Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

nedamet..

Üye
  • Content Count

    291
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    1

Posts posted by nedamet..


  1. Son yazısı!..

     

    Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım.

     

    2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.

     

     

    Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.

     

    Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.

     

    Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

    Kendimden emindim

    Ama hayret işte! Dava açılmıştı.

    Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.

    O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.

     

    Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.

     

    Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

    “Ya sabır” çeke çeke...

    Ama dönülmedi.

     

    Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.

    Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.

     

    Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.

    “Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.

     

    Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.

     

    Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum.

     

    Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.

     

    Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.

     

    Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.

    Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

     

    Tek silahım samimiyetim

     

    Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı.

     

    Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.

    Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti.

     

    Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.

    Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.

     

    İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:

     

    “Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”

     

    Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

     

    Kara mizah

     

    Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.

     

    “Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.

    Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?

    Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

     

    “Türk Devleti adına”

     

    İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.

    Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?

    Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.

    Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor.

     

    Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde.

     

    Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?

    Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?

     

    Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

     

    Başsavcının çabasına rağmen

     

    Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?

    Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.

    Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı.

     

    Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

     

    Güvercin gibi

     

    Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.

     

    Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.

    (Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)

     

    Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.

     

    Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.

     

    “Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.

    Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.

     

    Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.

     

    Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.

     

    Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.

    Tıpkı bir güvercin gibiyim...

    Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.

     

    Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

     

    İşte size bedel

     

    Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?

    “Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”

     

    Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...

     

    İşte size bedel... İşte size bedel...

    İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..?

     

    Bilir misiniz..?

     

    Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

     

    “Ölüm-Kalım” dedikleri

     

    Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.

     

    Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.

    Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...

     

    O noktada hep çaresiz kaldım.

    “Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.

     

    İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.

     

    Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.

    “Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.

     

    Kalmak ve direnmek

     

    İyi de, gidersek nereye gidecektik?

    Ermenistan’a mı?

     

    Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?

    Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.

     

    Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?

    Rahat bana batardı!

     

    “Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi.

     

    Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.

     

    Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.

     

    Kalacaktık ve direnecektik.

    Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...

     

    Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

     

    Ürkek ve özgür

     

    Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.

     

    Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum.

    Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.

    Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.

    Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.

     

    Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.

    Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?

     

    Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.

    Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.

    Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

     

    Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.


  2. Agos gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, bugün uğradığı silahlı saldırı sonucu öldü.

    Dink'in gazetesinin önünde kurşunlandığı bildirildi.

     

    Dink'in vücuduna üç kurşunun isabet ettiği belirtiliyor.

    Son zamanlarda yaptığı çıkışlar ile Türkiye Ermenilerinin sağduyulu sesi olan Hrant Dink, Fransa Meclisi'nde Ermeni soykırımı yasası görüşmeleri sırasında en sert karşı çıkışları yapan isim de olmuştu.

     

    Hrant Dink Türkiye'de ise 301. maddeden yargılanmış, aydınlar bu mahkemeleri kınarken, bir grup yargılandığı mahkeme önünde Hirant Dink aleyhinde gösteriler yapmıştı.

     

    Agos gazetesindeki 2004 yılında yazdığı bir dizi yazıda "Türklüğü yayın yoluyla aşağılamakla" suçlanan yazar Hrant Dink, altı ay hapis cezasına çarptırılmış, cezası daha sonra ertelenmişti.

     

    Hrant Dink’e silahlı saldırıda bulunduğu öne sürülen ve eşkali belirlenen saldırganın yakalanması amacıyla, polisin bölgedeki çalışmaları sürüyor.

     

    Halaskargazi Caddesi üzerindeki gazete binasından çıkışı sırasında silahlı saldırı sonucu ölen Hırant Dink’e silahlı saldırıda bulunan kişinin, 18-19 yaşlarında, kot pantolonlu ve beyaz şapkalı olduğu bildirildi. Polis, saldırganın yakalanması amacıyla bölgede, metro, otobüs ve vapur iskelelerinde güvenlik önlemleri aldı.

     

    1954 yılında Malatya’da dünyaya gelen Hrant Dink, 1996 yılında yayın hayatına giren Agos gazetesinin kuruculuğunu, yayın yönetmenliğini ve başyazarlığını üstlendi. Dink, 2005 yılında Türklüğe hakaret suçundan 6 ay hapis cezası aldı.

     

    Hrant Dink kimdir?

     

    Hrant Dink, 1954 yılında Malatya’da dünyaya geldi. Anne ve babasının 1961 yılında İstanbul’a taşınmalarının ardından boşanmasıyla iki kardeşiyle birlikte Gedikpaşa’daki Ermeni Yetimhanesi’ne yerleştirilen Dink, bu dönemde, bir süre bazı sol örgütler çizgisinde siyaset yapmaya başladı. Bu dönemde, mahkeme kanalıyla adını “Fırat” olarak değiştirdi.

     

    Dink, liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde eğitim gördükten bir süre sonra yetimhanede birlikte büyüdükleri Rakel ile evlendi. Üç çocukları oldu.

     

    Kardeşleriyle birlikte yayın evi ve kırtasiye işiyle uğraşan Hrant Dink, eşiyle birlikte, kimsesiz ve yoksul çocukların yetiştiği Tuzla Ermeni Çocuk Kampı’nı yönetmeye başladı. Hrant Dink, daha sonra Denizli’de kısa dönem olarak askerlik görevini yerine getirdi.

     

    Hrant Dink, 5 Nisan 1996 tarihinde ilk sayısı çıkan ve Türkçe-Ermenice yayınlanan haftalık Agos gazetesinin kurculuğunu, yayın yönetmenliğini ve başyazarlığını üstlendi.

     

    Gazetedeki bir yazı nedeniyle hakkında “Türklüğe hakaretten” dava açılan Hrant Dink, 6 ay hapis cezası aldı.

    (habervakti.com)


  3. İbrahim KARAGÜL- YENİŞAFAK

     

    Herkes, her grup, her siyasi oluşum, her devlet, sürekli övülmek, sürekli alkışlanmak ister, hatalarının günahlarının gizlenmesini ister.

     

    Taraf almak zorundasınızdır. Sırtınızı bir yere yaslayıp oradan herkesi eleştirmek, o pencereden bakmak, oranın doğrularına göre alkışlamak, övmek zorundasınızdır. İyi ve kötü, oranın bakışına göredir. Doğru, oranın doğrusudur. Durduğunuz o yerden başkalarının yanlışını anlatırken iyi oluyorsunuz, desteklenirsiniz. Ama, kendi yanlışlarınızı eleştirince bir anda en kötü oluyorsunuz. Bir gün önce sizi alkışlayanlar küfretmeye, hakaret etmeye, saldırmaya başlar.

     

    Bazen El Kaideci olursunuz, bazen İrancı, bazen Sünni fanatik, bazen dolaylı Amerikancı, bazen ulusalcı, bazen gizli Kemalist, bazen provokatör, bazen Kürtçü, bazen Kürt düşmanı, bazen mezhep savaşı kışkırtıcısı, bazen AB'ci ve bu bazenler devam eder gider.

     

    Tabiî bu arada günlük reflekslerin dışında zor olanı, gerçek olanı söylemeye devam edersiniz. Gün gelir olaylar, gelişmeleri sizin uyarılarınızı doğrular tarzda gelişir. Ama bunun farkında olan kaç kişi olur!

     

    Bu gerçeklerin elbette bilincindeyiz. Bu bilinçte olduğumuz için de, dün övdüklerimizi, yanlışlarını görünce elleştirme yolunu seçtik. Dün eleştirdiklerimizi yeri geldiğinde övmeyi bildik, savunmayı bildik. Böyle yapmaya devam edeceğiz. Bu yüzeysel, kuru gürültüye değer verseydik, bir tarafa yamanır, hiçbir riski göğüslemeden, gerçeklerin peşinde koşmanın bedelini ödemeden rahat olanı tercih eder, işimize bakardık. Ama bunu yapmayacağız. Zor zamanlarda, birilerini kızdırma pahasına olsa da doğruları söylemenin imkansız olmadığını göstermeye devam edeceğiz. Böyle durumlarda, barış, kardeşlik nutukları atmak elbette çok kolay ve destek gören bir şey. Ama bu coğrafyada kimlerin neler yaptığını kendi kendimize söylemek zorunda değil miyiz?

     

    Amerika Irak'ta katliam yapıyor, İsrail şunu yapıyor, İngiltere bunu yapıyor diye yazmaya devam ederken, bizim ne yaptığımızı da sorgulayacağız. Bunu yapmadığımız sürece, kendimizi eleştirmediğimiz sürece, bu olgunluğa erişemediğimiz sürece, boş sözlerin, temennilerin, derin konuşmaların ve palavraların hiçbir anlamı olmadığını anlamayacağız.

     

    Böyle durumlarda hemen ayetlere, hadislere sarılıp insanları biçip doğrayanların kimseye verebilecekleri bir şey yok. Bugüne kadar olmadı da. Bunu şimdiye kadar görmedik mi? Sanki bu din, bu kitap, bu doğrular sadece onlara gelmiş gibi, ahkam kesenler, insanları dinden çıkarıp cehenneme gönderenler, biraz ötede Allah için Müslümanları doğruyorsa, hepimizin başımızı önümüze eğip düşünmeye, ağır bir sorgulamadan geçmeye ihtiyacımız var demektir.

     

    Buna inanıyorum ve bunun çok acil bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben, dünyevi bir iktidara ilahi misyonlar yükleyip gözlerini köreltmişlerden değilim. Birilerinin bu coğrafyada işlediği günahları gördüğüm kadar, kendi günahlarımızı da görmek zorunda olduğumuza inananlardanım. Devletlerin, cemaatlerin, grupların, güç çıkar ilişkilerine ilahi misyonlar yüklemenin bedelinin ne olduğunu hep biliyorduk. Ama son birkaç yıldır bu bedelin ağrılığı altında eziliyoruz, nefeslerimiz kesiliyor.

     

     

    Ne demişim ben?

     

    “Mazlum olanlar, ellerine iktidar geçince kendilerine zulmedenlerden çok daha zalim olabiliyor. Adalet arayanlar, işte o zaman adaleti unutabiliyor. Değerleri için savaşanlar, güce ulaşınca bu değerlere düşmanlarından daha büyük zarar verebiliyor, onları en az düşmanları kadar aşağılayabiliyor. Çıkarlar, iktidar, hırs; inançlardan, değerlerden, adalet duygusundan çok daha belirleyici olabiliyor. Kendilerini Allah yolunda şehadete adayanların, asıl hedeflerini nasıl şaşırdıklarını, küçücük hesapları için düşmanlarıyla nasıl işbirliği yaptıklarını, kendi kardeşlerine karşı zalimden daha zalim olabildiklerini, o düşmanla aynı safta nasıl savaşabildiklerini gördük. Suçladıkları diktatörlerin yolunda giden, tiranlaşan, azgınlaşan, barbarlaşanların kime ne vereceklerini, nasıl adalet dağıtacaklarını sanıyorsunuz?”

     

    “Bunun dinle, imanla, ahlakla, Müslüman olmakla ne ilgisi var? Asla! Hiçbir ilgisi yok. Bu yüreklerinizdeki intikam duygusunun kontrolden çıktığının, içinizdeki insan sevgisinin yok olduğunun, Allah için yaptığınız mücadelenin aslında dünyevi bir iktidar mücadelesi olduğunun kanıtı değil mi?”

     

    “Ne yapmalıyız? Şii diye eleştirmeyelim mi? Sünni diye eleştirmeyelim mi? S. Arabistan'ı eleştirirken İran'ı eleştirmeyelim mi? Hep ABD'yi, İsrail'i eleştirirken, kendi içimizdeki vahşiliği, küçük siyasi çıkarlar için her şeyi heba edebilmemizi, bugünün dünyasına ve geleceğe yönelik vizyonsuzluğumuzu görmeyelim mi? Diktatörlere karşı savaşırken, biz bu topraklara ne verebiliriz kaygısına düşmeyelim mi? Manzara ortada değil mi?”

     

    Din, iman, mezhep, ahlak, mazlum gibi kavramların altına gizlenen güç/iktidar savaşını görmeden, bu tehlikeli zihinsel hastalıktan kurtulmadan bu topraklara huzur gelmeyecek.

     

    Daha Irak işgali başlamadan ülkenin bölüneceğini, mezhep savaşı çıkacağını söyleyip sayısız uyarılar yapan ben mi mezhep kışkırtması yapıyormuşum? Acaba gerçekte bu kışkırtıcılığı kim yapıyor? Bana değil, mezhep kimliği altında kirli bir güç mücadelesi verenlere, bu amaçla on binlerce insanı katledenlere sorun!

     

    Aptallar ancak bu kadarını anlar!


  4. NERDESIN

     

    Geceleyin bir ses böler uykumu.

    İçim ürpermeyle dolar:--- NERDESİN??

    Arıyorum yıllar var ki ben onu,

    Aşıkıyım beni cağıran sesin.

     

    Gün olur sürüyüp beni derbeder,

    Bu ses rüzgarlara karışır gider.

    Gün olur peşimden yürür beraber,

    Ansızın haykırır bana:--- NERDESİN??

     

    Bütün sevgileri atıp içimden,

    Varlığımı yalnız ona verdim ben,

    Elverir ki bir gün bana derinden

    Taa derinden bir gün bana "GEL" desin.

     

     

    BESBELLİ

     

    Besbelli ölümüm sabahleyindir

    İlk ışık korkuyla girerken camdan

    Uzan baş ucumda perdeyi indir

    Mum olduşu gibi kalsın akşamdan

     

    Sonra kos terlikle haber vermeye

    "kiracim bu sabah can verdi" diye

    Üç beş kişi duysun ve belediye

    Beni kaldırmaya gelsin odamdan

     

    Evden çıkar çıkmaz omuzda tabut

    Sende eller gibi adımı unut

    Kapımı birkaç gün için acık tut

    Eşyam bakakalsın diye arkamdan.


  5. salihbey kardeşim bnde size katılmıorum.. saddam ın islama yaklaşması kulağa pek inandırıcı gelmio açıkçası.. filistindeki mücahidlere, şehadet eylemcilerine destek oldu demişsiniz.. evet olmuştur hatta oldu ama bunu abd ye kafa tutmak abd nin ortadoğu üzerindeki etkisini kaldırmak için yaptı.. ii hoş ama bunu da kendi çıkarı için ortadoğuda dier islam ülkelerine üstünlük sağlamak, ortadoğuda tek diktatör lider olmak için yaptı.. sonuçta yaptığı onca katliamdan sonra neden birden bire 1991 günü fikir değiştirsin? bu adam islama yaklaşmamış onu kullanmıştır..! sonuç olarakta abdurrahman dilipak ın dediği gibi 'hizmet ettiği efendilerini Allah onun başına musallat etti'..

×
×
  • Create New...