Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Eşref Bey

Editor
  • Content Count

    390
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    10

Posts posted by Eşref Bey


  1. Kardeşlik Projesi

     

    Hukuk öğrenimine başladığı yıldan beri sayın Servet Armağan'ı tanırım. İlk tanıdığımda İslamî bir hayatı vardı; bugün de öyle. Almanya'da bir süre aynı şehirde bulunduk; İstanbul'daki hayatını orada da sürdürerek bizlere örnek oldu. Çevresindeki herkes, özellikle çalıştığı enstitüdeki mesai arkadaşları ona çok saygı gösterirlerdi; zira Avrupalılar kendilerine benzemek gayretinde olanlara değil, asli hüviyetini muhafaza edenlere hürmet ederler.

     

     

    Her şey kafalardaki reçeteye göre anlamlandırıldığı için ideolojinin olduğu yerde mantık ve vicdandan söz edilemez; bilim de onlar için hiçbir anlam ifade etmez; çünkü bütün sorunları üç beş sloganla çözerler. İnsanları ikiye ayırırlar: Onlardan olanlar ve düşmanlar. Maalesef bizim dönemimizde üniversitelerimizde bu telakki hakimdi. Oralarda ilim adamı değil, ideolojik tipler yetiştirmek asıldı. Servet Armağan genç olmasına rağmen milletimizin sorunlarının ilimle çözüleceğine inanıyordu; idealistti; hayatını inandığına tahsis etmek istiyordu. Sınavları kazanarak asistan oldu. Dünya görüşünden dolayı çok sıkıntılar çekti. Fakat, ağırbaşlılığını, ilim yapma arzusunu hiçbir zaman kaybetmedi. Hak bildiği yolda yılmadan yürüdü.

     

    Birkaç ay önce "Ey Hakimler" adlı bir kitap yayımladı. Hukuk; bilgi ve vicdan işidir. Vicdanı teşekkül etmemiş hukukçunun elinde kanunlar ideolojik maymuncuğa dönüşür. Bu gerçeğe Eskişehir'de Said Nursi ve öğrencilerinin yargılanması sırasında şahit oluyoruz. Kitapta olay gerçek bir hukuk hocasının soğukkanlılığıyla değerlendiriliyor. Kitabın en önemli yanı önyargının ne kadar kötü olduğunu göstermesidir. Kara düşünceli olarak tanıtılan bu insanları gerek götüren muhafızlar gerekse hapishanenin yetkilileri ve oradaki mahkumlar tanıdıkça düşünceleri değişiyor. Pek çoğu Bediüzzaman hazretlerinin ya muhibbi ya da talebesi oluyor.

     

    Armağan'ın Nesil Yayınevi tarafından bir kitabı daha neşredildi: "Kardeşlik Projesi." Bu eseriyle son otuz yılımızı kana bulayan olayları Risaleler ışığında ele alıyor. Servet Armağan Urfalıdır. Dolayısıyla bölgenin meselelerini yakından bilmektedir. Bir insanın herhangi bir etnisiteye ait olması kaderdir; bir insanı kaderinden dolayı suçlamak yahut göklere çıkarmak ilkel bir telakkîdir. Armağan'ın ölçüleri İslamî'dir; insanları kaderlerinden dolayı değil tercihlerini esas alarak değerlendirmektedir.

     

    Hepimiz ahkam kesmekte yektayız. Eski bir cumhurbaşkanı bunun Kürtlerin bilmem kaçıncı başkaldırısı olduğunu malumatfuruşlukla söyledi. Peki Türkler kaç defa baş kaldırdı? Konya'da Yozgat'ta da isyanlar olduğu için oraları da mı farklı göreceğiz? Bu baş kaldırmaların devlete mi yoksa mahalli yönetimin zulmüne mi karşı olduğunu hiç düşünmeyecek miyiz? Dış güçlerin melanetlerinin üzerinde hiç durmayacak mıyız?

     

    Yüzyıllarca birbirlerini boğazlamış Avrupalıların bir araya gelmek için çeşitli formüller icat ettiklerini görmüyor muyuz? Bin yıldan beri her türlü tasada, kederde, sevinçte beraber olan bu toprağın çocuklarını birbirinden ayrıştırmak, şehitler diyarımızda gözü olanların ekmeklerine yağ sürmekten başka nedir?

     

    Anayasa kitaplarında unsurlarını belirtirken laikliği ne olduğu bilinmeyen bir duruma getirdik. Bu tür kavramları adeta toplumumuzu dinden, metafizikten soyutlamak için bir vasıtaya dönüştürdük. Oysa cemiyetin çimentosu her şeyden önce dindir. İşte İran; etnik farklılıklar bakımından Babil Kulesi'ni andırıyor. Tahran'ın çevresinde on altı milyon Acem yaşamaktadır; yarısından fazlası Türk'tür; buyrun ayrıştırın bakalım İran'ı.

     

    Yarınlarda bugünleri arayacağımızdan endişe edenler Prof. Servet Armağan'ın "Kardeşlik Projesi" kitabını mutlaka okumalıdır. Dinin, milletin hayatı ve ruhu olduğunu, bütünleşmesini sağladığını göstermesi bakımından bu eser önemlidir. Bu toprağın çocuğu olarak aziz ağabeyim Armağan'a ve kalemine sağlıklar dilerim.

     

     

    22 Kasım 2010, Pazartesi


  2. Sosyal bilimler ve zihniyet

     

    Batı'ya yöneldiğimiz dönemlerde boğuştuğumuz en büyük güç İngiltere idi; rakibimiz bize model olamazdı. O sırada Almanya bölük pörçüktü; Fransa'yı örnek almak zorunda kaldık.

     

     

    Fikirler, dünya görüşleri, telakkiler sosyal bilimlerle çok yakından ilgilidir. Sosyal bilimler arasında sosyolojinin önemli bir yeri bulunmaktadır. Bu bilim ülkemize iki kaynaktan geldi: Le Play'in görüşlerini Prens Sabahaddin, Durkheim'ın görüşlerini de Ziya Gökalp temsil etti.

     

    Sabahaddin Bey'e Batılılar "Prens Sabahaddin" dedikleri için adı fikir sistemimize böyle geçmiştir. II. Abdülhamid Han'ın kız kardeşi Seniha Sultan'ın oğlu olduğuna göre hanedan mensubu yani prens değildir. Osmanlı teşrifat sisteminde bu gibilere "sultanzade" denirdi.

     

    Le Play sosyoloji bilgileriyle cemiyeti ele almaz; anketlerle durum tespiti yapar; bu anketler değerlendirilirken sosyal bilimler devreye girer. Le Play maden mühendisi idi; insanları da "madeniyat" ilminin usullerine göre tetkik ettiği öne sürülmüş ise de bu doğru değildir. Ömrünü sosyolojik araştırmalara verdi; ilmi bir idrak kazandığı için sosyal meselelere hal çaresi vaz eden reçeteler hazırlamakla meşgul olmadı. Kanaatince de cemiyete materyalist bir görüşle bakılmamalıydı. Materyalist görüş cemiyetin ancak mekanik şartlarını değerlendirebilirdi. Asıl olan sosyal hayatın sebeplerinin irdelenmesiydi.

     

    Prens Sabahaddin'e göre cemiyet hür bir faaliyet içinde olmalıdır; zira hür bir atmosferde şahsiyetini bulan insanlar, fıtratlarındaki değerleri gün ışığına çıkarabilirler. Cemiyetin gelişmesi de iyi yetişmiş insanlarla mümkündür. Bu bakımdan istibdad rejimi felakettir. Böyle düşünmek onu, öz dayısı Abdülhamit Han'la karşı karşıya getirdi. O da dönemin modasına uyarak mücadelesini sürdürmek için Paris'e yerleşti.

     

    Prens Sabahaddin cemiyetleri "cemaatçi ve infiradi" olarak ikiye ayırırdı. Ona göre ilerlemiş cemiyetler gelişmelerini infiradcılığa, yani adem-i merkeziyet ve şahsi teşebbüsçülüğe borçlu idiler. Muhakkak ki iyi yetişme, hırs, nefis gibi amillerin ekonomide itici güç olarak kullanılması özel mülkiyetin esasını teşkil eder. Fakat o günün şartlarında adem-i merkeziyetçiliğin ülkeye ne kadar yararlı olduğu tartışmalıydı. Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki'nin ideologuydu. Devlet gücünün de tesiriyle fikirleri aydınlar arasında kısa zamanda yayıldı. Buna mukabil Prens Sabahaddin, casuslukla suçlanıp bertaraf edildi. Adem-i merkeziyetçi fikirleri yanlıştı fakat görüşlerinin diğer kısımlarından pekala yararlanılabilirdi.

     

    Laiklik ve Kilise arasındaki zıtlaşma Fransa'yı çalkantılı bir cemiyet haline getirdi. Laiklik ağır basınca metafizik dumura uğrar; dolayısıyla maneviyattan beslenen insan şahsiyetinde zaaf kaçınılmaz olur. Kilise ağır basınca da ilim tökezler. Fransa'daki fikir cereyanları ve sosyal bilimler de bu çekişmeden payını aldı. Fransa'yı örnek almayı çalışmamız bizi de benzer çalkantılara sürükledi. Böylece, Durkheim ya da Play'in yerine bu konuda çok daha fazla ciddiye alınması gereken Alman düşünür Weber'i göremedik.

     

    Sosyal bilimciler Durkheim ekolünün Fransa'da sosyalizmin, komünizmin yaygınlaşmasına katkıda bulunduğu konusunda hemfikirdirler. Yurdumuzda da diplomalı zümrenin sosyalist meşrep ve sıkı devletçi olmasında aynı zihniyetin payının bulunduğunu kimse inkar edemez. Gökalp devletçi anlayışı milliyetçiliğin bir parçası olarak görüp gösterdiğinden, özelleştirme gibi konular gündeme gelince "vatan satılıyor" vaveylaları başlıyor. Hiç kimse düşünmüyor ki devlet sistemi düzenlenirken bürokrat zümrenin zaaflarını dikkate almak mecburiyeti bulunmaktadır. Bir yandan her gün rüşvet ve suistimalden yakınıyor, diğer yandan da devletçiliği savunuyorsanız burada bir problem var demektir. Sağcısı, solcusu hepimiz aynı toplumun çocuklarıyız; aynı özelliklere, aynı zaaflara sahibiz. Hangi iktidar gelirse gelsin aynı yakınmalar sürecektir; bundan kurtulmanın tek çaresi devleti ekonomik hayattan çıkarmaktır. Özelleştirme gündeme gelince aydınımızın vatanın satıldığını zannetmesi sıkıntılarımızın ana kaynaklarından birisidir

     

     

    15 Kasım 2010, Pazartesi


  3. Ömer ağabey

     

    Ömer Rasih Öztürkmen, neslimizin birkaç has ağabeyinden biriydi. Mehmed Emin Alpkan, İrfan Atagün, Vecihi Ünal, Ömer Öztürkmen, Türkiye Gazetesi'nin onlara tahsis ettiği odada çalışırlardı.

     

     

    Bizler onları haftanın belirli günlerinde ziyaret ederdik. Ömer ağabey kalp ameliyatı olunca üçünün de dünyası kararmıştı. Ömer ağabeye sezdirmeden, birbirlerine ve yakın dostlarına sık sık, "Ömer ağabeyimizin durumu iyi değil; Allah gecinden versin." derlerdi. Üçü de birbirlerinin ardı sıra rahmete kavuştular. Onları bu dünyadan tek tek uğurlayan Ömer ağabeyimiz ise geçtiğimiz çarşamba günü bu fani âleme veda etti.

     

    Ömer Öztürkmen'i altmışlı yıllardan beri tanırım. Gıpta edilecek bir İstanbul beyefendisiydi. Tercüman Gazetesi'ne büyük atak yaptırdığı için basın dünyasındaki lakabının 'mimar' olduğunu bilirdik. O dönemde içerisinde bulunduğumuz camianın en büyük arzularından biri, günlük bir gazete çıkararak dünya görüşünü ifade etmek ve milletin dertlerini gündeme taşımaktı. Mehmed Emin Alpkan'ın gayretleriyle Bab-ı Ali'de Sabah Gazetesi yayın hayatına başladı. İşin gerektirdiği birçok imkândan mahrum bir gazeteydi. Kendisine çok saygı duyduğu Mehmed Emin Alpkan, "Ömer! Gel gazetenin başına geç!" deyince Ömer Öztürkmen her şeyi bırakıp gazetenin sorumluluğunu üstlendi. Değer verdiği bir insanı kırmamak için pek çok şeyden bir anda vazgeçti. Kariyeriyle ilgili endişeleri bir kenara bırakıp hizmete koştu. Biz onun çıkardığı gazeteyi severek okurduk.

     

    Ömer ağabeyle İrfan Atagün gençliklerinde komünizmle mücadele etmek için Kara Kedi adlı mizah dergisini çıkarmışlar. Ömer ağabey sonraları yıllarca Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'sunun yazı işleri müdürlüğünü yürüttü. Aziz milletimizin hak ettiği mevkiye gelmesi, yeni nesillerin iyi yetişmesi için ne çileler çekti. Kimlerle tanıştı, onlarla neler konuştu. Bir gün Büyük Doğu'nun basıldığı Yeni Gün Matbaası'nda kitaplarının tabı ile meşgul olan Burhan Toprak'la karşılaşır. Necip Fazıl'la aynı dönemde Paris'te bulunduklarını bildiği için Toprak'a o döneme dair hatırladığı bir anekdot olup olmadığını sorar. Burhan Toprak gülümser ve "Üstad söz konusu olur da anekdot olmaz mı?" der. "Anekdot, dahilerin hayat tarlasına farkında olmadan serptikleri tohumlardır. Anekdot neyse ama ben size tarihî bir hadise anlatayım. İhtiyarlığında Bergson'a sorarlar, 'Yerinize bırakabileceğiniz biri var mı?' diye. Bergson'un cevabı şu olur: "Ben klasik felsefe ile meşgulüm. İsteyen çalışarak bir bilim dalına hakim olabilir. Gayretli bir kimse felsefenin herhangi bir dalında da mesafe alabilir. Ama klasik felsefe bilimlerin vardığı sonuçlardan bir dünya inşa etme çabasıdır. Bu konuda çalışkan olmak gerekli ama yeterli değildir; yetenek de gerekir. Maalesef bugüne kadar bu ikisini birleştiren birine rastlamadım. Yalnız, Necip Fazıl isimli bir Türk genci var; olağanüstü yetenekli fakat derbeder."

     

    Ömer ağabey Kerküklü olduğu için İngilizcenin yanında Arapça da bilirdi. Bir süre Londra büyükelçiliğimizde kültür ataşeliği yaptı. İzne geldiği günlerden birinde Necip Fazıl'ı ziyaret eder. Avrupa'nın kültür ve sanat hayatından söz ederlerken Ömer ağabey, "Üstad! Londra'da 20. yüzyılın önemli şairlerinin antolojisi hazırlanıyor. Türkiye'den de iki şaire yer verildi." deyince Necip Fazıl, "Öteki kim?" diye sorar. O da "Yahya Kemal, efendim." diye cevaplar. Necip Fazıl'ın özgüvenini bundan daha çarpıcı anlatan bir anekdot herhalde yoktur.

     

    Süleyman Demirel, hayatı boyunca muhafazakâr insanların oylarıyla siyaset yaptı ama hep başkalarına hizmet etti. Önemli mevkilere birini tayin etmek gerektiğinde hep başka zümreleri memnun edecek isimler üzerinde durdu. Muhafazakâr zümrelere hoş görünmek için ise 'Çoban Sülü' ve aslında gizli bir dindar olduğu imajlarını hafızalarda canlı tutmaya çalıştı. Ömer ağabeyin Demirel'in bu ikiyüzlülüğünü anlatmak için kaleme aldığı 'Çoban Geldi Aşka, Şapkası Başka' yazısı o günlerde anlaşılabilmiş olsaydı milletimiz birçok derde düçar olmadan uyanabilirdi. Keza Ömer ağabeyin çok ciddi deneme ve makaleleri, 'Gözyaşı Medeniyeti' isimli bir kitabı da var. Üslup sahibi bir yazardı.

     

    Bu fani dünyada bulunduğum sürece seni kaybetmiş olmanın verdiği boşluğu ta iliklerimde derin bir hüzün olarak duyacağım kıymetli ağabeyim. Nur içinde yatasın, mekânın cennet ola.

     

     

     

    08 Kasım 2010, Pazartesi


  4. Benim anlayamadığım konu ilk günden beri şurasıydı. Yahudi, yani dünya ellerinde bulunan en büyük emperyalist ve kapitalist kurumları bünyelerinde barındıran insanların nasıl olupta tamamen zıt düşüncede olan! bir gazetede yazarlık yapar. Nasıl olur da komünist bir şairi korumaya çalışır. Bu nasıl zıtlıktır anlamak zor. Ne taraf gazetesinin ne de bu adamların ne olduğunu anlamak çok zor.

     

    Ama bu suç duyurusu için geç kalındı ve merak ediyorum büyükdoğu neden sessiz??


  5. Donuklar

     

     

    Peyami Safa'nın "Bir Tereddüdün Romanı"ndan sonra beni ilk defa uzun uzun düşündüren, aynı zamanda heyecanlandıran "Donuklar" oldu. Peyami Safa, romanında son büyük harplerde dehşetli silahlarla düşmandan ziyade metafiziğin bombalandığını, bu durumun da insanlığı bir uçuruma sürüklediğini belirtiyor.

     

    Koca Peyami, "Her şey yıkılıyor..." diye feryat ediyor. Savurduğu, sıradan kulakların alamayacağı korkunç bir çığlık. Ancak antenleri açık olanlar duyabildi; onların sayısı da bir avucu geçmediği için bu çığlıklar hiç kimseyi sarsmadı. O büyük sanatkârın haber verdiği dramı yaşıyoruz; İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bütün insanlığa hitap eden bir tek beynin çıkmaması, Hiroşima'ya atılan atom bombasından bin defa daha korkunçtu. Ne yazık ki bunu kimse fark etmedi.

     

    Durali Yılmaz "Donuklar" adlı kitabında milli hayatımızı, son dönemlerde geçirdiğimiz baş döndürücü olayları ele alıyor; iki yüz yıllık tarihimizi adeta sigaya çekiyor. Diktatörün elinde her zaman kılıç, başında taç yoktur; o, kılıktan kılığa girer; bazen mabette yol gösterici, bazen büyük bir kurtarıcı bazen de dağa taşa can veren bir fikirdir. Onun biricik özelliği dokunulmazlığıdır. Zihin seviyesi düşük cemiyetler putsuz yaşayamaz; dokunulmazlığı olan fikir, şahıs onlar için hazır puttur; onu alabildiğine övmek serbesttir; hatta teşvik edilir; ama "Şu olay şöyle değil miydi?" diyenin başına nelerin geleceği belli olmaz. Onun adına gösterilen tahammülsüzlükle fikir hayatı çöle dönüşür. Yeni bir fikir, ezberlerini bozan husus, alışkanlıklarına çarpar; beyinsizlerin reaksiyonunu her zaman tahmin etmek güçtür. Herhalde bunun için Durali Yılmaz sembolleri kullanmak zorunda kaldı. Nietsczhe'nin dediği gibi "Benim sözüm bu kulaklar için değil" diyerek anlayabilene hitap etmenin yolunu tuttu.

     

    Bu roman kültür seviyesi yüksek bir ülkede yayımlansaydı, ondan söz etmek için gazete sütunları dar gelir, manşetler kullanılırdı. Fikir ve sanat çevrelerinde ne demek istediği hakkında ne tartışmalar yaşanırdı. Romanda yazarın fikri şudur demek mümkün değildir; her karanlık kuyuya bir ışık damlası gönderiyor; okuyucuya adeta gör ve düşün diyor.

     

    ".... İşte göründüler... Sabahki ıssız evler, bomboş sokaklar; sesini yitiren kent. İnsanlara sevinçle bakıyorum. Onlara koşmak istiyorum. Fakat bu siyah şapkalar ne?.. İnsanlar bir şapka ormanının altında yürüyorlar. Şapkalar, çekilin oradan; insan kardeşlerimin gözlerini görmek istiyorum." dedikten birkaç sayfa sonra feryadı basıyor: "Evden kaçıyorum, bu kentten kaçıyorum; yalnızlıktan kaçıyorum. Dahası yitirdiğim belleğimden kaçıyorum; yeni bir geçmişi oluşturmak üzere. Kendimden kaçıyorum, yeni bir ben bulabilmek ümidiyle." İnsan kendisinden kaçabilir mi? Gittiği yere kendisini, dertlerini de götürmez mi? Yeni bir ben bulmak kurtuluşumuz mu, ölümümüz mü? Toplumsal felaketlerimizi inkâr kabil değil; ama yeni bir ben milli intihardır. İntiharla kurtulmak mümkün mü? Sosyal konularda çaresizlik yoktur, yeter ki hastalığı teşhis edebilecek beyne sahip olalım.

     

    Bir milletin tarihinden kopması, milli hafızasını yitirmesi, ölümü demektir. Yazar bu durumu kabullenmek istemiyor: "Önümde uzanan ölüm. Bu benim kendi ölümse, konuşturabilirim onu. Ölmeden önceki günlerimi soracağım; geçmişimi konuşturacağım... Yüreğime düşen bir umut ışığı; bu ışığı söndürmemek için çırpınıyorum. Sönmemeli, büyümeli bu ışık. Konuş ey şapkasız ölü, konuş!... Hangimiz gerçeğiz sen mi ben mi?"

     

    Millet bir bütündür; bugünkü durumunun işaretlerini bin yıl önceki varlığında bulamıyorsak, o bir sosyal varlık olamaz. Elbette ki odun gibi de değildir; değişirken de kendi olmak için değişir; kendinden kurtulmak için değil. "...Çevremde yerleşim yeri yok, ama okul yapılıyor. Mezardakilerle torunları ve daha sonrakileri birbirine bağlayan işaretler kaldırılıyor birer birer."

     

    Durali Yılmaz'ın "Donuklar" romanında tebliğ, reçete, kötüleme, putlaştırma yok. Sayfalar elle tutulur bir ızdırapla dokunuyor. Bu roman Ahmet Haşim'in "O Belde" şiirinin nesirde karşılığıdır. O Belde'nin konusunu sorsak, edebiyatçıların çok çeşitli cevaplar vereceğinden şüphe yok. Neyi anlatıyor desek, yine farklı cevaplar alırız. Ama edebiyattan anlayan hiç kimse "O Belde"ye şiir değildir diyemez. İşte gerçek sanat budur; okudukça yenilenir, yenilendikçe okuyucuyu cezp eder; tıpkı "Donuklar" gibi.

     

     

    25 Ekim 2010, Pazartesi


  6. 'Güneşli Gölge'nin düşündürdükleri

     

     

    Önemine binaen "Önce kelam vardı" deniyor. Şiir kelamın en yoğun, en keskin halidir; adeta kılıçlaşmış şeklidir. Ne dikkat çekicidir ki bu haşinlik estetik ve zarafetle ortaya çıkar.

     

    Bir başka söyleyişle o, kelimelerin mimarisidir; bu sihirli diziliş ne bir yanlışlık, ne de bir fazlalık kabul eder. Matematiksel bir mantıkla güzelliğe açılır; etkileyiciliği de buradan gelir; mantığı beynimize hitap ederken güzelliği yüreğimizi harekete geçirir. İnsanoğlu şiir kadar etkili bir silah keşfetmemiştir. Eksiksiz bir şiir, her şeyi yok edilmiş, yakılmış bir milletin küllerini silkeler, ona hayat verir. Kalevela'nın yaptığını hangi beşeri güç yapabilmiştir! Ufukları sislerle kuşatılmış bataklıklardan billur gibi bir Fin milleti ortaya çıkarmıştır. Böylesine etkili, sanatın en yüce dalı olan şiirin mekanı Doğu'dur; masalın, destanın olduğu gibi; nasıl romanın ve hikâyenin vatanı Batı ise. Mevlana'lar, Yunus'lar, Hafız'lar, Firdevsi'ler, Fuzuli'ler hep Doğu'dan çıkmışlardır. Goethe "Tanrım, ben Hafız gibi bir kulunla nasıl yarışabilirim ?" derken ulaşılamayacak zirvelerden birine işaret ediyordu. Ah ne talihsizlik ki, gün geldi, kader sanki yüzünü doğudan çevirdi; o güzellikler, o zirveler artık görünmez oldular. Sanatı da bundan nasibini aldı. Ama köklü bir geleneği olduğu için şiir damarı tam kurumadı; bize geçmişi çağrıştıran değerler sunmaya devam etmekte.

     

    Almanların muzdarip çocuğu Nietszche; "İnsan yalnızlığını gidermek için gülmeyi icat etti" diyor. Gülmek insanî bir özelliktir; Rabb'imizin bir bağışıdır; onda gülenin bir emeği yoktur. Dışarıdan uyarılınca, fıtratımızda bir nimet olarak bulunan haslet devreye girer. Şiiri üreten duyguları ve idraki de o İlahi el insanoğlunun mayasına katmıştır. O mayadan nasibini almış şair de şiirini bize sunar; tıpkı bir heykeltıraşın ruhundaki heyecanları bir taşta gizli olan figürle ortaya çıkarmak için bütün yeteneğini, gayretini seferber edip bize bahşetmesi gibi. Elbette şiiri okuyanla üreten farklı şeyler duyar; bu durum bir çocuğu doğuranla, seven arasındaki farkı bize hatırlatır. Biri varlığıyla, kanıyla hayat verir, diğeri o güzelden nasibini alır. Şairlik yolu güç yoldur; taliplisinden hayatını ister; her babayiğit o yükün altına giremez; heveslisi çok, gerçeği pek azdır. Bizde şiir son dönemlerde adeta gençlik hevesine dönüştü; gençliğinde şiir yazmayan yok sanki; ama onu ömrünün sonuna kadar sürdüren oldukça nadir . Bu nadir insanlardan birisi de kanaatimce Rasim Demirtaş olacaktır.

     

    "Güneşli Gölge" kitabı, fikir ve duygu ile örülmüş güzel şiirlerden oluşuyor. Dildeki hassasiyeti, kelimelerdeki seçiciliği hemen dikkat çekiyor. Modernlikle geleneği kelimeleriyle ne güzel kaynaştırdığını şu dörtlüğünde görüyoruz;

     

    "Türkülerin renk renk çiçekli

     

    Şarkıların kadar benekli

     

    Ana sütü katıksız Türkçem

     

    Yaşamak yaşatmak gerekli"

     

    Diline bu kadar bağlı olması onu dünyadan koparmıyor; yüreğinin bütün Müslümanların derdiyle çarptığını şu güzel dizesi ne güzel anlatıyor; "Ey Filistinli oğul! İyi ger Ebabil sapanını" Bu mısrayı yeterince anlamak için İslam tarihini, Ebabil kuşlarının Kabe'yi nasıl koruduklarını bilmek gerekli. Şairin yüreği sınır tanımaz; bir Müslüman olan Rasim Demirtaş yüreğinin sadece İslam âleminin dertlerini duymakla kalmadığını, Berlin'e dair yazdığı şiirinden de anlıyoruz; "Nefret ederim 'u' dönüşünden" dizesiyle başlayan şiiri şöyle bitiyor: "Yıkılan duvarı gör / Güneşli günde / Berlin / Bir bomba yak sen de." İnsan, fıtratından getirdiği değerleri hürriyet ortamında günışığına çıkarabilir. Şahsiyetli insanlar da yaşadıkları vatanı güneşin beldesine dönüştürürler.

     

    Çocukluğumuzda İstanbul'un nüfusu bir milyon civarında idi; bugün oniki milyondan fazla oldu. Demek ki şimdilerde İstanbul'da yaşayan pek çok insan taşrada doğmuş. İnsanın kültür seviyesi dağa taşa yansır; buraya pek çokları geçim sıkıntısından dolayı göçtüler. Onlar için İstanbul'un yaşanacak yer olmaktan ziyade ekmek kazanılacak bir şehir olduğunu şöyle anlatıyor:

     

    "Bir acaip şehir oldu bu İstanbul

     

    Böyle değildi yollar, ağaçlar, deniz...

     

    Yaşıyorlar İstanbul'u İstanbul'suz"

     

    Şairler zor severler, sevince de yüreğinden söküp atamazlar. İstanbul'u çirkinleşmiş bulmasına rağmen Demirtaş'ın onu yine de güzel bulduğunu "Yeni Cami Dörtlükleri" nden anlıyoruz:

     

    "Vapurda Yeni Camii / Mavi karşılar bizi

     

    İşte şehir gümüşten / Yine çok sevdim seni"

     

     

    18 Ekim 2010, Pazartesi


  7. Tüm yorumlar için hepinizden Allah razı olsun. Gökan kardeşim, hakkın ödenmez.

     

     

     

    GELİNLİK

     

    Goncalar açardı gülünce yüzünde,

    Mevsimler aşıktı baharına onun.

    Bir gül damlası ki süslüydü gözünde,

    Kuşlar dizilirdi pınarına onun.

     

    Görürüm, o yerde sevdasını bekler,

    Bilirim, hasrete hasretini ekler;

    Şimdi bir gelinlik süslemiş çiçekler,

    Leyla’dan emanet mezarına onun…

     

     

    Kardeş tekrar hoşgeldin şiirlerinle... Yüreğine sağlık...


  8. Ustayı Unutma

     

    Kör kuyulardasın

    Ay ışığı bekleyen dardasın

    Hatrın soran yok

    Bahtına şıvan düşmüş pusulardasın

    Bir çınara yaslanmışın

    Çocuk gözlerinden ne yaşlar bırakmışın

    Rüya görmüşün

    Baharda yaprağa durmuş hatıraları yakmışın

    Sen kendini yakmışın usta

    Şu cihanın tam ortasında bir başına kalmışın

    Sevda yüklü trenin firar etmiş istasyondan

    Ağlamışın ne yazar

    Unutmasan kaç para

    Ömrünün hercaisi olmuşun |

    Kan yürümüş damarlarına şu hasret denilen zehrin

    Sevdakar adın kalmış

    Sokaklara düşmüş namın

    Gece susmuş gün susmuş usta

    Çırılçıplak kalmışın

    Kör kuyulardasın usta

    Ay ışığı bekleyen dardasın

    Hatrın soran yok

    Bahtına şıvan düşmüş pusulardasın

    Bütün ihbarlara alışkın

    Sonsuz yalnızlıkların peşinde

    Her siren sesinde

    Çürümüş kadavralar kentinde

    Öyle aslan öyle adam durmuşun

    Usta

    Ya aşka durmuşun

    Ya kavgaya

    Seni böyle kaç kere vurmuşlar

    Seni kaç kere sınamışlar

    Sırlarını dökmüş aynalara bakma usta

    Yürüyüşün gibi zemheri

    Yumma gözün gibi serseri

    Sen deli alem yangın yeri usta

    Bir de sakallarına ak düşmüş görmeyeli

    Kör kuyulardasın usta

    Ay ışığı bekleyen dardasın

    Nefesin nefese değerse eğer

    Eğer hatıralar hesap sorarsa

    Ya bir de bulurlarsa seni

    Yaslandığın çınarın yanında

    Saati gelir fecri atar derdi düşerse aşkın

    Bir ince vurgun gibi kan sızarsa alnından

    Kapatırsın kapıyı usta

    Köpeklerin arsız seslerine

    Bütün geceleri kapatırsın

    Bütün hesapları

    Bütün yeminleri antları sarılmaları kapatırsın

    Geriye sen kalırsın usta

    Ama ne kalırsın

    Güneş doğar saçlarının arasından

    Her gece cebinden bir ay çıkarırsın

    Şimdi kör kuyulardasın

    Yakamoz bekleyen dardasın

    Hatrın soran yok

    Bahtına şıvan düşmüş pusulardasın

    Bir sabahın evvelinde

    Senin de payın olsun merhamet

    Usta

    Bari hakkını helal et

     

    Yücel Arzen

     

    Şiirin Üstad'a yazılıp yazılmadığını tam olarak bilemiyorum. Fakat O'nun için hazırlanmış bir slaytı var ve dinlediğim zaman başkası aklıma gelmiyor. O yüzden paylaşmak istedim. Saygılarla...


  9. Roman ve tipler

     

     

    Normal olarak roman, olay ve tiplerden oluşur; elbette ki 'Bir Delinin Hatıra Defteri' gibi tek kahramandan oluşan istisnaları vardır. Romancı, anlattığı olaya uygun tipler kullanmak zorundadır.

     

    Hiç okula gitmemiş, bir çiftlikte doğup büyümüş, hayvanlarla meşgul olan bir kızın estetiğin felsefesi hakkında görüşler ileri süren bir roman kahramanı olması, inandırıcılığını kaybeder; oysa romanın etkisi inandırıcılığındadır. Pek çokları tarafından ilk roman olarak kabul edilen Cervantes'in Don Kişot romanı inanılmaz olaylarla doludur; fakat bu inanılmaz olayları Cervantes, öyle bir kahramana yaptırıyor ki, olay ile kahraman arasında uyum gerçekleştiği için roman etkisini kaybetmiyor. Hatta uyumdaki başarı esere farklı kimlikler de kazandırabilir; nitekim Don Kişot'u çocuklar masal, gençler macera romanı, aydınlar felsefi bir eser olarak okurlar. Top icat edilmiş; düzenli orduların karşısında şövalyeliğin hiçbir önemi kalmamış olmasına rağmen şövalye figürünün İspanya, hatta Avrupa tarihinde önemli yeri var. Ne çare ki insan istediği an maziden kurtulamıyor; geçmişi de yaşamaya kalkarsa, başına olmadık işler geliyor. Eseri saçmalıktan kurtaran, Cervantes'in seçtiği Don Kişot tipidir. Bu romanda da görüldüğü üzere, yazar, tipi tasvir ederken olaylara canlılık katmalı, olayları anlatırken de tipe hayat vermelidir.

     

    Okuyucu olarak bizim ondan beklemediğimiz bir işi olayın kahramanının yapması, onu sakil, iğreti duruma düşürmez; önemli olan o tipin, o işi yapacak kıratta olmasıdır. Yazar, olayını seçmekte hürdür; olayını seçtikten sonra tipini seçmekte hür değildir.

     

    Yazar, romanın çeşnisiyle de bağımlıdır. Bir romancı toplumsal bir olayı ele alıyorsa, toplumda o olaya sebebiyet veren tipleri görmezlikten gelemez. Mutlaka o tipleri alıp romanına transfer etmesi gerekmez; ama söz konusu tiplerin özelliklerini kullanmak zorundadır; çünkü o özelliklerden mahrum tipler, o olaya sebebiyet veremezler; bunlar toplumsal tiplerdir; belli bir felsefenin, bir fikrin, sosyal bir cereyanın, bürokrasinin tipleri olabilir. Bir de psikolojik tipler vardır; cimri, gaddar, düzenbaz, diğergam... Yazar bu tipleri anlatmak istiyorsa, ona göre bir olay kurgulamalıdır.

     

    Tarihî konularda romancı, ortaya bir tip çıkarmamalıdır; geçmişte bir olay cereyan etmişse, o olayın kahramanları yaşamışlardır. Bu konuda romancının öncelikli görevi araştırarak o olayı yaşayan kişileri bulup çıkarmak ve gerçeğe uygun bir şekilde anlatmaktır. Mesela son dönem romancılarımızdan rahmetli Tarık Buğra'nın 'Küçük Ağa' romanını okuyunca, tarihteki karşılığını buluyoruz; Küçük Ağa, Celal Bayar olmalıdır. Herhangi bir güzellik oluşturmak için bir gerçeği yok etmeye veya çarpıtmaya kimsenin hakkı yoktur. Ancak dönemin atmosferini vermek amacıyla tarihe mal olmayacak çapta tipler kullanılabilir. Buna güzel bir örnek Milli Mücadele'nin o çetin günlerinde halkı yüreklendirenlerden birisi olan Çolak Salih tiplemesidir. Tarih kitaplarında yer alacak bir pozisyonda değildir; fakat o günün atmosferini teneffüs ettirmek bakımından çok önemli bir figürdür. Tarihî romanlar estetiğin dışında önemli bir sosyal boyuta sahiptir. Tarih, ilim olarak ele alınırsa, en fazla olay seviyesine iner ve sıradan insanlar için oldukça kuru olur. Halbuki herkesin en azından belli bir seviyede de olsa tarih bilgisine, bilhassa tarih şuuruna ihtiyacı bulunmaktadır. Bu şuur vatan ve milletin geleceği ile ilgili çok önemli rol oynar. Almanya'da çeşitli mezhepler, birbirini anlamayan gruplar vardır; aralarına fitne sokup birbirine düşürmek mümkün değildir; teşebbüs eden granitten bir tarih şuuruna çarpar.

     

    Bazı ortak özellikleri bütün insanlar paylaşmaktadırlar; severler, nefret ederler, kıskanırlar. Fakat bu insanlarda coğrafyanın ve tarihin özelliklerini görmezlikten gelemeyiz. Bir köy delikanlısına New York'ta gangsterlik yaptırmaya çalışan romancı, daha işin başında eserini katletmiştir. Seviyeli bir romancı İstanbul'un fethinde kılıç sallayan bir yeniçerinin heyecanıyla, Kunuri'de süngü hücumuna kalkan Mehmetçiğin heyecanlarının farklı olduğunun idrakindedir. İkisi de aynı dinin, aynı milletin çocukları olmalarına rağmen, değişik tarihlerin duygularıyla donanmışlardır. Ciddi bir romancı için ne olay tiplere, ne tipler olaya feda edilir; birinin sağlıklı olması diğerine bağlıdır.

     

    11 Ekim 2010, Pazartesi


  10. Başlığı gördüğüm ilk anlarda bir reaksiyon neticesi yazı sahibi ablaya sinirlendim birden. Fakat ne yalan söyleyim hak vermedim değil. Şimdi akdamar ve sümelaya bir tepki mi bu yapılan? Yoksa tamamen hükümete ve meclise bir gözdağı mı? Uzun süre önce adı duyurulan iki ayinden sonra mhp ne yapmaya çalıştı böyle aniden anlayamadım? Her ne kadar ayinlerin yapılmasını yanlış bulsam da Tuğçe Baran sanırım çok doğru bir şey söylemiş...


  11. Vakıf medeniyeti

     

     

    Her medeniyet, en değerli bulduğu şeyi esas alır ve ona göre şekillenir. Kimisi ırkı, kimisi soyluluğu önemser; bizim medeniyetimizin odak noktası ise insandır. Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde "Ey insanlar" diye hitap edilmektedir.

     

    İslâm'a göre insan, zübde-i âlem, yani evrenin özüdür. Ecdadımız, evrenin özü kabul edilen insanın ihtiyaçlarını gidermeyi mesele edinmiş, bunun için çeşitli vakıflar kurmuş. Bilgim doğruysa, vakfın ilk çekirdeğini Hz. Ömer zamanında görüyoruz; Selçuklular, bilhassa Osmanlılar vakıfların tüzel kişiliğini geliştirmiş, gayelerini çeşitlendirmişlerdir. Hizmetçinin ev sahibinden yiyeceği zılgıt medeniyetimizin meselesi olmuş, hizmetçi hanımların kırdıkları sürahi, çanak çömlekleri telafi etmek için vakıflar kurmuşlar. Hatta Osmanlı'da vakıfların hizmet konusu insanla sınırlı değildi. Sıcak bölgelere uçamayan kanadı kırık leyleklerin hizmetini görmek için vakıflar vardı. Bu, tabiata, canlıya bakışla ilgiliydi; Osmanlı'da bir atın nalsız kullanılması suçtu, buzağıya süt bırakmayan inek sahibi ihtar edilir, ihtara uymazsa, elindeki inek alınırdı. O büyük medeniyetin nabzı merhametle atardı; merhamet de bütün canlılara aitti.

     

    Osman Sezgin hocamız bu ulu ve kutlu medeniyetin çağımızdaki bir sembolüdür. Yüreği ecdat sevgisiyle çarptığı için kendisini hizmete adamıştır; ceddimize layık evlat yetiştirmek amacıyla okullar, vakıflar kuruyor, onların yürümesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor. Sadakatinin, vefasının bir örneği olarak da başında bulunduğu 'Türk Gençlik Vakfı'na rahmete kavuşmuş saygıdeğer ağabeyimiz Prof. Dr. Asaf Ataseven hakkında nefis bir kitap yayınlatmış. Kendisinin muhtevalı bir önsöz yazdığı kitabı yayına Doç. Dr. Okan Yeşilot hazırlamış. Asaf ağabeyimizin çocukluk yıllarından başlayan eser, öğretimini, askerliğini, aile hayatını, akademisyenliğini, mücadelelerini anlatmasına resimlerle canlılık kazandırmıştır. Bu çalışmayı okuyan sadece Asaf ağabeyimizi tanımaz; nasıl yetiştiğini, hangi mahfillere girip çıktığını, İbnül Emin Mahmut Kemal gibi ustalardan neler aldığını öğrenip kendisine bir yol haritası çizebilir.

     

    "Ateş Çemberinde Azerbaycan" adındaki kitabından yine Azerbaycan ve Kafkasya ile ilgili kitap ve ilmi makalelerinden tanıdığımız Okan Yeşilot, bir akademisyende bulunması gereken bütün özelliklere sahiptir; hizmet ehli, saygılı, gösterişten uzak, gayretli, idealisttir. Genç olmasına rağmen pek çok kalıcı esere imza atmıştır. Bilhassa "Ateş Çemberinde Azerbaycan" her aydının okuması gereken bir kitaptır. "İki devlet, bir millet" diyoruz ama oradaki kardeşlerimizin son dönemlerde yaşadıkları dramlardan, çektikleri sıkıntılardan ne derecede haberdarız?

     

    Asaf ağabeyimizi üniversiteye geldiğim ilk yıllarda tanıdım. Anadolu'dan gelmiş bir genç olarak çevrem çok sınırlıydı. Damar tıkanıklığından rahatsız olan bir hemşehrim, üniversitede okuduğum için ona yardımcı olabileceğim düşüncesiyle bana gelmişti. Yardımcı olacak hiçbir tanıdığım yoktu; durumu Özer Revanoğlu'na anlattım, o da bana "Asaf ağabeye gidelim." dedi. Hastaneye gittik, çiçeği burnunda asistandı; bizlere gerçekten ağabey olduğunu gösterdi. İlgili uzmana muayene ettirdi. Hasta hemşehrimize, uzmanın tavsiyeleri arasında sigara yasağı da vardı. Asaf ağabey bizleri yolcu ederken arada bir hemşehrime dönüyor; "Bak, sigara içmeyeceksin; sana aynen domuz eti gibi yasaktır." diyordu. İslami bir haramı, hemşehrimi uyarmak için sık sık tekrar etmesi, dikkatimi çekmişti. Bu olaydan sonra Asaf Ataseven, ağabeylerim listesinde yerini aldı. Yıllarca yakınlığımız sürdü; ilk gördüğümden itibaren her geçen günle kendime daha yakın hissettiğim nadir insanlardan biriydi.

     

    İslami şuuru olan, milli değerleri bulunan hizmet ehli bir insandı, ciddi bir bilim adamıydı. Meslek hayatıyla ilgili çok mücadeleler verdi; hiçbirisi kendi şahsıyla alakalı değildi; milletimizin biraz daha iyi gün görmesi içindi. Her ne kadar Necip Fazıl üstadımız; "Bu toprak çirkef oldu bu gökyüzü bodurum" diyorsa da çöllerde yetişen nadide çiçekler gibi olan insanlardan da mahrum değiliz. İşte onlardan ikisi; Osman Sezgin, Okan Yeşilot. Nur içinde yatmasını dilediğimiz Asaf Ataseven ağabeyimizi gelecek nesillerin tanıması için ellerinden geleni yapmışlar.

     

     

    04 Ekim 2010, Pazartesi


  12. İnşallah her üye elinden gelenin üzerine çıkarak Üstad'ın fikri ve ilmi hayatını en güzel şekilde yansıtan yazılar ortaya koyarlar. Her üyenin katılması gereken bir yarışma. Zira yazı ne kadar çok olursa bizler için o kadar faydalı olur. Ayrıca bu ülkede muhafazakar olarak yetişen yeni neslin kaleminin ne kadar kuvvetli olduğu da ortaya çıkmış olur. Hayırlara vesile olması dileğiyle...

     

    Saygılarımla...


  13. sebeb-İ Telif

     

    Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız

    yaprakla yağmurun aşkı meselâ

    kim olsa serpilen coşturuyor bizi

    imreniyoruz başkalarının mahvına.

    Yağmur mahvoluyor çarparak

    kendini parçalıyor mâşukunun açılan kıvrımında

    yaprak dirimle irkiliyor nazlı ve mağrur

    silkiniyor vuran her damlaya.

     

    Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız

    bakıp başkasının başkayla kurduğu bağlantıya

    aşka dair diyoruz ilk anı bu olmalı

    ilkönce damarlarımızda duyuyoruz çağıltısını

    uzak iklimlerin

    kokusu gitmediğimiz şehirlerin önceden

    bir baş dönmesiyle kabarıyor hafızamızda

    sonra ayrılıklar düşüne dalıyoruz:

    Bize ait olan ne kadar uzakta!

     

    Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız

    başkalarının düşünceleriyle değil.

    “Üstümde yıldızlı gök”demişti Königsberg’li

    “içerimde ahlâk yasası”.

    Yasa mı?Kimin için?Neyi berkitir yasa?

    İster gözünü oğuştur,istersen tetiği çek

    idam mangasındasın içinde yasa varsa.

    Girmem,girmedim mangalara

    Yer etmedi adalet duygusu

    içimde benim

    çünkü ben

    ömrümce adle boyun eğdim.

    Yıldızlı gökte bana soracak olursanız

    kösnüdüm ona karşı

    onu hep altımda istedim.

     

    Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız

    ve devam ediyor başkalarının hınçlarıyla

    düşmanı gösteriyorlar,ona saldırıyoruz

    siz gidin artık

    düşman dağıldı dedikleri bir anda

    anlaşılıyor

    baştan beri bütün yenik düşenlerle

    aynı kışlaktaymışız

    incecik yas dumanı herkese ulaşıyor

    sevinç günlerine hürya doluştuğumuzda

    tek başınayız.

     

    Diyorum hepimizin bir gizli adı olsa gerek

    belki çocuk ve ihtiyar,belki kadın ve erkek

    hepimiz,herbirimiz gizli bir isimle adaşız

    yoksa şimdiye kadar hesapların tutması lâzımdı

    hayatımıza kendi adımızla başlardık

    bilmediğimiz bu isim,hesaptaki bu açık

    belki dilimi çözer,aşkımı başlatırım

    aşk yazılmamış olsa bile adımın üzerine

    adımı aşkın üstüne kendim yazarım.

     

    İsmet Özel


  14. Aziz dost Olcay Yazıcı

     

     

    'Batı Düşüncesinde Mevlana', 'Tıp Felsefesi Etiği Üzerine' gibi telif eserleriyle; 'İbn-i Sina Felsefesi' gibi tercümeleriyle tanınan dostumuz Prof. Dr. İsmail Yakıt, İstanbul'dan ayrılıp Isparta'ya gitmeye karar verdiğinde üzülmüştüm.

     

    Kütüphaneler diyarından ayrılmasının iyi olmayacağını düşünmüştüm. Kültürümüzde önemli bir mevkii bulunan "Ebced Hesabı" gibi layıkıyla bilinmeyen ve unutulmaya yüz tutmuş, konuları mesele ediniyor, haklarında kitaplar yazıyordu. Sadece nakil yapan bir bilim adamı değil aynı zamanda mütefekkirdi; olaylar arasında irtibat kurar, ufuk açıcı değerlendirmelerde bulunurdu. Rastlaşırsak, arefe günleri birlikte ecdadın mezarlarını dolaşırdık, o gül yüzlülerin gayretlerinden konuşurduk. Şairdi; bu husustaki yeteneğini en güzel kullandığı sahalardan biri tarih düşürme idi. "Yakut" mahlasıyla düşürdüğü tarihleri muhtevi hacimli bir eser bile neşretti.

     

    İsmail Yakıt'ın bizi güldüren fıkralarından mahrum kaldık ama Isparta ona yaradı; hazırlıklarını peş peşe kitap haline getirmeye başladı. İstanbul'daki dostlarını elbette ki unutmadı; mutluluklarını acılarını paylaştı. Kısa bir süre önce ebediyete intikal eden Ziya Nur Aksun ağabeyimizin ardından aşağıdaki tarihi düşürme vefasını gösterdi:

     

    "Bilge bir tarihçi hem de gönül adamı gitti/ Dilerim ukbada Rabbin rahmetini bol bol bulur/ Yakut teessürle düşürdü ona bir tarih: Eyvah! /Bu vefasız âlemde şimdi ne ziya kaldı ne nur."

     

    Ziya Nur ağabeyimizin acısına alışamadan Olcay Yazıcı kardeşimizin vefatıyla sarsıldık. İsmail Yakıt, ona da bir tarih düşürdü: "Şair yazar bir dostumuz sekte-i kalple/ Göç etmiş bu dâr-ı rihletten bekaya/ İşitince Yakup duada dedi tarih:/ El-Muid, rahmetler kılsın Osman Olcay'a."

     

    Uzun senelerden beridir tanıdığım Osman Olcay Yazıcı'nın rüyaları, sevdaları vardı; hiçbirisi kendisine ait olmayan; millete, ümmete, insanlığa ait. Lügatinde hülus çakmak, güçlülerin gölgesinde yer almak yoktu; kendi sanat ve tefekkür dünyasında yaşardı. Fabrika misali eser yayınlamaz ama durmadan çalışırdı. Kemmiyyetin değil keyfiyetin peşindeydi. Manasız kâğıtlar yığınını üst üste dizmek yerine okunmaya değer sahifeler kaleme almak elbette ki doğru bir iştir. Eserlerine bakınca bunu başardığını görüyoruz.

     

    Muhtevası gibi Olcay Yazıcı'nın eserlerinin başlıkları da çarpıcıdır: 'Papatyalar Üşümesin', 'Erguvan Uğultusu', 'Tartışmayı Tartışmak', 'Eylül'ün Kırdığı Gül', 'Nemrut Ateşi', 'Yaralı Küheylan' gibi... Yazıcı, edebiyatın bütün dallarıyla ilgilenirdi; özellikle şiir ve denemede temayüz etti.

     

    Olcay Yazıcı gibi duyup düşünenler çağımızda gariptir, kimsesizdir; çünkü onlar idealisttir, hakikati hesaba kurban etmezler, hak bildikleri yolda yalnız da kalsalar yürürler. Omuzlarım çeker mi çekmez mi düşünmeden bütün milletin hatta insanlığın meselelerini sırtlarlar. Yenilmiş ama hak ve insani liflerle dokunmuş medeniyetimizi insanlığın gündemine taşımaya gayret ederler. Bilirler ki güneşin sızmadığı yerlerde yaşayanların dahi ihtiyacı budur. Yazıcı gibi kalem erbabının sadece yazdıklarıyla geçinmesi mümkün değildir. Bunun için o gazetelerin kültür sanat sayfalarında çalıştı, 'Kültür Dünyası' dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı.

     

    Yazıcı, 'Yaralı Küheylan' kitabının ilk bölümünü şu cümle ile bitirir: "Erdemlerimle var olacağım; yenemeyeceksin beni ey şehir." Olcay, değerlerine sıkı sıkıya bağlıydı; değerleri şahsiyetin biricik kaynağı olarak görürdü. Bir gün şehirlerimiz erdemlilerin yaşadığı yerlere dönüşürse bunda muhakkak onun da payı olacaktır.

     

    Nemrut Ateşi'nin takdim bölümünde ise idealini şöyle ortaya koyar: "İnsanın yön haritası beşeri sistemler, dünyevi hırslar değil, uyarıcı kutsal metinler ve evrenin yaradılışından beri süregelen mistik tecrübeler olmalıdır." Mercimek beyinlilerin çoğu metafiziği sadece ahiret bileti zannediyor; pek az aydın onun esasında bu dünyanın mutluluğu için lüzumlu olduğunu anlıyor. Bunlardan biri de Olcay Yazıcı idi.

     

    Beğendiğim bir şairdi; şiirlerini hassas duygularla, derin düşüncelerle örerdi. Şu dörtlüğünden kendi geleceğini ne kadar doğru okuduğu anlaşılıyor ki aslında bu yalnızca onun değil bütün beşeriyetin geleceğidir: "Kafesten kuş uçar gibi/ Bir çığlıktan kaçar gibi/ Gök yarılıp göçer gibi/ O size ansızın gelir."

     

    20 Eylül 2010, Pazartesi


  15. Pazarlık

     

     

    Çocukluğumuzda kahvelerde, berber dükkânlarında şehvet azgını, kadın uzuvlarıyla resmedilmiş Sultan Abdülhamid portreleri bulunurdu.

     

    Ermenilerin suikastından kurtulmasına üzülen Tevfik Fikret'in yazdığı "Avcı" şiirini okullarda okuyorduk. Gün geçmiyordu ki "Kızıl Sultan"ın kan dökücülüğüne dair bir olay dinlemiş olmayalım.

     

    Hanımı lisede hocamız olan Nihal Atsız Bey'in romanlarını, yayınladığı dergiyi okuyor, onu büyüğümüz biliyor, zaman zaman ziyaretine gidiyorduk. Bir gün dergide bir makalesine rastladım, başlığı; "Gök Sultan"dı; II. Abdülhamid'i anlatıyordu. "Hoca çıldırmış mı!" diye zihnimden geçirirken terleyerek okuduğum makalede "Kızıl Sultan" sıfatını ona Yahudilerin taktığını, hangi iftiralara uğradığını anlatıyordu. Daha sonra Nizamettin Nazif, "İlan-ı Hürriyet ve Sultan Abdülhamit" kitabını kaleme aldı. Bu konuda Necip Fazıl'ın "Ulu Hakan" adlı eseri bir dönemeç oldu.

     

    Nihal Atsız ve Necip Fazıl, fikirlerinin bayraktarlarıydılar. Bir milletin nasıl oluştuğunu gayet iyi biliyorlardı. Resmi makamlar ise bu unsurları kökten biçiyorlardı. Onlar da ister istemez bir mücadeleye girmek zorunda kalıyorlardı. Elbette kitaplarında ilmilikten ziyade hissilik ağır basacaktı, çünkü alçakça iftiralara cevap vermek durumundaydılar.

     

    Sonraları Ahmet Uçar, Cezmi Eraslan ve daha pek çok tarihçi tarafından Abdülhamid Han'la ilgili kitaplar yazıldı. Bu günlerde de Prof. Dr. Vahdettin Engin dostumuzun Abdülhamid dönemine dair "Pazarlık" adındaki eserini okumak imkânına kavuştuk. Bu kitap Abdülhamid'i anlatırken yıllardan beri güncelliğini koruyan Filistin'e ağırlık vermektedir. Muhakkak ki sadece bu özelliği onu etkili hale getirmiyor. Son dönem tarihimizin ideolojiler uğruna nasıl katledildiğine dair de ipuçlarını bu kitapta bulmak mümkün. Theodor Herzl'in mektubu, bu konuda çarpıcı bir örnektir. 25 Temmuz 1902 tarihli mektubu araştırmacılar tarafından okunmak istendiğinde, Fransızca orijinali ile Latin harfleriyle daktilo edilmiş Türkçe nüshasının da verilmesinin ortaya çıkardığı vahim hatayı Engin şöyle anlatıyor: "Ortada bir tercüme olunca, bu mektuba çalışmalarında yer veren araştırmacılar orijinal Fransızca metne bakmadan Türkçe tercümeyi olduğu gibi kullanmışlardır. Böyle olunca da, farkında bile olmadan çok vahim bir hataya imza atmışlardır. Çünkü Türkçe tercüme yanlış yapılmıştır. Bu yanlışlık sadece bir cümledir, ama anlam itibarıyla meseleyi çok farklı boyuta getirebilmekte ve bu tercüme esas alındığında II. Abdülhamid'in Theodor Herzl'e Yahudilerin Filistin'e yerleşmesini önerdiği anlamı çıkmaktadır." Vahdettin Engin Bey'le yıllar önce aynı gazetede yazdık; ayrıca "Cumhuriyetin Aynası Osmanlı", "Kurtlar Sofrasındaki Osmanlı" gibi eserlerinden kendilerini tanıyorum; son derece iyi niyetli, saplantıları bulunmayan, ciddi bir ilim adamıdır. Elinde belki de somut belge olmadığı için bunu tercüme yanlışlığına bağlıyor. Şimdi kendime soruyorum; arşivden istenen kaç belge tercümesiyle veriliyor? Niçin Theodor Herzl'in mektubu Latin harfleriyle Türkçeye tercüme edilmiş? Çok değişik hususlardan tarihimizde bir yaban elin dolaştığına kani olduğum için bunun bir yanlışlıkla değil, kasıtla yapıldığına inanıyorum.

     

    Vahdettin Engin'in bu kitabını bütün aydınlarımız, bilhassa Dışişleri Bakanlığı'mız personeli, siyasilerimiz okumalıdır. 1906 yılında Osmanlı ile İngiltere arasındaki Akabe meselesinde, Abdülhamid'in nasıl iki hamle sonrasını düşünerek adım attığını göreceklerdir. İngilizlerin gözünün Akabe'de olduğunu bilen Abdülhamid Han, Tabe'yi işgal ettirdi. Bir meselenin hallinde taraflar iyi niyet gösterisinde bulunmak için geri adım atmak zorunda kalınca, Abdülhamid önemsiz Tabe'den çekilerek Akabe'yi kurtardı.

     

    Engin, yanlış bilgilerin giderek adeta iman haline dönüştüğünden, onları değiştirmenin artık mümkün olmadığından yakınmaktadır. Tespiti çok doğru; fakat bu durup dururken olmuyor; propaganda ile o hale getiriliyor. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nın çıkmasında Mithat Paşa çok önemli rol oynamıştır. Hatta savaş kararını Meclis'ten geçirmek için sahte rapor düzenlettiği iddia edilmektedir. Ama kendisi hürriyet kahramanı olarak biliniyor; adı caddelere veriliyor. Buradaki sırrı çözünceye kadar Engin'in yakındığı husus ortadan kalkmaz.

     

    Çok güzel, gerçekten okunmaya değer bir çalışma yapmış, ne yazık ki sütunumuz bu kadar, "Pazarlık" kitabını değişik vesilelerle ele alabileceğimizi ümit etmemiz bizi teselli ediyor.."

     

     

    27 Eylül 2010, Pazartesi


  16.  Yavuz Bülent Bakiler çok güzel noktalara temas etmiş. Bende kızının böyle demesine şaşırdım doğrusu. Nasıl saygı duyabilir ki?? Herşeyi bir kenara bırakalım Karabekir Paşa'nın Erzurum'da Atatürk'e emrinizdeyim paşam dediği kolordu binasını gördükçe hala aklıma gelir acaba demese ne olurdu diye??

     

    Şimdi Karabekir Paşa'ya yapılanlar reva mı? Ayrıca O'nun saygı duyması gibi saçma birşey düşünülebilir mi?? Hiç zannetmiyorum...

×
×
  • Create New...