Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Muvazene

Editor
  • Content Count

    2,115
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    28

Everything posted by Muvazene

  1. Miralay mütekaidi 87’lik Hasan Sabri Beyefendi, torunu 25’lik Birsen’in suratına kezzap döküp yüzünü hurdehaş ve gözlerini kör etme suçundan Ağır Ceza Mahkemesi huzurundadır: Reis sordu: -Müdafaanız, hazır mı ? -Değil, Reis Bey! -Müdafaa yapmayacak mısınız ? -Kanunun suç saydığı hareketimi bu vasfından kurtarmak için ne söyleyebilirim? -Sizi bu harekete zorlayan sebeplerin neler olduğunu söyleyebilirsiniz! -Ne çıkar, Reis Beyefendi; bunlar mahkemece kabul edilebilir şeyler olmadıktan sonra ?... -Hafifletici sebepler olabilir. -Böyle bir gayret, bana yöneltilen suçu kabul etmemek olur. Bense onun cürüm değil fazilet olduğunu iddiasındayım. Kendimi müdafaaya nasıl tenezzül edebilirim ? -Müdafaanız bu kadar mı? -Hepsi bu kadar … Avukat parmağını kaldırıp yerinden fırladı: -Muhterem başkanım! Sanık, yaşadığı ruh haleti bakımından nefsini savunmak istemiyorsa, bu nokta, belki masumiyetinin ayrı bir delilidir. Bu hal, mahkemeyi hissiz bir karara götürmekte amil olamaz. Sanığın, hadiseden birkaç ay evvel torununa yazdığı bir mektubu ele geçirmiş bulunuyoruz. Müsaade ederseniz okunsun ve müdafaaların en parlağı halinde dosyaya konulsun… Mahkeme başkanı, kendisine uzatılan mektubu alıp bir göz attı, sağında ve solundaki üyelerle küçük bir fısıltıdan sonra mektubu zabıt kâtibine verdi: -Okunsun! Zabıt Kâtibi, virgül ve nokta tanımayan donuk bir tekerleme ile okuyor: -Torunum Birsen !... İşte, felaket senin isminden başlıyor. 50’lik annenin adı Jale, 75’lik anneanneninki de Fatma… Bak, anneannenden sana kadar gelen iç nesil birbirinden, isimlerine kadar ne keskin ifadelerle ayrılıyor, ben 87 yıllık hayatımda, belki modası geçmiş bir örnek şeklinde feraceyi, sonra hayatın malı olarak kapalı çarşafı, derken açık robu, peşinden “ Tango-çarşaf” dedikleri kılığı gördüm. Arkasından manto, tam açık Avrupalı robu, gittikçe kısalan etek, mayo, bikini-mayo ve nihayet mini etek… Bu sonuncusu, benim gördüklerimi görene ve inandıklarıma inanana ölüm darbesi kadar ağır gelmeliydi. Sabahlara kadar ellerimi açıp Allaha “ canımı al ve bu manzarayı bana gösterme “ diye ettiğim dua kabul edilmedi. Ölemedim! Evet, anneannenden başlayıp yine onda devam eden kapalı, açık ve tango-çarşaf, annende büsbütün açık kostüme ve sende mini-eteğe kadar ulaştı. Muazzam terakki… Çizgileri bu derecede keskin hiçbir terakki grafiği gösterilemez. Anneanneni, birici dünya harbi mütareke yıllarında, cephe dönüşü tango-çarşaf içinde gören ve tokatlayan ben, annendeki açık roba, ancak, arkasındaki nesillerin getirmeye başladığı felaket yüzünden tahammül edebildim. Ama sende her şey değişti. 87 yaşında, senin getirdiğin son örnekledir ki, öküz arabasından otomobile ve (jet) uçağına kadar neslimin zaman çerçevesine sığdığını gördüğüm korkunç inkılâpların manasını sezer gibi oldum. Dünya ve insanlık, sonsuz bir mesafe hattı üzerinde, fezanın dipsiz bir noktasına doğru kaymakta ve ruh, ahlak, din, edep gibi mefhumları, gittikçe küçülen ve sönen yıldızlar gibi gerilerde bırakmaktadır. Felsefe tahsili gören senin, ne demek istediğimi anlayacağın ümidi içinde, dili 5- 10 kelimelik bir kurbağa lûgatçesine indirilmiş, dimağî cihazı iptal, hazım cihazıyla tenasül cihazı ise ihya edilmiş bir “kuşak” tan geldiğine göre hiçbir şey anlayamayacağın korkusunu da içimde taşıyorum. Her neyse !.. Beni anlamaktan ziyade kararımı bilmen yeter! Ben bu devirde en sönük bir kıvılcım taşıyan bir babanın bile takdir edebileceği hakikat olarak, kız evlada sahip olmayı, kanser illerinden daha felaketli görüyorum! Kız evlat sahibi olanlar, varsın, başlarına toprak çalsın! Ben bu felaketi annende biraz, sendeyse yüzde yüz tattım. Ne yapayım ki, hem annende, hem de sende, kız evlat sahibi olmak nasibimi değiştirebilmek elimden gelemezdi. Öyle bir hengame ki, bu küfür devrinde kız evlatlarını diri diri gömen ve mukaddes dinimizle cinayetleri durdurulan babalara şimdi sorabilirsiniz : “ İşlediğiniz korkunç cinayetlere 14 asır sonra özür biçecek bir devir gelebileceğini tahmin edebilir miydiniz? “ Dinimizde yeri olmayan böyle bir özrü, günahların en büyüğü olduğunu bile bile kabullenmekte ve din gayesi yolunda kullanmakta, bilmem affı kabil bir nokta var mıdır ? Yoktur ! İnsanı bu çapta alçak bir özrün yanına kadar getiren kötülük şartlarından Allah’a sığınmaktan başka yapılacak şey mevcut değildir. Ama ben bunu da tam yapamadım ve tesellimi bulamadım. Bu halleri görmemem için gözlerime toprak dolmalıydı; o da olmuyordu. Allah bu manzarayı seyretmeye beni mahkûm etmişti. Ne senin sürdüğün, ne de annenin sürdüğü iğrenç hayat üzerinde durmaya değer ! Ne annenin içkisi ve kumarı, ne senin “ Ye-Ye”ciliğin ve esrarkeşliğin bana fazla bir acı verebilir. Şu, suratınızda tek rikkat ve merhamet çizgisi bırakmayan inkâr ve ihtilaç halinizi, ruhi sefalet ve şenaat hayatınızı örnekleştirmek, içtimaileştirmek gayretinizdir ki, taşıdığı sosyal mana bakımından beni çıldırtıyor! Bu işin temsilcisi mini etektir; ve yarım asırdır yukarıya doğru çekile çekile bayraklaştırmak istediği manaya doğru yükselen örtü, nihayet mini etekle gayesine varmıştır. Her kadını her erkeğin malı kabul edici sosyal bir vitrin…Ayrıca bu vitrinde, kadın vücuduna ait hiçbir mahrem nokta tanımamak gibi bir sosyal ölçü.. Beni kıvrandıran, inleten nokta, mini etekte her şeyin içtimai bir manaya gittiği, cemiyet meydanında aleni bir kıymet hükmüne misal olduğu ve ferdi sınırı aştığıdır. Eğer sen, anadan doğma çıplaklar diyarına gitsen ve onlardan olsan, bu kadar acı duymazdım. Bu şekilde sen, batan bir cemiyette batış sebebini heykelleştiren örnek tiplerden oluyorsun demektir ve bütün felaket, işte körüklediğin bu içtimai mana üzerindedir. Kanımdan böyle bir son örnek fışkırdığını göre göre ölümü bekleyemem ! Sana, her şey bir tarafa, sadece eteklerini diz kapaklarından aşağıya indirmeni ve öbür günahlarını, günah olduklarını bilerek ve biraz utanarak işlemeni, hiç değilse gizlemeyi bilmeni ihtar ederim ! Mini etek, günah utancını atmanın ve gizliliği kaldırmanın sembolü olmuştur ki, diz kapaklarının üstünde açtığı dört parmak mahrem yere karşılık ruhlarda yırttığı ve kanattığı mıntıka bakımından belaların en büyüğü makamındadır. Ben her an bu manayı torunumun diz kapakları üstünde bir nişan gibi seyrederek yaşayamam ! Hiç değilse onu yaşatmam ve neslimi kuruturum. Beni anlayacaksan anla ve şu pek basit işi kabul et! Eteklerini diz kapaklarından bir iki parmak olsun, aşağıya indir ki, ben nefes alabileyim, nefes aldığımı hissedebileyim…” Miralay mütekaidi, 87’lik Hasan Sabri Beyefendi birden doğrularak haykırdı: -Ve suratına kezzap döküp eve mıhlanmaya mecbur ettim kahpeyi… Siz de beni zindana mıhlayın ki, bu cemiyeti seyretmekten kurtulmuş olayım… ( 1967 )
  2. Üniversite semtinde bir çay salonunun, oturduğum yere en yakın masasında bir çift genç… Onları tam iki saat inceledim. Birbirlerine abanmış, tam iki saat konuştular. Sonra da… İddia edebilirim ki, dünyada, bu çift kadar lûgatçeleri fakir iki hayvan bile gösterilemez. Mart kedileri, damdan dama birbirlerine dert yanarken ne kadar mânalıdır! Dişi, kurumlu ve boş verici, erkekse ıstıraplı ve çırpınıcı…Kuşlarda, köpeklerde bile ne sesler ve biçimler var !.. Kadın ve erkek meselesi… Davaların belki en incesi ve girifti… Sulh içinde en nazik bir harp… Fakat bu zamane çiftine bakıyorum da ( metafizik ) veya “konuşan hayvan” dedikleri insanın yeni nesillerde ne hale gelmiş olduğunu görüp şaşırıyor, kalıyorum. Tek bir meseleleri, ruh ukdeleri yok ! Kız, bir ölü gözü gibi korkunç bir bezginlik çukuru haline gelen kayıtsız gözlerini önündeki gazetenin bulmaca köşesine dikmiş, genç adamı dinler gibi yapıyor. Genç adamsa oralı değil; hırlar gibi konuşuyor, cümle tertiplemek zahmetinden uzak, yeni şiir edasıyla laf ediyor. Taraflar arasında ikişer kelimeden daha uzun cümle yok… Dizlerini ört! Gözler sende!... - Of!... Bana ne ? - Öyleyse aç! - Sus, gerici ! - Ben ilericiyim, bilirsin sen ! Kız bu ifadeye hususi bir mâna biçmiş olacak ki, güldü : - Sus terbiyesiz ! - Gerici sensin! Terbiyeden bahsediyorsun! Daha neler konuşmadılar !.. Sinema, sanat, sanatçı, eleştirmeci, sosyalizm, Kıbrıs, Adalet Partisi, vizon kürk, ( Coca Cola)nın (L) harfi… Eğer bütün kelimelerini sayacak olsaydım fikirlerinin ancak birkaç yüz kelime içinde gidip geldiğini görecektim. Genç kız, parmağını gösterircesine bir tabiîlik içinde dizlerinden yukarıya doğru boyuna mesafe açarken birdenbire haykırdı: - Buldum! - Ne buldun? - Bulmacadaki kelimeyi… On harfli… Evde giyilen… - Neymiş ? - Robdöşambr… Sana aldığım… İmtihan hediyesi.. - Ha, evet! - Serpil’e gösterdin mi? Söyle, doğru mu ? - Ne münasebet ! - Bana anlattı. Çizgisi çizgisine… Nereden biliyor? - Atmış olacak… - Görmeden atamaz. Odana aldın… Öyle mi, Serpil’i… - Amma da yaptın ! - Aşkıma ihanet!.. - Çok romantiksin! - Sen de enayisin! Alaydan anlamıyorsun! - Robdöşambrım masumdur. - Koklarsam anlarım! - Gel de kokla ! - Kalk gidelim; çok konuştuk! - Yürü !.. Genç kız, iskemlelerden birindeki, içi kitap dolu hissini veren çantasını aldı, garsonu çağırıp içtikleri şeylerin parasını ödedi, kolkola ve yanyana çıkıp gittiler. Çay salonunun yaşlı patronu, başını sallayarak kendi kendisine konuşuyor, ama bana duyurmak istiyor: - Burada paraları hep kızlar mı öder ? Erkekleri kızlar mı giydirir ? İpek bir robdöşambr en aşağı 300 lira… Onu hangi pinpon ödüyor da bu dangalaklara kısmet oluyor. Ömrümde böylesini görmedim ben… Teras tarafından mart kedilerinin sesi geliyor. Genç insanlardan daha mânalı konuşuyorlar. ( 1966 )
  3. Birinci Perde ( Beyoğlu’nda bir pansiyonun tavan arası odası… Tavan çatı şeklinde ve basık… Solda, ancak iki büklüm şekilde girilebilecek bir kapı… Sağda mazgalvari biçimde dar ve küçük bir pencere… Bir divan, alçak yer masası ve her tarafa serpiştirilmiş yer yastıkları… Duvarlarda modern resimler. ) ( Tam orta yerde, ayakları tahta iskemle üzerinde, boynunda bir ip, kendisini tavandaki kancaya asma vaziyetinde şair Recep Kafdağlı… Recep, ayaklarının altındaki iskemleyi devirir ve kancaya asılı kalır. Boynundaki ip gergin, vücudu hareketsiz… Ne çırpınma ne bir şey… Gözleri yumulu ve dili hafif çıkık… Geçen saniyeler…Bir anda ölüvermiş gibi bir hal… Kapı açılır, genç ressam ve müzisyen girerler. Recep’i görür görmez tavırlarında dehşet…) RESSAM- ( Dona kalmış ) Vay anasını ! Kendini asmış!... MÜZİSYEN- Belliydi bu sonuç! Dünyaya küsmüştü. ( Ressam ve müzisyen atılırlar. Ressam, Recep’in önüne geçmiş hayretle yüzüne bakıyor. Müzisyen sol tarafta şaşkın.) MÜZİSYEN-Kucaklayıp indirelim! RESSAM – İpi kesmek lazım… Bende çakı olacak… MÜZİSYEN- Ben arkasından kucaklayıp kaldırayım da sen ipi kes. ( Ressam, yerdeki devrik iskemleyi alıp Recep’in sol yanına koyar. Cebinden çakısını çıkarıp açar. Müzisyen Recep’in arkasına geçer ve onu dizlerinin altından kavrar. Hafifçe kaldırır. Ressam iskemleye çıkmak üzeredir. ) MÜZİSYEN- ( Çığlık basarcasına ) Vay sahtekar var ! Bize oynadığı oyuna bak. ( Ressam bir ayağı iskemlede kalakalmıştır. Müzisyen hafifçe kaldırdığı Recep’i bırakır. Boynundaki ilmiğin üstüne düşen Recep…Müzisyen bir atılışla Recep’in önüne geçer.) MÜZİSYEN- ( Elleriyle kalçalarından kavrayarak ) Düzenbazlığın bu kadarı masallarda olmaz! ( müzisyen Recep’i çevirerek arkasını cepheye döndürür. Müthiş manzara… Tavandaki kancadan gelen ve Recep’in ensesinden sarkan bir ip ve ucunda bir çengel… Çengel Recep’in bel kayışına geçmiş ve santim farkıyla onu ölümden kurtarmıştır. Ressam ve müzisyen hayretten çarpılmış vaziyette. Müzisyen onu tekrar döndürür ve yüzünü cepheye çıkarır. ) RECEP – ( Gözlerini açmış ) Ben daha ölmedim mi?... RESSAM- ( Recep’e ) Şiirde, hayatta, her şeyde sahtekarların sahtekarı Bay Recep Kafdağlı! ( pencereyi gösterir ) Şu pencereden bakkala sarkıtılan ipin ucundaki çengeli nasıl da tam seni kurtaracağı noktada ayarlayabildin ? RECEP – ( Bön bön ) Hiçbir şey ayarlamış değilim, öyle rast gelmiş… MÜZİSYEN – ( Recep’e) Sen onu git de yeni şairlere yuttur. RECEP – İndirin ipten de anlatayım!... RESSAM- ( Yandaki iskemleyi bir tekmede Recep’in arka tarafına fırlatarak ) Yağma yok !... Hem bizi alaya al, hem de yardım iste!... İndirmeyeceğiz, saatlerce ipte kal ki, aklın başına gelsin!... RECEP - Yazık değil mi bana ? Diri diri ipte kalınır mı ? Kurtarın çengeli bel kayışımdan da rahata kavuşayım. RESSAM – Olmaz ! sahtekarlığının cezasını böyle çekeceksin. RECEP – ( Ressam’a ) Haydi !... ( Ressam ve müzisyen yürürler. Ressam giderken Recep’i arkasından birkaç kere çevirip tepesindeki ipi burar. Recep havada dönmeye başlar. Ressam ve müzisyen çıkarlar. Recep bir - iki dönüşten sonra yüzü cepheye dönük kalır. Uzun durak. ) RECEP- ( Gözlerini açmış kendi kendine ) Ölmeme izin vermeyen Allah’ım beni bu serserilere rezil etme !... ( Uzun durak … Recep ipte, yüzü traji-komik çizgilerle mühürlü , aptal aptal bakıyor. Sol taraftan merdivenleri koşarak çıkan birinin ayak sesleri… Recep gözlerini o tarafa kaydırır. Kapı bir tekmede açılır. Gazeteci Siret Mesail… ) SİRET – ( Kapıdan ) Her şeyden haberim var. Arkadaşlara sokak kapısında rastladım. Sana bu maskaralığı yapman için mi odamızı bıraktık?... RECEP – Siri, sen o ahmaklara benzemesin. Hiç olmazsa sen anla halimden. ( Siret yürür, Recep’in yanında durur ) SİRET- Sen evvela kendini kandıran, sonra da başkalarını kandırmayı sanat edinen adi bir hokkabazsın . RECEP – ( Mahzun bir istihza tonuyla ) Öyle mi Siri ? Odanda barındırdığın, karnını doyurduğun şair, demek senin gözünde basit bir hokkabaz!... SİRET - bazı, gerçekten sanatkar tarafların olmasa idi, kim çekerdi derdini senin? Haydi, in bakalım ipten. RECEP – Nasıl ineyim ? SİRET – Bindiğin gibi in! RECEP - İnsan her bindiği yerden kolayca inemiyor ki?... SİRET – Doğru!... İktidar mevkiine kadar aynı şey!... RECEP - Tam da iktidar mevkiine benziyor ya makamım. ( Eliyle arkasını gösterir ) Koy şu iskemleyi ayaklarımın altına da ineyim. ( Siret, tahta iskemleyi çekip, Recep’in ayakları altına yerleştirir. Recep, tahta iskemleye basar, boynundaki ilmiği gevşetip açar. Boynundan çıkarır, sonra eliyle arkasındaki çengeli bel kayışından kurtarır ve iskemleden atlar. Siret gülümseyerek seyreder ) RECEP – ( Birden tonu dikleşmiş ) Demek bütün bunlar sence basit bir oyun ha? Budala, aklına güvenendir. SİRET – Ayağını yere basar basmaz yine küstahlaştın. Aczini kuvvet diye satan senin çapında bir istismarcı görülmemiştir. ( Tavandan sarkan ipi gösterir ) Hakkını veremediğin şu ipten utan!... RECEP – Ben daha nelerden utanıyorum! Or.sp.ların ipini çektiği kırmızı kadife yelekli, karınları şiş köpeklerden; sabaha karşı bütün bir gecenin kusmuğunu temizleyen çöpçülerden; sizin gibi hiçbir inceliğe aklı yatmaz aydın bozması cücelerden; nelerden, nelerden ?... SİRET – Arkadaşlar gelsin de anlat bize, neymiş aklımızın yatmadığı incelik. RECEP – Nerede onlar ? SİRET – Aşağıdaki bakkalda…Öte beri alıp gelecekler… Öğle yemeği yerine, zeytin, peynir, reçel, ekmek. Herhalde acıkmışsındır. RECEP – Ben tokum ! SİRET – Hani sabahleyin ben buradan ayrılırken kurt gibi aç idin ? Dünkü akşam yemeğini bile yememiştin ? Sana öğleye yetiştiririm, dişini sık demiştim. Şimdi birdenbire doydun mu ? Midenin sesini bile işittirmekte samimi değilsin . ( Recep bir an cevap vermez, divana çöker, başını elleri arasına alır, sonra birden kaldırır.) RECEP – Senin samimiyetten anladığın donsuz gezmek gibi bir şey… sanatkarlar böyle samimilerden olamaz. SİRET – Halbuki şiirlerinde ne kadar samimisin. RECEP – O da samimi görünmenin sanatı… Hangi samimilik ? SİRET – Sen yalnız şaşırtmaya, çeneleri düşürmeye, insanları alıştıkları ölçülerden şüphe ettirmeğe bakıyorsun ! Fransızların dediği gibi “ Burjuvaları hayrete düşürmek” işin gücün ! RECEP – ( eliyle bir yer yatağını gösterir ) Hele çök yere Siriciğim. ( Siret Recep’in yanında bir yer yastığına çöker ) RECEP – Ben arıların bal yapması gibi, hiçbir şey izah etmem. Sadece eserimi veririm. Ben renk renk anılarımı yaşarım. Senin gibi zamanı biteviye olan izah hastaları da gözlüklerini takarlar, laboratuarlarında boş yere çalışır dururlar. Cücelerin nasibi!... SİRET-( Yastığına doğrularak ) Seni akıl çelici, göz bağcı seni ! Kendini asmaya kalkışmanın da mı izahı yok ? RECEP- Var ! Biraz bekle ! ( Kapı tarafından ayak sesleri… Recep ve Siret o tarafa bakarlar, kapı açılır. Kucaklarında ekmekler ve sarılı paketler, Ressam ve Müzisyen ) RECEP- ( Kapıya doğru gider ) Bizim dahi taslakları… Şimdi her şeyi anlarsınız . RESSAM- ( Uzaktan Siret’e ) Ne diye indirdin ? Sahici dahi şairi ipten ? Yaptığı numaranın yüzü suyu hürmetine hiç olmazsa bütün bir gece ipte kalmalıydı. Lokmasını ağzına verirdik; yerdi. Annesinin arkasında asılı bir bebek gibi de çantada mışıl mışıl uyurdu. RECEP-( Ressam’a ) Haydi budala ! Haydi ! Getir şu nevaleleri de mideye indirelim. SİRET- ( Recep’e ) Hani ya bir dakika önce toktun ? RECEP- Şimdi acıktım. Ben anlarımı yaşarım demedim mi? Hayat dediğin her an değişiklik… Değişmedin mi ? Sizin gibi tek telli sazlar şöyle dursun kendimden bile usanıyorum… Beziyorum. RESSAM- kendinden başka herkesi de budala sayıyorsun. RECEP- Ne yapalım… herkesin göz göze olduğu bir koğuşta gözüne uyku girmemek, alemin yalnızlık acısını çekmekteyim. Yerin dibine batsın böyle zeka, böyle deha ! SİRET – ( Ayağa kalkar ) belki de en büyük budala sensin. ( Ressam ve Müzisyen ilerleyip ellerindeki nevaleleri yerleştirmeye başlarlar. ) RECEP – ( Siret’e ) Olabilir ! Amma büyük olmayan büyüklükten düşmem ya ! “ Budalaların sayısı namütenahidir “ diyen Lafonten herhalde büyükleri hesaba katmıyor. SİRET – ( Recep’ e bakarak ) herif kendisini insan üstü gören bir çılgın ve yüzsüz mü yüzsüz … Kendini firavun, bizi de ehrama taş taşımakla görevli bir esir kabul ediyor. RECEP- ( Tavrı birden bire mahzun ) Otur, otur Siri Bey otur. ( Siret oturur, öbürleri de yastıklara çökerler, Recep’e bakarlar. Uzun durak ) RECEP – ( Komik ve ıstıraplı tavır ve ağlamaklı bir sesle ) Çocuklar! Şunu bunu bırakın. Ben ölmek istiyorum. ( Durak… Ekmeği ikiye bölmek üzere bulunan Ressam öylece kalır. Müzisyen’in ağzına bir zeytin tanesi götüren eli bir an o vaziyette durur. ) SİRET – Yeni bir numara karşısındayız galiba. RECEP – ( Gözleri boşlukta ) Değil çocuklar! Numara falan yok. ( Eliyle gösterir ) Şu bizim Siret Mesail’in bakkala sarkıtılan ipini inanınız ki hiçbir hesap yapmadan ilmikleyip boğazıma geçirdim, amma ucundaki çengel beni havada tarttı, asılmama engel oldu. ( Coşkun ) Ben ölmek istiyorum çocuklar. SİRET – Öl, ne duruyorsun ? RECEP – Kalbim dur emrini dinlemiyor, nasıl öleyim ? Eski bir hikmet sahibinin sözünü dilime pelesenk ettim: “ Ya ol ! Ya öl ! “ … Olamıyorum… Ölemiyorum. RESSAM- Karar verdikten sonra ölmekten kolay ne var ? RECEP- Kaderde ölmemek varsa, ondan daha zor bir şey yok. MÜZİSYEN – Bırak kuzum şu fikir cambazlıklarını da kırk yılda bir kere olduğun gibi görün. RECEP- Olduğum gibiyim çocuklar; bu işe birkaç kere davrandım. Şakağıma bir kurşun sıktım. Kurşun aklı varmış gibi ensemden atlayarak arkamdaki aynayı parçaladı. Bir tüp uyku ilacı aldım. İlaçlar bayat çıktı. Kendimi hangi taksinin önüne attımsa, acı bir firen sesiyle durması bir oldu. Kendimi, macerasını okuduğum bir Londralıya benzetiyorum. Öyle azmetmiş ki ölmeye, üç ölüm sebebini birleştirerek canına kıymak istemiş. Tayms nehri üzerindeki bir köprüde, bir fenere ip atıp, ilmiği boğazına geçirmiş. Dünyanın en tesirli bir zehrini de yutuvermiş. Ve kendisini sallandırmış. Tam o anda tabancasını kaldırıp beynine ateş etmiş. Kurşun ipi kesmiş. Adam suya düşmüş, pis sular da onu kusturmuş. Nihayet herif sapasağlam yüzerek karaya çıkmış. SİRET- Demek bunlardan yalnız bir tanesini yapsaymış işi tamammış. RECEP – Öyle ! Ölüm sebepleri birbirini öldürüyor ve adam kurtuluyor. SİRET – Sen bunlardan yalnız bir tanesini yerine getir ve öl! Amma samimiyetle.. Ciddiyetle… RECEP- Olmuyor Siri Bey olmuyor! Bana öyle bir ölüm şekli lazım ki, hiçbir ihtimalle önlenmesi kabil olmasın. RESSAM- Çooook ! İstediğin kadar. RECEP- ( Ressam’a ) Bir tanesini söyle. SİRET- ( Recep’e ) Söyleriz merak etme. Sen her şeyden önce niçin ölmek istediğini söyler misin ? RECEP – Demin söyler gibi oldum. Olamadığım için ölmek istiyorum. Sadece gururum yüzünden. Ben bu berbat cemiyet düzeni içinde eski tabirle “ köşe başı şairi” hayatını sürmekten bittim, geberdim. ( masadaki ekmeği eline alır ) Bu cemiyet, bir lokma ekmeği çok görüyor sanatkara. ( Ekmeği Siret’e uzatır ) Eğer Babıali’nin sefil gazetelerinin birinde banka hademesi aylığıyla çalışan şu Siret Mesail Bey olmasaydı, nice olurdu halimiz ? ( Eliyle Müzisyeni gösterir ) Seni, rehindeki külüstür piyanosunu bir türlü kurtaramayan zavallı müzisyen! Aynanın karşısına geç de , tart kendini! Eğer hamam oğlanına benzer bir fiziğin, birazcık da sesin varsa kurtuldun demektir. Gazinolarda her heyler çekerek… ( Siret’i işaret eder ) Şu adamın bir yıllık maaşını bir gecede kazanabilirsin. RESSAM- Sıra bana geldi galiba… RECEP – ( Ressam’a) Evet sıra sana geldi. ( Romantik bir eda ile ) sen estetik dış çizgilerini ezip bozup, ruhunu aramış ormandaki modern ressam’ Kadıköy vapurlarının lüks kamaralarında oturan züppelere şipşak portrelerini çizip ikişer buçuk liraya takdim etsen daha iyi etmez misin ? RESSAM – Biz de yeni bir cemiyet düzeni idaresinin peşindeyiz amma, o senin gerici kafandaki ölçülere göre değil. RECEP – Siz dünyaya, gerinizdeki delikten baktığınız için bizi gerici görüyorsunuz. RESSAM – Hey gidi laf cambazı hey ! RECEP- Benim gerici dediğin kafamdaki ölçülere kalsa yine iş görürdük. Cemiyette her şeyin hakkını verirdik. Şimdi kapatalım bu netameli bahsi de, maksadımıza gelelim. Söyleyin, razı mısınız içinde yaşadığımız cemiyetten ? RESSAM – Asla ! MÜZİSYEN – Elimden gelse bombayla havaya uçururdum bu cemiyeti. RECEP- ( Siret’e döner ) Sen ne yapardın ? SİRET – Gülerdim ! Şimdi halinize güldüğüm gibi. RECEP - ( Siret’e ) Sen çeyrek porsiyon bir adamsın. ( Ressamla Müzisyeni gösterir ) Bunlar da yarım adamlar. ( Siret’e ) Kendin bir şey olamadığın için, bir şey olmak yolunda çabalayanlara yararlı olmaktan başka hünerin yok senin. Yani şahsiyetin yok. ( Ressamla Müzisyeni gösterir. ) Bunlarsa ne yaptıkları işi, ne onun toplumdaki değerini, ne de toplumun halini gören, düşünen, tartan, her şeyiyle uydurukçacıların “ Bitkisel “ dedikleri nebati istidatlar… Bir vaaza hazırlanıyormuş gibi Recep’in eli havada kalır. Uzun durak..) SİRET – ( Recep’e) Ya sen nesin bir de onu söyle ? RECEP – ( Ağlar gibi ) Ah, beni bana döndürme. O zaman bütün yelkenlerim suya iner. Bakın ben neyim. ( Melodramatik ton ) Ben, mevsimler boyunca dilimle, kafasından yakalamaya çalıştığım kızı, bir anda hurdacının ayaklarına kaydıran; ( Durak ) pinti kitapçıdan, kağıdını getir de basalımdan başka cevap alamayan; ( Durak ) katırın yem torbasına saman yerine gül doldurmuşçasına şiirleri nefretle tükürülen; ( Durak ) bir depo içinde tek lokmadan mahrum midesi tok cücelere maskaralık eden; ( Durak ) her sabah ayna karşılarında suratını düzenleyen; bilmek için ağlaya ağlaya yanaklarını cırmıklayan; ( Durak ) sıfırla yüz derece arasında zikzaklar çizici şahsiyet ibresini bir türlü yerine oturtamayan; ( Durak ) bir türlü akıntıya uyamayan, hep ters giden, taş aralarında sıkışıp kalan… ( Durak … Elini havaya kaldırır ) SİRET – Al sana romantik, amma da dahiyane… Şunu tekrarla da not edelim. RECEP – Ben hiçbir şeyi tekrarlamam. Seninle aynı dolaba koşulabilir miyim ben ? SİRET – Seni zor bela kabul ettirdiğim gazetede kalsaydın şimdi geçim sıkıntın olmazdı. Cüce erzakıyla geçinip giderdin. Sadece deha acıları içinde kıvranır, onunla kalırdın. RECEP – O senin öküzlerin şahı patronun yok mu ? Onun nefesinin kokusunu çekmektense, senin artıklarını yemeyi tercih ederim. Şükürler olsun ki artık kararımı verdim. SİRET – Yeni bir intihar tecrübesine mi kalkışacaksın ? RECEP – Evet ama bu defaki su götürmez… Erimiş demir potasına atlar gibi bir şey. .. böylesini istiyorum. Mademki bu cereyanı durduramıyorum; onun üzerinde akıp giden bir yosun parçası olmaya da razı olamıyorum. O halde… SİRET – O halde… RECEP – O halde kendimi kıyıya atar kurtarırım . RESSAM- ( Recep’e ) Yani ölüme sığınırsın. RECEP – Evet. RESSAM- Senin mezhebinde izin var mı intihara ? RECEP – Asla ! Belki de bunun için Allah canımı koruyor. Amma affına sığınıp bu dünyaya veda etmekten başka çarem kalmadı. RESSAM- Sen ıstırap kaçağısın. Niçin bizim gibi dayanamıyorsun acıya ? RECEP – Sana ahmak denildi mi kızıyorsun. Halbuki sen ahmaklık imparatorluğunun şehin şahısın. Senin ızdırap çekmeye kabiliyetin var mı ki tahammülden bahsediyorsun ? sen de benim kadar duy da ızdırabı, ondan sonra dayanmaktan bahset… SİRET – ( Birden bire yerinden zıplayarak ) Recep Kafadağlı buldum. RECEP – Ne buldun ? SİRET – Ölümlerin en şanlı, en tatlı, en emin şeklini… RECEP – Neymiş o ? SİRET – Tophanedeki meşhur efe… RECEP – Bana ne efeden? SİRET – Gazetede gözlerinle gördün, aleyhimde yazarsanız gazeteyi temelinden uçururum dedi ve gitti. Kimse de sesini çıkaramadı. Polisin bile yanına sokulamadığı kabadayı. RECEP – Ne olacakmış? SİRET – İşte onun Tophane’deki kahvesine gider, başından hiç çıkarmadığı yanpiri kasketini çekip yere çalar, efeye meydan okur, gayet usta bir bıçak darbesiyle ölür gidersin. RECEP – ( Avaz avaz ) Şaheser fikir, şaheser…Yarın sabah oradayım… SİRET – Biz de geliriz seninle… RECEP – Gelip de ne yapacaksınız ? SİRET – Kahramanlığını seyrederiz. RECEP – Ya siz de bıçaklanırsanız ? SİRET – Senden önce gelip ayrı otururuz… RECEP – ( Ressam’a ) uzat şu ekmeği de yarının şerefine karnımı bir temiz doyurayım. ( Ressam ekmeği uzatır. Recep ekmeği kapıp eliyle koparmadan ağız dolusu ısırır. ) RECEP – ( Ağzı ekmekle dolu ) Koro, Bohem marşı. ( Recep elini kaldırıp indirerek kumanda verir, dördü birden ) Hayat Bayat Tanca Dayat Boş ver Yan yat RECEP – ( Sağ eli havada ) Ben gidiyorum arkadaşlar. Yaşasın cücelerin bohem hayatı… ( Recep’in eli havada kalır ) PERDE
  4. BİRİNCİ PERDE BİRİNCİ TABLO ( Sahne önü…Simsiyah fon…Bomboş…) ( Derinlerde, kaynaşan, homurdanan, bağırıp çağıran kalabalıklardan bir uğultu girdabı…) HATİBİN HAYKIRIŞI – Yaşasın meşrutiyet, yaşasın Kanuni Esasi !... SESLER – Yaşasın! .. HATİBİN HAYKIRIŞI – Kahrolsun istibdat !... SESLER – Kahrolsun!... HATİBİN HAYKIRIŞI – Sarayın dalkavuk fesini yırtmaya gelen keçe külaha selam!... Üstünde “ Ya hürriyet ya ölüm “ yazılı keçe külaha selam !... SESLER – Selam, Selam!... ( Sol taraftan, sırtında tüfek, göğsünde çaprazvari iki fişeklik, belinde fişeklik palaska ve kasatura, çarıkları baldırlarının üstüne siyah kordonlarla çaprazvari bağlı, keçe külahlı hürriyet fedaisi çıkar. Beyaz külahında kırmızı bir ay ve üstünde siyah işlemeyle” ya hürriyet ya ölüm “ yazısı… Fedai soldan sağa doğru sert adımlarla yürür. ) ARKADAN KORO – “ Ordumuz etti yemin Titredi hak-ü zemin” ………………… ………………. ( Fedai sağdan çıkar ) HATİBİN HAYKIRIŞI – Millete inanmayanlar yerin dibine batsın!... Ona “ canlı mı cansız mı, yenir mi yenmez mi ? “ diyenler, küçük dillerini yutsun !... Artık o, sağlam bir bütün, çelik bir irade halinde karşınızdadır. İşte!...Bakın, gözünüzle görün, elinizle tutun !... ( Sağdan, iki büklüm, entarisi üzerine palto giymiş, fesli, sakallı, bastonlu mütekaid tipi…Arkasında, kapkara çarşafı içinde kaybolmuş, ayakları mestli kadın… Onun da arkasında, şilk fesli, tek gözlüklü, kaytan bıyıklı, sivri yaka üzerine papyon kıravatlı, ragon iskarpinleri beyaz kerteli, topuz bastonlu monşer… Daha arkada, siyah ceketi omuzlarında kırmızı kuşaklı bol paçalı, akrep bıyıklı külhan beyi… En arkada, palaspareler içinde, başı önüne eğik sol omzunda bir değnek ve değneğin ucunda bir çıkın, abani sarıklı ihtiyar köylü… Her biri kendilerine mahsus tavır ve edalar içinde yürürler. Uzaklarda bando mızıka, Selanik marşını çalıyor. En öndeki, soldan çıkmak üzereyken mızıka durur. Onlar mıhlanıp kalırlar.) HATİBİN HAYKIRIŞI – Millet, “ben, sen, biz, siz, onlar” değil, bir yekpareliktir. ( Sesleniş yekpareliğe…) Millet, bana bak!... ( Beş tipten her biri birbirine bakar ve birbirinde milleti arar. Derken nazarlar köylüde… Köylü aldırmadan yürümekte devam eder. Eliyle selam vere vere önlerinden geçip soldan çıkar. Öbürleri de hayret tavırlarıyla onu takip ederler. Sükut… Uzun durak…) HATİBİN HAYKIRIŞI – Yaşasın milli irade, milli birlik!... SESLER – Yaşasın, Yaşasın!... ( Sükut… durak…) [ Uzaklarda cızırtılı bir plak sesi; Yaşasın hürriyet, adalet, müsavat, aman aman aman!...] Işıklar Kararır İKİNCİ TABLO ( Tarla ortasında kocaman çınar… Fonda, sınırsız bir toprak zemini ve uzaklarda, narin minareli bir mescit etrafında halkalanmış küçük bir köy… Çınarın önünde birkaç hazır iskemle… Sol dip kçşede çıkıntı halinde, yalnız avlu duvarı görünen bir köy evinin açık kapısı…) ( Çınarın yanında yirmi yaşlarında bir genç…Abdullah… Temiz bir köy genci kılığında… Ayakta, dimdik, açık kapıya bakıyor. Kapıdan, bir sopaya dayanmış, sendeliye sendeliye 70’lik baba gelir. Beyaz entarili, Şam hırkalı ve takkeli…) ABDULLAH – ( Kapıya doğru ) Baba! Yatağından niçin çıktın ?... BABA- ( Gelirken ) Bunaldım!... ( çınarı gösterir) Şu benimle yaşıt çınarın dibinde biraz hava alayım dedim. ( Abdullah koşup babasının koluna girer, onu çınara doğru yürütür ) ABDULLAH- İyi etmedin, ayağa kalkmak seni büsbütün yere serebilir. BABA- Sana söyleyeceklerimi söyleyeyim de büsbütün serileyim… Yatağa değil, toprağa… ABDULLAH – Daha vaden var, Baba!... BABA- Allah bütün vadeleri kaldırdı. Hiçbir şeyin hiçbir vadesi kalmadı. ( Abdullah babasını hasır iskemlelerden birine oturtur. Bir iskemle çekip karşısına oturur.) BABA- Artık İstanbul’a gönderip okutmaya değmez. Köyde benden ve somuncu hocadan okuduğun kadarı yeter. Gerisini kendi kendine tamamlarsın!... BABA – İstanbul’da hayır kalmadı. Medresenin kandillerinden duman tütüyor. ( Abdullah cevap vermez. Mahsun gözlerle babasını tartar ) BABA- Abdülhamid’i devirdiler. Abdülhamid düşmanı Türkler değil, İslam ve Türk düşmanı köksüzler… Görürsün, ne kadar ağır ödeyecekler!... Onlar ödemeyecek, biz ödeyeceğiz! Canımızla, kanımızla, ırzımızla, vatanımızla… ABDULLAH – Etme Baba!... BABA – Böyle!... 70 yıllık gelişin sonu… Hem de sonun sonu zannetme; ilkin sonu… Ah oğlum, hastaya bile rahat vermeyen bir devir bu… Bak yatabiliyor muyum ? ( Abdullah’ın başı göğsüne düşer, sükut… Durak…) BABA – Şu , Gülhane Hattı denilen meşhur ferman var ya!... Şu mürekkep yalamışların “ Tanzimat é dediği davranış, Gavura yakınlaşma, Gavur taklidinden medet umma davranışı ?... İşte, benim bu köyle ( gösterir) şu çınar ağacıyla beraber doğduğum yıl… Bu 70 yıl içinde neler gördüm, neler!... İlk gençliğimde Abdülmecid, derken Abdülaziz, peşinden Deli Murad, arkasından Abdülhamid… ABDULLAH – Tam dört padişah… BABA – Babam beni 14 yaşında İstanbul’a götürdüğü zaman, moskof’a karşı Kırım Muharebesi oluyordu. İstanbul, Fransız, İngiliz, İtanyan, telli pullu urbalar, renk renk bayraklarla dolmuştu. Gavur baskını… Gavurların gavuruna karşı öbür gavurların bastığı İstanbul… Hala gözlerimin önünde… ABDULLAH – Hünkarı da gözlerinle gördün mü ?... BABA – Görmez olur muyum?.. Cuma selamlığında, yaldızlı setresi, sorguçlu fesi, resim gibi bir kırat üzerinde heybetli oturuşuyla o da gözlerimin önünde… O günün sesleri de kulağımda… ( Sükut.. Durak…Baba, başını eğmiş, derinlerden ttalı bir nefha hecelercesine durur .) DERİNLEREDEN KORO – “ Sivastopol önünde, Yatan gemiler aman aman. Atar da nizam topunu, Yer gök inler…” ABDULLAH- Abdülmecid nasıl padişahtı? BABA- İlk alafranga padişah… En azgın gavur maskofu köstekleyebilmek için ona hasım gavurlarla bir olmaktan, ona hasım gavurların çıkarına hizmet etmekten başka çareis kalmamış ilk alafranga padişah… ABDULLAH- Tam da kendisi. BABA- Onun zamanında medreseye yazıldım. Abdülaziz devrinin ilk yıllarına akdar okudum. Sonradan Şeyhü’l – İslam kapısında vazife aldım. Köye hiç dönmedim. Yaralı vatanın haline şehirde ağlayanlardan biri de ben oldum. 37 yaşıma kadar evlenmedim. Vatan derdi, her gün biraz daha hor görülen Müslümanlık acısı beni öylesine sardı ki, nefsimde aile zevkine hiçbir istek bulamadım. ABDULLAH- Zavallı babam… BABA- Düşün!... Avrupalıya 300 milyon altın borç… Vur patlasın, çal oynasın, sefahet, israf.. Çizgileri, nakışları bir haç’a benzer saraylar… Hem para veren hem de onu mal satarak elimizden alan Avrupanın yutturduğu çürük donanma… Türettiği çürük adam… Her tarafı inmeli, kafatası battal devlet… Moskofun taktığı isimle “ hasta adam” … ABDULLAH – Neleri kendine dert edinmişsin baba ?... BABA – Eğer sen de aynı derdin hastası olmayacaksan vay halimize ?... Neslim bende kuruyup tükenecek demektir. ABDULLAH – ( Coşkun ) Hayır baba, senin neslin kurumayacak! Ben sana layık olmaya, sana layık oğullar yetiştirmeye bakacağım! Hepimiz aynı derdin kazanında pişeceğiz, aynı derdin hastası olacağız! BABA – ( Sopasını kaldırır ) Bu derdin ismini de koyun! Şunun, bunun değil, Anadolu’nun derdi … ABDULLAH – ( Vecd içinde ) Anadolu’nun derdi… BABA - Yüzlerce yıl keşfedilemeyen, hep aynı yabanlar elinde sömürülen, bir türlü kendi kendisinin efendiliğini alamayan Anadolu’nun derdi!... Şuurlandırılamayan dert. BABA – Tanzimattan sonrasını şöyle gör : İstanbul’da donanma, düğün dernek, Anadolu’da karanlık, cenaze, kıtlık…Sınırlarda ateş, kan, göç… Her bucakta kargaşalık, kopuş, baş kaldırış… Yürü Anadolulu. Rum illerinin buzlu dağlarında, Arabistan’ın korlu kumlarında ölmeye… Dönüşü olmayan bir gidiş, bir sürülüş, bir sürükleniş… İşte manzara!... ABDULLAH – Korkunç! BABA – Taşta bile kendisini kullanmak isteyenlere karşı bir tepki, bir mukavemet vardır da onda yoktur. Ondaki, nereye koyarsan orada kalmanın, orayı doldurmanın memuriyeti… Bu halinin de şuuruna sahip değildir. Başına gelenleri hissi ile sezer. Kulak ver! ABDULLAH- Korkunç! DERİNLERDEN KORO- “Kışlanın önünde redif sesi var, Bir çift kundura ile bir de fesi var… “ BABA- O, her zaman şuurundan öksüz yaşayan, ne derin, ne hazin bir seziştir! DERİNLEREDEN KORO-“ Havada bulut yok. Duman nedendir? Mahallede ölü yok, Figan nedendir ? Adı Yemendir, Gülü çemendir, Giden gelmezmiş, Acep nedendir?...” BABA- Güneşli havada dünyayı kapkara gören, her şeye korkunç bir hayretle bakan Anadolu’nun hali… Hesapsız kitapsız harcanma kaderi… Tökezleyen devleti düzlüğe çıkarmak için, çukurları saf Müslüman-Türk cesediyle doldurma borcu… ABDULLAH- Ne müthiş!… BABA- Hastalığı gören, sahtelikleri anlayan, bu gidişe “ Dur” demek için çabalayan ilk padişah Abdülhamid oldu. Kendi taksiri olmadan öncekilerin hazırladığı Moskof Muharebesini ustalıkla atlatmayı bildi. Ondan sonra da “Hasta Adam’ı “ 33 yıl ayakta tutmayı becerdi. Baba sor 93 harbindeki Türkiye’yi!... ABDULLAH- Gazi Osman Paşa’nın Karargah bölüğünde çavuşluk ettiğin muharebe… BABA- O muharebe !... ( Kapıyı gösterir ) Hatırası da içeride, yatağımın baş ucunda… ABDULLAH- 33 yıldır aynı yerde mi duruyor O ? BABA- Hep aynı yerde… 93 harbinden sonra şehirden, hüriyet naracılarından alafrangalık simsarlarından öyle tiksindim ki, köye döndüm, evlendim, kendimi toprağa verdim, bir daha köyden çıkmadım. ( Durak ) Çocuklarım yaşamadı ( Abdullah’ı gösterir ) Bu yaşa gelebilen bir sen oldun. Sen çocuğum… Giderayak emanetimi teslim edebileceğim biricik kafadarım… ABDULLAH- İyiye götürsün diyelim !... ( Baba, sopasına dayanarak öfkeyle ayağa kalkar. Abdullah da beraber…) BABA- Hala anlamıyor musun? Avrupalı kızağından inme, kaptanı Yahudi, çarkçısı mason, tayfası dönme, rotası dinsizlik, hürriyet gemisinden ne bekliyorsun?... Eğer tez zamanda, beş-on yıl içinde bu gemi, yolcusu milletle beraber kayalara oturmazsa şaşmak lazım…. Ben göremem amma sen görürsün! Bana da rahmet okursun! ( Sağ taraftan uzak bir davul zurna sesi… Abdullah ve babası o tarafa bakarlar.) ABDULLAH-( Sırtı babasına dönük) Köyde bayram var… BABA-Ne bayramı?... ABDULLAH- Her halde hürriyet bayramı.. BABA – Canbazhanede, kamçı altında, tasmalı hayvanlara oynatılan hürriyet oyunu… Buraya kadar sızmış öyle mi?... ABDULLAH- ( Hep o vaziyette ) Muhtar geliyor ! Yanında bir de jandarma! BABA – Süngülü hürriyet !... Yoksa bizi de mi oynatacaklar bu oyunda?... ABDULLAH – Bilmem, işte geldiler.. ( Sağdan muhtar gelir. Arkasında jandarma… davul zurna esi kesilir) MUHTAR - ( Babaya) Selamün Aleyküm, efendi baba! BABA- Aleyküm selam, muhtar efendi! MUHTAR- Kaymakamlıktan emir var… Köylü şenlik yapacak.. BABA- Varsın yapsın… MUHTAR – Sen de köy meydanında vaaz vereceksin ! BABA- Ben hastayım.. Ytağımdan şimdi kalktım. Hem farzet ki, dipdiriyim; yine girmem böyle işlere … MUHTAR- Niçin girmezmişsin? BABA- Hürriyet nedir bilmem de onun için !... MUHTAR – Bilmez olur musun? Sen bu köyün kafası değil misin ? BABA- Şimdi söz kafada değil, ayak tabanında ! MUHTAR – Bu nasıl söz ?... Ya sana irtica taraflısı, istibdat isteklisi derlerse ?... BABA- Ne derlerse desinler!... Yeni hürriyet modasının usullerinden biri de zoru altına girmeyenleri mürteci, müstebid diye damgalamak… Kuzum, ben hür müyüm, değil miyim? MUHTAR – Elbette hürsün ! BABA- Öyleyse niçin istediğim gibi düşünemiyorum ? MUHTAR- Olmaz! Böyle hürriyet olmaz ! Kaymakam köyde … Ben senin bu sözlerini kendisine söylerim. Korkarım, seni tevkif ettirmesin!... BABA- Aman söyle !... Beni tevkif ettirsin de hürriyetin ne olduğu anlaşılsın… ( Muhtar hiddetle dönüp sağdan çıkar. Jandarma onu takip eder. Abdullah babasına döner. Baba yorgun, bir iskemleye çöker ) BABA – İstibdatın doğrusunu söyleyip insanı çarmıha geren şekil… Bu bir… Bir de hürriyetin yalanını söyleyip kazığa oturtan şekil… Bu da iki.. Aralarında ne fark olabilir ? ABDULLAH- İkisi de birbirinden beter. BABA- ( Haykırarak ) Hayır ! Birincide yalnız vücudumuz kesilip doğranırken , öbüründe hem vücudumuz, hem de ruhumuz parçalanır. Yalana inanmak zorunun ruh acısı… Ondan üstün acı olmaz oğlum! İşte şimdi bu acının devri açıldı. Davullarla zurnalarla bu yeni devri kutluyorlar. ( Uzaktan, davul zurna sesi… Baba ve oğul karşı karşıya bu sesi dinlerler. Uzun durak…) BABA – Sana iki vasiyetim var oğlum !... ABDULLAH- Emret baba ! BABA- Git de içeride yatağımın baş ucundaki hatırayı getir ! ( Abdullah fırlar, açık kapıdan dalar. Baba, dalgın, düşünüyor; uzakta tüfek sesleri, bağrışmalar, “Yaşa” nidaları… Davul zurna susar. Açık kapıdan koşarak elinde bir tüfek, Abdullah gelir ) BABA- ( Sağ elini uzatmış ) ver şu köhne tüfeği bana !.. Otur yanıma!... ( Abdullah tüfeği babasına verip, yanındaki iskemleye ilişir) BABA – İşte 93 harbinde kullandığım tüfek… Onu bana Paşa hediye etti. ( Baba tüfeği kucağına alıp aşık gözlerle süzer ) BABA – Bu günün mavzeri önünde köhne ama, o günün kız gibi taze martin tüfeği… Dipçiğindeki oyuk çizgilere dikkat ediyor musun ?... ABDULLAH – Bu işaretlerin ne olduğunu hep sordum ama söylemedin..” Günü gelince öğrenirsin ! “ dedin. BABA- Günü şimdi geldi. Paşa o işaretlerin yüzü suyu hürmetine hediye etti bana… Ne idi o Plevne’de bir avuç Anadolulu’nun başlarında yine Anadolulu bir kahraman, on misli moskofa karşı gösterdiği arslanlık! ( Durak… Koro, Gazi Osman Paşa Türküsünün bir dörtlüğünü söyler ) BABA- ( Eli, tüfeğin dipçiğindeki çizgilerede ) Bu çizgilerin her biri, benim, Plevnede kurşunumu yiyip devrildiğini gördüğüm bir moskofa ait…Gözümle görmediklerim cabası. ABDULLAH- ( Heyecanlı ) Ne diyorsun baba ! BABA- Evet… tam 8 çizgi… bu köhne tüfeğin üstüne, köhne tüfeğin zaferi olarak 9’uncu çizgiyi senin çekmeni istiyorum. Birinci vasiyetim bu!... ABDULLAH- Ben mi arayıp bir Moskof öldüreceğim?... Arada harp yok, bir şey yok… BABA- Nasıl olsa olur. Nasıl olsa Moskof Türkiyenin bu perişan halinden faydalanmaya kalkar. Bu tüfekle ve gözün göre göre bir Moskof öldürürsen ruhumu şad edersin!... Sayılarda Kemal 9’dadır. Kemal sayısını sen yerine getir. Öyle bir Moskof devir ki, senin birin, benim sekizimden üstün olsun !... ABDULLAH- Ya karşılaşmazsam ?... BABA- Mutlaka karşılaşırsın!... Ya kendi toprağında, ya da onun toprağında.. Daha olağanı, kendi toprağında… moskofla karşılaşmamak ne mümkün ?... Sen bulamazsan, o seni bulur. O senin kök düşmanın, kökünün düşmanı… ABDULLAH- ( Parlar ) Vasiyetini ateşten harflerle ciğerime kazıyorum baba ! BABA- Bu köhne tüfeği, benim 33 yıl yaptığım gibi, senede bir-iki sefer söküp yağlarsın. Yeni doğmuş bir çocuğa bakarcasına onu pamuklar içinde korursun. ABDULLAH- Evet baba !... BABA- Onun tüfek olarak eskiliğine, yeniliğine bakma! Manasına bak ! Onda, köhne sanılan bir görünüş içinde, hiçbir keşfin ulaşamayacağı bir marifet yattığını isbat edeceksin. Bize de, Müslümanlığa da köhne demiyorlar mı ?... İşte sen, o ebedi yeniliği, köhne sanılan bir görüşü ortaya koyacaksın!... Bu tüfeğin alet tarafını geç, remzine dikkat et !... ( Tüfeği uzatır ) Al !.. ( Abdullah atılıp tüfeği alır, göğsüne dayar) BABA- Mezar taşımın üzerine, adımın üstüne “ moskoftan öç alındığını göremeden gözleri açık giden” diye yazsınlar… Türk çocuklarına dünyaya geldikleri dakikada öğretin : Moskof düşmanlığı kokmayan ana sütünü emmesinler !... ( Abdullah elini yüzünden çeker. Çelikten bir azim ve irade tavrı ile babasına bakar ) BABA- İkinci vasiyetim hemen evlenmen, çoluk çocuk sahibi olman, kendini oğluna geçirmen… Onu ve ardından gelecekleri birbiri peşinden aynı geçirişlere memur etmen. Güvercin yumurtasından akrep çıkmaya başlayan bu devirde bilmem bu işi ne dereceye kadar başarabilirsin . Allah yardımcın olsun!... ABDULLAH – Amin babacığım ! BABA- Toprağa bağlan!... Okuyup bilmekte şehirliyi aş, fakat şehirde gözün olmasın… Topraktan kitaba, kitaptan toprağa… Başka işe yer verme !... ( Durak ) Köylüye onun diliyle seslen, dünyayı ona, onun kafasına göre anlat… ( Durak ) Batı adamı aya gitse, yıldızlara kemend atsa, ona inanma!... ( Durak ) Onun marifetini öğren, ruhunu ondan koru !... Ah,Ah oğlum ah!... ( Babanın başı, fikir hafakanı geçiriyormuş gibi göğsüne düşer. Edasında keskin bir ızdırap ) ABDULLAH- Söyle baba, söyle ! BABA- Asırlardır kökümüzden uzaklaşmak yolundayız. Boşlukta koptuğumuz güneşi arar gibi bir hal… Düşe düşe, geze geze, döne döne güneşe yol bulabilecek miyiz, bilmem !... ( Durak ) Bütün bir tarih, bizi dışımızdan toslaya toslaya yıkamayan Avrupalının, şimdi hürriyet öksesi ile içimizden avlamaya kalktığı gün… ( Durak ) Hayvan hürriyeti ile değil, insan hürriyeti ile hür olmayı, yani hakikate boyun eğmeyi ne gün öğreneceğiz?... ( Uzun durak… Baba kendini hayran hayran dinleyen Abdullah’a sıcak nazarlarla bakıp elini uzatır ) Gel oğlum, başını dizlerime daya da sana bir şeyler söyleyeyim. ( Abdullah tüfeği iskemleye bırakıp çömelir, atılır, başını babasının dizine dayar, yüzü seyirciden yana…) BABA- ( Eli oğlunun başında, gözleri ufukta ) Bir büyük adam demiş ki: “ Hürriyet, kendisine aykırı hürriyetleri kabul etmedikçe Hürriyet olamaz. “ Ne dersin ! ABDULLAH- Tabi olamaz ! BABA- Böyle bir şeyi kabul edebilecek bir hürriyet var mıdır ? ABDULLAH- Kabil mi, olamaz ki!... BABA- Öyle ise hürriyet yok, hakikat var… Gerisi göz bağcılığı… Anladın mı Abdullah?... ( Baba kaskatı bir vecd içinde ufuklara bakmakta ve Abdullah’ın saçlarını okşamakta.) PERDE İKİNCİ PERDE ( Sahne önü… Simsiyah fon… Bomboş…) ( soldan, sırtında sağ eliyle tuttuğu, kocaman yuvarlak bir levha üzerinde eski rakamlarla “1328” yazılı, başı sargılı, göğsü bağrı açık, üniforması yırtık pırtık, ayakları sarıklı, saç sakal birbirine karışmış, silahsız bir nefer çıkar. İki büklüm, sağa doğru yürür. ) ABDULLAHIN SESİ – Ben Abdullah… Balkan harbi… Çatalcadayım… Mekteplerde Türk namusunun lekelendiğini itiraf edecek kadar zillete düştüler. DERİNLERDEN KORO – “ Camilere haç takıldı, Minareler hep yakıldı, Binüçyüz Yirmi sekizde, Türk namusu lekelendi. Of!... ( Nefer sağdan çıkar, uzun durak… Sağdan, sırtında sol eliyle tuttuğu, kocaman yuvarlak bir levha üzerinde eski rakamlarla”1331” yazılı, her tarafı kan içinde, başı kalpaklı, çıplak ayaklı, silahsız bir nefer çıkar. Eli göğsündeki yarasında, adım başında sendeleyere sol tarafa doğru yürür. ) ABDULLAHIN SESİ- Ben Abdullah… Dünya savaşı !... Filistin cephesindeyim. Galiçya’dan Çanakkale’ye, Erzurum’un Allahü Ekber dağlarından Sina çöllerine kadar uzanan oluklarda Türk kanı… 24 saatte iki kuru zeytin ve yarım peksimet… Bir de annelere okutulan maval… DERİNLERDEN KORO- “ Sütüm sana helal olmaz, Saldırmazsan düşmana! “ ( Nefer soldan çıkar. Uzun durak… Derinlerde, bir kağnı kervanından gelen acı sesler… Gıcırtılar… Soldan, sımsıkı örtülü, yeldirmeli, mintanlı, şalvarlı değişik kılıklarda üç köylü kadını… Sırtlarında kocaman top mermileri… En arkadakinin elinde, kocaman yuvarlak bir levhada eski rakamlarla “1337 “ …) ABDULLAHIN SESİ- Ben Abdullah… İstiklal Harbi…Afyondayım…Bütün ümit Ankara’da… DERİNLERDEN KORO – Ankaranın taşına bak !... Gözlerimin yaşına bak! ( Köylü kadınlar sağdan çıkar. Uzun durak… Sağdan koltuğunda, kocaman yuvarlak bir levhada eski rakamlarla “1339 – 1923 “ yazısı, aba üniformalı, aba serpuşlu, ayakları poturlu, silahı sol omzunda asılı, dik ve heyvetli, “ Kuvayi Milliye “ neferi çıkar. Soldan da aynı anda, siyah astragan kalpaklı, post bıyıklı ilk meclis üyesi… Karşılıklı gülerler. ) ABDULLAHIN SESİ- Ben Abdullah… Cumhuriyet!... Feshin yerinde şimdi astragan kalpak.. Ve daha nelerin yerinde neler!... Dudaklarda batılı bir marş… ( Nefer ve mebus yürürken, derinlerden koro “ dağ başını duman almış” marşını söylemekte… Marş söylenirken nefer ve mebus orta yerde birleşirler. Nefer, mebus’a sert bir baş selamı verir. Mebus elini kalpağına götürerek selamı alır. Ayrılırlar, yürürler, marşın sonunda, nefer soldan, mebus sağdan, çıkarlar. Uzun durak… ) ABDULLAHIN SESİ- Köye dönüyorum. Değişmeleri oradan takip edeceğim. ( Durak… Sağdan, sol elinde yeni rakamlarla “ 1930 “ yazılı kocaman, yuvarlak bir levha, palaspareler içinde birinci tablodaki köylü görünür. Farkı başındaki yampiri kasketten ibaret… Soldan da, aynı anda, melon şapkalı adam… Onun da sağ elinde kocaman, yuvarlak bir levha üzerinde, 40 cm boyunca bir “ A “ harfi… Yürürler.) ABDULLAHIN SESİ- Köydeyim. Astragan kalpak yerini şapkaya bıraktı. Elifin yerini de “ A “ harfi aldı. ( Köylü ve melon şapkalı adam orta yerde birleşirler… Melon şapkalı adam şapkasını afili bir tarzda çıkarıp köylüye kandilli bir selam çakar. Köylü ona hayretle bakıp, elini kasketine atar, acemi ve tutuk bir eda ile kasketi havada dalgalandırarak melon şapkayı taklide çalışır. Yürürler. ) ABDULLAHIN SESİ- Köylü efendimiz, köylü efendimiz !... Gök,deniz, ağaç ve kuşla beraber sen daima yerli yerindesin!... Bense köyümde, babamın vasiyeti gereğince, toprakla kitap arasında gidip gelmekteyim… Işıklar Kararır
  5. Birinci Perde Birinci Tablo [İç perdenin ayırdığı ön sahne… İki yanda ve ortalarda empresonist çizgilerle, Yıldız Sarayı parkına bakan büyük pencereler… İki maket… ] ( Muhteşem koltuğunda Abdülhamid… Kılığı, siyah renkli ve gayet basit bir setre-pantolon… Hafif yatık fes… Kolalı dik yaka ve siyah kıravat… Sağındaki koltukta Osmanlı Yahudisi…Solundaki iki koltukta da birinci ve ikinci Yahudiler… Yahudiler İstanbulinli ve açık başlı…Osmanlı Yahudisi dolgun bıyıklı ve matruş… Öbürlerinden, baştaki, kıvırcık top sakallı, yanındaki de uzun siyah sakallı…) ABDÜLHAMİD- ( Osmanlı Yahudi’sine, tane tane ve gayet vakarlı) Daha neler yapmayı, bize ne yardımlarda bulunmayı düşünüyor ( Solundaki Yahudilere bakarak ) soydaşlarınız. OSMANLI YAHUDİSİ- Bütün Düyun-u Umumiye borcunu sildirmeyi, efendimiz! ABDÜLHAMİD- Onu ben kendi öz gelirimden sildim. Geriye çok az şey kaldı. OSMANLI YAHUDİSİ-Öyleyse efendimiz; bir o kadar da devlete hediye… ABDÜLHAMİD- Devletten ne anlıyorsunuz? OSMANLI YAHUDİSİ- Zat-ı Şahanelerini, efendimiz! ABDÜLHAMİD- ( Gülümser) “Devlet Benim!” diyen Fransa Kralına mı benzetiyorsunuz beni ? OSMANLI YAHUDİSİ- Pek güzel buyuruyorlar efendimiz! Biz de Müslümanların devletine hayırlı olmak istiyoruz. Osmanlı Yahudilerinin bu devlete üç yüz kadar yıllık sadakatleri efendimizin malumlarıdır. ABDÜLHAMİD- ( İnce bir istihza tavrıyla) Evet, malum! OSMANLI YAHUDİSİ- ( Anlamamış gibi ) Şahane cedleri Kanuni Sultan Süleyman hazretleri, İspanya’dan ve dünyanın her tarafından kovulan Yahudilere kerem ve lütuf kollarını açtılar. O tarihten beri Yahudilik belki onbeş asırdır hasret çektiği himaye kucağını yalnız Türklerde buldu. ABDÜLHAMİD-Ceddim Kanuni Sultan Süleyman, Yahudileri sarayına soktu ve oğluna bir Yahudi kızı aldı. Para ve ticaret işlerinin de Yahudilerin eline geçmesine göz yumdu. OSMANLI YAHUDİSİ- Evet, evet efendimiz ! ABDÜLHAMİD- Şimdi ben de aynı şeyleri mi yapmalıyım? Benden bunu mu istiyorsunuz? OSMANLI YAHUDİSİ-Hayır efendimiz; içinde bulunduğumuz zaman ve mekan, ancak Türklere yakışır bu türlü ihsanlara müsait değildir. Bizim istediğimiz Filistin’de, büyük bir çiftlik kadar bir toprak parçası… Şahane lütfunuz sayesinde Filistin’de küçük bir Yahudi yurdu kurmak, orada haşmetli iradeniz altında ve huzur içinde yaşamak, devletinizin beka ve saadetine duacı ve yardımcı olmak istiyoruz. Bunun için de ( Öbür Yahudileri gösterir.) büyük Avrupa sermayesinin temsilcileri olan şu Yahudi kullarınız ,“ Hazine-i Hassa” nıza arz ettiğimiz gibi, milyonlarca İngiliz altınını saymaya hazırdırlar. ABDÜLHAMİD- Bunu niçin istiyorsunuz? Siz sığıntı olduğunuz ülkelerin, sahiplerinden daha fazla hakimi değil misiniz? Vatan, millet kaygısından size ne ? Onu başkalarına bırakın ! Sanatınız gereğince vücudun kan damarlarında dolaşmak dururken, ne diye meydana, deri üstüne çıkacaksınız? Bunu anlayabilir miyim? OSMANLI YAHUDİSİ- En nazik noktaya parmak bastınız, efendimiz! Görülüyor ki, biz milletleri içlerinden zaptetmek değil, her yerde mesud olduğumuz halde kendimize dış planda bir yurd edinmek tesellisine muhtaç bulunuyoruz. İyi niyetimiz bu masum emelden belli değil midir, efendimiz! Hem bu yurd, bütün dünya Yahudilerinin oraya göç edeceği manasına gelmez. Küçük ve nümunelik bir yurd; hepsi o kadar… ABDÜLHAMİD- Yani her memleketteki imparatorluğunuzdan sonra üstelik Filistin’de eski vatanınızda, İslam dünyasının en hassas geçit noktasında, bir de imparatorluk kurmaya doğru gedik açmak istiyorsunuz ! OSMANLI YAHUDİSİ- Fakat efendimiz! ( Abdülhamid ayağa kalkar. Yahudiler de onu takip edip yerlerinden fırlarlar) ABDÜLHAMİD-( Osmanlı Yahudisine) Soydaşlarınıza deyiniz ki; 34’üncü Türk Padişahı İkinci Abdülhamid, Tunus’tan Van Gölüne ve Balkanlardan Yemen’e uzanan imparatorluğuna bir o kadar ilave edilse bile, Yahudilere, Filistin’de veya vatanın herhangi bir köşesinde kurabiye miktarı toprak vermez! ( Kendisine dik dik bakan Osmanlı Yahudisine elini uzatarak ) Bir gün benden hesap soracak gibi bakıyorsunuz ! OSMANLI YAHUDİSİ- Estağfurullah efendimiz ! ABDÜLHAMİD-Konuşmamız burada bitiyor, efendiler! (Osmanlı YAhudisi yerlere kadar eğilip Hünkarı selamlıyor. Öbürleri de aynı şekilde hareket ederler. Abdülhamid daima dimdik… Yahudiler aynı geri yürüyüşle soldan çıkarlar. Abdülhamid, koltuğunun yanıbaşındaki küçük masada duran el zilini çalar. Sağdan harem ağası girer. Elleri divan vaziyetinde, eğilir. ) ABDÜLHAMİD- ( Harem Ağasına ) Şeyhülislam efendi bekliyorlar mı? HAREM AĞASI-( Başını kaldırıp el pençe divan vaziyetinde durur) Evet efendimiz! ABDÜLHAMİD-Buyursunlar ! ( Harem Ağası geri geri yürüyerek çıkar. Abdülhamid, küçük masadaki kutudan bir sigara çekip yakar. Sağdan Şeyhülislam efendi gelir. Birkaç adım atıp dimdik durur. Beyaz sarıklı, beyaz cübbeli, yeşil harmanili …) ŞEYHÜLİSLAM- Esselamünaleyküm, sultanım! ABDÜLHAMİD-Aleykümselam, efendi hazretleri! ( Şeyhülislam elleri önünde kavuşturup eğilir) ABDÜLHAMİD-( Sağdaki koltuğu göstererek ) Şöyle buyurun efendi hazretleri! ( Şeyhülislam, gösterilen koltuğun başına geçip ayakta bekler. Abdülhamid koltuğuna oturunca, o da yerine ilişir. ) ABDÜLHAMİD- Sizi şunun için davet ettim; Masonluk hakkında ne biliyorsunuz? ŞEYHÜLİSLAM- Fazla bir bilgi sahibi değilim, sultanım! ABDÜLHAMİD- Eğer masonluk Yahudi emellerini avlamaya mahsus bir tuzaksa… ŞEYHÜLİSLAM- Çok feci, sultanım! ABDÜLHAMİD- Daha değil!... Sırf Yahudi servet ve sermayesinin sevk ve idaresine memur ve bütün cihana yaygın, tahripçi bir gizli ordu teşkilatından ibaretse… ŞEYHÜLİSLAM- Daha ne olsun, sultanım?... ABDÜLHAMİD- Bu kadarı da yetmez ! Ve eğer masonluk, tek kasdı dini ve milli birlikleri çözmek olan Yahudi dehasının, kardeşlik ve insanlık maskesi altında halkı fesada vermekle vazifeli ocağı ise… ŞEYHÜLİSLAM- Aman sultanım ! ABDÜLHAMİD- Ve hedefi, kalblerden, insanlığın biricik topluluk mihrakı din duygusunu silmek, Allah ve Resulüne itikadı söküp atmaksa… ( Dehşetler içinde bakan Şeyhülislama bir nazar atıp devam eder ) Eğer böyle ise hükmünüz ne olabilir ? ŞEYHÜLİSLAM- Küfrün en mel’unu, Şevketmeab! ( Abdülhamid ayağa kalkar. Şeyhülislam da beraber…) ABDÜLHAMİD- Fetvayı vermeye hazırlanınız! Masonluk budur ve küfrün en mel’unudur. Gereken vesikaları size getirecekler… ( Abdülhamid elini Şeyhülislama uzatır. Şeyhülislam bu ele kapanıp onu öpmek istercesine eğilir ) ABDÜLHAMİD- ( Elini çekerek ) Başınızı kaldırın, Şeyhülislam efendi!Taşıdığınız sarık eğilmez. ( Şeyhülislam, elinde Abdülhamid’in eli, o vaziyette kalır. Işıklar kararır.) ..................
  6. Muvazene

    O Zeybek

    Bu şiir ÜStadın, " Benim Gözümde Menderes" adlı kitabının başında da yer almaktadır. Adnan Menderes, Aydın doğumludur ve Aydın zeybeği de meşhurdur. ( bir halk oyunu olmasının yanında, efelerin yanında kol beyi görevini gören kişilere verilen isimdir ve kızanlar iyi birer zeybek olmaları için yetiştirilirlerdi ). Üstad bu şiiri bir kahraman olamayan, sessizce ölümüne giden Menderes'e ithafen yazmıştır diye düşünüyorum.
×
×
  • Create New...