Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Eşref Bey

Editor
  • Content Count

    390
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    10

Posts posted by Eşref Bey


  1. Taraf gazetesinde görmeye alıştığımız yazılardan bir tanesi de zaman gazetesinde ortaya çıkmış. Çok vahim bir durum kimdir bunu yazan ahmak diye düşünüyorum. Maalesef zaman yelpazeyi genişletelim derken ipin ucunu kaçırdı.Çok yazık nerde o hizmet aşkı? Bundan bir süre önce sızıntı dergisinde Abdulhamit Hanla ilgili bir yazı okuyup çok beğenmiştim.Lakin aynı derginin diğer yayın kolu olan zaman gazetesinde bu yazıda ne oluyor şimdi? Arkadaşımızın dediği gibi anlamakta güçlük çekiyorum.

     

    Birçok arkadaşımız demiş hoşgörü, her kesimden bir görüş olmalı falan filan. Ne oluyor arkadaşım eleştirilen kişi Ulu Hakan Abdülhamid Han ve yapmadığı bir eylemle eleştiriliyor. Vakıf Ahmet kardeşim ne güzel demiş işine gelen yazılar yayınlanır. Çünkü eleştirilen kişiler kendileri değildir. Lakin Büyük Sultan eleştirilebilir ne de olsa hoşgörü politikası. Zaten o yüzünde kin depolanmış bejan matur nedir öyle. Kimdir o nerden çıkmış? Kadının dağın arkasına bakmak diye bir kitabı var. Resmen örgütü bir aile, bir dost ve kabul edilmesi gereken bir misafir olarak göstermiş. Hoşgörü diyen arkadaşlar bakın bi kitaba. Zaman gazetesinde böylesinin ne işi var.

     

    Taraf gazetesinde Üstad'a hakaret edildi diye hepimiz ayağa kalktık, tepki gösterdik. Gerçi zamandan birşey gelmedi yanlış hatırlamıyorsam ama neyse. Şimdi eleştirilen hatta iftira atılan kişi Üstad'ın hakkın herşeyi göze alarak kitap yazdığı Büyük Sultan. Nasıl olur da bu yazı zamanda yayınlanır. Beni daha çok düşündüren konu Üstad hayranı forum üyeleri nasıl olur da bu yazıyı farklı görüş olarak niteler ve hala tepki vermez. Arkadaşlar bi düşünen Allah aşkına!! Zaman nerden nereye geldi? Daha da önemlisi bu davaya hizmet eden abiler acaba bu gidişattan memnun mu? Gerçekten merak ediyorum doğrusu.

     

    Zaman gazetesinde yazı yazan değerli büyüklerden dolayı birşey demeyi kendime yakıştıramıyordum. Lakin bu yazıyla kimseyi tanıyacak durumumuz kalmadı. Zamanında Elif Şafak bile yazı yazarken bu olmamıştı. Acaba zaman bu tür yazarları neden kadrosuna katar ve neden yazılarını yayınlar? Asıl konuşulması gereken sanırım bu konu.


  2. Romanda üslup

     

    Aynı anlamı ifade eden cümle farklı şekilde söylenebilir veya yazılabilir.

     

    Söz konusu maksat bir olmakla beraber farklı anlatmanın etkileri değişik olur; çünkü cümle kuruluşları, kelime seçimleri, vurgulamalar birbirinin aynısı değildir. Muhatabındaki algı öznenin karakterini de yansıttığı için "Üslup aynıyle insandır" denmiştir. Bir konuyu ilmi bir idrakle ele almak, aynı hususu romancı olarak işlemek birbirinden farklı dili kullanmayı gerektirir; zira ilim adamının niyeti başka, romancınınki başkadır. İlim adamı bir konuyu gün ışığına çıkarmak, muhatabını ikna etmek ister; romancı ise okuyucusuna ufuk açmanın, konuya farklı şekilde bakma yeteneği kazandırmanın peşindedir. Bu konuda Don Kişot çarpıcı bir örnektir; yaşadığı döneme intibak edemeyen Don Kişot, bir akıl doktorunun nezdinde hastadır; durumunu tıp ilmine uygun bir tarzda açıklar. Cervantes ise onu bir roman kahramanı olarak ele almış, dikkat çekici yönlerini öne çıkaracak maceralarını anlatmıştır. Vakıa Cervantes'in naklettiği olaylar Don Kişot'un akli dengesinin yerinde olmadığını bize göstermekle beraber, bu iki anlatım arasındaki fark, aynı insanı iki ayrı tip olarak algılamamıza sebep olmaktadır.

     

    Romancılar da konuları farklı şekilde ele alırlar. Bazısı olaylarla, kahramanlarının ruh hali ve karakterleriyle bir tezi işlerken, bazısı da olayları anlatarak okuyucuya farklı bir atmosfer solutmanın peşinde görünürler. Bu ikinci tip romancıların sanat anlayışları portakalı andırır. Hiç kimse vitamin almak için portakal yemez; ama portakal yerken vitamin alır. Herhangi bir gaye gütmeyen, sadece okuyucularını eğlendirmek isteyen Mişel Zevako gibi romancılar da vardır. Hemen belirtmek gerekir ki, seviyeli bir romancı ele aldığı konuya göre üslup kullanır. Mesela Don Kişot'u yaşatan, bizlere sevimli yapan Cervantes'in kullandığı üsluptur. Cervantes'in kahramanına uygun o güzelim üslubu olmasaydı, sıradan bir akıl hastası olan Don Kişot kimseyi ilgilendirmezdi.

     

    Aynı anlama gelen kelimelerin uzunluğu, kısalığı, musikisi etkisini değiştireceği için dikkatli bir sanatkâr bunların üzerinde durur. "O Belde" şiirindeki kelimelerin yerlerine eşanlamlılarını koyup okusak, bir komediyle karşılaşırız. Ayrıca söyleyene göre aynı cümle farklı anlamlar kazanabilir. Bir romancının, bir hanımefendiye "Vay alçak!" dedirtmesiyle, babacan bir adama aynı şeyi söyletmesi okuyucuda aynı etkiyi yapmaz. Hanımefendi "Vay alçak!" derken karşısındakinin seviyesine işaret eder; babacan ise çoklarının düşünmediği hususları hesaba katmış, bir hinoğlu hinle karşı karşıya bulunduğunu da anlatmış olabilir.

     

    Üslupta yazan veya konuşanın içinde bulunduğu ortam da etkili olur. Bir başka söyleyişle kahramanın pozisyonu üslubuna yansır. Bir savaşı yöneten kumandanın karargâha çektiği telgrafta kullandığı üslupla, o savaşın atmosferini okuyucularına teneffüs ettirmek isteyen romancının üslubunun bir olmayacağı açıktır. Aynı savaşı anlatmak isteyen romancıların da üslubu başka başkadır; burada yazarların yetişmeleri, edindikleri edebi tecrübe, yetenek ve mizaçları devreye girer.

     

    Üslup konusunda Tolstoy şöyle bir olay nakleder: "Turgenyev'e ölümünden uzun bir zaman önce sordum: 'İvan Sergeyeviç niye artık yazmıyorsun?' Bana şu cevabı verdi: 'Yazmam için biraz âşık olmam gerekir. Şimdi yaşlandım ve artık âşık olamam, işte bunun için de yazmayı bıraktım.'" İyi bir üslup analizcisi, aşkın Turgenyev'in üslubunda oynadığı rolü herhalde teşhis eder. Kanaatimce aşk, coşkunluk demektir; edebi eser de sadece beyinle değil, aynı zamanda yürekle yazılır. O coşkunluğu duymuyorsa, kaleme alacağı eser "Babalar ve Oğullar"ı gölgeler diye düşünmüş olabilir.

     

    Tolstoy, üsluptan ne anladığını şu cümle ile izah ediyor: "Bir kimse kalemi mürekkep hokkasına batırdığı zaman kendi vücudundan bir parça hokkada bırakmadıkça yazmamalıdır." Arnold Bennette'nin "Yazar, yaşadığı dakikadan başka şey görmeyen, mazi hakkında hiçbir şey hatırlamayan bir bebek veya çılgın gibi görmeli." cümlesinden romancının nötrleşmesi, olayı aynen nakletmesi gerektiğini anlıyoruz.

     

    Üslup, olay hakkında kullanılan yöntem, cümlelerin kuruluşu, seçilen kelimelerdir. Olay, "Ardında ne olacak?" sorusuna cevap aradığımız süreçtir. Plan, olayın nasıl anlatılacağına dair yapılan tasarıdır. Tez, yazarın bu olayı niçin kaleme aldığının tespitidir. Bütün bunlar eserin etini, kemiğini, ruhunu oluşturur.

     

     

    09 Mayıs 2011, Pazartesi


  3. Nuri'nin sahada bir frikik golü bizim sevinmemize yeter penaltıyı taca atan kardeşim(nasıl başarılır anlamıyorum ki sabri bile yapmaz mübarek). Biz öyle bir milletiz. Yani kimse Nuri'nin Madrid'de kaç kişiyi etkilediğine değil dünyada kaç futbol hayranını etkileyip Türkiye'ye uluslararası turnuvalarda getireceği kupalara bakar. Lakin yapabilirse ne mutlu. Ama asimile olamamak onun için en iyisi olur neticede ispanyollar dini inançlarında sağlam diye biliyorum. Bizim Nuri onlara uymaz inşallah. (Bi de Mesutla Nuri Barça'ya kök söktürür herhalde)


  4. Tarihten beri hiç değişmeyen ve değişmeyecek olan chp zihniyeti yine karşımızda. Mesele parka isim verme meselesi değil aslında tam anlamıyla yobazlık!!! Başka bir kelime bunu açıklayamaz tabi birde şenaat. Ama böylelerini başa geçirirsen başka bir şey bekleyemezsin zaten. Ne denir ki bunların hesabı oy verenlere de düşüyor.

     

    Aslında fikir olarak çok küçük bir olay yapılan lakin bizi üzen bu yobazların hala bunlardan medet ummaya çalıştıklarıdır. Ne olacak bu kelin adını bi parka verince onu nirvanaya mı çıkaracaksınız ahmaklar? Sizin başınızda daha nice keller var ama onların adını yalnız mezar taşında bırakacak nesil gelecektir elbet...


  5. Aslında Serdengeçti konusunda düşünülmesi gereken bir konu da Ülkücü Hareketin nerden nereye geldiğidir. O dönemin ülkücüleri ile bu dönemin ülkücüleri arasında bariz bir fark var ne yazık ki. Bugün acaba yaşasalar yine ülkücü olurlar mıydı merak ediyorum. O günlerde tamamen maneviyat kaygısıyla ortaya çıkmış olan bir ideoloji bugün sağ seçmenle alay eden yöneticilerin eline geçmiş. Ulusalcı denilen çizgiye kaymaya devam eden mhp ziyadesiyle seçmenini üzmekte.

     

    Üstad'ın bir dönem yanında olduğu bu güzel görüş tepesinde maneviyattan uzak insanlarla eski günlerini bir hayli aratmakta. Neyse zaten böyle giderse ya kendini düzeltmek ve eski günlerine dönme kaygısı taşıyacak ya da zeminden çatırdamaya başlayacaktır.


  6. Şiirde duygu ve fikir

     

    Hiç kimse şiirin ne olduğunu tekeline alamayacağı gibi, şiirini beğenmediğine "Sen şair değilsin" diyerek, onu şairler zümresinin dışına çıkaramaz.

     

     

    Ahmet Haşim'in, Asaf Halet'in şiirleri yayınlandıkları dönemlerde yadırganmış, pek çok sanatsevere de "Bunlar şair mi?" dedirtmiştir. Fakat zaman geçtikçe, onların şiirleri sevildi, hatta örnek olarak gösterildi. Her dâhi beraberinde üslubunu getirir; bu üslup yenilik içeriyorsa, alışkanlıklara çarpar, bazılarını rahatsız eder. Ama onun sanat eserinde tat, derinlik varsa, erbabı bunların farkına varır. Mesela Asaf Halet'in "Siddharta" şiirindeki "Om mani padme hum" mısraı hafife alınmasına sebep olacağı umulurken, tam aksine şiire bir ahenk, bir musiki kattığı sezilmiştir. "Koskoca bir ağaç görüyorum/ Ufacık bir tohumda/ O ne ağaç ne tohum/ Om mani padme hum".

     

    Bir kişi kalemi alıp şiir yazdığını iddia ediyorsa, o kendince şairdir. Yazdığını okuyan şairdir diyorsa onun için de şairdir. Bir başkasının onu şair sayması sadece kendisine ait sübjektif bir değerlendirmedir. Aslında sanat bizatihi sübjektif bir vakıadır; fakat onun bu durumu bazı özelliklerinin olduğunu inkâr etmeyi gerektirmez. Hiç şüphesiz şiir kişisel bir eserdir; çünkü hammaddesi duygudur. Fakat bu duygu sübjektifliğin sınırlarını aşıp estetik bir anlayışla objektif bir kimlik kazanamazsa, o eser başkalarına hitap etmek yeteneğinden mahrum kalır. Bunun için bir sanatkârın, ferdi hasletlerini bir kültürün ve aynı zamanda evrenselliğin değerleriyle mezcetmesi gerekir.

     

    Şair başkaları tarafından yaşanmamış, sadece kendisine has duyguları ifade etmeye çalışırsa, anadan doğma bir âmâya kırmızıyı anlatmak gibi bir duruma düşer. Ancak iç bükey bir sanat ürünü ortaya çıkarır; kendisi heyecanlanır; fakat okuyan hiç umursamaz. Sanatkârın malzemesi kolektif duygular olmalıdır; elbette kendi duygularını da eserine yansıtmalıdır; ama şahsına ait duygular şiiri kendisinin yapacak oranda olmalıdır. İşte bu noktada sanat eserinde ölçü karşımıza çıkmaktadır. Öyle an gelir ki şair yaşanabilecek duygular da keşfedebilir; yalnız bu duygular o tarzda işlenmeli ki okuyan kendisinde de mevcut olduğunu zannetsin. Aslında insanların mayasında ortak payda pek fazladır. Mesela Yahya Kemal'in "Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazin/ Bir çare yok mudur buna ya Rabbülalemin" beyitindeki duyguların varlığını sıradan insanlar farkına varmaz; ama okuyunca "şair beni anlatmış" der.

     

    Sanat milli bünyede üretilir; evrensel bir boyut kazanırsa, insanlığa hitap eder. Bir sanat ürününün evrensel olması için milli özelliğinden arınması gerekmez; zaten evrenselliğin kökü milliliktedir; milli ortamlarda bizatihi insana hitap eden unsurlar toplanarak evrenselliği oluştururlar. Yalnız milliliğin damgasını taşıyan sert çizgiler evrenselliğe açılabilmesi için yumuşamalı, ama özünü yitirmemelidirler. Milliliğini yitirmeden evrensel olabilmek romanda, hikâyede, sanatın pek çok dalında bir nebze kolaydır, şiirde zordur. Roman ve hikâye, şiire oranla daha fazla olaya, düşünceye dayanır; şiirin oluşmasında ise birinci faktör hissetmektir. Bir milletin bünyesinde şahsiyetini bulan sanatkâr, diğer milletlerin tarihi gelişmesini, onlarda olup bitenleri, nasıl düşündüklerini analiz edebilir, anlayabilir. Fakat o sanatkârın diğer millet gibi hissetmesi hemen hemen mümkün değildir; hissederse kendisi ortada kalmayabilir. Özü duyguya dayandığı için şiirin en milli sanat olduğunda şüphe yoktur. Milletlerinin Yunus, Fuzuli, Hafız, Shakespeare, Goethe gibi dâhileri yabancılara oranla daha iyi anladıklarını düşünürsek, şiirin mahiyetini ciddi bir şekilde kavrayabiliriz.

     

    Hemen belirtmek gerekir ki, hiçbir emek, sadece duyguyla dokunan sanat eserini sabun köpüğü olmaktan kurtaramaz. Fikir, şiirin kemiğini oluşturur. Duygusuz fikirlerle gün ışığına çıkarılanlar da estetikten yoksun kalır. Her sanat eseri gibi şiirin de en belirgin özelliği duygu ve fikrin dengeli bir şekilde karılmasıdır.

     

    Ama kesinlikle şiir öğretici bir mahiyet taşımamalıdır; didaktik olması bir yana, hatta Haşim gibi sembolistler şiirde anlam aramanın bile yanlış olduğu kanaatindedirler. Onlara göre şiir, ses ve musikidir; istenen bunlarla anlatılmalı, çağrışımlara sebep olmalıdır. Değişik kimseler bir şiirden farklı anlamlar çıkarabilirler; kanaatlerince bu şiirin eksikliğinden ileri gelmez; doğasının ürünüdür. Şiir nasıl telakki edilirse edilsin, diğer sanat türleri gibi o da tebliğ yapmamalı, telkinde bulunmalıdır.

     

     

    02 Mayıs 2011, Pazartesi


  7. Hizbullah İsrail'e yürüyor!

     

    15 Mayıs'ta, Nakba (Büyük Felaket) günü nedeniyle Lübnan'da bütün bölgeyi harekete geçirecek bir eylem planlanıyor. Hizbullah ve ona yakın kuruluşlar, Filistinlileri yanlarına alarak İsrail'in işgal ettiği Filistin topraklarına yürüyecek. Geri Dönüş Hareketi çatısı altında Filistin topraklarına yönelecek kalabalığa İsrail'in nasıl müdahale edeceği şimdiden belli. Lübnan'dan işgal edilmiş topraklara yürüyüş, bölgede yeni bir savaş anlamına gelebilir.

     

    Sabra ve Şatilla kamplarında yokluk ve yoksunluk içinde yaşayan Filistinlilerin harekete geçirilmesi demek. Daha birkaç yıl önce, Lübnan askerleriyle bu kamplardaki Filistinliler arasındaki çatışmaları hatırlıyoruz. Şimdi söz konusu hareket Lübnan iç siyasetini de dalgalandıracak demek.

     

    Milyonlarca Filistinli mültecinin evine, topraklarına dönüşü bir tür uluslararası konsensus ile imkansız hale getirildi. Ortadoğu barış görüşmelerinin hiç birinde onlara açık kapı bırakılmadı. Hizbullah, bu gücü şimdi fark etti ve harekete geçiriyor. Neden?

     

    Bu ilk notu verelim, nedenine geleceğiz. Devam edelim.

     

    Dört buçuk yıl devam eden Filistin iç gerilimi, yer yer iç savaşının ardından Hamas ile El Fetih sessiz sedasız anlaşmaya vardı. Hüsnü Mubarek sonrası İsrail'le arasına mesafe koymaya başlayan yeni Mısır yönetimi Gazze'nin Refah sınır kapısını artık kapatmayacağını açıklamasının ardından bu anlaşmaya öncülük etti. Hamas-El Fetih çatışması, bir ABD-İsrail-Mısır politikasıydı. Hamas'ı tasfiye etmeye dönük ortak girişimdi. Kan aktı. Bu ülkeler açıktan El Fetih'e destek verdi, silah sevkiyatı yaptı. Gazze'de basılan El Fetih karargahında CIA-Mossad'la Mısır istihbaratı arasındaki kirli ilişkiler deşifre oldu. Filistin için, Filistin davasının acısını duyanlar için kötü örneklerdi.

     

    Şimdi bir aç gün içinde taraflar uzlaştı, imzalar atıldı. Bugün Kahire'de barış töreni yapılacak, bir çok ülkeden liderler, temsilciler törene katılacak. Anlaşma sonrası Hamas'ın yıllardır Şam'da olan siyasi yönetim merkezinin Katar'a taşınacağı açıklandı.

     

    İlginç, çarpıcı gelişmeler oluyor.

     

    Bu ikinci not. Devam edelim..

     

    Suriye'de, Baas rejiminin baskılarına direnen insanlar giderek güç kazanıyor. Rejim, demokratikleşme, özgürleşme projeleri yerine hak taleplerini kanla bastırma, yok etme tercihine yöneldi. Ürdün-Lübnan sınır bölgelerinden her gün kötü haberler geliyor. Birkaç gündür yüzlerce insanın evlerinin basılarak gözaltına alındığı, bazılarının kayıp olduğu bilgileri geliyor. Şam yönetimi, mesajları doğru okumamaya devam ederse büyük bir tehditle hatta dış müdahaleyle yüzleşecek. Şu an derin pazarlıklar yapılıyor.

     

    Bu üçüncü not..

     

    Şimdi üç notun bize ne anlattığına bakalım.

     

    Suriye'ye şunu söylüyorlar: İran'la ilişkilerini azalt, İran etkisinden çık. Bizimle işbirliği yap. İki seçenek var ortada. Şam ya İran'la arasına mesafe koyacak, İran-Suriye aksı parçalanacak ya da daha büyük isyanlarla hatta dış müdahaleyle yüzleşecek. İkincisi olursa çok kan dökülecek, bu ülke çok acı çekecek. Suriye yönetimi, durumu iyi okursa, işin vahametini kavrarsa, pragmatik davranıp bu tehlikeyi bertaraf edebilir. Bir tercih yapabilir ve İran'la arasına mesafe koyabilir. Bunu yaparsa, isyan dalgalarının hafiflediğini, etkisini kaybettiğini görebiliriz. Yapmazsa, İran-Suriye-Hizbullah çok sert ve tehlikeli denemelere girebilir.

     

    Filistinli grupların barıştırılması, merkezin Şam'dan Katar'a taşınması bu pazarlığın aşamalarından biri. Hamas kartı Suriye ve İran'ın elinden alınıyor. Tahran ve Şam için son derece endişe verici bir durum var ortada. İran hemen harekete geçti. Filistin meselesine sahip çıkmak için yepyeni bir yol keşfetti. Hizbullah, etkisi altına alabildiği Filistinlilerle şimdi İsrail'e yürüyecek. Hedef İsrail ama aynı anda Filistin kartının tekrar İran-Suriye'nin elinde kalmasının garantilenmesinden başka bir şey değil.

     

    Batı, S. Arabistan-Katar gibi ülkelerle İran-Suriye arasında bir satranç oynanıyor. Türkiye de bu satrancın asli oyuncularından biri. Eğer Suriye-İran aksı kırılırsa Tahran yapayalnız bırakılacak. Daha ileri gidelim; Hizbullah yapayalnız bırakılacak ve bir sonraki aşamada Hizbullah'ın silahsızlandırılması gündeme gelecek.

     

    Şimdilik iki taraf da Filistin kartı üzerinden restleşiyor. Bu yüzden, zincirin en zayıf halkası Suriye taraf değiştirmeye zorlanıyor. Şam 'hayır' derse gerçekten kıyamet kopacak. Muhalefet dalgası bütün ülkeyi kaplayacak, rejim silahla ayakta kalmaya çalışacak, çok kan dökülecek ve birkaç hafta sonra Suriye'ye müdahale tartışmalarını konuşuyor olacağız. 'Evet' derse İran ve Hizbullah çok zor durumda kalacak. Bölgesel denklem değişecek. İran köşeye sıkıştırılacak, Hizbullah hedef alınacak.

     

    İlk iki not, hassasiyet gösterdiğimiz, son derece olumlu bulduğumuz ve destek verdiğimiz gelişmeleri içeriyor. Ama bu gelişmeler bölgesel güç mücadelesinde başka anlamlar içeriyor. İran'ın Hizbullah kartı, diğerlerinin Filistin kartı. Bu restleşme nasıl bir sonuç doğurur sizce? Her türlü ihtimali, bütün ayrıntılarıyla tartışmakta yarar var...

     

    Önümüzdeki günlerde gerçekten çok sıcak, çok önemli gelişmeler olacak gibi...


  8. Ülkücülerin sessiz tepkisi

     

    Görüntüler, Pislik-1, Pislik-2 diye atılıyor, internet sitesine. Sitelere her görüntü düştüğünde beyinlerinden vurulmuşa dönüyorlar.

     

    Yapanların ya da yayanların yüzü kızarmıyor ancak onlar milliyetçi hareketin bu tür görüntülerle gündeme gelmesinden dolayı utanıyorlar, arlanıyorlar, yerin dibine batıyorlar.

     

    Ülkücü gençlikten söz ediyorum.

     

    Öfkeliler.

     

    Seçim, MHP'nin barajı aşıp aşmaması artık ikinci planda kalmış durumda.

     

    "Barajı aşıp, aşmamak sorun değil. Bunlar bizim yüzümüze yere baktırdılar" diyorlar.

     

    Kızgınlıkları iki noktada toplanıyor.

     

    Biri, MHP'nin iki Genel Başkan yardımcısının pespaye görüntülerle gündeme gelmesi. Bu görüntüler ülkücü gençleri müthiş kızdırdı.

     

    Kızgınlıklarını öfkeye dönüştüren ise, kasette yer alan dine, aileye, mukaddesata yönelik ağır ifadelerin kullanıldığı konuşmalar.

     

    İkincisi ise MHP yönetiminin tavrı. Ve bu çok önemli.

     

    MHP Genel Merkezi'nden bir anekdot aktarmak istiyorum. Kaset olayı gündeme geldiği akşam Devlet Bahçeli Kırşehir'deydi. Kasetin medyada yer aldığı gün ise Düzce mitingi vardı. İlk değerlendirmeyi Düzce'de yaptı ve olayı MHP'ye yönelik komplonun bir parçası olarak nitelendirdi. İstifadan, ihraçtan söz etmedi.

     

    Ancak Ülkü Ocakları başta olmak üzere teşkilatlardan Genel Merkez'e inanılmaz ölçüde tepkiler yağmaya başlayınca, işin geçiştirilemeyeceğini gördü.

     

    Bahçeli Düzce mitinginden sonra Ankara'ya gelip, doğruca Genel Merkez'e geçiyor.

     

    İlk kasetten söz ediyorum. Ancak 1 dakika izleyebiliyor. Öfkeyle, "Kapatın" diyor. Ardından parti yöneticilerini toplayıp, "Kaseti olan varsa istifa etsin" talimatını veriyor.

     

    Siyasette zamanlama ve alınan kararın şiddeti önemli.

     

    İlk başlarda olayı bir komplo olarak niteleyen konuşmalar, akşam saatlerine doğru istemeye istemeye yapılan "istifa etsinler" açıklaması, Ülkücü gençliği tatmin etmiyor.

     

    Olayın vahametini anlamayan MHP yönetimine ders vermek için ikinci kaset, başka bir tabirle, "Pislik-2" internet sitelerine servis ediliyor.

     

    Kaset skandalı ile gündeme gelen MHP Genel Başkan yardımcıları Recai Yıldırım ve Metin Çobanoğlu'nun milletvekili listelerinden istifa etmesi yeterli bulunmuyor. "Bizzat Devlet Bahçeli'nin talebiyle MHP'den ihraç edilmeliydiler" deniliyor. Onlar ibret-i müessire olacak bir karar beklerken, Deniz Bölükbaşı'na ait olduğu ifade edilen bir söz, "Ülkücü kulisleri"ne hızla yayılıyor.

     

    Peki o söz ne?

     

    Kaset olayının ortaya çıktığı gün, Recai Yıldırım ve Metin Çobanoğlu ile birlikte kendi aracı da saldırıya uğrayan Deniz Bölükbaşı'nın, "Ülkü Ocakları köpeklerini üstüme salmış, benim arabamın camlarını nasıl indirirler" sözü dalga dalga yayılıyor.

     

    Bölükbaşı jet bir açıklama yaparak, bunu yalanlıyor ama camia inanmıyor. İki milletvekilinin ülkücü ahlakına yakışmayan görüntülerinin ortaya çıkması camiada, "şok etkisi" yapıyor.

     

    Ülkücüler olaya tepki gösteriyor, tek tük, "Bunları Genel Başkan koruyor" şeklinde eleştiriler yükseliyor. Ancak Bahçeli'nin olayı istifa ile geçiştireceğini düşünüp, "Ülkücü kararlılığını" göstermemesi, işin şeklini değiştiriyor.

     

    Lidere itaat kültüründen gelen, "Öl de ölelim, vur de vuralım" sloganlarıyla yetişen, en büyük ideali, liderinin kapısında nöbet tutmak olan ülkücü gençlik artık tepkisinin hedefine Devlet Bahçeli'yi koydu.

     

    "Milletimize hakaret eden, değerlerimize söven ve ahlaksızlık içinde debelenen kişileri kendine Genel Başkan Yardımcısı olarak seçen kendisidir. Partide inançlarına bağlı kadroları tasfiye edip kendi gibi maneviyattan uzak bir üst yönetim oluşturan kendisidir."

     

    Bu satırlar doğrudan Bahçeli'yi hedef alıyor. MHP lideri olayı aydınlatmadığı taktir de sorumluluğun iktidarda olacağını söylerken, "Senin Genel Başkan yardımcılarını, o odaya iktidar mı soktu" sorusuna cevap bulması gerekiyor. Kendi eşine, dini değerlerimize, Hazret-i Osman'a, Aleviliğe, sağcı seçmene yönelik o sözleri iktidar mı söyletti sorusunun cevabı olmalı. Türban yasağının kaldırılması için mücadele eden ülkücülükten, türbanlı kadın fantezileri kuran MHP yöneticiliğine... Gelinen nokta bu.

     

    Dün 3 Mayıs'tı.

     

    Atsızların, Reha Oğuz Türkkan'ın, Alparslan Türkeş'in yargılandığı, "Türkçülük davası"nın yıldönümü. Milliyetçi hareketin tohumlarının atıldığı, tarihe geçen, "tabutluk" işkencelerinin yaşandığı olayın yıldönümü. Dün Ankara'da Ülkü Ocakları'nın 3 ayrı yerde eylem yapacağı ilan edildi.

     

    Saat 11.00'da Ulus'ta eylem vardı.

     

    3 Mayıs 1944 günü, yani Atsız davası için mahkeme salonuna sokulmayıp Ulus'a doğru yürüyen milliyetçilerin coplatıldığı yer.

     

    15-20 kişi katıldı. Kızılay'daki eyleme gelen olmadı.

     

    Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin önünde 20-25 kişi toplanmıştı. Bu ülkücülerin sessiz protestosudur.

     

    Tabii anlayana...

     

     

    Yeni Şafak


  9. Kılıçdaroğlu komik adam vesselam. Bakın yine neler çıkmış ağzından. Adam konuşmayı biliyor canım bir de bu adamı eleştiriyorlar konuşmayı beceremez diye. Bak işte bal damlıyor bal. Allah bundan geri bırakmasın Sayın(!) Kılıçdaroğlu...

     

    Nazım da bizim Necip Fazıl da

     

    CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 2B projesini açıkladığı Sultanbeylide gazetecilerin soruları üzerine şunları söyledi:

     

    (Hükümete yakın bir firmanın, Recep Beyin marka olarak patentini almasıyla ilgili) Bu soruya espriyle yanıt vermek lazım. Recep Beyi yasaklıyorlarsa biz de Bay Recep deriz ne olacak. Ayrıca bir insan kendi adından niye utanır ki. Yani Recep Bey dediğimiz zaman niye utanıyor, niye sıkılıyor, niye kızarıyor? Olmaması lazım. Kullandığımız ifade saygın bir ifade.

     

    (CHP ve MHPnin gizli ittifak içinde olduğu iddialarına) CHPnin hiçbir siyasal partiyle işbirliği yapması söz konusu değil. Zaman zaman bu konuda gazetelerde haberler çıkıyor. Bizim bir hedefimiz var. 13 Haziranda tek başına iktidar olmak.

     

    (Ankara Büyükşehir Belediyesinde bir caddeye Nazım Hikmet isminin verilmesine karşı çıkmasıyla ilgili) Biz, geçmişte bu ülkenin kültürüne katkıda bulunmuş yazarı, çizeri, romanı, ressamı herkesi ama herkesi kucaklıyoruz. Nazım Hikmet de bizim Necip Fazıl Kısakürek de bizim. Hiçbir şekilde kimseyi ayırmıyoruz. Hepsinin bu ülkenin kültürüne ciddi katkıları var. Biz, sanatçıların isimlerinin cadde ve sokaklara verilmesinden de onur duyarız.

     

    gazeteler


  10. Meyveli Ağaç

    Necip Fazıl'a ve Sanatına Yöneltilen Eleştiriler

     

    Kurtuba Yayınevi

     

    Selma Günaydın

     

    Bir şairi, yazarı, düşünürü tanımanın en iyi yollarından biri de hakkındaki eleştirilere vakıf olmaktan geçer. Bu açıdan Nceip Fazıl'a yöneltilen eleştirileri topluca değerlendirmek onu anlamanın da anahtarı olacaktır. Eleştirilmek Necip Fazıl için "meyveli ağaç" pozisyonunun kaçınılmaz bir sonucudur. Şiir, hikaye, tiyatro, roman, deneme-fıkra gibi edebi türlerin hemen hepsinde kalem oynatmış bulunan Necip Fazıl, bu alanlarda olumlu veya olumsuz bolca eleştiri almıştır.

     

    Selma Günaydın'ın Necip Fazıl'ın eserlerinde eleştiriyi inceleyerek başlayan çalışması, kişiliğine, düşüncesine, sanatına (şairliği, hikayeciliği, oyun yazarlığı) ve gazateciliğineyöneltilen eleştirileri derli toplu bir biçimde okuyucuya sunuyor. Necip Fazıl'ın sağlığında bu eleştirilerden bir kısmına verdiği cevapları, kendisine yöneltilen eleştirilerle bir araya getiriyor.

     

    Okuyucu bu çalışmada eleştirilen Necip Fazıl'ı bulacak ve onun etrafında sanat ve düşünce dünyamızın ahvalini ölçme fırsatını yakalayacaktır.


  11. Necip Fazıl'ın en beğendiği şairdir. Bilhassa şiirinin yapısına ve heceyi kullanmadaki hünerine iltifat etmiştir. Ancak onun şiiri metrafizik kaygıdan uzaktır.

     

    "En beğendiğim şair ahmet Kutsi... Alayköşkü Sicilinde (Edebiyatçılar Derneği) de yok... Geçen sene Peyami Safa'nın idare ettiği Cumhuriyet'in edebiyat sahifesinde birkaç şiirini neşretmiştik. aldırış eden olmadı. Her tenin hususi bir kokusu, her yüzün bir ifadesi olduğu gibi, onun şiirinde de kendisine ait bir meşrep var... Ben modern sanatkarda aradığım bazı vasıfların bazılarını onda buluyorum."198

     

    "Şiirleri de bir gergef hünerinden ileriye geçemiyor ve metafizik ürpertiye yanaşamıyor. Ama muhakkak ki,'hece'ye yeni bir zarafet, ahenk ve mistik-sırri bir dil getirmek istidadında... Kutsi'nin bu dış yüzden işçilik sanatını o kadar beğeniyorum ki..."199

     

    198. Babıali, s.100

    199. O ve Ben, s.58

     

     

    Murat Ertaş-Necip Fazıl Tenkitler-Polemikler-Kavgalar


  12. Mikrop korkusu hastası olan Abdulhak Şinasi, Türk Edebiyatında daha çok münekkit olarak tanınmıştır:

     

    "Abdülhak Şinasi mikrofobdur; yani mikrop korkusu hastalığı öylesine ki, Birinci Dünya savaşı'nda yarı körler, topallar ve kolsuzlar bile askere alınırken, Abdülhak Şinasi, cinnet derecesine vardığı bu hastalığı yüzünden savaştan kurtulmayı bilmiştir.

     

    Aynı hastanın, bütün bu marazi hallerine denk bir de alabildiğine gülünç nezaket merakı... Münekkit geçinmesine rağmen arada bir şiir de kırpıştırırken sevgilisine hep 'siz!' diye hitap eder. Mesela gökten renk mi yağıyor; sorar:

     

    -Size midir, bana mı?

     

    Siz kelimesinin ihtiram yeriyle, saygı üstü bir sevgi edasının mutlaka gerektireceği 'sen!' hitabındaki yer farkını anlayamaz.

     

    Birgün Paris'in Sen nehrinden bahsedilirken bu kelimeyi değiştirmemiş olan kahramanımıza Süleyman Nazif şöyle demiş:

     

    -Ona Sen nehri değil, Siz nehri derler!

     

    Abdülhak Şinasi Bey şair olamayacağını belki anlıyor; fakat birtakım ruhi kamaşmalar içinde dünya muhasebesine yanaşamaz ve bundan ötürü münekkitteki kumaş örgüsüne uymaz, suni ipekliye benzer bir bünye taşıyor...

     

    Uzun zaman münekkit geçindikten sonra 40-50 yaş arası romancılığa başlayacak, bedesten eşyası kabilinden eski zaman renk ve çizgilerini dışından vitrinleyecek, ama hiçbir ruh ve meseleye inmeyecek; üstelik Türk romanının kısırlık dünyasında birşey sanılacak adam...

     

    Mikrop korkusundan başka haşyeti olmayan, en sonunda da isminin başındaki "Abdülhak" sıfatını atacak kadar, şahıs planında da olsa, İslama nefretini ilan edecek adam...

     

    Bu adam...

    Kültürü de, yapmacıklığı, yani snobluğu da, efkarı da, inkarı da çilesiz, mikrop dehşetinden ileri bir ruh ukdesi olmayan... Tanzimat aydını tipinin son ve hasta modeli, Şinasi Beyefendi... İlk model de Şinasi değil miydi?"185

     

    185. Babıali, s.144,145,148,222,223.

     

     

    Murat Ertaş-Necip Fazıl Tenkitler,Polemikler,Kavgalar


  13. Maşallah epeyce yazmışsın kardeşim. İşte yeni Türk Kültürü! Zaten başka bişeyde beklenmez ya neyse. Bu dünyada ata gibi rakı sofrasında leblebiyle anılan kaç kişi vardır bilemem ama herhalde rakının bu kadar muteber olmasında atanın büyük katkısı vardır. Ne diyelim "Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz" Anlayana sivrisinek saz...


  14. Hikmetler yumağı

     

    Dostum Yaşar Değirmenci, zamanın eskitemediği, insanlara yol gösteren hikâye, anekdot, hatıra, nükte, güzel sözleri bir araya getirerek gün ışığına bir kitap çıkarmış.

     

     

    Eğitimci olduğu için bir insan yorulmadan nasıl öğrenebilir düşüncesiyle bu hikmetler yumağını hazırlamış. Sadece kitabın arka kapağındaki yazısının başladığı şu cümleleri göz önünde bulundurursak, çalışmanın büyük bir emek ürünü olduğunu teslim ederiz: "Sevgisiz zekânın bizi küstah yaptığı, sevgisiz adaletin bizi zalim yaptığı, sevgisiz diplomasinin bizi ikiyüzlü yaptığı, sevgisiz başarının bizi kibirli yaptığı, sevgisiz zenginliğin bizi hasis yaptığı, sevgisiz gücün bizi zorba yaptığı, sevgisiz inancın bizi bağnaz yaptığı bir dünyada yaşıyoruz."

     

    "Fırtına Çıktığında Uyuyabilmek" adını verdiği kitabı okurken dudaklarımızdan gülümseme eksik olmuyor; sık sık da bizlere "Ne güzel söylemiş" veya "Olmaz böyle şey" dedirtiyor. Olayları, anekdotları, veciz sözleri öyle başarılı derlemiş ki, insan kültürler, yüzyıllar arasında dolaştığını bir an bile unutmuyor.

     

    Kitabında bir dünya aradığını vurguluyor, bu biraz da Peyami Safa'nın 'Simerenya'sını andırıyor; ama azıcık derin düşünürsek, arzuladığı dünyanın hayal âleminde kalmasına sebep bulamayız. Yüreğimizi dinler, ihtiraslarımızı vicdanımızla sigaya çeker, acizin, çaresizin yerine kendimizi koyabilirsek, onun arzu ettiklerini bu yalan dünyada gerçekleştirmememiz için bir sebep kalmaz: "Komşuların, dostlukların, arkadaşlıkların, akrabalıkların, vefakârlıkların hayatımıza yansıdığı bir dünya... Nefsiyle, inadıyla, öfkesiyle değil, aklıyla, idealiyle, yüreği ile düşünenlerin dünyası."

     

    Ne Doğu'ya ne de Batı'ya gözünü kapamış. Eserine Hölderlin'in "Hiçbir şey insan kadar yükselemez ve onun kadar alçalamaz." sözüyle başlamış; bir Çinli filozofun anekdotuyla bitirmiş. Lili adında Çinli bir gelin aynı evde yaşadığı kaynanasıyla geçinemez; onu zehirlemek için bir bilgeye başvurur. Bilge, ona hazırladığı zehri verir ve sıkı sıkıya tembih eder: "Bu zehirden her gün azar azar yemeğine atacaksın; fakat kimsenin bir şey fark etmemesi için hem kaynana çok iyi davranacak hem de yemeklerini lezzetli pişireceksin." Söyleneni yapan Lili'ye kaynanası çok iyi davranmaya başlar, Lili de onu sever. Yaptığından pişman olduğundan, panzehir almak için gittiği bilge ona şunu söyler: "Sana verdiklerim vitamindi. Gerçek zehir beyinlerinizdeydi. Sen ona iyi davrandıkça, o sana karşılığını verdi ve nefret yerini sevgiye bıraktı."

     

    Kitapta Gandi'nin şu sözüne de yer vermiş: "Yasalara dayanan adli yargılamadan daha büyük bir yargılama vardır ki, bu da her kişinin kendi vicdanıdır." Vicdan, kanunları yaparken ve uygularken vazgeçilmez bir unsurdur. Sofokles 'Antigone' piyesinde kanunların milletin vicdanını aksettirmesi gerektiğini haykırır, aksi takdirde onun zulüm vasıtası olacağını belirtir. Bilhassa uygulayanlarda vicdanın teşekkül etmesi şarttır. Yine eski Yunan'da bir söz var: "En beğendiğin sözü söyle seni idama mahkûm edeyim." Tatbik edenlerde vicdan teşekkül etmemişse, o ülkede kanunlar adaletin anahtarı olmaktan çıkar, ihtirasların, ideolojilerin maymuncuğu haline gelir.

     

    Kitaptaki bazı olaylar beni yıllar öncesine götürdü. Lisenin son sınıfında seksenden fazla öğrenciydik. Her yerde okul olmadığı için aileler çocuklarını okula geç yaşlarda gönderirlerdi. Arkadaşlarımızın pek çoğu yirmili yaşlarındaydı. Bir hocamız günün birinde "Gusül abdestini bilenler el kaldırsın" dedi. Üç el kalktığını hatırlıyorum. Değirmenci'nin anlattığı şu olay da pek farklı değil: "... Kenan Evren devlet başkanıdır ve Kurban Bayramı yaklaşmaktadır. Evren, eşi vefat ettiği için kızı ve damadıyla yaşamaktadır. Bir akşam yemeğinde damadına 'Oğlum Kurban Bayramı yaklaşıyor, yakınlarda bir imam bul, kendisine vekâlet ver, kurbanımızı kesiversin.' diye tembih eder. Evren, ertesi akşam damadına sorar: 'Kurban işini hallettin mi?' Cevap Evren'i şoke edecek mahiyettedir: 'Hayır baba, bugün cumartesi, noterler kapalı, onun için imama vekâlet veremedim."

     

    Bu cehaletin önüne geçmek amacıyla din dersleri mecburi yapılır. Sözü edilen konuda Paşa'nın damadı yalnız değildir; "Hac mevsimi yine Kurban Bayramı'na denk geldi" diyen mi, "Teravih nedir?" diye soran mı toplumumuzda eksik? Aydınlarımızın zihinlerindeki soruları burçlarla, fallarla halletmeye çalıştıklarını gazetelerde görüyorum. İnsanoğlu ya dine, ya hurafeye inanacaktır. Unutmayalım ki, hurafenin yegâne panzehiri dindir.

     

    25 Nisan 2011, Pazartesi


  15. Erol Güngör'ün bilim ve fikir yönü

     

    Erol Güngör'ün 'Kelami Sahada Estetik Yapı Organizasyonu' adındaki doktora tezini okuyanlar, büyük bir bilim insanının doğuşunu müjdeleyen şafak vaktini sezebilirler.

     

     

    Roman, hikâye, deneme, fıkra yazanların kalıcı ürünler vermek istiyorlarsa, bu tezi okumaları şarttır. Hacmi küçük, fakat muhtevası büyük olan kitapçığında ele aldığı konuya şu soruya cevap aramakla başlamaktadır: "Bir resimde güzelliğin renkler veya şekiller arasındaki, bir heykelde nispetler arasındaki, bir musiki eserinde sesler veya melodiler arasındaki muayyen münasebetlerden doğduğu hakkında çeşitli iddialar ortaya atılmakta ve estetik organizasyon muayyen prensiplere istinat ettirilmektedir. Acaba kelami yapılarda -manalı sözlerden terettüp eden eserlerde- bu organizasyon hangi prensiplere dayanmaktadır?"

     

    Rahmetli, değişik gazete ve dergilerde makaleler yazardı; bazen hikâye, roman tahlil ve tenkitleri yapardı. Ne güzel şeyler yazıyor, gerçek bir sanat eserinin sahip olması gereken özellikleri nasıl da gün ışığına çıkarıyor diye zevkle okurduk. Ötüken Yayınevi'nin kitap olarak yayınladığı doktora tezinden haberimiz olmadığı için bu güzelliklerin nereden geldiğini bilmiyorduk. Meğer sanatın özünü kavramış; eline aldığı ürünü ölçülerine vurup bize sunuyormuş. Yazılarında, aynı zamanda bir makalenin nasıl yazılacağını da gösteriyordu. Güngör'ün de belirttiği üzere anlatıya dayalı eserlerde olay ek unsurdur; tasvir ve tahliller önemlidir; ortaya çıkarılan karakterler eserin taşıyıcısıdırlar; merak unsuru okuyucuyu sürükler; fakat bir eserde aranacak en önemli unsur muvazenedir, ölçüdür.

     

    'Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar' adındaki kitabını profesörlük tezi olarak kaleme almıştır. Bunda 'Ahlak Psikolojisi, Ahlaki Değerler ve Ahlaki Gelişmeler' üzerinde durmuştur. Ahlak denince akla iyi olmak, çevredekilerin iyi bulduğu şekilde hareket etmek gelir. Eserine felsefenin temel meselelerinden biri olan 'İyi nedir?' sorusunu ele alarak başlamış. Bu konuda görüş ileriye süren filozofları elinin tersiyle itip şöyle demiş: "İyi, tarife gelen bir şey değildir; yani kendinden başka bir şeyle tarif edilemeyip sadece sezgi ile kavranabilir."

     

    Bilim insanı olan Erol Güngör'ün branşı sosyal psikolojidir. Bu konuda dışarıdaki literatürü ne denli takip ettiğini eserlerindeki kaynaklardan anlıyoruz. Söz konusu bilim dalının alanında yer alan 'Nazariye ve Problemler'i ihtiva eden David Krech'in 'Sosyal Psikoloji' kitabını da dilimize kazandırmıştır. Ülkemizin sorunları onu meşgul etmeseydi, branşında dünyada mutlaka başvurulması gereken bir isim olurdu. 'Dünden Bugünden; Tarih, Kültür, Milliyetçilik', 'Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik', 'Türk Kültürü ve Milliyetçilik' gibi makalelerinden oluşan fikri eserlerine dikkat edince, insanda makalelerin ileride kitap olacağını düşünerek kaleme aldığı izlenimini uyandırmaktadır. Çünkü konularda bütünlük var; eserlerde tekrara rastlanmadığı gibi, makalelerin birbirine lehimlendiği de hissedilmiyor. Bu eserleriyle Ziya Gökalp'ten başlayan milliyetçiliğin klasik çizgisini sürdürmektedir.

     

    "İslam'ın Bugünkü Meseleleri", "İslam Tasavvufunun Meseleleri", "Tarihte Türkler" ise onun araştırmaya, aynı zamanda da yoruma dayalı eserleridir. Adı "İslam'ın Bugünkü Meseleleri" değil de "Müslümanların Bugünkü Meseleleri" olsaydı muhtevasını daha iyi izah etmiş olacağını önsözündeki şu cümlelerden de anlıyoruz: "İncelediğimiz meseleler arasında siyasi konular yoktur. Biz siyasete meslek olarak yabancı bulunduğumuz gibi, İslam davasının öncelikle siyasi bir dava olduğuna da inanmıyoruz. Müslümanlar yeni bir medeniyet kurarak varlıklarını korumak ve yüceltmek mecburiyetinde bulunuyorlar. Bu ise her şeyden önce fikir ve sanat alanında yoğun gayretler sarf etmekle mümkün olur." Erol Güngör'ün fikir yanından söz edince tercümelerini görmezden gelmek mümkün değildir. Avrupa medeniyetini inşa eden Paul Hazard'ın 'Batı Düşüncesinde Büyük Değişme', Robert B. Downs'un 'Dünyayı Değiştiren Kitaplar', John U. Nef'in 'Sanayileşmenin Kültür Temelleri', Kenneth Boulding'in 'Yirminci Asrın Manası' gibi kitaplarını dilimize kazandırmıştır. Bunları okuyan, tercüme kokusu almaz. Rahmetli aynı zamanda bir tercüme üstadıdır.

     

    Yahya Kemal'in "İsmail Safa'nın en güzel eseri Peyami'dir" esprisini hatırlayanlar, bunu Mümtaz Turhan'a uygulayarak şunu söyleyebilirler: Mümtaz Hoca'nın 'Garplılaşmanın Neresindeyiz', 'Kültür Değişmeleri' gibi ciddi eserleri var, ama herhalde onun en önemli eseri Erol Güngör'dür.

     

    18 Nisan 2011, Pazartesi


  16. Türkiye, NATO-AB toplantısına Kıbrıs Rum Kesiminin katılmasını veto edince Çek Dışişleri Bakanı Karel Schwarzenberg, AB üyesi olmayan bir ülke bizim içişlerimize karışamaz dedi.

     

    Bunun üzerine Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Kıbrıs Rum yönetimi beni ABde bloke edecek, ben de onu karşımda eşit şartlarla oturtacağım öyle mi? Bunu bir daha asla zihninizden bile geçirmeyin diye çok sert bir cevap verdi.

     

    NATOnun Berlinde yapılan 2 günlük dışişleri bakanları toplantısında, Kıbrıs Rum Kesimi nedeniyle Türkiye ile Çek Cumhuriyeti arasında son yılların en sert tartışmalarından biri yaşandı. Çek Dışişleri Bakanı Karel Schwarzenberg, NATO-AB toplantısına Kıbrıs Rum Kesiminin katılmasını veto eden Türkiyeyi, AB üyesi olmayan bir ülke bizim içişlerimize karışamaz diye eleştirince, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu çok sert tepki gösterdi. Davutoğlunun, Bizde şantaj kültürü olmadığı için Çek Cumhuriyeti olarak bu koltukta oturuyorsunuz. Kıbrıs Rum yönetimi beni ABde bloke edecek, ben de onu burada karşımda eşit şartlarla oturtacağım öyle mi? Bunu bir daha asla zihninizden bile geçirmeyin sözleri üzerine salon bir anda buz kesti. Çek Bakan, kendisinin yanlış anlaşıldığını söyleyip özür dileyince ortam biraz olsun yumuşadı. Sert Kıbrıs diyalogları şöyle:

     

    Anders Fogh Rasmussen (NATO Genel Sekreteri): NATO-AB toplantılarının yapılamıyor olması işbirliğini olumsuz etkiliyor. Türkiyenin AB Savunma Ajansına üyeliği gibi taleplerini karşılayalım, Türkiye de Kıbrısı (Rum Kesimi) ortak toplantıya kabul etsin.

    Catherine Ashton (AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi): Ben de aynı görüşteyim.

     

    Davutoğlu: Bu söyledikleriniz ABnin Türkiyeye taahhüdüdür. Bunlar zaten yapılmalı. Bunun karşılığında Kıbrıs Rum Kesimini meşru kılacak bir adım atmamızı beklemeyin. Biz formel olarak Kıbrıs Rum yönetimi ile hiçbir yerde bulunmayız. Eğer onlar Adanın tümünü temsil ediyorlarsa Türkleri de masaya oturturuz. Eğer Kıbrıs Cumhuriyeti ayrı bir devlet ise o zaman KKTCnin ne olduğunu tanımlarız. Kıbrıs sorunu çözülmeden bunun olması mümkün değil. Kıbrıs Rum Kesiminin Kıbrıs sorunu çözülmeden ABye girmesi bir hataydı. Bunun doğurduğu bir sonuçla uğraşıyoruz şimdi.

     

    Schwarzenberg: Biz Türkiyeyi AB nezdinde destekliyoruz. Ama AB üyesi olmayan bir ülkenin bize Hata yaptınız demesi doğru değil. Bizim iç işlerimize karışamazsınız. Bize kimse ders veremez.

     

    Davutoğlu: Bakın biz burada bir aileyiz. Biz bu ailenin en eski üyelerindeniz. Siz burada yokken biz vardık. Tarihe girmek istemiyorum ama, size bu hata dediğim şeyin nasıl olduğunu anlatayım. Aile içinde hatalar da konuşulur. Siz aday olduğunuzda, bir ülke (Yunanistanı kastediyor) Güney Kıbrıs Rum yönetimi aday olmadan Doğu Avrupa ülkeleri de aday olamaz diye blokaj koydu. AB sizi üye yapabilmek için bu hatayı yaptı. Bu açıkça bir şantajdı. Aynı günlerde bize geldiler, Bu ülkeleri NATOda bloke edin ki sizi de ABye üye yapsınlar dediler. Ama Türkiye Doğu Avrupa ülkeleriyle tarihi bağları ve saygısı nedeniyle böyle bir şantajı yapmadı. Bu bizim devlet anlayışımızdır. O nedenle bu sözleri, seneler sonra Çek Dışişleri Bakanından duymak bana ıstırap verdi. Biz size şantaj yapmadığımız için hata yaptık. Bu masaya Kıbrıs Rum yönetimi oturmayacak, bunu aklınıza sokun. Niye, Hırvatistan ile Slovenya arasındaki ihtilafı çözmeye çalıştınız? Çünkü sınır ihtilafı olan bir ülke ABye üye olamaz. Peki niye AB üyesi yaptınız Kıbrısı? Çünkü ortada bir şantaj vardı. Bizde öyle bir kültür olmadığı için bu koltukta oturuyorsunuz. NATO-AB ilişkisine önem veriyorsanız, gelin hep beraber Kıbrıs sorununu çözelim. Kıbrıs Rum yönetimi beni ABde bloke edecek, ben de onu burada karşımda eşit şartlarla oturtacağım öyle mi? Bunu asla zihninizden bile geçirmeyin.

    Schwarzenberg: Çok özür dilerim. Beni yanlış anladınız. Bizim ABde Türkiyeye desteğimiz tamdır.

     

    Davutoğlu: Ben hiçbir şeyi yanlış anlamadım.

     

    William Hauge (İngiltere Dışişleri Bakanı): Sayın Davutoğlunun anlattıkları ne yazık ki doğru.

     

    Ashton: Sizi ilk kez bu kadar sinirli gördüm.

     

    Davutoğlu: Bir daha o zaman bu konuyu açmayın. Her defasında size anlatıyorum. Ya Kıbrıs sorununun çözümü için gereğini yapın, ya da bir daha bu konuyu gündeme getirmeyin.

     

    Rasmussen: İnformel yapabilir miyiz acaba?

     

    Davutoğlu: Size söyledim, resmi olarak benim karşımda Kıbrıs Rum Kesimi oturamaz

     

     

     

    HÜRRİYET

    • Like 5

  17. Erol Güngör'ün yetiştiği çevre

     

    Yıllarca önce genç yaşta Hakk'ın rahmetine kavuşan Erol Güngör'ü yeterince tanımıyoruz; dolayısıyla yetişen nesillerin ondan ne alacağını bilmediğimiz için tanıtılmasına da önem vermiyoruz.

     

    Hâlbuki o toprağımızda son dönemlerde ender yetişen idraklerden biriydi; hem ilim, hem de fikir adamıydı. Kitapları sadece araştırmaya dayalı bilgi vermekle kalmıyor; analizleri, yorumları da içeriyor. Kavuştuğu istikrar döneminde ülkemiz bizlere gurur verecek ölçüde kalkınıyor; ümit edelim ki hangi parti iş başına gelirse gelsin kalkınmayı popülizme kurban etmesin. Fakat unutmamamız gereken bir husus var; evet, zenginlik bir nimettir; ama o zenginliği hazmedecek kadar kültüre sahip değilsek, o nimet ateşe dönüşür, bizi yakar. Mevcut durumumuz yorumlanmalı, geleceğimiz için nasıl kültür politikaları oluşturmamız gerektiği ortaya konmalıdır. Bunun yapılması zannedildiği gibi kolay bir iş değildir; bulunduğumuz noktada yol gösterici olabilmek için sosyal bilimcilerimiz, Erol Güngör gibi, ilmi rehber edindikleri kadar mütefekkir de olmalıdırlar.

     

    Elbette Erol Güngör'ler yetiştirmek sanıldığından da güçtür. Her şeyden önce çevre gerekir. İnsanoğlu yaşadığı ortamla diyalog kurar. Sabahları bir eğlence pavyonunun önünden geçenle, bir türbenin, bir üniversitenin önünden geçen bir değildir. Hele bu olay insanın şahsiyetini bulduğu dönemlerde gerçekleşirse, daha bir ciddiyet kazanır. Erol Güngör, Kırşehir'de dünyaya gelmiş; ilk ve orta öğrenimini burada yapmıştır. Kırşehir, Orta Anadolu'da hak ettiği kadar büyüyememiş bir ilimizdir; fakat bu Selçuklu şehrimiz derin bir kültür mirasına sahiptir. Âşık Paşa'nın, Ahi Evren'in, Gülşehri'nin burada yaşadığını düşünürsek, bu tarihî şehrimize nasıl bir atmosferin hâkim olduğunu tahayyül edebiliriz.

     

    İnsanın içinde bulunduğu ortamı değerlendirmesinde ailesi önemlidir. Evde sözü edilmiyorsa, şehrin mezarlıklarının birinde yatan uludan çocuğun ne haberi olabilir? Bu bakımdan Erol Güngör şanslıdır. Büyükbabası Hafız Osman Efendi, Ahi Evren Camii'nin imamıydı. Çocukluğundan beri tecessüs sahibi olduğu anlaşılan küçük Erol'un Ahi Evren'e dair büyükbabasına çok şeyler sorduğu muhakkaktır. Dedesi de aşırı düşkün olduğu torununu misafirlerine, dostlarına "Benim oğlum profesör olacak" diye tanıtır, onu adeta motive edermiş.

     

    Erol Güngör lisede okuduğu yıllarda engin bir kültür adamı olan Lütfi İkiz'in Kırşehir'de kütüphane müdürü sıfatıyla görev yapması da onun için ayrı bir şans olmuştur. Lütfi İkiz'den eski yazıyı, Arapçayı öğreniyor, okulda da Fransızcayı ders olarak okuyordu. Onun anlayışında bir insan lisede yabancı dili sınıf geçmek için değil, öğrenmek için okur. Eski yazıyı öğrenmekle zaman boyutunda ilerleyen Erol Güngör, Arapça ve Fransızca ile de farklı bilim ve kültür dünyalarından haberdar olur.

     

    İstanbul'a gelip Hukuk Fakültesi'nde öğrenime başlayınca Marmara Kahvesi'nin müdavimlerini tanımak imkânını bulur; Mükrimin Halil Yinanç, Saip Atademir, Nuri Karahöyüklü, Ziya Nur Aksun ve daha pek çok bilge ile yakınlık kurar. Bir gün büyükbabasına eski yazıyla mektup yazarken masasına Fethi Gemuhluoğlu gelir. Bir üniversite öğrencisinin eski harflerle inci gibi mektup yazdığını gören Gemuhluoğlu hemen onu Edebiyat Fakültesi'nde sosyal psikoloji kürsüsü profesörü Mümtaz Turhan'a götürür. Mümtaz Hoca'nın Edebiyat Fakültesi'nde tahsilini sürdürmesinin yerinde olacağını söylemesi üzerine branş değiştirir. Tabii o sırada ülkemiz bugünle mukayese edilemeyecek kadar fakirdir; ancak bahçıvanlık kadrosunda istihdam edilerek üniversitenin bünyesinde yer alır.

     

    Eski yazıyı okuması, yazması, iyi bir Fransızcaya sahip olmasına karşılık aynı kürsüde bulunan Doğan Cüceloğlu İngilizce bilmesiyle ona karşı durumu dengeleyeceğini zanneder. Fakat Erol Güngör'ün kısa zamanda sosyal psikoloji kitabını Türkçeye tercüme edecek kadar İngilizce öğrenmesi Cüceloğlu'nu şaşırtır. Bugün sessizliğe gömülmüş Asya, geçmişte uçsuz bucaksız bir ummandı; çağımızda canlılık Avrupa'dadır; Batı'nın köklerinin tamamı değilse de büyük bir kısmı Asya'ya dayanır. Gazali olmasa, Descartes, Muhyiddin-i Arabi olmasa Pascal, Malebranche olmazdı. İyi bir sosyal bilimci olmak, bu iki dünyaya açılmak, tarihte derinleşmekle mümkündür. Bunun için de önyargıdan arınmış idrak gerekir. Günümüzde pek çok bilim adamımızda göremediğimiz bir özellik Erol Güngör'de vardı. Onun için rahmete kavuşmasından beri yıllar geçmesine rağmen yokluğunu hissediyoruz.

     

     

    11 Nisan 2011, Pazartesi


  18. O soru burda cevaplandı kardeşim

    Benim bahsettiğim bu soru

     

     

    Cevap şu:

     

    Kuymcuları 1den 10a kadar sıralarsın. Daha sonra her birinden sırasına göre altın alırsın. Daha sonra aldığın altınları toplar olması gerekenden çıkarırsın. Sorun hallolur. Diyelim 3gram eksik 3. sıradaki hırsızdır.


  19. Çanakkale Savaşı gerekliydi

     

    Kısa bir süre önce doksan altıncı yılını idrak ettiğimiz Çanakkale Zaferi için bazıları "Bu savaş gerekli miydi?" diye sorup ilave ediyorlar: "Alman ittirmesiyle Birinci Dünya Savaşı'na bulaştık. Hiç sebebi yokken İttihatçıların aptallığıyla o cehennemin içine düştük, bir daha da derlenip toparlanamadık."

     

     

    Kimileri de "Bu kadar okumuş gencimiz orada öldü de ne oldu? Üç yıl sonra müttefikler İstanbul'a girdiler. Üç yıl kazanmak için bu kadar evladımıza kıymaya değer miydi?" serzenişinde bulunuyorlar.

     

    Demir ve kömür ekonomideki stratejik değerini petrole bırakmıştı. O dönemde en çok petrol rezervinin Osmanlı topraklarında bulunduğu biliniyordu; Kerkük'te, Musul'da, Kuveyt'te. Bu savaş, petrollerimizin paylaşılması için çıkmıştı. II. Abdülhamid Han petrolden dolayı çıkacak dünya savaşını sezmişti. Savaşta okyanuslara hakim olan İngiltere'nin yer alacağı blokun galip geleceğini de tahmin etmişti. İngiltere'den gemi alıp onlardan daha güçlü donanma oluşturmamız mümkün değildi. Donanma kıyılarda iş yapar; iç kısımlar için kara ordusuna ihtiyaç duyulur. Bu gerçekten hareket eden Abdülhamid Han şöyle düşündü: "Güçlü bir kara ordusu hazırlayabilirsek, kopacak dünya savaşında İngiltere, Rusya'yı tercih etmeyip bizimle ittifak yapar. Kuvvetini pahalıya satmak istemesi, İngiliz İmparatorluğu'nun can damarı olan Hindistan yolunu tehdit eder duruma gelmesi, Rusya için handikap oluşturur." "Donanmayı İstinye'ye çekti"; "Zırhlılarımıza yosun bağlattı" yaygaralarına aldırmadı; kara ordumuzu modernize ederken İngiliz subaylarından yararlandı; aramızda doğacak uyum sorununu azaltmak istiyordu.

     

    Abdülhamid Han'ın en büyük korkusu İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya'nın bir araya gelerek bizi haritadan silmeleriydi. Bunların arasına İstanbul-Bağdat, İstanbul-Medine demiryollarının imtiyazıyla bir bomba atmak istedi. İmtiyazı İngiltere'ye vermek arzusundaydı; fakat İngiltere istekli olmayınca Almanya ile anlaştı. Hiç değilse böylece dört büyük devletin bize karşı ittifak yapmaları riski azalıyordu.

     

    Bölüşülmemizin planını çok gizli bir tarzda İngiltere, Fransa ve Rusya yapmıştı. Güya bundan haberimiz yokmuş gibi, Kırım'a dinlenmeye gelen Rus çarına, hükümetimiz 21 Mayıs 1914'te İçişleri Bakanı Talat Paşa'yı ittifak yapmak için gönderdi. Çar, "Rus milletinin İstanbul'a ihtiyacı var" diyerek reddetti. Ertesi gün Talat Paşa, hükümetin 'B' planını devreye sokup saldırmazlık paktı teklifinde bulundu, Çar buna da yanaşmadı. Talat Paşa eli boş dönünce, Fransa ve İngiltere'ye Cemal Paşa'yı gönderdiler. Onlar da "Rusya sizi yanımızda görmek istemiyor" bahanesiyle bizimle ittifak yapmadılar. Bu sırada Saraybosna'daki suikastla I. Dünya Savaşı başladı. Sivil ve askerî yetkililerimiz şöyle bir değerlendirmede bulundular: Savaşa girmezsek, İngiltere, Fransa ve Rusya, Almanya'yı bir yılda yenerler, üzerimize gelirler, yeryüzünde tozumuzu bırakmazlar. Almanya'nın yanında yer alırsak, yenilebiliriz; fakat savaşı iki veya üç yıl uzatır, savaş aleyhtarları çoğalır, muhalefetler hareketlenir, bir şeyler kurtarma imkânımız doğabilir. Savaşa girdik.

     

    Lenin, Rusya'dan kaçmış İsviçre'de yaşıyordu; onunla anlaşma yapıldı; Alman marklarıyla Rusya'ya girmesi sağlandı. Rusya'daki Müslümanlar da Osmanlı'nın rahat nefes alması için Lenin'e destek verince, komünizm, Çarlığı sarsmaya başladı. İngiltere ve Fransa komünistlere karşı kalabalık ordusundan yararlanmayı düşündükleri Çar'ın yardımına koştular. Çanakkale geçilseydi komünizm devrimi olmazdı. Trabzon'a, Erzincan'a kadar gelmiş Rusları kim durduracaktı? Irak, Filistin cephelerinden de İngilizler, Fransızlar üzerimize geliyorlardı; Anadolu'da buluşmaları nasıl önlenecekti?

     

    Şunu da gözden kaçırmamalıyız; üç yıl sonra İstanbul'a gelen müttefiklerle, o gün gelecekler aynı değillerdi. Müttefikler, Çanakkale'de 282 bin askerini kaybetmişlerdi. Şuaybe'de, Kutü'l Amare'de, Filistin'de, Galiçya'da, Batı cephesinde Almanlara karşı zayiatlarını da göz önünde bulundurursak, ne derece takatsiz düştüklerini idrak ederiz. Müttefikler güçsüz kaldıklarından, arzu ettiklerini elde etmek için Yunanistan'ı üzerimize saldırttılar. Milli Mücadele'de kiminle savaştığımızı düşünürsek, Kurtuluş Savaşı'mızın, I. Dünya Savaşı'yla başladığını idrak ederiz.

     

    Evet, binlerce gencimiz hayatlarının baharında biçildiler, analar, babalar gözyaşı döktüler; milletçe bunun acısını hâlâ çekiyoruz; aydın çocuklarımızdan mahrum kalmamız acımızı daha da derinleştiriyor. Ama neylersin ki ölmesini bilmeyen milletlerin vatanı yoktur.

     

     

    04 Nisan 2011, Pazartesi

×
×
  • Create New...