladı.

    Unutmayalım ki, yarın kimseye vaad edilmemiştir...

     

    Selametle…


  6. Esselamü Aleyküm.

     

    Değerli Arkadaşlar,

     

    Yakın tarih denilince en azından Lozan etraflıca zikredilmelidir. Ben Lozanın etraflıca irdelenmesi gerektiğine inanıyorum eminim ki, Sizler de böyle düşünüyorsunuzdur. Lozan denilince şiddetle okunmasını tavsiye edeceğim bir eser var. Belki de çoğunuz duymuş veya okumuşsunuzdur.

    Kadir MISIROĞLU’nun kaleme aldığı Sebil Yayınevi tarafından yayınlanan 1979 basımı

    LOZAN ZAFERMİ? HEZİMET Mİ? ( 3 cilt.) İsimli eseri bu konuda hemen, hemen her şeyi gözler önüne seren bir çalışma, ben şimdi sizlere bu kitaptan alıntılar yapmayacağım çünkü Neresinden alıntı yapılacağına karar veremiyor insan. Her sayfası, her satırı buram, buram bilgi dolu. Her Müslüman-Türk gencinin okuması için dua ettiğim, yakın tarihi ile ilgili olarak hazırlanmış müstesna bir eser ve yazılan her satırın mutlaka kaynağı da, kitap da belirtilmiş ve mevcut. Yeni baskısının olup, olmadığını bilmiyorum. Yazılan eser de Lozan’da;

     

    1-) KIBRIS’IN Kaybedilişi,

    2-) MUSUL’un Kaybedilişi,

    3-) BATI TRAKYA’nın Kaybedilişi,

    4-) MALİ Kayıplar,

    5-) GEMİ Bedelleri Kaybı,

    6-) Vakıf Bedelleri Kaybı,

    7-) OSMANLI Borçlarının taksimindeki Adaletsizlik ve

    8-) DİĞERLERİ

    Ana başlıkları altında teferruatlı bir şekilde irdelenerek, açıklamalar yapılmış bulunmakta.

    Ki; Eserin yazarı Kitabın sonun da;

     

    Aziz Okuyucu!

    “Lozan; muazzam bir imparatorluk mirasının Han-ı yağmasıdır. Türk’ün şahsında İslam’dan intikam alınarak, bütün bir İslam Dünyası’nın başsız bırakılmasıdır.

    Lozanın getirdiği; adalarla Yunan stratejik çemberine alınmış, iktisadi kaynaklardan mahrum, her türlü unvan ve sıfatı, gayri tabii hudutların çizdiği küçük bir Türkiye’dir” notunu düşmüş.

     

    Selametle…


  7. Esselamü Aleyküm.

     

    Değerli Arkadaşlar,

    Lozanın üstüne daha çok konuşuruz. Çünkü konuşulacak çok şeyler var.

     

    Ben sıcağı sıcağına Mustafa Armağan'ın bugünkü yazısını takdirlerinize sunarak şimdilik huzurlarınızdan ayrılıyorum.

     

    Lozan'da Çanakkale şehitlerini İngiliz'e teslim etmiştik

    İsviçre, Lozan masasını verecek kimse bulamayınca bize hediye etti. Eh artık anlı şanlı bir müzede sergileriz nasıl olsa. Üzerindeki mürekkep lekelerini -tabii hâlâ duruyorsa- çocuklarımıza mikroskopla gösterip bu masada nasıl bir zafer destanı yazıldığını filan anlatırız gururla. (Kimse sormaz ama bana kalırsa masanın konulacağı en uygun yer, İsmet İnönü'nün mezarı veya Pembe Köşk'ün bir salonudur.)

    Şimdi lütfen yandaki fotoğrafa dikkatle ve ibretle bakın. Ne görüyorsunuz? Birkaç genç kız, askerlerimizin önüne atılıyor ve çiçek veriyor, değil mi? Güzel.

     

    Peki nerede çekilmiş bu fotoğraf? Bir şehrin kurtuluşu olduğu belli de nerenin kurtuluşu olabilir sizce? Ne İstanbul'un kurtuluşudur, ne de hatta Hatay'ın kurtuluşu. Fotoğraf, Çanakkale'ye Türk askerinin giriş anını gösteriyor.

     

    Çanakkale'yi, 1915'te geçirmediğimiz İtilaf kuvvetlerine Mondros'la açmıştık. Ancak 1918'de başlayan 'hukukî işgal'in Lozan'la bittiğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Çünkü Lozan'ın 129. maddesinde Boğazlar'ın British Empire'a, yani İngiliz İmparatorluğu'na terk edileceği belirtiliyordu. Bununla da yetinilmiyor, aynı maddenin 2. fıkrasında bir lütuf olarak bizim bölgeye müfettiş göndertebileceğimiz belirtiliyordu. Bir de eğer Çanakkale Boğazı'nı ziyaret edecekler 150 kişiyi aşarsa Türk hükümetine önceden haber verilecekti.

     

    Sizin anlayacağınız, Çanakkale Boğazı'ndaki 8 kilometre eninde bir şerit 1936 Temmuz'una kadar Lozan gereği İngiliz işgali altındaydı. Fakat bunu ders kitaplarımız nedense es geçer ve Montrö birden bir Anka kuşu gibi gelip kuruluverir inkılap tarihi kitaplarımıza.

     

    Sevgili tarihçiler! Montrö ile elde ettiklerimizi anlatıyorsunuz. İyi güzel de, demek ki, Lozan'da bazı eksik ve gedikler vardı, bunları neden gözlerden gizliyorsunuz?

     

    İşte fotoğrafta gördüğünüz, askerlerimizin önüne atılıp çiçek veren genç kızlar, Lozan'ın ardından tam 18 yıl süren uzun bir esaretten kurtuluşun sevincini yaşıyorlardı.

     

    Bazıları yazıp çiziyor. Özellikle genç okurlarım da bunların etkisinde kalıp soruyorlar: Efendim, Lozan'da gizli maddeler varmış, bazı sözler verilmiş. Bunları açıklar mısınız?

     

    Bu sevgili kardeşlerime soruyorum: Lozan Antlaşması'nı kaç kere okudunuz? Bugüne kadar baştan sona okuyanına rastlamadım desem yalan olmaz. Okusalar zaten pek çok gizli sanılan 'söz'ü metinde çatır çatır yazılı görürlerdi. Okumadığımız bir metinde yazılmayan bilgileri merak eden tuhaf bir toplumuz vesselam.

     

    İşte Çanakkale şehitliğini gezerken gördüğünüz İngiliz, Anzak vs. mezarlıkları ile devasa anıtları bu işgal döneminde yaptırılmıştır ve Montrö'de bize devredilirken de mezarlıkların o ülkelerin kendi toprakları olduğu açıkça belirtilmiş, buralara dokunamayacağımız vurgulanmıştı. Şimdi o anıtlara dokunmamız yasak. Değerli dostum Fethi Murat Doğan'ı da yıllardır uğraştıran, "Türk anıtları neden diğerlerine oranla küçük yapılmış?" sorusunun cevabı da burada gizli.

     

    Daha da iç yakıcı olan gerçek şu ki, Çanakkale'deki bütün o savaş alanı, tabii ki Türk şehitlikleri de, 1918-1936 yıllarında İngiliz askerlerinin insafına terk edilmiş, atalarımızın kemikleri İngiliz çizmeleri altında ezilmiştir.

     

    Öte yandan İngilizler kendi mezarlıklarını pırıl pırıl döşerken ve Gelibolu'yu bizim Hayber'deki "Türk mezarı"mız gibi vatanlarının bir parçası haline getirirlerken, Lozan'da zafer yazan delegelerimiz Türk şehitliklerinin korunması veya en azından bizim toprağımız olarak tanınması için bir madde koymayı dahi akıllarına getirmemişlerdir. Gelin görün ki, İngilizler, Montrö'de Çanakkale'yi boşaltmayı kabul ederken, 1915'te bu topraklara gömdükleri gençleri bahane ederek kendilerinden izin almadan müfettiş göndermemizi bile istememişler, bunu dahi şarta bağlamışlardı.

     

    Böylece son yıllardaki şahlanış olmadan önce Çanakkale'deki Türk şehitliğinin (daha doğrusu "Osmanlı şehitliği"nin) arz ettiği perişanlığın gerçek sebebini anlamaya başlıyoruz.

     

    Bence İsviçre Lozan'daki masayı vermekle iyi etmedi. Çünkü böylece Lozan'ın hesaplaşması yeniden başlayacak. Hazır masa da gelmişken, oturup konuşalım şu yarım kalmış hesapları diyecek birileri.

     

    İşte 21 Ağustos 1923 günü TBMM kürsüsünde var gücüyle haykıran Tekirdağ milletvekili Faik Öztrak'ın sesi kulaklarımıza İsrafil'in surunu üflüyor sanki. Tutanaklardan aktarıyorum:

     

    "Fakat efendiler, İngilizlere bırakılan bu topraklardaki muazzez şehitlerimizin hatıralarına ne dersiniz? Onların ölülerinin mevcut olduğu bu yerlerde bizim de yüz binlerce şehidimizin kanları ve kefenleri mevcuttur. Vatanımızı istilaya gelmiş olanlara karşı bu imtiyazları vererek bu şehitlerimizin aziz hatırasını nasıl rencide edebiliriz?"

     

    Tutanaklar, Faik Bey'in sözlerinin Meclis'te "çok doğru" sesleriyle onaylandığını ve Niğde milletvekili Hazım Bey'in oturduğu yerden şöyle laf attığını kaydediyor: "Evet... Maksatları başkadır. Bir gün bu memleketi ölülerle bile istilayı düşüneceklerdir."

     

    "Cumhuriyet'in ilk yıllarında Çanakkale şehitleri için herhangi bir anma töreni düzenlenmeyişinin asıl sebebi nedir?" diye soranlara gülümseyerek cevap veriyorum. Bu, o topraklarda gözümüzün olduğu anlamına gelirdi de ondan.

     

    Şimdi Çanakkale zaferini kutlamayı İngilizlerden ve Anzaklardan öğrendik desem, çoğunuzdan tepki alacağımı biliyorum. Ama tarihin aynası böylesine acımasızdır.

     

    En iyisi şu Lozan masasını birkaç günlüğüne bana verin de, başında şehitlerimiz adına doya doya ağlayayım.


  8. Selamınaleyküm Gönüldaşlar...

     

    ---Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olmayacaktır!---

     

    Esselamü Aleyküm.

     

    Değerli Arkadaşlar, yukarıdaki ve benzeri söz veya yazı gördüğümde aklıma ilk gelen;

    A'raf Suresi/ 30. Ayet-i Kerime'dir:

     

    Bismillahirrahmânirrahîm.

    "Allah bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık layık oldu.

    Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi.

    Kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlardı."

     

    Rabbim Herkese Layıkıyla Muamele edecek olandır.


  9. Esselamü Aleyküm.

     

    Değerli Arkadaşlar,

     

    Yunus Emre zikredilince, M.ES'AD COŞAN (R.A)'in

    O'nunla ilgili yaptığı sohbetten bir kısmını istifadelerinize sunmak istedim.

     

    Yunus Emre, Vahdeti, yani birliği, tevhidi, Allah tan başka hiçbir ilah olmadığını, "Lâ İlâhe İllallah"ı çok derinden kavramış bir kimse. Mest olmuş. Yani bu varlığın, Allah ın varlığı olduğunu o kadar iyi kavramış ki; nereye baksa Allah ı görüyor. Işıkta Allah ı görüyor, zulmette Allah ı görüyor, çiçekte Allah ı görüyor. Çiçekle konuşuyor, konuştuğunu biliyoruz, şahidimiz var.

     

    "Sordum sarı çiçeğe; Neden boynun eğridir? Boynumun eğriliğine bakma, Özüm Hak ka doğrudur. Niye benzin sadır? Ölüm varda ondan sarardım, soldum. Senin anan-baban kim?" Şeceresini soruyor çiçeğe, tanışmak istiyor onunla. Bizlerde demin tanışmak istedik ya sizlerle. Nerelisin, anan-baban kim? Diye. Çiçekte cevap veriyor. "Annem babam topraktır. Evlad kardeş var mı? Vardır, yapraktır" diye. Çiçekle konuşuyor, değirmenle konuşuyor, dertli dolapla konuşuyor; "Dolap niçin inlersin?" gacır gucur dönüyor; bostan dolabı. Kuyunun içine dalıyor kovaları, öbür taraftan suyu çıkartıyor, o sesten anlıyor Yunus Emre. "Derdim varda ondan inlerim" diyor dertli dolap ona. "Derdin nedir?" diyor, derdini anlıyor.

     

    Yunus un etrafa baktığı zaman gördüğü şeyler Allah ın tecellisi, Allah ın varlığı, birliği. Onun için Yunus kendisine "esrük" diyor, esri veya esrük. Ne demek? Sarhoş demek. Esrimek; sarhoş olmak demek. Aşkın şarabından içip esrimiş, esrük olmuş, sarhoş olmuş Yunus. Nereye baksa, O nu görüyor. Muazzam bir Vahdaniyet fikri var içinde. Allah ın varlığını, birliğini idrak tefekkürü içinde erimiş, başka bir şeyi gözü görmüyor.

     

    "Sen ne istiyorsun?" Çokomilk. Bilmem ne" böyle bir ilan vardı. "Sen başka bir şey bilmez misin? Hiç başka bir şey düşünmez misin?" " Aklımdan hiç çıkmıyor ki," diyor bir de tatlı, tatlı tebessüm ediyor adam. "Aklımdan hiç çıkmıyor ki," diyor. Yunus un da Allah, aklından hiç çıkmıyor. O adam çokomilki hiç unutamıyor, Yunus da Allah ı unutamıyor. Nereye baksa Allahu Teâlâ Hazretlerini görüyor.

     

    Ben onun için Erbâb-ı Tasavvufa dil uzatanlara gülüyorum. Tasavvufu bilmiyor, İslam ı bilmiyor, İslam ın zevkine aşina değil. Tasavvuf büyüklerinin hayatlarından haberdar değil, duygularını kavramış değil, kavrayamaz! Bilmeyen kavrayamaz. Şimdi tasavvuftan bahsederler, kim bahseder, edebiyat kitaplarında edebiyatçılar bahseder. Türk edebiyatını anlatacak. Türk edebiyatını anlatırken, Türk edebiyatı üçe ayrılır diyecek; Halk edebiyatı, Divan edebiyatı, Tasavvuf edebiyatı. Oradan bir şiir okur;

     

    "Açsun bizimde gönlümüz sâki medud sun câm-ı cem." İçki istiyor, içkili oldu mu edebiyatı da hoşlarına gidiyor. Divan edebiyatını anlatırlar. Halk edebiyatı da hoşlarına gidiyor. Orada adam namaz kılmaz, oruç tutmaz, elinde saz gezer, bu saz İslam da var mı? Yok mu? Sen bunu böyle kullanıyorsun deyince. "İçinde mi, dışında mı? Püskülünün ucunda mı? Şeytan bunun neresinde" diye kendilerince alay ederler. Tasavvuf şiirinden bahsetmesi lazımdır. Ondan da bahsediyor amma, o tarakta bezi olmayan bir insan tasavvuf edebiyatından o kadar berbat bahsediyor ki; mahvediyor. Tasavvufu ne anlaması mümkün, ne anlatması mümkün. Yaşamayan bilmez çünkü; anlatamaz, anlayamaz. Bazı şeyler var ki, falanca meşhur kişi, falanca edebiyatçı da anlayamaz.

     

    Geçenlerde Üsküdar da bazı dernekler, vakıflar konferans istemişti. Yunus la ilgili bir konferans verdik. İddia ediyorum, Yunus u çok kimse anlamamıştır. Yunus Divanı nı neşreden kimseler, Yunus Divanı nın açıklamasını neşreden kimselerin çoğu anlamamıştır Yunus u. Yunus u herkes anlayamıyor, anlatamıyor neden? Yunus gibi yaşamayan, Yunus un duygularını nasıl anlasın. Yunus u anlamak için mutasavvıf olmak lazım. Yunus u anlamak için Yunus un bildiği ilimleri öğrenmek lazım. Kur an-ı bilmek lazım. Hadis-i bilmek lazım. İslam kültürüne aşina olmak lazım. Türkçe yi iyi bilmek lazım. Dervişliği bilmek lazım. Tekkeye hizmeti bilmek lazım. Ondan sonra anlamayanlar "ben edebiyatçıyım" diyor. Yunus u anlatmaya kalkıyor, hata ediyor, yanlış şeyler söylüyor, kalkmış birisi diyor ki, "Tasavvuf ayrı bir dindir" Hayır. Sümme hâşâ! Öyle şey olur mu? Tasavvuf İslam ın kendisidir, özüdür, aslıdır, anlamıdır, mâhiyetidir, ruhudur, canıdır. Tasavvuf başka şey diyor. Anlamamış hiç. Anlamaz sonra "Mutasavvıflar birliği, tevhidi anlamaz" diyor. Sen Mutasavvıfların anladığı kadar, birliğin onda birini anlasan mest olursun. Yani Mutasavvıflar öyle bir anlıyor ki, mest oluyor. Vahdet meyinin şarabını bir içmiş ki; mest geziyor. Ondan sonra sanatkar oluyor insan. Kuru kuruya Yunus olmaz. Kuru kuruya Mevlânâ olmaz. Kuru kuruya Eşrefoğlu Rûmi olmaz.kuru kuruya İsmail Hakkı olmaz...

     

    M. ES AD COŞAN (R.A) Hoca Efendi nin

    İSLÂM, SEVGİ ve TASAVVUF isimli Eseri Sayfa:37-40


  10. Esselamü Aleyküm.

     

    Değerli Arkadaşlar,

    13 Kasım 2008 Perşembe günü M.Zahid KOTKU (K.S.) Hazretleri'nin

    Sene-i Devriyesi olması münasebetiyle açmış olduğum konu başlığına

    bu akşam itibari ile son 'Söyleşi'yi yayınlamış bulunuyorum.

    (R.A.) Hoca Efendi ile ilgili açmış olduğum diğer başlıkta da belirttiğim gibi bu foruma üye

    Siz değerli arkadaşlarımızın büyük bir çoğunluğunun,

    Tasavvufu, Evliyaullah'ı ahirete irtihal etmiş Mübarek Hoca Efendi'leri ve Alim'leri eminim ki biliyorsunuz,

    kesinlikle niyetim sadece sadece Rahmetli Hoca Efendi'yi hatırlatmak idi.

    Bu konu başlığı altında geçen bu dört gün boyunca herhangi bir Su-i Zana sebebebiyet verdim ise

    Hakkınızı helal edin İnşaallah...

     

    Rabbim hepimize Hak Din olan İslam'ın Kitab-ı Kur'an-ı Kerim'i okumayı,

    Okuyup anlamayı,

    Anlayıp O'nun üzerine amel etmeyi,

    O'nun üzerine amel edip son nefesimizde bile O'nu zikretmeyi Nasip eylesin İnşaallah.

    Ahirette Hz. Muhammedi-nil Mustafa (S.A.V. Efendimizin şefaat ettiği kullardan olmayı,

    Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Sancağı altında,

    Kevser Havuzu'nun başında,

    Mübarek Hoca Efendilerimiz birlikte haşrolunmayı Nasip eylesin İnşaallah...

    Vel-hamdülillahi Rabbil Alemin El Fatiha...


  11. Dr. Alaaddin KAYA:

    “Son Dakikalarında Yanındaydım.”

     

    “Aman Yâ Rabbi derken dervişleri için Allah’a niyazda bulunuyordu.

    Benim o andaki hissim, kendisi için değildi.”

     

    Kendisiyle ilk tanışmamız, Aziz Efendi Hazretlerinin vefatından sonra Bursa’dan geldiği zaman oldu.

    Ben çocuğum o zaman. Orta ikideydim. “Adın ne senin”, dedi.

    Mehmed dedim (göbek adım). “Adaşız seninle” dedi. Bir zaman derslere devam ettim.

    Sonraları bıraktım. 1971 yılında hacdan gelenlere karantina uygulanıyordu,

    ben de doktor olarak görevliyim. Baktım Hoca Efendimiz de geldi. Vardım, elini öptüm.

    “Dokotor bey, seni eve de bekleriz!” dedi. Ben de içimden çağırırsanız gelirim Efendim dedim.

    Aradan üç-beş ay geçtikten sonra bir gece rüyamda, “Haydi oğlum, artık gel!” dedi.

    Geliş o geliş hamd olsun.

    Her Pazar günü İkindiden sonra hadis dersi yapıyorlardı. 1977 yılında bir Pazar günüydü.

    Bizler ders dinlemeye geldik. Hoca Efendimiz, yanında Es’ad Efendi olduğu halde geldi. Onu kürsüye oturttu.

    Sonra cemaate döndü. “Bundan sonra bu derzleri Es’ad yapacak!” dedi. “Es’ad bizim damattır,

    Ankara İlahiyat Fakültesinde hocadır!” dedi. Sağ tarafa yanına oturdu, on dakika kadar dinledikten sonra gitti. Es’ad Efendi çok heyecanlıydı, tir, tir titriyordu. O günden sonra, dersleri Es’ad Efendi yaptı.

     

    Bir seferinde oğlan hastalandı, 7 aylıktı. Bağırsak takınması teşhisiyle hastaneye yatırıldı.

    Çok üzülüyorduk, annesi başında ağlıyordu. Ameliyata karar verildi. Hoca Efendimize de arz etmiştim.

    Ameliyat olacağı sabah, çocuğun başında beklerken uyuya kalmışım. Rüyamda Hoca Efendimiz geldi. “Bismillâhirrahmânirrahim” dedi ve elini çocuğun karnına koydu. Uyandım, baktım, çocuk gaz çıkarmaya başladı, ameliyata gerek kalmadı.

     

    Son günlerinde Hoca Efendimiz Hazretlerinin yanında bulundum.

    Geceleri uyuyamıyordu, bir şey yiyemiyor, ateşleniyordu.

    Rahatlatıcı tedaviler yapıldı. Son akşamında ağırlaştı, sonra düzeldi.

    Hatta akşam namazı koma halinde geçmişti, uyandı, “Akşam oldu mu?” dedi, ben de, “Efendim geçti” dedim. Hemen tuğlayı getirdik, kollarını sıvadık, teyemmüm ettirdik, Namazını kıldı.

    Sonra çağırdı büyük ablayı, kulağına bir şeyler söyledi.

    Demiş ki; “Bunlar aç, bunlara yemek yedirin içeride…” demiş. Biz içeri geçtik.

    Bir ağabeyimiz orada bekliyordu. Açmış gözünü, “Sen de git, sen de yemek ye “demiş.

     

    O akşam durumu iyileştiği için, biz tahmin etmiyorduk sabahleyin bir şey olacağını,

    Örfi idare de (Sıkıyönetim) vardı. Yasaktan önce eve gittik.

    Gece telefon ettiler, rahatsızlığı arttı diye.

    Arabaya atladım geldim. Baktım mübareğin durumu ağırdı. Tansiyon 5’e düşmüştü.

    Tansiyonu biraz yükseldi. O gün öğleye doğruydu. Yatıyordu, gözleri kapalıydı, etrafıyla ilgisi yoktu.

    12’yi 5 geçe civarında, oturdu. Ellerini açtı:

    “Aman Yâ Rabbi!” dedi. Biz irkildik.

    Ondan sonra tekrar uzandı yattı. Sonra bir daha kalktı.

    “Aman Yâ Rabbi!” diye ellerini açtı.

    Ondan sonra yattı, göğsünden hafif bir hırıltı geldi.

    Baktım ruhunu teslim etmiş. Saat 12’yi 10 geçiyordu.

    Aman Yâ Rabbi derken dervişleri için Allah’a niyazda bulunuyordu.

    Benim o andaki hissim, kendisi için değildi.

     

    İSLAM Aylık Mecmua Kasım/1990 Sayı: 87. Sayfa: 42


  12. Esselamü Aleyküm.

     

    Değerli Arkadaşlar,

    Bu konu başlığını açarken de belirttiğim üzre 13 Kasım 2008 Perşembe günü M.Zahid KOTKU (K.S.) Hazretleri'nin Sene-i Devriyesi olması münasebetiyle yayınlamayı planladığım, kısa sohbetlerinin sonuncusunu bu akşam itibari ile yayınlamış bulunuyorum. Bu foruma üye Siz değerli arkadaşlarımızın büyük bir çoğunluğunun,

    Tasavvufu, Evliyaullah'ı ahirete irtihal etmiş Mübarek Hoca Efendi'leri ve Alim'leri eminim ki biliyorsunuz,

    kesinlikle niyetim sadece sadece Rahmetli Hoca Efendi'yi hatırlatmak idi. Bu konu başlığı altında geçen bu altı gün boyunca herhangi bir Su-i Zana sebebebiyet verdim ise Hakkınızı helal edin İnşaallah...

     

    Rabbim hepimize Hak Din olan İslam'ın Kitab-ı Kur'an-ı Kerim'i okumayı,

    Okuyup anlamayı,

    Anlayıp O'nun üzerine amel etmeyi,

    O'nun üzerine amel edip son nefesimizde bile O'nu zikretmeyi Nasip eylesin İnşaallah.

    Ahirette Hz. Muhammedi-nil Mustafa (S.A.V. Efendimizin şefaat ettiği kullardan olmayı,

    Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Sancağı altında,

    Kevser Havuzu'nun başında,

    Mübarek Hoca Efendilerimiz birlikte haşrolunmayı Nasip eylesin İnşaallah...

    Vel-hamdülillahi Rabbil Alemin El Fatiha...


  13. Evladımıza Sahip Olmak!

     

    Esselamü Aleyküm verahmetullahi ve berakatüh.

    Bir hoca Efendi, bir mes’eleyi iyi öğrenmek için İncil okumuş.

    İncil’den de, onu bir papazdan öğrenmek için bizim Beyoğlu’ndaki papazlardan birisine müracaat etmiş.

    Papaz da şöyle anlatmış kendisine bir mes’ele...

    Demiş ki; Geçen hafta sizin Fatih Camiinde idim.

    Gittim camiye, dinledim vaizleri. Halkın teveccühleri hoşuma gitti.

    Ezan okunmaya başladı, camiden çıktım. Baktım ki, caminin avlusunda çocuklar top oynuyorlar. Top da nasılsa benim kucağıma düştü. Çocuklar toplandı başıma.

    -“Papaz efendi ver topumuzu.”

    -Vereceğim yavrum. Bu ay ne ayıdır? Söyler misiniz bana?

    “Ramazan ayı.”

    -Bugün ne günüdür?

    “Cuma’dır efendim.”

    -Minarede okunan nedir çocuklarım?

    “Ezan-ı Muhammedi.”

    Alın topunuzu, bu yeter size.

    Allah hepimizi affetsin. Hepimizi affetsin Allah.

    Bunlar çocuk değil, hepsi yirmi-otuz yaşındaki genç delikanlılar.

    Memleketin münevveri diyeceğimiz kimseler.

    Allah babalarımızı yine hayırla yad etsin. Babaların kabahati çok.

    Arabanın ön tekeri nerden giderse, arka tekeri de ordan gider derler.

    Evladlarımıza sahip olmazsak halimiz haraptır.

    Abdülkadir Geylani’nin bir nasihati gözümden geçti. Şimdi orda diyor ki:

    “Kör bir adam öncülük yapabilir mi?” Kör adam. Seni bir yere götürecek, götürebilir mi?

    Sana delillik yapabilir mi? Kör yolu bilmez, izi bilmez. Allah bizi affetsin.

    Bizim gözlerimiz açık, gönüllerimiz kapalı. Gözlerimiz açık amma.

    Hakikatteki göz olan gönül gözü kapalı.

    Bu gönül gözleri kapalı oldukça, biz yerimizde saymaktan başka çare bulamayız.

    Yerimizde saysak, o da iyi de, gerilemekten başka hiç hayrımız olmaz.

    Başka diyeceğim yok. Allah hepimize afiyetler versin.

    Dünyamızı, ahiretimizi mamur etsin. Sıhhat nasıl lazımsa. Sıhhat nasıl lazımsa.

    Yemek içmek nasıl lazımsa. Gönül ondan daha çok lazım.

    Allah gönüllerimizi uyandırsın.

    Uyanık gönül sahibi olaraktan dünyada yaşamak;

    kör gözlü değil, açık gözlü olaraktan herkese yol göstermek, cümlemize nasib etsin.

    El fatiha! Esselüma aleyküm ve rahmetullah.

     

    (14 Eylül 1979 Cuma)

    M. ZAHİD KOTKU (K.S.)’dan Özel Sohbetler Kitabından sayfa: 303-304


  14. Üç şey!

     

    Esselamü Aleyküm verahmetullahi ve berakatüh.

    Geçen derslerde hatırımda kalan üç şey var ki; onları hatırlatmak isteyeceğim:

    Cenab-ı Peygamber Efendimiz (S.A.V.) buyurmuş ki;

    “İki huy, iki haslet var ki, onlardan daha üstün bir şey yoktur.” İki tane;

    “Birisi Allah’a iman; ikincisi Müslümanlara faydalı olmak”

    Müslümanlara faydalı olmakta çok şey var. Açı doyurmak var, giydirmek var, barındırmak var.

    Bir çok şey var fakat asıl mühim.

    “(Hayruküm men Teallamal Kur’an ve allemehu)”

    “Kur’anı öğrenip, öğretmektir.”

    Müslümanlara fayda bu cihettendir. Karnını doyurursun, üstünü giydirirsin, ev bağışlasan;

    bunlar hep geçici şeylerdir. Ve kıymetsiz şeylerdir. Asıl ona lazım olan, dinini öğrenmesi!

    Dinini öğrenmesi için de, din bilgisi okumak lazım! Öğrenmek, sonra da öğretmek lazım! Bir.

    Kısa söyleyeceğim, ikincisi:

    Bütün fitnelerin başı, hani birçok fitneler oluyor ya, ta Adem Aleyhisselam’dan beri,

    kıyamete kadar gider bunlar. Bunların başı iki şeydir:

    Birisi öşrü vermemek, diğeri de zekatı vermemekmiş.

    Hani bizler fitneleri şurda burda arıyoruz ya boş. Fitnenin başı Allah’ın emirlerini tatbik etmemek!

    Öşür: Allah’ın emridir.

    Zekat: Allah’ın emridir.

    Onu kimse kaldıramaz.

    Namazı sizden kaldırdık deseler, kalkar mı namaz bizden.

    Namaz neyse zekatta odur...

    kaldırdık demekle, sen vergi verirsen kurtulursun bu işten demekle, bu iş hallolmaz!

    Allah’ın emri nedir? Zekat. Ver. O kadar. İki.

    Üçüncüsü de; Bir delikanlı tahsili ilim için, uzak bir yere gitmeye karar vermiş, ilim memleketine.

    O zamanın Nebisi duymuş. Demiş ki:

    “O delikanlıyı getirin de, ben ona üç nasihat edem. Ondan sonra gideceği yere gitsin.”

    Çağırmışlar delikanlıyı. Gelmiş. Demiş ki:

    “ Ey delikanlı! Sana üç nasihatim var, iyi dinle! Allah’tan kork!

    Nerede olursan ol, gizli aşikar her yerde Allah’tan kork!

    Çünkü Allah, seni her yerde görmekte ve her şeyini bilmektedir. Bu korkuyu içine sok.”

    İki: “ Allah’ın kullarından hiçbir kulun aleyhinde konuşma. İlla bi hayrin. Ancak hayırlı konuş.”

    Üçüncüsü de:

    “Lokmana dikkat et. Helal olsun lokman.”

    Allah affetsin kusurlarımızı. Bu kadarcık nasihat hepimize yeter. Allah Cumanızı mübarek etsin...

     

    (3 Ağustos 1979 Cuma)

    M. ZAHİD KOTKU (K.S.)’dan Özel Sohbetler Kitabından sayfa: 281-282-283


  15. Esselamü Aleyküm.

     

    Avukat Yusuf TÜREL anlatıyor.

    “Onda Aradığımız Veliyi Bulduk”

     

    Mehmed Zahid Efendi Bursa’dan Zeyrek’teki mescide gelmişlerdi.

    Ben yine Fatih’te Kıztaşı’nda oturmaktayım. Bir arkadaşım vardı, şimdi rahmet-i Rahman’a kavuştu. Eskişehir mebusu Ahmet OĞUZ, Demokrat Partinin en ileri mebuslarındandı. O da kıztaşı’n da otururdu. Zaman, zaman onunla oraya giderdik. İşittik ki oraya bir veli zat gelmiş. Gittiğimiz zaman kalabalık bir gençlik huşu içinde namazdan sonraki dersleri dinliyordu. Biz de kendimizi o havaya kaptırmıştık. Bir dinledik, iki dinledik ve dedik ki işte aradığımız veliyi bulduk. Kalp muhabbeti ile bağlanmıştık. Henüz iltifatına mahzar olmuş değiliz.

    Bir müddet sonra Zeyrek’ten İskenderpaşa’ya geldi. O ana kadar İskenderpaşa haraptı, bakımsız bir cami idi. İçeride kediler, köpekler yaşıyordu. İskenderpaşa’ya geldiklerinde bu manzara vardı. Ama onun birdenbire burada duyulmasıyla, Fatih’in eşrafı kısa zamanda camiyi ihya edip tertemiz etti. Bizim muhabbetimiz burada da devam etti. Çok kısa bir zamanda iltifatına mahzar oldum. Ve halka öyle bir halka idi ki tarif edilmesi çok güç. Bir gençlik ki, bir cemaat ki, insan birdenbire şaşırıyor. Ve o cemaatle temasa geçildikçe memleketin en ileri insanları ticarette ve sanayi de, ilim de, siyasi makamlar da en ileri insanlar o cemaatin içinde. Birden bire kendimizi orada kaybolmuş vaziyette görüyoruz. Kısa bir zaman da İstanbul’un en ileri hakimleri, üniversite hocaları ve en yüksek rütbeli fiilen vazifeli kurmay albayları, hatta generaller o cemaatin daimi insanları oldu.

     

    -Bunlardan hatırladığınız isimler var mı?

     

    İsimleri şimdi söylemeyeyim. Ama birkaç tanesini söyleyebilirim mesela o zaman ki, İstanbul Üniversitesi Rektörü Ekrem Şerif Egeli, bir baş asistanı ile gelmişti. Gelişinin sebebi sırf bunun talebe ve asistanlarının aktardıkları bilgiler sebebiyle bir merak saikasıyla geldi. Yoksa onun İslami hayatı çok iyi değildi. Bir namazdan sonra çıkarken ben kulağımla işittim “Biz buraya devam edersek galiba hem doktorluğumuz, hem üniversite rektörlüğümüz uçup gidecek, hepsini buraya teslim edeceğiz” dediğini.

    Yine meşhur ikinci ağır ceza reisi rahmetli Reşit Ömer de bir merakla gelmişti, Cuma namazını kıldıktan sonra bana hitaben: Yusuf bey hayatımın en tatlı saatlerini bugün yaşadım. İnşallah hayatımın sonuna kadar cemaate devam etti, Hoca Efendi’ye bütün bağlılığıyla yaşadı. Bir albay vardı, ismi bende, Hoca Efendi rahmetliye çılgınca bağlı idi. Öyle ki çok zamanlarda resmi vazifesini unutarak Hoca Efendi’ye hizmet edebilmek için camide yatacak hale gelmişti.

     

    -Hoca Efendi ile özel zamanlarınız, seyahatler, sohbetler olmuştur. Onlardan biraz bahseder misiniz?

     

    Tabii bir çok birlikteliğimiz oldu. Bana “Hacı Yusuf” diye hitab ederdi. Bir yere gittiğimiz zaman beni mutlaka koluna alır ve öyle yürürdü. Ben bu yürüyüşü yaparken kendimi uçuyor zannederdim. Benim fakirhaneye de birkaç defa gelmiştir. Benim yeğenimin nikahını, Abdülkadir Çavuşoğlu’nun nikahını da kendileri yapmıştır.

    Bir çok seyahatler de bulunduk, O çok mütevazı bir hayat yaşardı. Az yer, lüzumlu olmayan yerde konuşmazdı. Konuşunca da sanki ağzından hikmetler dökülüyor durumda olurdu ve çok tesirli olurdu. İlme o kadar aşıktı ki her sohbette ilimden, kitap okumaktan bahsederdi.

     

    -Hoca Efendi Hazretleri’nin zamanında siyasi çevrelerle, hükümetle, bakanlarla, değişik bürokratlarla ilişkisi var, daha doğrusu bu gibi çevrelerden gelenler çok var, bunların çoğunu görmüşsünüzdür, bu ilişkiler nasıldı?

     

    Efendi Hazretleri yalnız ve yalnız birliği isteyen bir mübarek zattı. Birlikten asla sapmamıştır. Binaenaleyh

    kendisine ziyaretler, iltifatlar olmuşsa da bir tarafa meylettiğini söylemek doğru değildir. Evet arz ettiğiniz gibi üst makamlardan tutun da valilere kadar ziyaretçileri olmuştur. Ama bu hiçbir zaman siyasi bir sebeple olmamıştır. Daima birliği tavsiye etmiştir.

     

    -Ülkenin geleceği ile ilgili, yani Türkiye ile ilgili bizzat ilgilendikleri işler olur muydu?

     

    Bakın bunu da bana sık, sık söylerdi. Biz Abdülkadir Çavuşoğlu, Mehmet Güler beyi hiç ayrı tutmazdı. Herkes gittikten sonra, kendisi şiltesine oturur, bizi de mutlaka sedire oturturdu. Bu da bizim nail olduğumuz iltifattı.

    Şunu derdi,bu kapının önünde cemaatin dizdiği otomobillerden rahatsız oluyorum. Küffar diyarlara ekmek parası için giden işçilerin, o küffar diyarlara gitmemesi var iken buna mecbur kalınması beni üzüyor. O otomobillerin yerine atölyeler, fabrikalar kurulsa ve bu vatandaşlarımıza iş bulunsa hem onlar İslam diyarında yaşama imkanı bulurlar, hem de biz kafirlerin kölesi olmazdık. Bunu defalarca tekrarlamıştır. Ve gençlere hep zanaat, zanaat derdi. Pek öyle memur olmalarını istemezdi.

     

    -Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın da derslerine devam ettiği söyleniyor.

     

    Turgut arz ettiğim gibi Zeyrek Camiine geliyordu. O zaman Turgut İstanbul Teknik Üniversitesi’nde talebe idi. Kardeşi Korkut'da inşaat bölümünde idi. Onlar tâ o zaman devam ediyorlardı. Turgut tabi Ankara’da olduğu için her namazda bulunmazdı. Ama İstanbul’a geldiği zaman mutlak surette buraya gelirdi. Hele Cuma namazlarını İskenderpaşa’da kılar, namazdan sonra Efendi Hazretleri’nin odasına gelir, diz çökerdi. Sükunetle Hoca Efendi’yi dinlerdi. Yine bir gün aynı vaziyette Cum’adan sonra bizim de bulunduğumuz sohbetten sonra Hoca Efendi bana şöyle dedi: “Hacı Yusuf Bey, bu çocuğu takib edin, geleceği parlak olacaktır.” Onun manası reisi-i cumhur olacak demekti. Lakin Turgut o zaman Devlet Planlama’da henüz müsteşardı…

     

    İSLAM Aylık Mecmua Kasım/1996 Sayı: 159. Sayfa: 63-64


  16. Esselamü Aleyküm.

     

    Değerli Kardeşim.

    ''Bir daha toplu halde bulunacağımızı zannetmiyorum.'' ile ilgili söyleyeceğim.

    Hayır bulunamıyorlar....

    Bu sohbet sadece beraberinde gittiği talebelerine yaptığı bir sohbet değildir.

    Tabi bunu belirtmediğim için net anlaşılamaması normaldir. (Hata benim. Hakkınızı helal edin İnşaallah)

    Hac mevsiminde dünyanın dört bir yanından, değişik ülkelerden 'Kutsal Topraklara' hac ibadetine gelen ve

    birbirleri ile istişarelerde bulunan Alim'lerin ağırlıkta olduğu bir topluluğa hitaben yapılan bir konuşmadır.

    Ki; 05 Kasım 1980'de yapılan bu konuşma sonrası, ertesi gün uçakla İstanbul'a gelmiş ve 1 hafta sonra Ahiret yolculuğuna çıkmıştır...

     

    İkinci konu da ise; malum Hoca Efendi, Nefsi Emmare üzerine konuşuyor,

    yani hepimizin bildiği üzre Nefs terbiyesinde en alt basamak!

    Bu konu başlığında yapılan sohbette vurgu teması olarak Su-i Zan'ı kastediyor.

    AKRA FM'de tevafuk oldu bu sohbetin tamamını dinleme şansına vakıf oldum.

    Zaten bahse konu sohbette;

    “Ey Mü’minler siz zandan sakının”. dedikten sonra, sırasıyla,

    “Zan ile söylenen sözlerin çoğu yalandır”.

    “İnsanların içini araştırmaya çalışmayın” ve en nihayetinde;

    “Casuslukta yapmayın”. diyerek aleyhte yapılan zandan

    yani Su-i Zan'dan uzak durmamız gerektiğinin vurgulandığını düşünüyorum.

    Keza Ravisini şu an hatırlıyamıyorum ancak bir çoğunuzun da okuduğunu düşündüğüm

    bir Hadis-i Şerif'te Peygamber Efendimiz (S.A.V.);

    'Hüsn-ü Zan üzre olmak ibadettir.' buyuruyor.

     

    Değerli katkılarınızı bekliyorum arkadaşlar

    Selametle...


  17. 'yine böyle bir sohbetlerinde adeta ölümünü de anlatmıştır.'

     

    Esselamü Aleyküm.

     

    Üstelik yapmış olduğu bu sohbet 'Son Sohbeti'dir.

     

    Yola çıkmadan evvel Hacer Muhterem Validemiz ile helalleşmiş ve çıkacağı bu yolculuğun,

    ahiret yolculuğuna vesile olacağını da dile getirmiştir.

     

    Rabbim bizlere Onların Himmetlerine Nasipdar Eylesin İnşaallah...


  18. Nefs-İ Emmarenin Huyları

     

    Esselamü Aleyküm verahmetullahi ve berakatüh.

    Geçen dersimizde Ebu Hureyre’nin nakli beni düşündürdü:

    “(İttekul meharim tekün a’bedennas)”

    “Haramlardan kaçındığın müddet ve takdirde sen nasın en abidi olursun”

    Öyle geceleri sabahlara kadar uyumamazlık, gündüzleri bütün gün oruç tutup riyazetler çekmek değil. Allah’ın haramlarından kaçın, oldun en abid insan...

    “(Varda bima kasemallahu lek tekün ağnennas)”

    “Allah’ın taksimine razı ol, en zengin sen olursun” Daha ne istiyorsun? Bugün buna karşılık (S.A.V.)’in, yine Ebu Hureyre’den naklen:

    “(İyyaküm vez zan)”

    “Ey Mü’minler siz zandan sakının”.

    Zan... hani su-i zan derler bir var ya. Şu şöyledir, bu böyledir diyerekten bir zannınız vardır, bundan sakının. İşte çeşitli şeyler deriz lehte, aleyhte. Ama muhakkak bildiğimiz değil de sezdiğimize göre. Halbuki;

    “(fe innez zanne ekzebül hadis)”

    “Zan ile söylenen sözlerin çoğu yalandır”. Öyleyse;

    “(Vela tehassesü....)”

    “İnsanların içini araştırmaya çalışmayın” hangi bakımdan olursa olsun.

    “(Vela tecessesü)”

    “Casuslukta yapmayın”. Casusluk devlete aittir. Onun vazifesi. Memlekete gireni çıkanı o kontrol edecek nasıl adamdır diyerekten. Fakat sana vazife değil. Öyleyse

    “(Vela tenafesü)”

    “Nefsaniyet de yapmayın” bencillik taslamayın. Her şeyi ben bilirim diyerekten her şeyin üstüne çıkmayın.

    “(Vela tehasedü)”

    “Ama haset de hiç yapmayın” hasedi hele hiç yapmayın. Onun varda benim niçin olmasın demeyin. Bak ne diyor (S.A.V.):

    “(Varda bima kasemallahu lek tekün ağnennas)”

    “Allah’ın taksimine razı ol”. Napalım Allah bu kadar verdi. Çalıştım, çalıştım ama taksim bu kadar. Onu geçen Ebu Zerr’in rivayetinde (S.A.V.): “Aşağısına bak! Yukarısına bakma” dedi. Yukarısına bakarsan bocalarsın. Eh Ya Rabbi çok şükür elhamdülillah dersin binaenaleyh “Sakın birbirinize buğz etmeyin ama birbirlerinize arka da çevirmeyin”

    Eh Allah yardımcımız olsun. Bu milleti İslamiyeye bak! Birleşebiliyor mu? Hiç. Peygamber Efendimiz ne diyor, bak bizim halimize, o diyor ben filancayım, bu diyor ben filancayım, benimki kutubdur diyor, benimki aktabdır diyor. Şu diyor bu diyor...

    Bölük, bölük olmuş, kimsenin kimseye itimadının olmadığı bir hal.

    “(Ve künü ibadallah ihvanen)” ne güzel “(El müminune ihve)”

    “Müminler kardeş”. Nasıl kardeş? Hasaben kardeş değilse de manen kardeştirler. Manen kardeşlik, haseb-neseb itibariyle olan kardeşlikten daha ala ve daha üstündür. Onun için sizler bu manevi kardeşliği temin edin; öyle kardeşçesine yaşayın. Birbirinizin aleyhinde bulunmayın. Birbirlerinize karşı kötülükte bulunmayın. Fenalık yapmayın. Buğz etmeyin. Haset etmeyin. Küsmeyin, darılmayın. Hep birbirinizin iyiliğini isteyin.

    “(El müslimu ehul müslim)”

    “Müslüman, Müslüman’ın kardaşıdır”. Bitti. Bunu hala öğrenmiş değiliz 1400 sene oluyor, Müslümanların kardaş olduğunu öğrenebilmiş değiliz; Çünkü Müslümanlıktan nasibimiz o kadarcık. Müslümanlıktan nasibimiz tam olsa birbirimize tam sarılırız. Kardaşlarımızı bağrımıza basarız. Nasıl kardaş kucaklaşır sarılır. Müslümanlığımız tam olsa kardaşlığımız da öyle olur. Müslüman, Müslüman kardaşına katiyyen zulm etmez, zulm olunmasına da razı olmaz......

    (2 Şubat 1979)

     

    M. ZAHİD KOTKU (K.S.)’dan Özel Sohbetler Kitabından sayfa:134-135-136


  19. Esselamü Aleyküm.

     

     

    Hacer Muhterem COŞAN Validemiz Anlatıyor;

     

    Hacer Muhterem Coşan, Merhum M.Es’ad COŞAN Hoca Efendi’nin eşi,

    M.Zahid KOTKU (R.A.) Hoca Efendi’nin de kızıdır:

     

    “Biz iki kız kardeşiz. Ben, anne ve babamın küçük kızları oluyorum. 1941 yılı Kurban Bayramı sabahı, babam camiye gitmiş ve ben doğmuşum. Rahmetli annem bayram sabahı doğduğum için “Hacer” ismini arzu etmiş. Büyükannem, “Muhterem” demiş. Hacer Muhterem Koktu olmuşum.

     

    Çocukluğumun bir kısmı, dedemden sonra sevgili babamın da imamlık vazifesi gördüğü

    İzvat köyünde geçti. Sonra babam Bursa içindeki Üftade Cami-i Şerifi’ne naklolduğu zaman,

    Hisar içindeki dede yâdigârı bahçeli eve taşındık.

     

    Rahmetli babam her Ramazan ayında camide İ’tikâfa girerdi. Biz ona yemek götürürdük.

    Bursa’da hafızlığa başlamış üçüncü sayfaya kadar çıkmıştım. Bu sıralarda İstanbul’a naklimiz oldu,

    Zeyrek Yokuşu’ndaki Ümmü Gülsüm Camii’ne taşındık (1952). O sırada bulvara ve Haliç’e karşı çok manzaralı bir yerdi.”

     

    “Muhterem babacığım Rahmetullahi Aleyh, çok halim selim idi.

    Bizlere güler yezle, lütuf ve latife ile muamele eylerdi.

    Sabah namazından sonra işrak vaktine kadar camiden gelmez,

    Evrâd-ı Şerif ile meşgul olurdu. Biz evde sofrayı hazır ederdik.

    Ekseriya misafirlere gelir, kahvaltı ederdi. Cemaat olursa sabah,

    ikindi ve yatsıda Zikir ve Hatm-i Hacegân yaparlardı.

    Yatsıdan sonra ihvanın evlerine gidilir veya bize topluca gelinir, sohbet olurdu. Akşam soframızda da misafir eksik olmazdı, elhamdülillaâh…

     

    -Bize Hoca Efendimiz Hazretleri’nin bazı fevkalade hallerinden birini nakleder misiniz?

    Bir çok kereler olmuştur. Bazen hanımlar gelir, “Babanızı filanca yerde gördük” derlerdi.

    Biz de, nasıl olur? “Hep evde idi bugün; hiç dışarı çıkmadı ki…” filan diye itiraz ederdik.

    O zamanlar, bunun keramet olabileceği aklımıza gelmezdi.

     

    Bir kere de bir içki müptelası, galiba Antepli bir zat tövbe etmek istermiş: ama gene de kurtulamazmış.

    “Bir de İstanbul’da Hoca Efendi’ye git, sana dua etsin!” demişler. Babama gelip ziyaret etmiş.

    Giderlerken babam ellerine bir kağıt yazıp vermiş. “Bunu, falanca yere gelince açacaksınız!” demiş.

    Vedalaşıp yola çıkmışlar. O falanca yere geldiklerin zaman arabaları kaza yapmış, hastaneye kaldırılmışlar.

    Neden sonra kağıt akıllarına gelmiş, kağıdı açmışlar. Bir de ne görsünler “Geçmiş Olsun!” yazıyor.

    Bunun üzerine o sarhoş kişi çok duygulanmış, derhal tövbe etmiş, Salah-ı Hal sahibi bir insan olmuş.

     

    Kaynak: Kadın ve Aile Dergisi, 15 Ekim 1990


  20. Klasik Batı müziğini bile Türk köylüsüne emirle sevdirebileceğini sanmıştı.

     

    Duydunuz mu? bilmiyorum, içlerinde Sinan Çetin'in de bulunduğu bir grup yönetmen kısa film çekmiş.

    Sinan Çetin çektiği bu kısa filmi;

    Evinde saz çalıp türkü söyleyen bir grup köylüye jandarma baskın yapıp,

    elindeki tamimi okuyup, yasağı anlatıp, zorla klasik müzik söyletmeye çalıştığı bir enstantane üzerine kurmuş.

    Avukatın biri de Sinan Çetin aleyhinde Atatürk düşmanlığı yapıyor diye savcılığa suç duyurusunda bulunmuş.

    Kısa filmler atv de yayınlanmış fakat ben seyretmedim.

    Tam hatırlamıyorum fakat bu haberi okuyalı bir haftadan fazla olmuştur herhalde.

     

    Bu arada Ahmet Altan denilince, biraz insaf edin arkadaşlar, bakmayın şimdi herkesin konuştuğuna,

    28 Şubat döneminde herkesin sustuğunda konuşan 'bir elin beş parmağı kadar' kişilerden biri idi.

    Vakıf ve camaatlerin panellerine korkusuzca katılıp, doğru bildiklerini söylemekten geri durmazdı.

    Taa o dönemden beri sever ve takip ederim kendisini.


  21. Bu yazının yazarı ne yazık ki bu dönek. Lakin satılmamış yazarların kalemlerinden de böyle eleştiriler görmek istiyor insan.

     

    Esselamü Aleyküm Kardeşim.

     

    Hissiyatına en kalbi duygularımla katılıyorum.

    Sizlerde duymuşsunuzdur muhakkak bir söz vardır;

    'Bozuk saat bile günde iki kere doğruyu gösterir' derler.

    İşte bu sözde yazarın, bugün bunları yazmasıda bana bu sözü hatırlattı.

     

    Selametle...

×
×
  • Create New...