Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Eşref Bey

Editor
  • Content Count

    390
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    10

Posts posted by Eşref Bey


  1. Adamın biri evlilik yıldönümlerinin olduğu gün karısına onu yemek için dışarı çıkaracağını söylemiş. Karısı tabi çok mutlu kaç yıllık kocasından böyle birşey görmemiş. Bizim bedbaht ev hanımımız hemen gitmiş hazırlanmak için. Hazırlığını bitirip kapı önüne çıkmış bi de ne görsün kocası bahçedeki çardakta masa hazırlıyo. Kadın adama ne yaptığını sorunca adam istifini bile bozmadan:

    -Eee söz vermedim mi sana işte dışarda yemek. İçerden yemeği getirde yiyelim...


  2. Güneşe Yazı Yazılmaz

    Çok eski zamanlarda çok uzaklarda bir ülke vardı. Dağların arkasında yemyeşil bir ovaya kurulmuş, insanların yüzünden gülücük eksik olmayan, pırıl pırıl bir ülkeydi burası. Bu ülkenin insanları şimdi her zamankinden daha mutluydular. Çünkü yıllar sonra padişahlarının nihayet bir çocuğu olmuştu.

    Nur topu gibi, güzeller güzeli, elleri yumuk yumuk, yanakları al al bir kız bebek. Kurbanlar kesildi, günlerce ziyafetler verildi, eğlenceler yapıldı. Günler günleri kovaladı, yıllar yılları. Güzelliği dillere destan bir prenses olmuştu o minik kız. Civar ülkelerden her gün bir haberci geliyor, ya prenslerinin ya krallarının hediyelerini sunuyorlar, evlenme tekliflerini iletiyorlardı.

     

    Prenses mutluydu, babası üstüne titriyor, aman kızım, diyordu, acele etme karar vermekte. Bakalım zaman ne gösterir…

     

    Padişah bir gün âdeti olduğu üzere tebdil-i kıyafet, ülkesini gezmeye çıktı. Akşama kadar halkının arasında dolaştı. Ne aç bir insana rastladı ne bir dertliye ne de bir kimsesize. Sevinç içinde sarayının yolunu tuttu.

     

    Dönüşte ırmağın kenarında oturan bir ihtiyar uzaktan dikkatini çekti. İhtiyar, yerden aldığı taşları birbirine bağlıyor, bir şeyler söyleyip ırmağa atıyordu. Padişah yaklaştı, selam verdi ve sordu:

     

    - Hayırdır ihtiyar, ne yapıyorsun böyle?

     

    - Kısmetleri birbirine bağlıyorum, dedi ihtiyar adam.

     

    Padişah güldü:

     

    - Öyle mi, şu attığın kimin kısmetiymiş bakalım?

     

    - O mu? O padişahın kızıyla, uşağı Ahmet’in kısmeti…

     

    Saraya döndüğünde bir sıkıntı bastı padişahı. Böyle bir şey olabilir miydi? Kısmetleri birbirine bağlamak… Şu zenci uşak ve güzeller güzeli prenses… Gözününbebeği yani, canı, ciğerparesi, sevgili kızı… Olmaz öyle şey, dedi, ama şüphe kurdu düşmüştü bir kez içine. Sabaha kadar uyuyamadı. Sağa döndü, sola döndü, uyku girmedi gözüne. Arada bir dalıyor, sıçrayarak uyanıyordu. Kısmetler böyle bağlanmazdı, biliyordu bunu, ama ya doğruysa?

     

    Sabah olduğunda kararını vermişti. Uşağını geri dönemeyeceği bir yere yollayacak, ondan kurtulacaktı. Bunu yapmak zorunda kaldığı için kendinden utanıyordu ama işi sağlama almak lâzımdı. O ihtiyarı bulup kellesini vurdurmayı bile düşündü bir ara. Ama en ehveni Ahmet’i yollamak, ondan ve bu kısmet meselesinden kurtulmaktı.

     

    Alelacele bir mektup yazdı, uşağını çağırttı. Karşısında durup kendisine şaşkın şaşkın bakan zavallı zenci uşağın gözlerine bakmaya çekiniyordu. Yüzünü pencereye döndü, elindeki mektubu gösterdi uşağa.

     

    - Ahmet, dedi, şimdi bu mektubu alacaksın ve hiç durmadan yürüyeceksin. Bunu güneşe götürmeni istiyorum senden. Bu hepimiz için çok önemli. Sakın bu mektubu vermeden geleyim deme!

     

    Neye uğradığını şaşıran uşak, çaresiz emre itaat etti. Yol hazırlığını yaptı, mektubu sıkı sıkı sarıp sarmaladı, koynuna sakladı ve yola düştü. Hiç durmadan yürüyecekti, mektubu güneşe verecekti. Tastamam böyle demişti padişah. İyi de güneşi nasıl bulacaktı, bulsa da mektubu nasıl verecekti? Sıkıntı bastı Ahmet’i. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, güneşin olduğu yöne doğru yürümeye karar verdi.

     

    Yürüdü uşak. Aylarca yürüdü. Azığı bitti, elbiseleri parçalandı, ayakları kan revan içinde kaldı, o yürümeye devam etti. Koynundaki mektubu arada bir çıkarıp bakıyor, sağlam olduğunu görünce gülümseyerek yürümeye devam ediyordu.

     

    Bu arada her şey yine eskisi gibiydi ülkede. Padişah mutluydu, güzel kızının üstüne daha çok titriyor, onu daha bir seviyordu. Halk huzur içindeydi, her yer pırıl pırıldı yine. Baharın gelişiyle beraber bütün ülke çiçeklerle donanmıştı. Prenses, evlenmesi için babasının niçin bu kadar acele ettiğine anlam veremese de, yağmurlar, çiçekler, cıvıl cıvıl kuşlar, bahar güzeldi işte…

     

    Padişah Ahmet’in dönemeyeceğinden emindi. Çoktan ölmüş olmalıydı. Sadık bir uşaktı, verilen görevi yapmak için elinden geleni yapacaktı kuşkusuz. Ama güneşi bulmak, mektubu ona vermek, olacak şey miydi hiç? Zekâsına bir kez daha hayran oldu padişah.

     

    Gün geçtikçe ümidi tükeniyordu uşağın. Üç mevsim geçmişti yola çıktığından beri. Bu güneşe varmak belli ki mümkün olmayacaktı. Koynunu yokladı, mektup sağlamdı. Kendisi kan revan içindeydi, tanınmayacak hale gelmişti ama olsun, mektup sağlamdı yinede. Son bir gayretle yürümeye çalışıyordu. Tepedeyken bir ırmak görmüştü, oraya kadar bir varabilse, kana kana bir içse buz gibi suyu, üç mevsim daha yürürdü Ahmet.

     

    Irmağa yaklaştığında ayakları vücudunu taşıyamıyordu artık. Dizlerinin üstünde sürünerek geldi suyun kenarına. Avuç avuç içti. Başını soktu ırmağın serin suyuna. Avuçlarını bir kez daha daldırdı. Bir de kafasını kaldırdı ki ne görsün? Güneş işte orada, tam karşısında, ırmağın içinde bir mücevher gibi parlıyor ve öylece durup sanki kendisini görmesini bekliyordu.

     

    Uşağın gidişinden beri beş mevsim dönmüştü ülkede. Dört bir yanda düğün hazırlıkları yapılıyor, tellallar prensesin düğününe bütün halkın davetli olduğunu haber veriyorlardı. Prenses sonunda sevebileceği bir adam bulmuştu. Çok uzaklardan bir ülkenin padişahıydı bu genç adam. Padişah kızının mutluluğunu gördükçe daha bir seviniyor, kısmetleri birbirine bağlamakmış, diyordu gülerek, kısmetleri birbirine bağlamak… Hani nerede?

     

    Padişah çok sevmişti damadını. Uşak değildi her şeyden önce, hele zenci hiç değildi. Hem onda yıllardır tanıdığı birinin kokusu vardı sanki. Üstelik bu padişah her kimse, çok zengin biri olmalıydı. Prensese hediye ettiği bir tek mücevher, o zamana kadar verilenlerin hepsine bedeldi çünkü. Nihayet günü geldi, muhteşem bir düğün yapıldı ülkede.

     

    Düğünün üçüncü gününün akşamıydı. Padişah ve yeni evliler akşam yemeğinde birlikteydiler. Padişahın hemen yanında damadı ve tahtının vârisi, karşısında karısı, onun yanında sevgili kızı… Mutluluk buydu işte!

     

    Bir yandan sohbet edip gülüşüyorlar, bir yandan yemeklerini yiyorlardı. Genç damat kılıç kullanmayı nasıl öğrendiğini anlatıyor, av maceralarından bahsediyor, masadakileri kahkahaya boğuyordu. Bir ara eline bir bıçak aldı, ilk kılıç kullanmaya başladığı zamanlardaki acemiliklerini anlatıyordu. Elinden düşürdüğü bıçağı almak için eğildiğinde padişahın kendisine baktığını fark etti. Prenses kahkahalar atıyordu. Birden doğrulup açılan belini kapattı. Ama belindeki siyahlık gözünden kaçmamıştı padişahın.

     

    O gece yine uyuyamadı padişah. Kendisi gibi bembeyaz bir adamdı damadı, ama beli bir zencininkinden farksızdı. Ahmet’i hatırlamaya çalıştı, yüzünü, konuşmasını, gülüşünü… Benziyorlar mıydı, böyle bir şey olabilir miydi? Olamazdı tabi. Hem o kadarda benzemiyordu. Ama genç adam neden telaşla belini kapatmıştı.

     

    Yatağına tekrar uzandı, gözlerini tavana dikti. Kısmetleri birbirine bağlayan ihtiyarın yüzünü gördü. Gülüyordu. Çıldırdığını düşündü bir an. Gözlerini kapatıp, tekrar açtı, ihtiyar yoktu. Derin bir nefes aldı, hele bir sabah olsun, dedi, bunu anlamanın bir yolu bulunur elbet.

     

    Günün ilk ışıkları sarayın camlarına vurduğunda, prenses ve kocası çoktan bahçede gezmeye çıkmışlardı bile. Pencereden onları gören padişahın aklına bir plân geldi. Aceleyle üstünü giyindi, bahçeye çıktı. Onlara iyice yaklaştı, birini çağırır gibi arkadan seslendi:

     

    - Ahmet!

     

    Genç adam birden irkilerek dönüp padişaha baktı. Göz göze geldiler. Delikanlı gözlerini kaçırmaya çalışıyordu ama nafile. Çaresiz padişahın yanına gelip durdu, başından geçenleri anlatmaya başladı.

     

    Güneşi bir ırmağın içinde bulmuştu. Mektubu vermek için suya daldığında içleri mücevher dolu, açık kapaklarından ışıltılar şaçan onlarca sandık görmüştü. Sudan çıktığında, kuşağının sımsıkı sardığı beli hariç, bütün vücudu bembeyazdı. Sandıkları bir bir ırmağın kenarına taşımış, oturup en son sandıktan çıkan mektubu okumuştu. Sonrası, sonrasını biliyorlardı zaten. Padişah hayretle doğruldu oturduğu yerden;

     

    - Mektup, dedi, o mektup nerede şimdi?

     

    - Hiç yanımdan ayırmadım ki, diye cevapladı genç adam koynundan çıkardığı mektubu padişaha uzatarak.

     

    Padişah aceleyle mektubu açtı, okumaya başladı:

     

    “Güneşe yazı yazılmaz, yazılan yazı bozulmaz!”

     

     

    Serdar TUNCER - Satır Arası Hikâyeler


  3. İmam Gazali'nin en mühim eseri olan bu kitap, zahiri ve manevi ilimlerin bir memzucudur.Katib Çelebi(Keşfu-z Zünun) adlı meşhur eserinde onun hakkında şunları söylemektedir.

     

    Bu kitab mevi'ze kitablarının en büyüklerindendir.Hatta onun hakkında:

    Bütün İslam kitabları yok olsa da yalnız ihya kalsa, giden bütün kitapların yerini tutardı, denilmiştir.

     

    İhyau Ulumi'd-Din ile ulema çok meşgul olmuş:bir çok muhtasarları yazılmış; şerhleri yapılmıştır.Taşköprüzade: "Bu eser dünyada tasnif olunan kitapların en büyüğü, vazı ve tertip cihetinden en güzel, ifadesi en mükemmel, faydası en çok bir kitabı nafi'dir" diyor.

    Mısır ulemasından Şeyh Muhammed Abduh, mümtaz tilmizi Muhammed Mustafa El-Meragiye: "Muhammed! sana bir şey söyliyeyim mi? Seferde ve hazarda sakın (İhyau Ulumi'd-Din)i yanından ayırma! Zira, dünyada en iyi arkadaş odur" dermiş.

     

    Kendileri hakkında;

     

    - Zamanındaki şafiyye ulemasının en büyüğüdür,

    - Hatta müctehiddir,

    - İmam Muhammed bin Yahya onun hakkında: " İkinci İmam Şafiidir",

    - Zahiri kemalatına bakanlar: "Gözler İmam Gazali gibi mükemmel bir alim görmemiştir",

    - İmam Fahrettin Razi (K.S) dahi: " Hak Teala bütün ilimleri bir kubbe içinde toplamıştı.Gazali' yi buna vakıf ve muttali kıldı"demiştir.

     

    Kaynak:Ahmed Davudoğlu-İhya'u Ulumi'd-Din Önsözü-Bedir Yayınevi-1974

     

    Allah Teala bu eserlerden ziyadesi ile yararlanmayı nasip etsin, şefaatlerine nail eylesin.Amin.

    Allah razı olsun serden_gecti kardeşim.

     

    Allah senden de razı olsun kardeşim. Bence günümüz gençliğinin okuması gereken başlıca eserlerden...


  4. Vaktiyle Mağrib'de Ebu'l-Hasen b. Harzehem namında herkesin sevip saydığı büyük bir alim varmış. Bu zat İhyau Ulumi'd-Din'i okuyunca "Sünnete muhaliftir; bid'attir bu!" diyerek memlekette na kadar İhya nüshası varsa, hepsinin toplanıp yakılmasını emretmiş. Halk derhal emre imtisalen bulabildikleri bütün nüshaları getirmişler. Ve Cuma günü yakmağa karak vermişler.

     

    Cuma gecesi Ebu'l Hasen bir rüya görmüş. Rüyasında camiye girmiş ve caminin bir köşesinde bir nur parladığını müşahade etmiş. Bir de bakmış ki, o nur Hz. Peygamber (S.A.V.)dir. Yanında da Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ömer(R.A.) oturuyorlar. Bu arada İmam Gazali, elinde İhyau Ulumid'-Din olduğu halde huzura gelerek "Ya Resulullah! Şu adam benim hasmımdır" demiş ve kitabı takdim ettikten sonra ilave etmiş "Ya Resulullah! Bu kitaba bir bak! Eğer şu adamın dediği gibi bunda senin sünnetine muhalefet ve bid'at eseri varsa, ben Hak Teala'ya tevbe ediyorum. Sence makbul ve şeriatine muvafık uygun birşey ise adalet iaktizası hasmımdan hakkımı alarak beni şad eyle"

     

    Resul-i ekrem (S.A.V) kitabı alarak baştan sona bir göz gezdirdikten sonra "Vallahi bu güzel bir şey" diyerek Hz. Ebu Bekir'e uzatmış. O da aynı şekilde kitabı karıştırdıktan sonra "Ya Resulullah! Seni Hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki , bu kitap hakikaten güzeldir" demiş ve kitabı Hz.Ömer'e vermiş. Hz.Ömer (R.A) bu kitaba bakarak aynı şeyi söylemiş. Bunun üzerine Resulullah (S.A.V) Ebu'l Hasen'in soyulmasını ve müfteri haddi olmak üzere şiddetle dövülmesini emir buyurmuş. Emri derhal yerine getirilmiş ve Ebu'l Haseni dövmeye başlamışlar. Sırtına beş kırbaç vurulduktan sonra Hz. Ebu Bekir rikkate gelerek şefaat etmiş ve "Ya Resulullah! Bu zatın böyle yapması senin sünnetini tazim maksadıyla bu ictihadda bulunmasından ileri gelmiştir. Bunu af buyur" demiş. Ebu'l Hasen yaptığına pişman ve hatasına tevbe etmiş. İmam Gazali de onu af eylemiş. Ebu'l Hasen bir daha ömrü boyunca İhya'yı elinden bırakmamış ona tazimde bulunmuş.

     

    İmam Ebu'l Hasen uykusundan uyandığı zaman rüyasını arkadaşlarına anlatmış. Bundan sonra tam bir ay vurulan yerleri sızlamış. Vefatında dahi o kırbaç yerleri müşahade olunmuş.İbn Subki Tabakat adlı eserinde bu hikayenin doğru olduğunu söylemiştir.

     

    Ahmed Davudoğlu-İhya'u Ulumi'd-Din Önsözü-Bedir Yayınevi-1973


  5. Bu konu ezanın merkezi sitem vasıtasıyla okunmasının ardından tekrar gündeme geldi. Babamın bir imam olması hasebiyle birkaç şey söylemek istiyorum. Yaşadığımız şehirde ezan uzun zamandır merkezi sistemden okutuluyordu. Fakat bunun halk nezdinde ve imamlar içerisinde pek hoş karşılanmamış olmasından dolayı bu serbest bırakıldı. Yani isteyen kendi okuyacak, isteyen merkezi sistemi açaçacak.

     

    Her ağacın meyvesinin tadı farklıdır. Her minareden gelen sesin farklı olması en güzeli. Ayrıca minarenin içerisinden değilde hocaefendiler şerefeye çıkarak ellerinde mikrofonlarla okusalar çok daha güzel olurdu. Şimdi günümüzde çıplak sesle ezan okunduğunda her taraftan duyulmayabilir. Mikrofon bir kolaylık arzeder fakat keşke minarelere çıkarak okunsa...


  6. "Hücum ve Polemikler" kitabını okuduğum zaman Üstad'ın verdiği cevap ve yaptığı tenkitler karşısında hayran kalmıştım. Her zaman olduğu gibi. Ama benim merak ettiğim Üstad'ın bu eleştirilerinden sonra acaba eleştiriye maruz kalan birtakım yazarlar ne hisseder ve nasıl cevap verebilirler? Yoksa sadece okumak ve kabul etmekle mi kalırlardı? Zira insan nasıl bir yanıt bulabilir? Her cevabın daha fazlası olarak bir karşılığı olduğunu biliyorlar:)


  7. Bu, şüphe ve ümitsizliğin daima aynı şüphe ve ümitsizlik mihveri etrafında hep aynı şeyi tekrarlamanın ve derin bir sanatkar mizacına rağmen bir türlü büyük tefekkür ve nasibe geçememenin, böylece büyük nasip ve tefekkür üstadlarının mazhariyetine uzak, büyük şüpheden büyük imana atlayamamış ve yarım kalmış olmak mahkûmiyetinin hâlis bir örneğidir. Onun içindir ki, Hayyam, Doğu âlemine hakiki seciyesini veren İslam nurunun kalplerde gölgelendirmeğe başladığı ferdî ve ictimai yıkılış devrini temsil etmiştir. Bu bakımdan Hayyam ne kadar hususi ve ferdi bir örnek telakki edilirse edilsin, büyük nur ve iman devrinden uzaklaşmış olmanın da ictimai bir ifadesini ve haberciliğini getirmiştir.

     

    Üstadın bahsettiği ölçüde Hayyam yarım kalmış, bazı güzelliklerin tadına varamamış bir insandır. Rubailerinin bulunduğu bir kitabın önsözünde kitabın çevirtmeni Hayyam hakkında bizde en büyük araştırmaları yapmış olan Abdülbaki Gölpınarlı'nın kitaplarından alıntılarla bazı şiirlerin ona ait olmadığını dile getirmiştir. Camiden kilim çaldığını anlatan bir rubaisi buna örnektir ve kitapta pekçoğu Hayyam'a ait olmayan rubailerinde yer aldığını önsözünde belirtiyor. Hayyam İmam Gazali ile aynı devirde yaşamış fakat hep eksik kalmış bir şairdir.

     

    Batıda çok fazla ünlenmiş, doğuda çok fazla benimsenmemiştir. Kimileri rubailerinde yer alan sözcüklerin (şarap, mey, meyhane) aslında mecazi anlamda kullanıldığını söylemiştir. Onları tasavvufi anlamda kullandığını iddia etmişlerdir. Fakat bu oldukça zayıf bir ihtimal. Öte yandan bazı rubailerinde Yaradana doğrudan isyan ettiği görülüyor ki bunların da Hayyama'a ait olmadığı da bazı araştırmacılarca dile getirilmiş.

     

    Hayyam'a bir şair gözüyle bakmak ve öylece kalmak en doğru olanıdır. Günümüzde onun şiirleri sosyalist görüşten birçoklarının ağzında. Bunun sebebi belki de cumhuriyet sonrasında kitaplarının çevirilerinin artması ve bir Hayyam hayranlığının belirli çevrelerce başlatılmasının sonucu.

     

    Son olarak,

     

    Birgün Hayyam yolda giderken büyük alim İmam Gazali'ye rastgelir. Konuştukça konuşur. Gazali biraz usanmış olacak bir soru sorar. Bekler ve Hayyam'dan hiç alakalı olmayan cevaplar gelir. Daha sonra ikindi ezanı okunduğunda o güzel cevabı verir ve yürü gider:

    -Hak geldi batıl münzevi oldu.


  8. ve işde buldum:

     

    Namazın Hareketleri Ne Mana İfade Eder?

     

    1961’lerde evrimciliğin iyice alevlendirildiği günlerdeydi. Rahmetli Hacı Nazif Çelebi Süleymaniye camiinde bir öğle namazı kıldırmış, turistler de etrafını alarak imam kıyafeti içinde iken kendisine suallar sormuşlardı. Bunlar itirazcı suallerdi. Kimi, insanın maymundan geldiğini iddia etmek istiyor; kimi de, “seyrettiğimiz namazınızda niçin ayakta duruyor, eğiliyor, başınızı yere koyuyorsunuz. Bunun ne manası var? Bizim gibi sandalyeye oturun, papazın duasını dinleyin yeter”, diyordu.

    Rahmetli Hacı Nazif’in bunlara verdiği cevaplar hiç aklımdan çıkmaz. Ruhunu şad etmek niyetiyle size de arz edeyim seneler sonrasında.

    Evrimci turiste dönerek konuşan Çelebi, şöyle dedi:

    – Biz namazımızda önce ayakta, sonra rükûda, sonra da secdede oluyoruz. Bunun bir hikmet ve manası şudur.

    Ayakta iken ilk insan ilk babamız Âdem’in (elif)ini yazarız. Bunun için (elif) harfi gibi dimdik, upuzun dururuz.

    Sonra rukûa eğiliriz. Bununla da Âdem’in (dal)ını yazmış oluruz. Geriye (mim) kalır. Onu da yere başımızı koyar, (mim) gibi olur, öyle yazarız.

    Böylece her namazda babamız, Âdem’in adını yazar, maymundan geldiğimizi iddia edenleri fiilen reddetmiş oluruz.

    Bunun için maymunculuk iddiası bizde tutunamaz.

    İkincisine gelince:

    Namazımıza ilk başladığımızda ayakta iken Rabbimizin üzerimizde tecelli eden sayısız nimetlerini düşünür, sonra bu nimetleri verenin huzurunda minnet ve şükranla eğiliriz. Ancak bu eğilmeyi de kafi bulmayız, sonra kalkıp başımızı yere koyar, başımızla da minnetimizi dile getirmiş oluruz.

    Başımızı şunun için yere koyarız. Baş bedenin tümünü de idare eden en yüce varlığımız, en kıymetli organımızdır.

    Bununla demiş oluruz ki:

    – Ey Rabbimiz, varlığımızın en kıymetli kısmı başımızdır. İşte huzurunda başımızı dahi yerlere sürüyor, sana olan minnet ve şükrümüzü en kıymetli varlığımızı yerlere koymakla ifade ediyoruz. Şayet başımızdan daha kıymetli bir organımız olsaydı onu da huzurunda iftiharla yerlere serer, minnet ve şükrümüzü onunla da ifade etmek isterdik.

    Bu açıklamalardan sonra rehber turistin cevabı şöyle oldu:

    – Tamam tamam. Biraz daha anlatırsan grubumuza burada namaz kıldıracaksın.

    Bu sırada turistin biri Çelebi’ye yaklaşıp sordu:

    – Bundan sonraki namazınız saat kaçta olacak? Anlattığınız manada bir namazı ben de aranıza karışıp kılmak istiyorum. Bana çok uygun geldi bu anlayış içinde ayakta durmak, eğilmek, başı yerlere koyup Yaradan’a minnettarlığını ifade etmek. Bence de ibadet budur...

     

    Bu paylaşım için teşekkürler şimdi büyük bir hocadan da tasdiklettik elhamdülillah:)


  9. Bundan epey zaman önce bir tv programında çıkan hocaefendi namaz hakkında konuşuyordu. Sorulan sorulara gayet güzel cevaplar verdikten sonra namazın kılınma şeklini açıkladı. Yani neden ayakta, rükuda, secdede kıldığımızı açıklamaya çalıştı. Onun dediğine göre ayakta duruşumuz Arapçada elif harfine, Rükuda duruşumuz dal harfine ve secde ise mim harfine uyuyormuş. Yani bizim namazda duruşumuz adem kelimesini oluşturuyormuş. İşte namaz yine bize bizi gösteren bir ibadettir diye düşünüyorum.Saygılarımla...


  10. Anlattığın bu kıssada insan çok şey bulabilir kendine kardeşim. Herşeyden önce birkaç konuya birden değinmişsiniz. Bende bu mezhep konusunda bazı kimselerle konuşmuş arkadaşların bu konuda tam olarak bilgilendirilmediklerinden dolayı çok yerde yanlış şeyler söylediğine tanık olmuştum. Bu konu günümüzde çok tartışılan ve çoğu bilgisiz insanın fikir beyan ederek bizi bilgilendirdiği(!) bir konu. Gerçekten bilen insanların çıkıp bizleri asıl dini bilgilerle mezheplerle ilgili bilgilendirmeleri gerkyor. Yoksa günümüz ibni temiyyelerinden daha çok çekeceğiz bu gidişle.

     

    Herşeyi dine bağlamayın! bu ne şimdi neye bağlayalım. Zaten bağlamayıp başı boş gezdiğimiz için bu hale gelmedik mi yıllarca? İnsan dine bağlandığı sürece gerçekten hürdür.

     

    Ayrıca bence küfretmişlerdir:)


  11. İnsanları suçlarken ve hele başımızdaki devlet büyüklerimizi suçlarken lütfen kişisel hislerimize mağlup olup da basit klişelerle atıp tutmayalım.Biraz at gözlüklerini çıkartıp olaylara bakarsak hiçbir ülke başkanın sizin anladığınız şekilde halkını uluslararası bir camiada rezil etmeyeceğini görürüz.Kaldı ki bu halkıyla özdeşleşmiş halkın içinden çıkmış bir başbakan Recep Tayyip Erdoğan olsun.Bu sözlerini bütün Türk halkına genelleme yapılmış olarak anlıyorsanız o sizin sorununuzdur.Lütfen hiç olmazsa biraz daha mantıklı suçlamalarda bulununda Gargamel kılıklı bir adamın en son söyledikleri gibi oturup halinize gülmeyelim.

     

    Bütün bu sözlerin konumuzla ne alakası var. Demişsin türk halkına genelleme mi yapmış diye. Köpeklere arap diyen milletten geliyoruz demekle geçmişimize hakaret etmiyor mu? Bütün Türkleri kastetmiyor mu? Gerçekten sadece akp ve başbakanı koruyan yazılarla mı bir karşılaştırma yapıp bize doğru görmemizi öğütlüyorsunuz. O at gözlüklerini siz çıkarın öyle bakın olanlara...


  12. Kitapta okuduğum Müttefik ordular başkomutanı Hamilton'a ait olan bir bölüm

     

    "Evet, insan ruhunu yenmek mümkün olmuyor. Dünyada hiçbir ordu bu kadar sürekli ayakta kalamaz. Sadece bugün 1800 şarapnel attık. aylardan beri gece gündüz savaş gemilerimiz mevzilerini bombalıyor. Son derece hırpalanmış Türkleri koruyan Cenab-ı Allah'larından ayırmak için başka ne yapılabilir!..."


  13. Kişiliğine ve yazarlığına büyük saygı duyduğumuz sayın Mehmed Niyazi... Günümüzde yazdığı eserlerle bizim davamız için ön plana çıkmış hatta en ön palandaki isim bana göre... Bir arkadaşımın dediği gibi "inşalla Allah uzun ömür verirde bizim içinfaydalı daha bu kadar eser verir" Saygı ve Hürmetlerimle...

×
×
  • Create New...