Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Ali NFK

Üye
  • Content Count

    750
  • Joined

  • Last visited

Posts posted by Ali NFK


  1. Esselamun Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatüh

    Gönüldaşlara Merhaba!..

     

    Doğrusu artık şiir yazmıyorum. Yazmayı denemek bir tarafa aklıma bile getiremiyorum. Zaten o yönde istidadımın olmayışı da malum. Şiirlerimi beğenenler öfkemden ötürü beğeniyor olsa gerek. :)

     

    Alinin siteye giremediğine bakılmasın, çalışmalar hızlanarak devam ediyor.

     

    Vesselam...


  2. Ajan:

    Yalnız Ehli Sünnet vel Cemaat itikadını sapık, bozuk, terörist bazı kesimlerin anladığı (!) gibi anlayanlara da bu sitede yer yoktur ve olmamalıdır.

     

    Çok sert ve gereksiz abi çoook... E abi ben sana sorarım sen hiç bir komünistin Che'ye ya da Deniz Gezmiş'e terörist dediğini duydun mu? Ne yaptı Salih Mirza da bizce terörist oldu? Hadi yaptı diyelim. Yapsada hangi müslümana yaptı? Abi bak, sevmemene birşey diyemem ama müslüman kardeşimiz değil mi O? Ayıp değil mi abi bu yaptığın? Bu ne muvazenesizlik!.. Soruyorum abi, tamam İBDA fena bir yol; senin bu fena yolun oturup bize fenalıklarını göstermen gerekmez mi? Bu sitede İBDA aleyhine kim ne yazdıysa bir satır Mirzabey'den görmedim be!.. Hangi kitaplarını okudunuz da kaka bellediniz Büyük Doğu yoluna?.. Ya sen ne yaptın abi bu yol için de Salih Bey'e teröris diyorsun? Bize ne yaptı abi o? Bu gün İBDAya laf atan her kişi ve kuruluş neden İBDAnın kötü olduğunu uzun uzun izah etmek mecburiyetindedir!.. Siz BD külliyatına bir cümle olsun ne eklediniz? Ayıp değil mi abi? Hiç olmassa müebbet mahkumuna üzülüp ''keşke şu şu yalnışları yapmasaydı'' deyiniz!

    İçim acıyor doğrusu bu manzaraya. Yazık be abi yazık!

    Adam idamdan döndü sen bu yol için köşeden dönemezsin!

    Elini vicdanına koy! Bugün sende olan tüm rahata karşılık olarak o f tipi ceza evinde.

    Kaldı ki Üstadın övgülerine mazhar olmuş birisi değil mi o?

    Raporlarda yazı yazmış biri, üstadın emriyle kitap yazmış biri, üstadın 'mücerret fikir istidadı tamam' dediği biri...

    Belki biraz terbiyesizce bir çıkış oldu ama yazamadan edemedim.

    Konuyla alakasız olduğu için ÖM ile cevap yazarsan sevinirim. O sorularım hem Ajan'a hem tüm Site'ye...

    Allaha emanet olunuz.


  3. Üstad da Peygamber değildir. hem kim kimden kopuyor? kopan taraf oladığınızdan ne kadar eminsiniz ki başkalarını kopmakla itham ediyorsunuz? iyi o zaman herkes birbirini Tekfir etsin. İşte tam da Necip Fazıl'ın yazdığı "Kurtuluş Reçetesi" değil mi(!)? tekfir edin, karalayın.. aa tabiki İslam için!

     

    İnanamıyorum!.. Bu ne adice bir yorumdur! İnanamıyorum!..

    Ne kadar yazık!.. Vah Necip Fazıl vay!

    Sen meğer ne akılsız bir adammışsın!

    Nasıl oldu da bu geri zekalılar yüzünden onca çile çektin! Nasıl oldu da buzdağının altındaki bataklığı göremedin!..

    Nasıl oldu da çalıştın, çabaladın, didindin, hırpalandın!..

    Ey Necip Efendi! Bunlar için mi! Yazıklar olsun!..

    Koynunda yılan sürüsü beslemişsin be hey!

    Yazıklar olsun!..

    Bu nasıl bir iştir? Parmaklarım kırılsın böyle birşey yazacaksam...

    MaWera11, sana diyecek birşey bulamıyorum. Üstad için bu söylediklerinden sonra hiçbir şey...

    Çok yazık çok!

    Üstad bu kadar düştü mü ya?

    Neyse...


  4. Gece evden niçin ayrıldılar?

     

    Seyyid Fehim hazretleri her sene Van'a gelişinde bir müddet kalırdı. Âşıkları toplanır, feyz alırlardı. Genellikle kendisini çok seven mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir sene Ahmed Bey hacca gitmişti. Van'a bir gelişinde yine onun evinde kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini çağırdı ve; "Arkadaşlarını uyandır! Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz" buyurdu. O kimse; "Efendim gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?" dedi. "Hayır şimdi gideceğiz. Hem Ahmed Beyin oğullarına da haber ver" buyurdu. Durumu öğrenen Ahmed Beyin oğulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur yaptıksa af buyurun. Bizden ayrılmayın. Babamız işitirse üzülür. Biz ona ne cevap vereceğiz, lutfediniz, ihsan ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız" dediler. Çok göz yaşı döktüler. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok razıyım, bize her hizmeti fazlası ile yapıyorsunuz. Sizlere dua etmekteyim. Fakat şimdi gitmemiz lazım" buyurdu. Ahmed Beyin oğulları; "Emir buyurduğunuz gibi olsun" dediler. Gece yarısı sevdiklerinden bir başkasının evine gittiler.

     

    Ertesi gün oğlu Muhammed Emin Efendi, Ahmed Beyin oğullarının pek çok üzüldüklerini söyledi ve; "Babacığım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye sorunca, Seyyid Fehim hazretleri; "Oğlum! Şimdi kimseye söyleme. Bu gece Ahmed Bey Mekke-i mükerremede vefat etti. Ev yetim evi oldu. Mal mirasçılara kaldı. Evvelce her şeyi kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helal edeceğini biliyordum. Şimdi ise tanışmadığımız mirasçılarının hakkı olduğundan bir şeyi kullanmak caiz olmaz. Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım" buyurdu. Bir ay sonra hacılar döndü. Herkes geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı Mekke'de vefat etti" dediler. Hesap ettiler, Seyyid Fehim hazretlerinin evden ayrıldığı geceye rastlıyordu.

     

    Şeyhin seni öldürtmez

     

    Van'ın Gürpınar Muhammed Pirân aşiretinden Ali isminde bir zat gelerek Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu. Bir yolculuk sırasında vaktiyle hasmı olan bir kimse yolunu kesti. Ali ismindeki zatı öldürmek üzere silahına sarıldı. Nişan aldığı sırada Ali ismindeki zat; "Beni öldürme! Hazret-i Şeyhe (Seyyid Fehim) talebe oldum. Bütün dünya düşüncelerinden sıyrıldım" diyerek, hasmını ikna etmeye çalıştı. Fakat silahlı kimse onu dinlemeyip silahının tetiğine bastı. Beş tane fişeği vardı. Hepsini attı fakat hiç ses duyulmadığı gibi, Ali Efendiye de herhangi bir şey olmadı. Silahlı kimse, fişek yuvasına baktı, fişekleri göremedi. Olanlar karşısında şaşırıp kaldı. "Şeyhin seni öldürtmez" diyerek ayrılıp gitti.

     

    Ali Efendi bir müddet sonra Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerini ziyaret etmek üzere Arvas'a gitti. Ziyaret esnasında Seyyid Fehim hazretleri ona; "Köyün tepesinde çok korktunuz mu?" diye sordu. Ali Efendi; "Evet efendim" dedi. Seyyid Fehim hazretleri oturduğu postun altından beş adet fişeği çıkararak Ali Efendiye verdi ve; "Kul hakkıdır. Üzerimizde kalmasın" buyurup fişekleri sahibine vermeyi emretti. Ali Efendi bu fişekleri sahibine götürüp verdi. Hadise sırasında zaten hayret içinde kalmış olan silahlı kimse, yaptıklarına pişman oldu. Tevbe edip, Arvas'a gitti ve Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu.

     

    Kaynak


  5. Seyyid Fehim-i Arvasi

     

    Seyyid Fehim-i Arvasi hazretleri, Doğu Anadolu'da yetişen büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin otuzüçüncüsüdür. Osmanlı Devletinin son devirlerinde yaşamıştır. Seyyiddir. "Hazret-i Şeyh" ve "Allâme" lakapları vardır. "Arvasi" denmekle meşhur olmuştur. Babası, Seyyid Abdülhamid Arvasi'dir. 1825 yılında Van'ın Bahçesaray (Müküs) ilçesine bağlı Arvas (Doğanyayla) köyünde doğdu. 1895de aynı köyde vefat etti. Kabri oradadır ve sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir.

     

    Temiz ve asil ailesi Anadolu'nun doğu vilayetlerinin ilim, irfan ve güzel ahlak vasıflarının timsali (sembolü) idi. Zamanlarının âlimi, fazilet örneği olan dedeleri Kâdiri ve Çeşti yollarına mensup idiler. Babası, Arvas'ın tekke, zâviye ve medresesinin sevk ve idaresini yürütürdü. Seyyid Fehim, küçük yaşta babası Seyyid Abdülhamid Efendiyi kaybetti. Annesi Seyyide Emine Hanım, zahide, takva ve vera sahibi saliha bir hanım idi. Pek çok kadın hizmetçileri olduğu halde ilim talebesinin elbisesini kendisi eliyle yıkar ve yardım ederdi.

     

    Küçük yaştan itibaren ilim öğrenmeye başlayan Seyyid Fehim, kısa zamanda Kur'an-ı kerimi hatm ve hıfzetti. Sonra dedelerinin kurduğu ve öteden beri ilim yayan büyük âlimler yetiştiren Arvas Medresesi ile Müküs'teki Mir Hasan Veli Medresesinde temel dini bilgileri ve Arabi âlet ilimlerini okudu. Kısa bir müddet ilim tahsiline ara verdi.

     

    Sonra Cizre'ye gidip Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin halifelerinden Şeyh Hâlid-i Cezeri'nin ders halkasına dahil oldu. Kısa zamanda emsallerini geçip ilimde ilerledi. Dini ilimleri ve zamanın fen bilgilerini öğrendi.

     

    Seyyid Fehim, Cezire'de ilim tahsili ile meşgul olduğu sırada, amcaoğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de Cezire'ye gelip, Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin talebelerinden Şeyh Salih Sibki hazretlerinden ilim öğrendi. Cezire dönüşünde Van'a uğradı. Van'da bulunduğu günlerde büyük veli Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretleri de Nehri'den Van'a gelmişti. Seyyid Taha hazretlerinin en seçkin eshabından olan amcası Seyyid Muhammed Efendi, Seyyid Sıbgatullah Efendiye, Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerine talebe olmasını tavsiye etti. Seyyid Taha'ya talebe olan Seyyid Sıbgatullah, onun hizmetinde ve sohbetinde bulunarak, tasavvuf yolunda ilerledi. Kısa zamanda olgunlaşarak insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmak hususunda icazet, diploma ve hilafet aldı. Van valisi ve halkı Van'da kalmasını ısrarla istediler. Fakat o; "Nehri'ye gidiyorum. Seyyid Taha hazretleri uygun görürlerse burada kalırım" buyurdu. Van'da kalmak istediğini Seyyid Taha hazretlerine arz edince, buyurdu ki: "Yok Molla Sıbgatullah! Van halkı dun-himmettir (eksik, kısa himmetlidir). Van'ın fethi benim ve senin elinde olmaz. Mükâşefe âleminden malumata göre sizin sülalenizden, yani Arvasi hanedanından, ilim ve irfanı ile tanınmış, Allah bilir ama onun [seyyid Fehimi kasdediyor] vasıtasıyla, Van'ın irşadı geçici olarak mümkündür" buyurdu. Seyyid Sıbgatullah Arvasi hazretleri; "O zat amcamın oğludur. Cezire'de ilim tahsili ile meşgul, ilim ve irfanla meşhurdur" dedi. Seyyid Taha; "Bir başka gelişinde o zatı muhakkak bana getir" diye emir buyurdu.

     

    Seyyid Sıbgatullah, hocasını ikinci defa ziyarete gelişinde, genç yaştaki Seyyid Fehim Arvasi'yi de Nehri'ye getirdi. Seyyid Taha hazretlerinin huzuruna gidip sohbetiyle şereflendiler. Kalma zamanı bitip ayrılacakları sırada, Seyyid Sıbgatullah ve yanındakiler Seyyid Taha hazretlerinin elini öpüp izin aldıktan sonra, sıra Seyyid Fehime gelince, Seyyid Sıbgatullah geride kaldığını görüp, Seyyid Taha hazretlerinden onun için de izin istedi. Fakat Seyyid Taha hazretleri, Seyyid Fehim'in kalmasını münasip gördü ve; "O burada kalsın" buyurdu. Seyyid Taha'nın hizmetinde kalan Seyyid Fehim, kısa sürede kemale geldi. Seyyid Taha hazretleri onun hakkında; "Başkalarının altı ayda aldığı mesafeyi, Seyyid Fehim yirmi dört saatte aldı" buyurdu.

     

    Seyyid Taha hazretleri bir gün Câmi-i Şerifin duvarına dayanarak Seyyid Fehim hazretlerine işaret ederek yanına çağırdı. O da yanına gelince; "Çok zekisin, ilme istekli ve kabiliyetlisin. Muhakkak Mutavvel kitabını okumalısın" buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri; "Kitabım yok. Bizim taraflarda Mutavvel okunmaz" diye arz edince, kendi kitabını hediye etti. Muş'un Bulanık kazasının Âbiri köyünde Molla Resul Sibki ismindeki büyük âlime gidip okumasını tavsiye buyurdu. Huzurundan ayrılırken; "Sen zeki ve tetkik edici bir ilim tâlibisin. Suallerine hocalar tatmin edici cevap veremezler ve rahatsız olurlar. Derslerin takibi esnasında bir zorlukla karşılaşırsan, onları rahatsız etme. Elini göğsüne koy ve beni hatırla. İnşâallah derhal müşkilini hallederim" buyurdu.

     

    Hocasının elini öpüp duasını alan Seyyid Fehim Arvasi, Mutavvel okumak üzere zamanın Doğu Anadolu'daki en büyük âlimlerinden olan Molla Resul Sibki'nin huzuruna vardı. Molla Resul; "Ben Arvas ailesinden birisine ders okutmak arzusundaydım. Çünkü, Arvas'ta Molla Resul Zeki'den okudum. O aileden gelen bu zatta zeka eseri göremiyorum. Hayret o ailenin fertleri çok zeki olurlardı" dedi. Seyyid Fehim Arvasi, Molla Resul'den ders almaya başladı. Fakat Seyyid Taha hazretlerinin tavsiyesine uyarak ders esnasında sual sormamaya dikkat ediyordu. Hatta Molla Resul, Seyyid Fehim'in talebelerinden Molla Hâlid'e; "Senin hocan sual sormuyor. Zekasız mıdır, yoksa utanıyor mu?" diye sordu. Molla Hâlid de; "Evet ben başlangıçtan beri bu zatın yanında okuyordum. Bir zaman hocalarına çok sual sorar, hocalar ona cevap vermekten aciz kalırlardı. Fakat Nehri'den döndükten sonra ne hikmetse sual sormayı terk etti. İlim öğrenmedeki kabiliyetine gelince: "Kusura bakmayın, bendeniz onun sizden yüksek olduğunu tahmin ederim" diye arz etti.

     

    Bir gün Molla Resul'den Mutavvel'i okurken hocasına; "Burayı anlayamadım" dedi. Molla Resul tekrar anlattı. Fakat Seyyid Fehim-i Arvasi yine anlayamadığını söyledi. Molla Resul cümleyi birkaç defa okuduktan sonra; "Bugün yoruldum, yarın anlatırım" dedi. Ertesi gün okudu fakat yine açıklayamadı. O gece Molla Resul de, Seyyid Fehim de düşündüler. Üçüncü gün aynı yere gelince, Molla Resul oradaki inceliği yine açıklayamadı. O sırada Seyyid Fehim hocası Seyyid Taha hazretlerinin; "Ders okurken anlayamadığın yer olursa, beni hatırla" sözünü hatırladı. Molla Resul dersi mütâlaa etmekle meşgulken, Seyyid Fehim gözlerini kapayıp, mürşidi Seyyid Taha hazretlerini gözünün önüne getirdi.

     

    Seyyid Taha elinde bir kitap ile göründü. Kitabı Seyyid Fehim'in önüne açtı. Mutavvel'in o sayfasıydı. O satırları açık olarak okudu. Seyyid Fehim merakla dikkat ediyordu. O cümlenin arasında bir atıf vavı (ve harfi) fazla okudu. Seyyid Taha hazretleri kaybolunca, Seyyid Fehim gözlerini açtı. Molla Resul'ün o satırları okuyup düşünmekte olduğunu gördü. Molla Resul'den izin isteyip, hocasından duyduğu gibi bir (ve) ekleyerek okudu. Molla Resul bunu işitince; "Mana şimdi anlaşıldı" dedi. İkisi de iyice anlamıştı. Molla Resul; "Bu satırları yirmi senedir okudum, anlattım. Fakat hep anlamadan anlatırdım. Şimdi iyi anladım. Söyle bakalım bunu doğru okumak senin işin değil. Ben senelerce bunu anlayamadım. Sen nasıl anladın? Bu (ve)yi okudun, mana düzeldi" dedi. Seyyid Fehim, mürşidi Seyyid Taha hazretlerini hatırlayıp yardım istediğini söyledi. Mürşidinden nasıl öğrendiğini anlattı. Molla Resul; "İmandan sonra küfür yoktur" diyerek kitabı kapattı. Seyyid Fehim ile birlikte Nehri'nin yolunu tuttular. Onlar yolda iken Seyyid Taha hazretleri; "Seyyid Fehim güzel bir hediye ile geliyor" buyurdu. Kısa bir müddet sonra Seyyid Fehim'le birlikte gelen Molla Resul de Seyyid Taha hazretlerinin sohbetine kavuşup, talebelerinden oldu. Onun huzurunda manevi olgunluğa erişip, zahiri ilimlerde olduğu gibi, tasavvuf ilminde de yetişti. Seyyid Taha hazretleri Molla Resul'e hilafet vererek insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi.

     

    Hocası ve mürşidi Seyyid Taha hazretlerinin huzuruna tekrar dönen Seyyid Fehim, onun hizmet ve sohbetlerinde bulundu. Seyyid Taha hazretlerine olan muhabbet ve bağlılığı sebebiyle onun yattığı odanın dış tarafında pencereye yüzünü döner ve sabahlara kadar ayakta durup, onun güneş gibi nur saçan feyizlerinden istifadeye çalışırdı. Hatta bir defasında bununla yetinmeyip, soğuk bir gecede şiddetli kar yağarken, kapının dışında uzandı. Mübarek başını kapının eşiğine koyarak yattı. Şiddetli yağan kar, mübarek vücudunu örttü. Fakat muhabbetle yanan kalbi ile kar altında çeşit çeşit feyz ve bereketlere kavuştu. Seyyid Taha hazretleri teheccüd namazını kılmak için mescide gitmek üzere kapıyı açtı. Ayağını kapıdan dışarı atınca, Seyyid Fehim'in sırtına bastı. Seyyid Fehim hemen ayağa kalkıp edeple mürşidinin karşısında durdu. Seyyid Taha hazretleri; "Yeter Molla Fehim. Benim kanaatime göre bugün ilimde bir ummansınız. Seyyid Şerif Cürcani hazretlerinden sonra ilimde seyyidlerin yüzünü siz güldürdünüz. Bu ilmi bu kadar yere sermeyiniz" buyurdu. Seyyid Fehim hazretleri ise; "Bu ilimden bütün istifadem, hazretinizin bir nazarıyla olana yetişememiştir. Bendeniz menfaatimi arıyorum" diye cevap verdi. Bunun üzerine Seyyid Taha hazretleri onu kucakladı, gecenin karanlığında cihanı aydınlatacak manevi nurları ihsan etti. Elini tutarak beraber mescide gittiler.

     

    Seyyid Taha hazretlerinin hizmet ve sohbetinde tasavvuf yolunun en yüksek derecelerine kavuşan Seyyid Fehim, büyük bir veli oldu. Mutlak hilafetle şereflenme zamanı gelince, üstadı Seyyid Taha onu huzuruna çağırdı ve insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünya ve ahirette saadete, kurtuluşa kavuşmalarına vesile olmakla vazifelendirdi. Fakat Seyyid Fehim; (Bu bir ağır yüktür. Ben bunu kaldıramam.) Hem de buna layık olmadığını bildirip çekingen davrandı. Seyyid Taha hazretleri; (Bu bir emr-i ihtiyari, isteğe bağlı bir iş değil, emr-i zaruri olup, mecburi iştir) buyurdu. Memleketi olan Arvas'a gitmesini emretti. Yola çıkacağı zaman tekrar huzuruna çağırdı, kitapların içindeki mektuplarını kendisine göstererek; (Bu ihlas ve muhabbet sizin değil midir? Neden imtina ediyorsunuz. Yemin ederim ki sizin hilafetiniz, Resul-i ekrem efendimiz tarafından tasdik buyurulmuş ve bütün sâdât-ı kiram büyükler tasdik buyurmuş, ben de tasdik etmek zorundayım. Siz de kabul etmek mecburiyetindesiniz) buyurdu.

     

    Kanaat, tevekkül, zühd, muhabbet, rıza ve teslimiyette çok yüksek bir mürşid-i kâmil olan ve; "Seyyid Taha'yı gördüm, tarikat ve hakikatin ne olduğunu öğrendim" buyuran Seyyid Fehim hazretleri, hocasının emrine uyarak Arvas'a döndü. Arvas Medresesini yeniden imar ederek talebelere ilim öğretti. Ayrıca, ehl-i sünnet itikadını, eshab-ı kiramın yolunu anlatarak insanların saadetine çalıştı. İslamiyetin emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmaksızın vazifesine devam etti. Her zaman afet kabul ettiği şöhretten kaçındı. Arvas Medresesinde en az elli talebeye ders verip Madde-i Kübra adlı eseri okuturdu. Ondan ilim tahsil edip, mezun olanlar Van ve havâlisinde Reisü'l-müderrisin unvanıyla anıldılar. Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve marifetteki üstünlüğü kısa zamanda her tarafa yayıldı.

     

    Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Taha hazretlerini, ders talebesi gibi her yıl, Arvas'dan Nehri'ye gelerek, ziyaret ederdi. Vefatından sonra, yerine geçen biraderi Seyyid Muhammed Salih hazretlerini de ziyaret edip, sohbetlerinde bulundu. Zira Seyyid Muhammed Salih hazretleri Seyyid Fehim hazretlerinin sohbette üstadıydı.

     

    Üstadının vefatından sonra daha da tanınan Seyyid Fehim hazretleri, ilim ve fazilette iyice meşhur oldu. Mısır, Irak, Suriye ve bu havâlide halledilemeyen meseleler ona getirildi. Çözülemez gibi görülen müşkil meseleleri hallederdi. Onun sohbetinde bulunmak üzere Arvas'a giden kimseler dünyadan habersiz, nefsin ve şeytanın şerrinden emniyette olup, muhabbet deryasına daldılar. Ondan feyz alıp, yüksek derecelere kavuştular. Sohbet ve dersleriyle pek çok insanın doğru yola kavuşmasına vesile oldular. Böylece, Doğu Anadolu halkının Sünni kalmasını, bâtıl fırkaların yöreye girmemesini temin ederek, milli birliğe çok hizmet etti. Doksanüç Harbinde Ruslara karşı Doğu Bâyezid Cephesine gidip büyük kahramanlıklar ve muvaffakiyetler gösterdiler.

     

    Seyyid Fehim hazretleri hocası Seyyid Taha hazretlerinin vefatından sonra onun emir ve tavsiyelerine sıkı sıkıya uydu. Senede iki defa Van'a teşrif ederek halka İslamiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Onların dünyada ve ahirette saadete, mutluluğa kavuşmaları için çalıştı. Vaaz ve sohbetleriyle Van halkının İslamiyete bağlılığı ve bu husustaki şöhreti arttı. "Dünyada Van, ahirette iman" sözü insanlar arasında yaygın olarak söylenmeye başlandı. Seyyid Fehim hazretlerinin Van'a gelişlerinde büyük bir kalabalık ve izdiham olurdu. Zamanın valisi, askeri ve mülki erkanı onu ziyaret ederek, sohbetlerinden istifade ederler, varsa müşkil meselelerini sorup cevaplarını alırlardı. Maddi ve manevi bütün emirleri yerine getirilir, herkes ona saygı ve hürmette kusur etmezdi. Böylece hocası Seyyid Taha'nın seneler önce buyurduğu; "Van'ın fethi Arvasi hanedanından, ilim ve irfanı ile tanınmış bir zatın vasıtasıyla muvakkaten (geçici olarak) mümkündür" sözünün hükmü keramet olarak ortaya çıkmıştı.

     

    İlim, fazilet ve güzel ahlakta zamanının bir tanesi olan Seyyid Fehim hazretleri, İslamiyetin emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnet-i seniyyesine titizlikle uyardı. Onu sevenler namazlarını mutlaka camide cemaatle kılarlardı. Onun en büyük kerameti, İslamiyetin emir ve yasaklarına tam uyması, kendisinden sonra vazifesini devam ettirecek olan Seyyid Abdülhakim gibi âlim ve veli bir zatı yetiştirmesiydi. Bunlardan başka pek çok kerametleri görülmüştür.

     

    Seyyid Fehim hazretleri bir defasında talebeleriyle Van Gölü kıyısında giderken, göldeki Ahtamar Adasında bulunan Ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye başlar. Talebeler bunu görünce, bazılarının hatırına; "Allahın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, evliyanın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri acaba neden yürümez ve kıyıdan dolaşır" diye gelir. Seyyid Fehim, bu düşünceyi anlayıp, mübarek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirine çarpar. Nalınları çarptıkça papaz suya batar. Boğazına kadar gelince, bir daha çarpar. Papaz, batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünen talebesine dönerek; "O, sihir yaparak, su üstünde gidiyor, böylece sizin imanınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozulup battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan keramet istemekten de hayâ ederler" buyurdu. Kerameti ile papazın sihrini bozdu.

     

    Diyarbakır'da adliye müfettişi Mustafa Necati Bey isminde bir kimse vardı. Vazifeli olarak Van'ın Müküs kazasına gitti. Bir bayram günü, bayram namazından sonra kaymakam ve kazanın ileri gelenleri Seyyid Fehim hazretlerini ziyarete gitmek üzere hazırlandılar. Mustafa Necati Bey de onlarla birlikte gitmek istedi. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra yola çıktılar. Yolculuk esnasında güzel şeylerden bahsedildi. Arvas'ın yakınındaki Kırmızı Köprüyü geçtikten sonra hepsi de ayrı bir manevi havaya girdiler. Mustafa Necati Bey de o havadan etkilendi. Fakat kendisi içki içtiği için heybesinde iki şişe içki vardı. Arvas kabristanının altındaki taşlıkta bu şişeleri kimseden habersiz, bir yere sakladı. Arvas'a varıp, Seyyid Fehim hazretlerini ziyaret ettiler.

     

    Hepsi sırasıyla saygıyla elini öptüler. Mustafa Necati Bey de ellerini öpüp, tasavvuf yolunda talebesi olmak istediğini bildirdi. Seyyid Fehim hazretleri ona; "Şişe ile tarikat bir arada olmaz. Git şişeleri kır, dök gel, öyle kabul edelim" buyurdu. Mustafa Necati Bey şişeleri oraya koyduğunu kimsenin görmediğini düşündü. Fakat Allahü teâlâ veli kullarına kerametle bildirir diye düşünerek gitti. Şişelerden birini kırdı, diğerini de sıkışırsam kullanırım dedi. Seyyid Fehim hazretlerinin huzuruna gelince; "Git öbürünü de kır gel!" buyurdular. Mustafa Necati Bey bu durum keyfi değil, zaruridir. O şişeyi oraya isteyerek bırakmadım. Zaruri kalırsam içerim, diye bıraktım" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Haramda zaruret olmaz" buyurdular. Mustafa Necati Bey gidip o şişeyi de kırdı. Sonra ellerini öptü ve talebeleri arasına girdi. Bundan sonra içki alışkanlığı kalmadı. Mustafa Necati Bey, Seyyid Fehim hazretleri hakkında; "Türkiye'yi hemen hemen tamamen, Arabistan'ın bir kısmını gezdim. Her yerde meşayıhtan pek çok kimseyle karşılaştım. Bu zat gibi olgun bir fert görmedim. Peygamber efendimizi ve Eshab-ı kiramı temsil ediyordu. Onlardaki ilim, hilm, yumuşaklık, vakar, letâfet ve heybeti hiç kimsede görmedim" diye anlatır ve ağlardı.

     

    Seyyid Taha hazretlerinin oğlu Seyyid Ubeydullah Efendi hacca gitmek istiyordu. Van'a geldi. Kendi kendine; "Arabistan'da babam Taha-yı Hakkâri hazretlerini tanıyanlar çoktur. İlim sohbetleri olur. Yanımda büyük bir âlimin bulunması zaruridir. Buna layık ancak babamın halifesi Seyyid Fehim hazretleridir" diye düşünerek onları beraber götürmek üzere Van'a davet etti. Seyyid Fehim hazretleri Van'a gelince; "Üstadım birlikte hacca gidelim" dedi. Seyyid Fehim hazretleri özür beyan edip; "Mali ve bedeni durumum müsait değildir" buyurdu. Seyyid Ubeydullah Efendi; "Mal ve para işi bana aittir. Bedeni durumunuzla ilgili olarak Mevlana Hâlid-i Bağdâdi hazretlerinin Divan'ına bakalım, ne çıkacak" dedi. Divan'ın bazı sayfalarını açtıkları zaman Medine-i münevvere ile ilgili beytler çıktı. Bunun üzerine karar verip birlikte hac yolculuğuna çıktılar. İstanbul'a geçip, Fâtih'teki Reşâdiye Oteline indiler. Onların İstanbul'a geldiklerini haber alan zamanın padişahı Sultan İkinci Abdülhamid Han, kendilerini saraya davet etti. Sarayda misafir edip, ikram ve ihsanlarda bulundu.

     

    Kendisi veli olan, âlim ve velilere çok hürmet eden Sultan İkinci Abdülhamid Han, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbetlerinde bulunup, duasını aldı. On iki gün kadar İstanbul'da misafir ettikten sonra, Haydarpaşa'ya kadar merasimle, törenle uğurladı.

     

    Seyyid Fehim hazretleri ve Seyyid Ubeydullah Efendi vapurla Mısır'a gittiler. Oradaki âlim ve veliler ile görüşüp sohbette bulundular. O devrin önemli ilim merkezlerinden olan Ezher Medresesinden yetişen âlimler, Seyyid Fehim hazretlerinin ilim ve faziletteki üstünlüğünü kabul ettiler.

     

    Seyyid Fehim hazretleri, hizmetlerinde bulunan Hacı Ömer Efendiyle birlikte Câmi-ül-Ezher Medresesine gittiler. Bir odaya girdiler. Bu odada oturan bir âlimin etrâfında çok sayıda kitaplar ve önünde bir kağıt olduğu halde oturduğunu gördüler. Âlim, kitaplara bakıyor fakat önündeki kağıda bir şey yazamıyordu. Seyyid Fehim hazretleri kağıtta olan yazıyı bir defada okuyup ezberledi. Çünkü bir defa okuduğu yazıyı ezberlemek onun hususiyetlerindendi. Âlim kimse başını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir miktar meşgul olduğunu bildirdi. Âlim; "Siz bu kağıttaki yazının manasını bilir misiniz?" dedi. "Evet" cevabını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün şubeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu meselenin halli için tatil edildi. Reisü'l-ulema başta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mana ve mefhumunu anlamaktan aciz kaldı" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir" buyurunca, âlim daha çok hayret etti.

     

    Seyyid Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi izah etmeye başladı. Hayretler vâdisinde dolaşan âlim, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kağıt kalem alıp Fehim-i Arvasi hazretlerinin izahını yazdı. Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı. Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kiraladıkları eve döndü.

     

    Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reisü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği dört âlim çıkageldi. Reisü'l-ulemâ tarafından Câmiu'l-Ezhere davet edildiğini ifade ettiler. Seyyid Fehim hazretleri daveti kabul buyurup, gitti. Büyük bir salonda Reisü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleriyle Reisü'l-ulemâ yan yana oturdular. Sohbet başladı. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve manası anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti. Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla bu müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur" dedi.

     

    Birçok müşkil meselelerin halledildiği sualli cevaplı sohbet, saatlerce devam etti. Bu sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan birkaç nefes çekip yerine koydu. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsaade isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsaade ettikten sonra birkaç nefes de Reisü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reisü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dair dört fetva vermiştiniz. Şimdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reisü'l-ulemâ cevaben; "Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zatın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvamız da bu zatın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir. Bu zata uyarak bugünden sonra tütün içeceğim. Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve günah olsaydı, bu zat ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz" dedi.

     

    Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve hizmetinde bulunanlar, kendilerini dünyadan uzaklaşmış görürlerdi. Arapça, Farsça, Türkçe ile diğer mahalli dilleri bilirdi. Her dildeki mahareti emsalinden üstündü. Arapça konuştuğu zaman Mısır Câmiü'l-Ezherinde yetiştiği sanılırdı. Maddi ve manevi bütün ilimlerde derin âlim, fesahat ve belagatları harikaydı. Seyyid Abdülhakim hazretleri onun vasıflarını şu şekilde anlatırdı: "O, her ilimde bir okyanustu. Derinliğine kimse inemedi. Ancak oğlu ve halifesi Seyyid Muhammed Emin azıcık anlıyordu. Hattâ Şeyh Sa'di Şirâzi'nin Gülistan'ından bir beyt okudular ve izah buyurdular. Bir miktarını anlayabildim. Seyyid Muhammed Emin de bir miktar daha anladı. Sonra o da anlayamadı. Hülasa hakikat ve inceliklerini kimse hakkıyla idrak edemedi.

     

    Seyyid Fehim hazretleri bir gece rüyasında Resulullah efendimizi gördü. Resulullah efendimiz ona; "Abdülhakim'in terbiyesini sana ısmarladım" buyurdu. Bu emir üzerine Abdülhakim Efendinin terbiyesine daha çok ihtimam gösterip, onu tasavvuftaki vilayet-i Ahmediyye derecesine ulaştırdı.

     

    Seyyid Fehim hazretlerinin önde gelen talebesi Seyyid Abdülhakim Efendi, onun sohbetlerinden çok istifade etmişti. Bir gece benzeri olmayan bir sohbet oldu. Seyyid Abdülhakim bu sohbette dinlediklerini kendisi için yeterli görerek; "Bu sohbet bana yeter, alabileceğim her şeyi bu gece aldım" diye düşündü. Sabah olunca üstadı kendisinden ibriğini istedi. Abdülhakim Efendi ibriği bir elma ağacının altında bulunan hocasına götürdü. Bu sırada hazret-i Seyyid; "Abdülhakim! Bu ağaç ne ağacıdır?" diye sordu. "Elma ağacıdır efendim" diye cevap alınca; "Bu ağacın bir gövdesi, dalları, dallarında da meyveleri vardır. Şimdi bir elmanın içindeki çekirdeği yiyen bir kurt, ben bütün elmayı ve elma ağacını yedim, onda olanları aldım dese, doğru olur mu?" buyurdu. Böylece Seyyid Abdülhakim Efendiye akşamki düşüncelerinin yanlış olduğunu bildirip, daha çok gayret etmesi gerektiğini işaret buyurdu.

     

    Hazret-i Seyyid talebelerinin en üstünü olan Seyyid Abdülhakim Efendiye hilafetname vermeden beş yıl önce, kardeşlerine yazdığı mektupta buyurdu ki:

    "Sevdiğim, kıymetli Seyyid İbrahim ve Seyyid Taha. Allahü teâlâ ikinize de selâmet versin. Size çok dua ettikten ve selam eyledikten sonra, bildiğiniz gibi kardeşiniz Seyyid Molla Abdülhakim geçen sonbaharda buraya gelmiş, ders okumaya başlamıştı. Bu fakir de onun dersini gayet dikkatle ve tahkik ederek anlattım. O da gerek derste, gerek kendi çalışmalarında öylece dikkat ve tahkik eyledi. İlimden başka bir şeye bakmasına vakit bırakmadım. Şimdi, zamanımızdaki usule göre kitapları bitirdi. Bu fakir, âlet ilimlerini, fıkıh ve hadis ilimlerini okutmak için, üstadlarımdan nasıl mezun olduysam, onu da öyle mezun eyledim. Sizler artık ona kardeş gözüyle bakmayınız. İlmin şerefini gözetmek için ona karşı çok tevazu gösteriniz. Bunları sizin iyiliğiniz ve yükselmeniz için yazıyorum. Bundan başka ilme tevazu göstermek, Allahü teâlâya tevazu etmek demektir. Bu kısa yazımdan çok şeyler anlayınız! Esseyyid Fehim."

     

    Seyyid Abdülhakim Efendiye 1882 senesinde zâhiri ilimlerde icazet, diploma verdiği gibi, 1888 senesinde tasavvufta Nakşibendiye, Kâdiriye, Sühreverdiye, Çeştiye ve Kübreviye yollarından hilafet de verdi. İnsanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirdi. Seyyid Abdülhakim'e yazdığı bir mektupta buyurdu ki: "Sevgili oğlum, gözümün nuru Seyyid Molla Abdülhakim! Size, sonsuz dualarımı bildirdikten sonra arz edeyim ki, uzun zamandan beri, sizden haber almadığım için, gönlüm çok üzülüyor. Allahü teâlâ her gizli şeyleri bilir. O şahiddir ki, kalbim hemen her zaman seninledir diyebilirim. Beni bu üzüntüden kurtarmak için, görünür görünmez hallerinizi sık sık bildirmelisiniz! Böylece sevgi bağları oynatılmış olur. Eğer o, gözümün nuru buradaki fakirlerden soracak olursa, Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun! Bedenimizin ve etrafımızın rahatı ve selameti günden güne artmaktadır. Hak teâlâ, biz fakirlerin ve bütün kardeşlerimizin kalblerine selamet ihsan buyursun! Âmin. Şeyh Abdülhamid'e ve Şeyh Hasan'a ve Seyyid İbrâhim'e bu fakirin dualarını bildiriniz! Taha Efendiye ve Mazhar Efendiye dua ederim. Her kime uygun görürseniz, bu fakirin dualarını bildirmek için, vekilimsiniz. Bundan başka, Nehri'de olanların, doğru eğri hepsinin hallerini yazınız. Ayrıca, Nasturilerin taşkınlık yaptıklarını, dört yüz müslüman öldürdüklerini işittik. Bunların neler yaptıklarını ve ne için yaptıklarını da bildirmenizi istiyorum. Vesselam. Duacınız günahkâr Seyyid Fehim."

     

    Ömrünü İslamiyeti öğrenmek ve öğretmekle geçiren Seyyid Fehim hazretleri vefatından altı ay öncesinden itibaren sefer hazırlığına başlamıştı. Sohbetlerinde her zamankinden daha çok ölümden bahsediyordu. Şimdi medfun bulunduğu kabr-i şerifin yerine bakarak, Arvas kabristanına defnedilenlerin imanlı olduğu takdirde bütün günahlarının affedileceğini beyan buyururlardı.

     

    Ömrünün son günlerine doğru rahatsızlığı fazlalaştı. Bir Cuma günü hasta haliyle camiye gitti. O gün halifesi ve oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendi beliğ ve hazin bir hutbe okudu. Caminin arkasındaki çeşmeye kadar saflar bağlamış olan cemaat bu hutbenin tesiriyle mahzun olup, ağladı. Seyyid Fehim hazretleri Cuma namazını oturarak kıldı. Sonra da Seyyid Abdülhakim Efendi, Seyyid Muhammed Emin Efendi, Halife Derviş ve Halife Ali adlı dört halifesini huzuruna davet buyurarak vasiyetlerini şöyle bildirdi:

     

    "Kitaplarımı Arvas Kütüphanesine vakfettim. Benim bildiğim kimseye borcum yoktur. İhtiyaten ilan edin. Şayet alacaklılar çıkarsa, ne kadar iddia ederlerse, Muhammed Emin tereddütsüz versin. İlmin ve Nakşibendiye yolunun yayılmasına ihtimam gösteriniz. Seyyidim ve senedim Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerinin, her sene asgari bir defa Van'a gidip halkı irşad için fakire olan emirlerini yerine getiriniz...

     

    Vasiyetine devam ederek; "Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan haya perdesi kalkıp, çarşı pazarlarda dolaşacaklar. İslam, Abdülhamid Hanla kâimdir" buyurdu. Bir ara Seyyid Abdülhakim Efendiye dönerek; "Cenab-ı Hak sizi muhafaza edecektir" buyurdu ve İbrahim aleyhisselamın ateşte yanmadığı kıssasını anlattı. "Ehl-i sünnet itikadının, eshab-ı kiramın yolunun yayılması için elimden geldiğince, kıl kadar ayrılmamak üzere hizmet ettim. İnşâallah mesul değilim. Tam tetkik etmeden fetva vermeyiniz. Ruhsatlarla yetinmeyiniz. İmkan oldukça azimetleri esas kabul ediniz" buyurduktan sonra bir müddet kimseyi yanlarına kabul buyurmadılar. Allahü teâlâyı anmakla ve ibadetle meşgul oldular.

     

    Fehim-i Arvasi hazretlerinin hastalığını duyanlar uzak yakın her taraftan gelip ziyaret ettiler. Tedavi için doktorlar getirdiler. Vefat ettiği günün ikindi namazını oturarak kılan Seyyid Fehim hazretlerinin mübarek vücutları secdeden mübarek başını kaldıramayacak derecede zayıflamıştı. Oğlu Seyyid Muhammed Emin Efendinin yardımıyla başını secdeden kaldırabiliyordu. Bu sırada hüzün ve üzüntü Arvas ve etrafını kaplamış, evin etrafında yüzlerce seveni ve talebesi onun iyileşmesi haberini bekliyordu. O sırada renk renk, çeşit çeşit kuşlar geldiler, havada sıra sıra durarak herkesin hissettiği şekilde hüzünlerini izhâr ettiler. Yüzbinlerce kuş, Arvas üzerinde şemsiye gibi gölge ettiler. O arada gaybdan bir ses; "Yâ eyyetühennefsü'l-mutmeinneh..." âyet-i kerimesini sonuna kadar okudu. Secdeden başını kaldırıp "Er-Refiku'l-a'lâ" dedikten sonra sesli bir kelime-i tevhidden sonra 1895 senesi Şevval ayının on beşinci Salı günü ruhunu teslim etti.

     

    Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin Arvas'ta bulunan kabri, sevenleri tarafından ziyaret edilmekte ve bereketlerinden faydalanılmaktadır. Vesile edilerek yapılan dualar kabul olmaktadır. Çocuğu olmayanlar çocuğa sahip olmakta, hasta olanlar şifaya kavuşmaktadırlar.

     

    Kaynak


  6. Başlığa Direkt olarak cevap vermem gerekirse "Kürt açılımını" desteklediğimi beyan ederek, Kürt meselesi ve diğer meselelerde dahil her meseleyi aşacağına inandığım tek liderdir.

     

    Benim gözümde 2. Abdulhamit neyse Recep Tayyip ERDOĞAN'da öyledir.

     

     

    Mübalağa etmemek gerek...

    Ne olursa olsun; biz biliyoruz ki parlamentoyla bir halt yenilemez.

     

    Üstad Hazretlerinin evlatları unutmamalıdır ki beklediğimiz inkilabı özlediğimiz nesil gerçekleştirecektir parlamento değil. Sürekli takiye yaparak biryere varılamaz. Tayyip Erdoğan gibi kuvvetli bir hatip agorada çok iyi işler başarabilirdi ancak siyaset arenasında alan kısıtlı, malum...

     

    Görüyorum ki ehliyetli olmayan adamlara teslimiyet gösteriliyor. Hatta hatta Abdülhamid gibi bir liderle eş gösteriliyor. Tartışmaya katılmak istemiyorum ancak bu mesele beni rahatsız etti. Herkesin yaptıkları ortadadır ve hadleri de bellidir. Böyle mübalağlara yer yoktur!..

     

    Bir hususa daha dikkat çekmek istiyorum. Farkettim ki müslümanlar, olması gerekeni istemekten vazgeçti! Müslümanlar, yapılabileceğini düşündüklerini rica etme makamına indi! Böyle şey olur mu yahu!.. Domakratik rejimlerde halk bir vekil seçer, vekil halk adına gider konuşur. Vekil olmadan evvel de vaadlerde bulunur. Bu vaadler halkın isteklerini karşılar. Sonra parlamentoya girer, bunun mücadelesini verir. Ortada rejimle ilgili bir problem var ancak onu es geçelim. Hayat standartları ve vekil muamelesinde de büyük problemler var. Bir defa İslam Ahlakından bahsedemiyoruz şu tiplerde.

     

    Yahu Allah rızası için söyleyin şu Melih Gökçek'ten rahatsız olmuyor musunuz? Sayaçları 150 ytl fazladan satan, bunun kaydını kuydunu tutmayan, hırsızlığı ortaya çıkınca ben 150 ytl'yi halkıma harcadım diyecek kadar ar damarı kopan ancak bunun belgesini gösteremeyen bir belediye başkanından tiksinmiyor musunuz? Belediye parasıyla klüp kuran, klüp satın alan, oğlunu başkan tayin eden bir sahtekardan miğdeniz bulanmıyor mu? Ya bunlara göz yuman, hiçbir şey yapamayan, üstelikte yine bu tipi aday gösteren kıymetli 3. Abdülhamid Han?..

     

    Ozaman iş şuraya varıyor: Bunlar ne yapsa ''aman'' diyeceğiz. Aman çalsınlar çırpsınlar da islama dokunmasınlar!.. Yani çalıp çırpmadan olmuyor?.. E ozaman bunların İslam Ahlakları nerde kaldı?.. E ozaman biz bunların İslama ellemeyeceklerine nasıl güvenelim?..

     

    Neden bir müslüman kendi seçtiği vekile baskı yapmaktan kaçınır? Ya o vekiller neden halka güvenerek iş yapamazlar? Cevabı basit, zira şu halkta özlediğimiz nesilden kırıntı bile yoktur ve bırak bu halkla aksiyona kalkmayı, inkilab yapmayı, helaya bile gidilmez!..

     

    Allah'ın kılıcı kınında dursun, bu teslimiyet ve mantık tavrıyla birgün başınıza tekrar demoskratos kılıcını yersiniz!..

    Nasılsanız öyle yönetilirsiniz!.. Başımızdakiler size benzer...

     

    Rica ediyorum!.. Başbakanınıza ne derseniz deyin ancak mukaddes değerlerimizi düşürmeyin!

     

    Vesselam...


  7. Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:

     

    Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış."

     

    Kaynak


  8. Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:

     

    Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor" dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok" dedim. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.

     

    Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın" buyurdu. Vaazı dinleyen Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.

     

    Kaynak


  9. Necib Fazıl Kısakürek anlatır: (Bu ismi söylerken bile tüylerim diken diken oluyor, R.Aleyh)

     

    Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zat... Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez" ve kimse vesika usulünü beklemezken "O olacak" buyurmaları büyük keramet" derdi.

     

    Kaynak


  10. Faruk Bey anlatır:

     

    Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; "Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini methetmek isteseydi; "Faruk hariç hepimizden iyidir" derdi. Kabri, Abdülhakim Arvasi'nin ayak ucundadır.

     

    Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi" buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir.

     

    Kaynak


  11. Talebelerinden Tahir Efendi anlatır:

     

    Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyanın huzuruna dolu giden boş, boş giden dolu döner." Bir gün bana; "Tahir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver" buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tahir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.

     

    Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında otururdu. Ziya Beye bir kitap verir, okuturlar ve izah ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye kitap okutup, kendileri izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyada Abdülhakim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim kıyafetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziya Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz" buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.

     

    Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim" dedim. "Demek ki, farklılık istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim" dedim.

     

    Kaynak


  12. Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır:

     

    Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.

     

    Kaynak


  13. Halid Turhan Bey anlatır:

     

    Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.

     

    Kaynak


  14. Açıkçası bu soru beni biraz şaşırttı yalnız gönüldaşımın endişe ettiğini hissetiğim için cevap vereyim:

    Ben, birkaç ay evvel Allah rızası için oruç tuttum ve hasıl olan sevabı Üstadımın (R.Aleyh) ruhuna hediye ettim.

    Namaz içinse şunu diyebilirim ki bir gün hediye ettiğimi hatırlıyorum ancak kesin değil... Allah, Üstad Necip Fazıl kulunun (R.Aleyh) Hak için ortaya koyduğu mücadelenin yüzüsuyu hürmetine kabul etsin. Allah mekanını cennet etsin. Selametle...

×
×
  • Create New...