Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]

Eşref Bey

Editor
  • Content Count

    390
  • Joined

  • Last visited

  • Days Won

    10

Posts posted by Eşref Bey


  1. Tarihe saygı

     

    Bir milletin sanatkârlarının en önemli görevi, toplumun gelenek ve göreneklerini çağdaşlaştırarak devam ettirmektir; çünkü bu durum cemiyeti temel iskelete kavuşturur.

     

     

    Aksi takdirde o milletin değerleri hamura döner; düştüğü avucun şeklini alır. Amerikalıların çevirdikleri kovboy filmlerine bakınca sözünü ettiğimiz gerçeği bütün canlılığıyla görürüz; zira kovboylar toplumlarının tarihî dokusunu oluştururlar. Bizim tarihî dokumuzda padişahların, devlet başkanlarının çok önemli payları vardır. Bunlara dair sanat eseri yapılırsa, mutlaka tarihî olaylar göz önünde bulundurulmalıdır. Üç gün okula gitmiş bir insanımız dahi, haremde de olsa padişahın açık başlı olamayacağını bilir. Sonra Kanuni sıradan bir devlet adamı değildir; Busbecq'in "Türkiye'yi Böyle Gördüm" kitabını okuyan, onun gerek bizim tarihimiz, gerekse dünya tarihi bakımından önemini idrak eder. Bugünün güçlülerinin, her şeyi kendilerine mal etmeye kalkışmalarına rağmen, dünyanın en önemli kanun adamlarından biri olarak Kanuni'yi saymaları bize çok şey anlatmıyor mu?

     

    Celalzade ve Şehnameci Seyyid Lokman'a göre Kanuni Sultan Süleyman doğunca ona ad takmak için Kur'an-ı Kerim tefeül edilmiş (açılmış) ve "İnnehû min Süleyman" ayeti ile karşılaşılmış, Allah'ın bu ayeti takdir ettiğine inanılmış ve bebeğe Süleyman adı verilmiştir. Daha gençlik yıllarında halkın dikkati üzerindeydi, tavrından, hayatındaki olaylardan anlam çıkarırlardı. Mesela on rakamının onunla manevi bağı olduğuna dair inanç halk arasında yaygındı. Nitekim onuncu padişahtı ve on evlada sahipti. Yanında, onunla beraber milletin bekası ve devletin yükselmesi için çalışan on büyük dâhi vardı. Piri, İbrahim Lütfi, Rüstem ve Sokullu Mehmed Paşalar, alim olarak Kemalpaşazade, Ebussuud Efendi; şiirin iki büyük dâhisi Baki ve Fuzuli, taşa ruh veren Mimar Sinan ve Barbaros Hayrettin Paşa gibi bir cengâver. Süleymaniye Camii'nde on şerefe bulunmasının hikmetinin hem onuncu padişah olduğuna hem de bu on büyük yıldıza işaret ettiğine halk arasında inanılırdı. Dört minaresi de İstanbul'un fethinden sonra dördüncü padişah olmasıyla izah edilirdi. Bu devlet, ilim ve sanat adamları Kanuni'nin dönemindeki kültür seviyemizi de ortaya koymaktadır.

     

    Kanuni, kelimenin tam anlamıyla gerçek bir yiğitti. Mohaç Savaşı'nda elli iki Macar şövalyesi Kanuni'yi öldürmeye yemin ederler. Savaşın cereyan şekli onları ilgilendirmeyecek, bütün fırsatları Kanuni'ye ulaşmak için değerlendireceklerdi. Vuruşma başlayınca şövalyeler Kanuni'nin savaşı yönettiği tepeyi tespit ederler; ona yaklaşmanın yollarını ararlar. Kan gövdeyi götürürken kırk dokuz şövalye safları yarmaya çalışırken ölür. Yeniçeriler de şiddetli bir savaşa tutuştukları sırada Kanuni ile üç şövalye tepede karşı karşıya gelirler. Dördünün arasında ölümüne bir mücadele başlar; kılıçlardan ateşler çıkar. Kanuni tek başına üç şövalyeyi de yere serer. Bu kapışmanın anısını canlı tutmak amacıyla Osmanlı bu tepeciğe köşk yaptırır. Sayısız savaşlarda gösterdiği kahramanlıkları, dirayetleri bir yana bırakılsa bile, sözünü ettiğimiz bu kılıç kılıca vuruşma onun nasıl bir yiğit olduğunu ispat etmektedir.

     

    Kanuni'nin ne kadar büyük bir devlet adamı olduğunu işaret eden pek çok vakayı tarihin sayfalarında bulmak mümkündür. Üzerinde hiç durulmayan şu olay bile onun şahsiyetini gün ışığına çıkarmaktadır; bizim Preveze'den sonra kazandığımız en büyük deniz muharebesi olan Cerbe deniz zaferini takip eden günlerde Kanuni'den, muzaffer kumandan Piyale Paşa'yı vezirlik (büyük amirallik) rütbesiyle ödüllendirmesini devlet ricali istirham eder. Cihan padişahı, iki yıl önce beylerbeyi (oramiral) olduğunu, bu kadar çabuk yükselmenin kanunen imkân dahilinde bulunmadığını belirterek reddeder. Fakat Kanuni, Piyale Paşa'yı mükâfatsız bırakmak istemez; onu torunu Gevherhan Sultan ile evlendirir. Bir kanunsuzluğa başvurmamak için torununu yani ciğerparesini riske etmesi devlet düzeninin üzerindeki hassasiyetini göstermiyor mu?

     

    Cihan padişahı olan Kanuni'nin 46 yıllık saltanatının 10 yıl 8 ay 11 gününü devletin şevket ve bekası için at üstünde seferlerde geçirdiği düşünülürse onun saltanatta bulunmasının ne anlama geldiği iyi anlaşılır. Sefer hazırlıkları, zaferlerden sonraki düzenlemeler göz önünde bulundurulursa, devlet işleriyle hangi ölçülerde meşgul olduğunu idrak ederiz. Bir mektupla kralları zindandan kurtaran, devlet kuran bir hükümdarın cephede, Zigetvar önlerinde can vermesini değerlendirebilirsek, onu dünyada kaç devlet adamıyla mukayese edebileceğimizi takdir imkânına kavuşuruz. Herhalde böyle ulu bir şahsiyetin anısına bizden başkası saygısızlık edemezdi.

     

     

    31 Ocak 2011, Pazartesi


  2. Şehrin en uzak ucundan bir adam koşarak geldi ve "Ey kavmim!" dedi, "bu elçilere uyun! Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun!"

    Kur'an-Yasin Suresi, 20-21

     

    Benim kahramanım o adam. Şehrin öte ucundan kan ter içinde koşturup gelen adam. Kavmi elçileri yalanladığında, uğursuzlukla itham ettiğinde, zarar vermeye hazırlandığında koşarak gelen adam benim kahramanım.

     

    Can havliyle koşturmasını hayal ediyorum. Elçilere zarar gelmesin diye, hakikate omuz vermek için koşturduğunu hayal ediyorum.

     

    O adam bizim şehrimize de koşarak gelse diyorum bazen. Gelse ve yanımıza otursa. Bİze hayatı anlatsa. İyilikten söz etse, gökyüzünden gelen kutlu sözleri hatırlatsa sabırla.

     

    Bir çay ocağına otursak. Hani o oyunsuz olandan, hani o tabureleri olandan, hani o Fatih'te Malta'dakine benzer birinde. Otursak ve onu dinlesek. Terini silse, demli bir çay söylesek ve anlatmaya başlasa.

     

    O adam bizim şehrimize de gelse.

     

    Bütün kirlerimizden arındırsa bizi. Rahman'ı anlatsa. Bizden hiçbir karşılık beklemeyen mübarek Elçi'yi ve dostlarını. Haydar'ı Kerrar'ın cenklerini, Sıddık'ın geniş yüreğini, Hattab'ın oğlunun adaletini ve Zinnureyn'in utanma duygusunu.

     

    Koşarak gelse. Biz tükenmeden, ruhumuzu tüketmeden önce gelse.

     

     

    Tarık Tufan-Bir Adam Girdi Şehre Koşarak

    • Like 1

  3. Bugün Kahire'deyiz: Zafer ya da kurşun!

     

    Bugün son gün mü? Mısır'da yüz binleri, milyonları sokağa döken, isyan nasıl bir sonla karşılaşacak? Hüsnü Mübarek mi gidecek onlar mı geri adım atacak? Kahire sokaklarında sadece Mübarek rejimine değil, Ortadoğu'nun yüz yıllık kahredici, utanç verici tarihine meydan okuyanlar, bu cesaretleriyle bütün bölgenin kaderini değiştirip dünyanın dengesini mi bozacaklar yoksa kurşunlara mı hedef olacaklar?

     

    Onlar da, Mısır rejimi de, bölgedeki baskıcı yönetimler de, ABD ve Avrupa da şunu biliyor: Mısır düşerse bütün bölge düşer. Bütün bölge değişir ve bu değişim yönetilemezse dünyanın dengesi değişir, yüzyıllık tarih tersine döner, çok büyük bir hesaplaşma başlar.. Herkes bunun nasıl bir hesaplaşma olabileceğini az çok biliyor. Dolayısıyla, sorun Mübarek'in gidip gitmemesiyle sınırlı değil. Öyle olsaydı, bir günde Mübarek'i Kahire sokaklarındaki öfkeli kalabalığın eline teslim ederler ya da bir malikaneye hapsederlerdi.

     

    Mübarek'in iktidarı döneminde ABD bu ülkeye tam 60 milyar dolar para verdi. Mübarek onlar için 60 milyar dolarlık bir yatırım! Daha çok kazanacaklarını bilseler, altmış değil, yüz milyar doları çöpe atarlar. Ama neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlar. İsyanı ve değişimi yönetip yönetemeyeceklerini kestiremiyorlar. Diktatörlerden sonra halkın iktidara gelmesinin başlarına ne işler açacağını ise çok iyi biliyorlar. ABD'nin ve Avrupa ülkelerinin tereddütlerinin kaynağı bu. Mübarek sonrası İslamcılar iktidara gelse tehlike, İslami bir görüntüsü olmasa bile halkın iradesi gelse yine tehlike. Bu yüzden on yıllardır bölgede demokrasi diye tutturdukları şey hep bir yanılsama oldu.

     

    Mübarek de Mısır halkı da umurlarında değil. İsrail'in güvenliği, Süveyş Kanalı'ndan akan petrol ve Arap sokaklarının ülkelerine sahip olması.. Mesele bu.

     

    Bugün son gün olur mu? Sokakların diliyle "Yevm-ul Cum'a, Yevm-ul Halas" olur mu? Olabilir. Mübarek gidebilir. Bu, sistemin de değişeceği anlamına gelmiyor. Siyasi ve ekonomik iktidarı ellerinde tutanlar gitmedikçe hiçbir şey çözülmeyecek. Ama yine de çok büyük bir başarı olacaktır. Bir gelenek başlayacak ve bütün bölgeyi sallayacaktır. Bölgedeki rejimler de, Batı da attıkları her adımda bu korkuyu yaşayacaktır. Mübarek'in gitmesi ya da bölgenin en güçlü rejiminin devrilmesinin gürültüsü Washinton'ın ve dünya başkentlerinin kulaklarını sağır edecektir.

     

    Bugün tam tersi de olabilir. Ordu yönetime el koyabilir. Daha dünden isyancılara "evinize gidin" demeye başlamışlardı. "Bugün"den korkan ordu, içeride ve dışarıda bir çok merkezle yürüttüğü pazarlık sonucu sokakları kitlelere kapatabilir. Bu bir askeri müdahale de olabilir, Mübarek iktidarını korumak amacıyla yapılan bir müdahale de. Eğer bir askeri yönetim olursa ve bu uzun sürerse, en az Mübarek dönemi kadar kirli bir tarih yazılabilir. İsrail'in güvenliği, Suveyş'in durumu, bölgeye rengini veren ittifak ilişkilerinin geleceği her türlü senaryoyu muhtemel kılıyor.

     

    Dileriz bugün Mısır halkının zaferini kutlayalım. Bir tarih, onursuzluklarla dolu karanlık dönem sona ersin. Dileriz Mübarek'in gizli ordusu sokakları kana bulamaz, Mısır ordusu Kahire meydanları kitleler için açık hapishanelere dönüştürmez. Eğer korkulan olursa, geçiş hükümeti döneminde müthiş tasfiyeler, binlere dayanan tutuklamalar yaşanacaktır. Ürkütücü şeyler görebiliriz.

     

    Bölgedeki dönüşüm, arayışlar özellikle bir ülkenin uykularını kaçırıyor, İsrail'in. Benjamin Netanyahu'nun gecelere uyuyamadığını tahmin etmek zor değil. Sadece Amerika'nın değil, özellikle de İsrail'in dostları devriliyor. İsrail'i korumak için en az ABD kadar, Almanya-Fransa-İngiltere kadar yardımcı olan "dostlar" gidiyor. İslamcı tehditle savaştaki müttefik Yemen yönetimi zor günler geçiriyor. ABD-İsrail için garnizon devlet Ürdün de aynı durumda. Gazze savaşında İsrail ve Mısır istihbaratıyla ortak hareket eden Mahmud Abbas yönetiminin sonu geldi.

     

    Mısır olmazsa İsrail Gazze'ye nasıl ambargo uygulayacak, orayı nasıl denetleyecek? Mısır olmasa, Ürdün olmasa, Yemen olmasa ABD ve İsrail, kendileri için tehdit oluşturan güçlerle nasıl mücadele edecek? Ya İsrail-ABD karşıtı bir kadro iktidara gelirse? İsrail için bundan daha büyük tehdit olabilir mi? Sina'dan algılanan tehdit nasıl önlenecek?

     

    Şu an en endişeli ülke İsrail. Türkiye'ye karşı Mısır'la ortaklık kuran, onun desteğini alan Tel Aviv şaşkın. Dalga diğer ortaklarını da ardı ardına vurursa İsrail'in nasıl yalnızlaşacağını siz düşünün. Artık Türkiye ile uğraşacak hali de kalmayacak. Korkuyu paylaşmak, Batı'yı bu korkuya ortak etmek için yeni maceralara girişecek, askeri seçenekleri devreye sokacak belki. Ama daha şimdiden İsrail'in bütün güvenlik stratejileri çökmüş olmuş durumda.

     

    1996'da ABD ile yeni strateji planları yaparken, Türkiye'yi de buna ortak ederken hesapladıkları bu değildi. İran, Irak, Suriye tasfiye edilecekti. Mısır, Ürdün ve diğer ABD müttefiklerinin de desteğiyle yeni bir Ortadoğu dizayn edilecekti. Tabii ABD'nin çıkarları, İsrail'in varoluşunu güvenceye almak için. Bu amaç uğruna Türkiye'yi nasıl hoyratça kullandılar, iç politikayı bile buna göre dizayn ettiler? Bölgenin dinamiklerine öyle ağır darbeler vurdular ki, bugün Kahire'de olan ve bölgeyi sarsan dalgayı bu şekilde geciktirdiler. Ne oldu şimdi? Hani nerde o strateji? Bütün hesapları bozuldu, bozulacak da.

     

    Bugün Mısır için son gün, zafer günü olabilir. Bugün acı bir gün de olabilir. Ama artık, özgürlük ve onur için sokaklara dökülen kitleleri kandırabilecekleri hiçbir malzemeleri kalmadı.

     

    Ellerinde tek şey var, o da kurşun! Eğer bunu kullanırlarsa çok acı bir tarih yazmış olacaklar. Sonrası? Sonrası kitlelerin öfkesinin önünde hiçbir şekilde duramayacaklar, intikam çok acımasız olacak.. Bugünün Mısır için de, yüz yıldır köleliğe, onursuzluğa mahkum edilen kitleler için de zafer olmasını diliyoruz. Unutmayın, bu zaferi geciktirseler de önleyemeyecekler.

     

    Çünkü; bütün bu olanlar yirminci yüzyılın rövanşı. Bu tarih tersine dönecek, dönmeli!

     

    4 Şubat 2011 Cuma


  4. Mübarek gidecek: 20. Yüzyıl'ın rövanşı bu!

     

    Artık geri dönüş yok. Hüsnü Mübarek ya büyük bir katliam yapacak ya da çok kısa süre içinde ülkeyi terk etmek zorunda kalacak. Çünkü kaybetti. Daha bu aşamada kaybetmiş durumda. Bundan sonra işleyeceği cürümler, günahlarını artırmaktan başka hiçbir işe yaramayacak. Endişe edileni yaparsa, eski alışkanlıklarına göre davranır kanlı bir senaryo yazarsa, ülkeden kaçma fırsatı bile bulamayabilir.

     

    Çünkü; eski yöntemler bu sefer işe yaramayacak. Mısır'ın içinde bulunduğu durum, isyan, öfke, öncekilerden çok farklı. Rejimle bir örgüt orasındaki gerilim-çatışma değil yaşanan. Öyle olsaydı, Mübarek'in yöntemleri sonuç verebilirdi. Kitlesel öfke harekete geçti ve üstelik bu Mısır'a özgü bir durum da değil. Bütün bölgeyi kasıp kavuracak yıkıcı bir çöl rüzgarı...

     

    Mübarek, otuz yıldır ilk kez böyle bir isyanla karşılaşıyor. Dolayısıyla, tehdit etmekle, kurşun sıkmakla, oyalama taktiklerine girip muhalefeti parçalamakla, hükümette değişikliklere gidip halkı kandırmaya çalışmakla sonuç alınamayacak.

     

    Dolar milyonerleri ülkeden kaçıyor, yabancılar kaçıyor, iktidar elitleri kaçıyor, aile fertleri kaçıyor, büyük hesaplar başka ülkelere transfer ediliyor. Fareler gemiyi terk ediyor. Üç gece önce, kendisi de kaçıyordu. Kahire'den Şarm eş-Şeyh'e kadar gitti ve hâlâ orada. Eski dostları onu terk etti. En azından açıktan desteklemiyor. ABD ve Batı rejime gizli desteğini sürdürüyor, pazarlıklar devam ediyor ama Mübarek gözden çıkarıldı. Tunus'ta olduğu gibi, Mısır'da da orduyla pazarlık yapılıyor şimdi.

     

    Bugün bir milyon kişi sokağa çıkacak. Belki bugün Mısır tarihinin en önemli günlerinden biri olacak. Ya kan dökülecek, kıyım yaşanacak ya Mübarek ülkeyi terk edecek. Bir üçüncü ihtimal olur mu? Elbette olabilir. O da, türlü vaatlerle kitleleri ve muhalefeti oyalama, kandırma, zaman kazanma girişimi. Bu yöntem başarılı olsa ne yazar! Sadece sonucu, kaçınılmaz sonucu biraz daha geciktirir ama ortadan kaldıramaz.

     

    Artık bugünden itibaren Mısır'da Mübarek iktidarı olmayacak. Sistem üzerinden, rejimin elitleri üzerinden, ülke dışı aktörlerin de dahil olduğu, entrikalar başlayacak. Ordu, istihbarat, polis güçlerine dayanan arayışlar olacak ama bunların başarılı olması, uzun sürmesi mümkün değil. Ancak bir tür geçiş dönemi için işe yarayabilir..

     

    Neden bu kadar rahat söylüyoruz? Çünkü Tunus'ta olan, Mısır'da olan, "yakın" gelecekte diğer ülkelerde olacak olan, o ülkelere özel iktidar muhalefet gerilimi değil. Çünkü bir tarihi kırılma yaşanıyor. 20. Yüzyıl'ın rövanşı alınıyor sanki. Birinci Dünya Savaşı sonrası bu bölgede oluşturulan statüko parçalanıyor. 20 yıl önce, Soğuk Savaş'ın bitiminden hemen sonra olması gereken şimdi oluyor. 20 yıldır bütün bölge, biz dahil, bunun zamanını tartışıyordu. Görünen o ki, vakit gecikerek de olsa gelmiş. Bazılarımıza bu hayal gibi gelebilir. Ama olsun, varsın hayal gibi görünsün. Dünyadaki güç kaymalarına, eksen değişimlerine bakanlar, olanların "hayal"in ötesinde olduğunu kavrayacaktır.

     

    Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana devam eden, "kaynak verip iktidar satın alma" ticareti artık işlemiyor. Bundan sonra ne olacağı, kimlerin yeni statükoyu nasıl şekillendireceğidir tartışılması gereken. Gidenler gitti, gidecekler sırada bekliyor sonrası nasıl olacak? ABD ve Avrupa mı yeni statükoyu dönüştürüp şekillendirecek yoksa bölgenin dinamikleri yüz yıl sonra kendini mi gösterecek? Demokrasi de, özgürlük de, kaynaklar da bu tartışmanın alt unsurlarıdır.

     

    Mübarek sonrası çok daha zor olacak: Batı'nın petrol güzergahı Süveyş'in stratejik pozisyonu, bu ülkelerde İslami kadroların iktidara gelmesi, uzun sürebilecek belirsizlik döneminde İsrail-Mısır geriliminin tırmanması, İsrail'in Sina'ya girip "tampon bölge" oluşturma ihtimali, Mısır'dan sonra ülkelerin ardı ardına aynı akıbete sürüklenmesinin doğuracağı bölgesel güvenlik endişesi hatta çatışmalar ve uzun sürecek iktidar kavgaları...

     

    Bugünkü gösterilere Ezher'in ve Kıptilerin de destek vermesi olayın niteliğini değiştirecek. Sudan'dan Suriye'ye kadar bütün bölgedeki tek güçlü muhalefet olan Müslüman Kardeşler teşkilatının çekingen durumu dikkat çekici. Gösterilerin İslami görüntü vermesinin hem Mısır'da hem da Batı kamuoyunda endişeye yol açacağı ve ortak tavır sergileneceği biliniyor. Çekingenlik bu yüzden olabilir. Ayrıca, 2005 yılında ABD Müslüman Kardeşler'i Mısır'da gerçek muhalefet ilan etti ve pazarlıklara başladı. Söz konusu pazarlıkların bu tutumda etkisi var mı, henüz bilmiyoruz. Ama Müslüman Kardeşler ağırlığını kimden yana koyacaksa yeni yönetimi o belirleyecek. Mübarek sonrası yapılacak pazarlıklarda bunu daha açık göreceğiz.

     

    Şimdi şu başlıklar öne çıkıyor: Süveyş krizi ve petrol fiyatları. Belirsizlik kaosa dönüşürse yeni bir Süveyş krizi hatta çatışması çıkabilir. Mübarek'in hangi ülkeye gidebileceği. (Batılı ülkeler ve S. Arabistan'ın kabul etmeyeceği, İsrail'in Mübarek için hazırlık yaptığı iddiaları var.) Filistin'de Mahmut Abbas'ın siyasi ömrünün bitmesi. İsrail'in ayaklanmaları bastırması için Mısır'a askeri destek vermesi....

     

    Korkumuz; Tunus ve Mısır'dan bütün bölgeye yayılması beklenen yakıcı rüzgarın İsrail'in provokasyonlarıyla, ABD ve Batılı ülkelerin "tehdit algısı" üzerinden askeri müdahaleleriyle karşı karşıya kalması. Ama böyle bir gücü kırma imkanları hiçbir zaman olmayacak. Bundan sonra atılacak bütün güvenlik eksenli adımlar krizi ve öfkeyi daha da büyütecek.

     

    Gerçekten de yüz yıl sonra belge kendi direncini keşfetti, kendi kırmızı çizgilerini belirliyor. Bazıları bunu Büyük Ortadoğu Projesi'nin uygulanması olarak görecektir. Ancak bütün ihtimalleri, gerçekleri göz önünde bulundurarak, bölgenin kendi gücüyle, direniş geleneğinden etkilenerek kendi Ortadoğu'sunu şekillendirdiği gerçeği daha çok öne çıkıyor.

     

    Mısır'ın dönüşü bütün bölgeyi dönüştürecek. Bölgenin dönüşü dünyanın dengesini değiştirecek. Tarihi değiştirecek bir gelişme bu...

     

    01 Şubat 2011 Salı


  5. Saygıdeğer gazateci-yazar tanımına layıkıyla uyan abimiz İbrahim Karagül'ün yazısı ne kadar da muteber. Zaten hergün takip edilmesi gereken yazarların başında geliyor kendisi. Çoğunun Yeni Şafak'ta diye bakmadığı yazar kaç tane gazateciyi cebinden çıkarır haberleri dahi yok. Bugün Ortadoğu'yu en iyi okuyan kim diye sorsalar kuşkusuz İBrahim Karagül'dür. Kimse boşuna uğraşmasın hani. Neyse yazarımızın da yazıları forumda olsa fena mı olur diye düşündüm sadece.

     

    Saygılarla...


  6. Tunus; ekmek, kurşun ve şiir

     

    Ötesini Söylemeyeceğim

     

    Kırmızı kiremitler üzerine yağmur yağıyor

     

    Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz

     

    Yağmur yağıyor ve bazı tahtalar vardır

     

    Suyun içinde gürül gürül yanan

     

    Dudağımı büküyorum ve topladığım çalıları

     

    Bekçi Halilin kız kardeşinin oğluna ait

     

    Daha doğrusu halasından kendisine kalacak olan

     

    Arsasındaki yıkık duvarın iç tarafına saklıyorum

     

    Hiç kimsenin bilmesine imkan yok

     

    İmkan ve ihtimal bile yok sizin bilmenize Bay Yabancı

     

    Ve yağmur yağıyor ben bir şeyler olacağını biliyorum

     

    Ellerime bakıyorum ve ellerimin benden bilgili

     

    Bir hayli bilgili olduğunu biliyorum

     

    Bilgili fakat parmaklarım ince ve uzun değil

     

    Sizin bayanınızınki gibi ince ve uzun değil

     

    Annemi babamı karıştırmayın işin içine

     

    İnanmazsınız ama onların şuncacık

     

    Şuncacık evet şuncacık bir alakaları bile yok

     

    Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar

     

    Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor

     

    Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi?

     

    Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz

     

    Tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz emi

     

    Boynunuzdaki o uzun ve süslü şeritleri de

     

    Kirli çamaşırları tahta döşemelerin

     

    Üzerinde bırakmamanızı yalvararak istiyeceğim

     

    Yalvararak istiyeceğim diyorum Medeni Adam

     

    Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem

     

    Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir

     

    Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi

     

    Hatta Matmazel Nikolun o kırmızı ipekli gömleğini

     

    Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya

     

    Bile giymek istemem istemiyeceğim

     

    Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz

     

    Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan

     

    Hem şu bildiğiniz usule de lüzum yok

     

    Tepesi demir askerleriniz babamı alıp götürmeseler

     

    O zaman siz görürsünüz Bay Yabancı

     

    Ağaçların tepesine çıkabileceğimizi

     

    Ben ve kardeşim Alinin anlayabileceğinizi umarım

     

    Siz uyuduktan sonra odanıza girebileceğimizi

     

    -Ben bunu ispat edeceğim-

     

    Hani sizin şu yüzü kurabiye bir bayanınız var ya

     

    Beyaz ve yumuşak

     

    Hani tepesinde ikisi kısa biri uzun üç tüy var

     

    Onu siz başka yerlerden getiriyordunuz

     

    Sayın Bayanınızın gözleri çakmak çakmak yanıyordu

     

    Siz ötekini Bay Yabancı gizli gizli öpüyordunuz

     

    Elinizle onu belinden tutuyordunuz sonra öpüyordunuz

     

    Siz bizi görmüyordunuz

     

    Biz ağacın tepesinden seyrediyorduk

     

    Siz onu çok öpüyordunuz

     

    Ötesini söylemiyeceğim Bay Yabancı

     

    Ben siz belki bilmezsiniz on yaşındayım

     

    Annem böyle konuşmak ayıptır dedi

     

    Annem o kadına şeytan diyor

     

    Bizim kediler de ona tuhaf tuhaf bakıyorlar

     

    Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba Bay Yabancı

     

    Siz şeytanı niçin bu kadar çok öpüyorsunuz

     

    Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel

     

    Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç

     

    Onu hiç görmedim o bize hiç gelmiyor

     

    Hele yağmur onu hiç deliğinden çıkarmıyor sanıyorum

     

    Ben yağmuru çok seviyorum Bay Yabancı

     

    Sizin ıslak saçlarınızı hiç sevmiyorum

     

    Tunusluların saçlarına benzemiyor sizin saçlarınız

     

    Bizim saçlarımıza benzemiyor sizin saçlarınız

     

    Ben karayım beni de amcamın oğlu seviyor

     

    Sizin o kadını sevmiyor Süleyman

     

    Süleyman benden başka kimseyi sevmiyor

     

    Ben de onu seviyorum

     

    Onu ve bizim evi seviyorum

     

    Bizim evin her tarafı tahtadandır

     

    Ayrıca matmazelin üzerine

     

    Bir akrep atabileceğimi de düşünün

     

    Tam karnının beyaz yerinden tutarsanız bir şey yapmaz

     

    Ama onu Matmazel bilmez ki o tam kuyruğundan tutar

     

    Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz

     

    Halbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor

     

    Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor

     

    Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı

     

    Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez

     

    Onun için gidip şapkalarınızı da beraber götürün

     

    Melekler bir demir parçasının üzerine oturmuşlar

     

    Her biri bir damla atıyor aşağıya

     

    İşte yağmur bunun için yağıyor

     

    Ben bunun için yağmuru seviyorum

     

    Yağmur bizim için yağıyor

     

    Çalılar için Süleymanın tabancası için

     

    Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine

     

    Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor

     

    (Sezai Karakoç, Şiirler III körfez/şahdamar/sesler, 6. baskı, İst.1996)

     

    Sudan bölündü. Mısır kaosa sürükleniyor. Lübnan'da hükümet çöktü, iç savaş uyarısı yapılıyor. İsrail, "bu yıl İran'la savaşırız" diyor. Akdeniz ve Balkanlar'da Türkiye karşıtı cephe oluşturuluyor. İsrail, Yunanistan, Bulgaristan ortak bakanlar kurulu topluyor. Nil'in suyu ve petrol üzerine yeni ve çok kötü senaryolar yazılıyor. Almanya ve Fransa, Akdeniz'den ve İsrail'den Türkiye'yi vuruyor. Türkiye, bütün bölgeyi derleyip toparlamaya çalışıyor. Tayyip Erdoğan, coğrafyaya çağrı yapıyor; "birbirimize yeteriz, yeni bir dünya kuruluyor, ayağa kalkın" diyor. Tunus'ta gençler, okumuşlar, fakirler ayağa kalkıyor. Ekmek, iş, özgürlük isteğine kurşunla cevap veriliyor, tanklar sokağa iniyor, sokaklar boşaltılıyor.

     

    Yüz yıl sonra yeniden dirilişi bütün dünyanın konuştuğu günlerde biz nerede duruyoruz? Sezai Karakoç'un, 1955'te Tunus'un bağımsızlığı için yazdığı bu şiir, aslında durduğumuz, durmamız gereken yeri gösteriyor.

     

    14 Ocak 2011 Cuma


  7. Ziyadesiyle merak edipte bir türlü birleştiremediğim bu konuya açıklık getirdiğiniz için teşekkür ederim Reyhan Hanım. Zira birçok kişi tarafından yöneltilen bir soruydu. Allah razı olsun...


  8. Mustafa Kemal ve Atatürk olarak iki farklı kişilik var diyebiliriz karşımızda. Yani İstiklal Savaşı yıllarında Vahdeddin tarafından Anadolu'ya gönderilmiş Mustafa Kemal elindeki bütün imkanlarla çevresine komutanları çekmişti. Doğu sınırının güvenliği için yapılan savaşlardan sonra Bolşevik Devriminin çok fazla katkısı olmuştur diyebiliriz. Aynı şekilde meclisin dualar eşliğinde bir cuma namazından sonra açılması Mustafa Kemal'in her tür ilişkiyi kendi lehine çevirmeye çalıştığının göstergesidir. İlk yazıdaki kayıtlarda bu yıllarda elde edilmiştir. Fakat savaştan sonra yeni kurulan devlette işler değişmiştir ne yazıkki. Savaş öncesine göre daha zor geçen yıllar belki de halk için. Bunun sebebi de dinimizin bir kenara bırakılması. Ayrıca dış politikada bile işler değişmiş İngiltere'yle işbirliği içine girilmiştir.

     

    Yani Atatürk zamanında dini, sosyalizmi, kapitalizmi kullanabilen bir insan. Zeki ve ileriyi görebilen birisi. Fakat ezanın Türkçe okunması, Kutsal Kitabımızın Türkçeleştirilmesi de pek hayırlı tarafları olmasa gerek. Binbir zorlukla kurulan yeni devletten sonra halk yine çileler çekmiştir. Dersim katliamı belki haklı başlamıştır ama bastırılırken çok fazla masum kanı dökülmüştür. Atatürk Türk milletinin İslamiyet'i kendi dinine yakın gördüğü için kullandığını gerekirse inançlarımızın değişebileceğini fakat benliğimizi kaybetmememiz düşüncesini savunmuştur. İşte bu yüzden yeni kurulan devlette kürt vatandaşlara ne yazık ki çok çileler çektirilmiş. Üstad'ın Son Devrin Din Mazlumları'nda da geçen cümlesiyle İstiklal Gazileri dahi yerlerinden edilmiş ve yurtlarından başka yerlere göç zorunda bırakılmıştır.

     

    Günümüze geldiğimizde ise bu memlekette yaşayan herkesin kendine göre haklarının olması gerekir. Yani insanları illa Türkçe konuşmaya zorlayamayız. Zaten kimse de bu yasağa uymaz uyamaz. Bugün memlekette TÜrkçe bilmeyenler var. Fakat bu ülkenin resmi dili TÜrkçe'dir. Okulda, mahkemede, karakolda ve mecliste başka dil konuşulamaz. Yaşayan herkese kendi dilinde eğitim verilse işin içinden çıkılmaz diye düşünüyorum. Ayrıca kürtler hariç böyle bir talepte bulunan da yok. Ben belli gruplar haricinde her ne kadar kürt kardeşlerimizin içinde acı olsa da devlete saygıları sonsuz derecededir.

    • Like 1

  9. Üstad'ın son dönemlerinde yazdığı bu iki mısralık şiir acaba ne için yazılmıştır? Uzun süredir düşündüğüm ve bir cevap bulamadığım soruyu sizlere yöneltiyorum. Bir açıklık getirecek arkadaş varsa cevap bekliyorum.

     

    Saygılarımla...


  10. Var olmanın sırrı

     

    Bizde sosyal konularda anabilim dalı hukuktur, Batı'da felsefedir.

     

     

    Elbette bu bir rastlantı değildir, bizim değerlerimizin temelini adalet oluşturur; çünkü kul hakkı ateşten bir parçadır. Kılı kırk yararak üzerinde durulmuş, tevzii de vicdanı teşekkül etmiş erbabına bırakılmıştır. Hükümet ve meclisin hakkın tayin ve tevziinde yetkisi yoktur; onlar sadece amme intizamını düzenlerler. Öyle zannediyorum ki, sistemimizin sağlamlığı, kuvvetlerin gerçekten birbirlerini dengelemeleri pek yakında Batılıların da dikkatini çekecektir. Zira her geçen gün o sisli ülkelerde hem gayrimemnunlar çoğalmakta, hem de hakkı düzenleyen özel hukukun ciddi bir uzmanlık gerektirdiği anlaşılmaktadır. Onlar sistemimizi uygularlarsa bizde de gündeme gelir.

     

    Felsefenin temeli ise şüphedir. Batı, inancından genellikle memnun olmamış, devamlı kendisi ve çevresiyle mücadele halinde bulunmuştu. Bu da felsefî sistemlerin doğmalarına sebep olmuştur. Felsefe ilimlere ufuk açmakla beraber, filozoflar hayatın özüne dair vazgeçilmez kıratta hiçbir şey söylememişlerdir. Hayat canlı bir organizma gibidir; izmlerin kasvetli bodrumlarına sığdırılamaz; her an kendini yeniler; başka ufuklara boy atar. Filozoflar sadece birbirlerinin yanlışlarını yakalayarak kütüphanelerin raflarını doldurmuşlardır. Fakülte koridorlarındaki ihtiyar bunakla genç züppeye de tartışma malzemesi üretmişlerdir.

     

    Batı toplumları sınıflıdır. Sınıfların oluşmasında güç önemli faktördür. Bunun için güç Batı toplumlarında belirleyici unsurdur. Mesela düello bu konuda dikkat çekici bir örnektir. Yüzyılımızın başlarına kadar haklının ortaya çıkarılması, yahut hakların iadesi için güçlülük mücadelesi yapılırdı. Düelloda kazanan, prensip olarak haklı sayılırdı. İslam toplumlarında ise hak sahibi, adalet anlayışından dolayı güçlüdür. Bu gerçeği Hz. Ebubekir'in şu sözü veciz bir şekilde ifade etmektedir: "Ey nas! En zayıfınız, hakkını alıncaya kadar nezdimde en güçlüdür."

     

    Milletlerarası ilişkilerde Batılıların gücü daha da hoyratlaşır; hiçbir sınır tanımaz. Hedeflerine ulaşmak için kutsal saydıkları her mefhumu göz kırpmadan çiğnerler. Papa'nın "Müslümanlara karşı İncil'e edilen yeminin önemi yok" deyip Haçlı seferlerine önayak olduğunu tarihten bilmiyor muyuz? Devletler hukukuna, insan haklarına işlerine geldikleri yerlerde riayet ederler; hatta bunları iç işlerine müdahale etmek istediklerine karşı silah olarak kullanırlar.

     

    Birkaç sebepten dolayı biz hâlâ Batı'nın boy hedefiyiz. Son çağlar, Batı ile mücadelemizin tarihidir; Batılılar ise tarihle iç içe yaşarlar; aramızda geçen dramatik olaylar zihinlerinde tazedir. Ayrıca İslam ülkeleri arasında sosyal yapımız, devlet tecrübemiz, stratejik önemi olan küçümsenmez toprağımız ile bir yerlere gelebilme ihtimalimiz var. Biz ne kadar, "Sizinle aynı medeniyeti paylaşıyoruz; tarihî iddialarımız yok" desek de ancak kendimizi inandırırız. Bir yabancı devlet adamının ziyareti sırasında protokol gereği söylediği medeniyetimizi övücü sözleri bizleri kandırmamalıdır. Bizden nasıl bir parça koparacaklarına dair devamlı hesaplar yapmaktadırlar. Ve bu gaye ile araştırma merkezleri, enstitüler kurmakta, bütün çifte standartları da mubah saymaktadırlar. Her ne kadar zaman zaman Batılılardan "Artık kutsal vatan yok, kutsal insan var; bu insanın dini, milliyetinin farklı olması ona bakışımızı değiştirmez" gibi kulağa hoş gelen sözler işitsek de, bunların siyasî manevralardan ibaret olduğunu unutmamalıyız.

     

    Bu toprağın çocukları, Batılıların ağızlarından düşürmedikleri bütün insanî sloganların, kurbanını arayan satırlardan farksız olduğunu unutmamalıdırlar. Menfaat temin etmek, siyasî hedeflerine varmak için, boğazlamak ve boğazlatmak onlara göre meşrudur. Varlığımızın yegâne teminatı kuvvettir. Bunun da biricik yolu "düşmanınızın silahlarına sahip olmak"tır. Gerisi laf ü güzaftır. [email protected]

     

     

    24 Ocak 2011, Pazartesi


  11. Yemen

     

    Kalabalık bir heyetle Yemen'i ziyaret eden Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül'ü San'a halkının içten sevgi gösterileriyle karşılamasını milletçe gururla ekranlardan izledik.

     

     

    Yemen, kültürü çok eskilere dayanan bir ülkedir. İmamların adeta başkent olarak kullandıkları stratejik bir harika olan Şerare'deki yaklaşık bin metrelik bir uçuruma yapılmış olan taş köprü, günümüzde bile medeniyet tarihçileri için soru işaretidir. Her bakımdan cazip olan Yemen, Etiyopya'nın işgaline uğrar. Etiyopya ordusunun kumandanı, Afrika'dan, Yemen'den, çeşitli bölgelerden insanların Kâbe'yi ziyaret ettiğini fark ederek, San'a'da Kâbe'ye benzer bir mabet yaptırır; buna rağmen ziyaretlerin adresi değişmeyince, Kâbe'yi yıkarak insanların sadece kendi yaptırdığı mabedi ziyaret etmesini sağlamak için kalabalık ordusuyla Mekke'ye hücum eder. Mekke'ye yaklaştığı sırada, kaybettiği develerini aramaya çıkmış olan Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdülmuttalip ile karşılaşır. Abdülmuttalip'in, develerini görüp görmediğini sorduğu Habeş komutanı şu cevabı verir: "Ben sizin Kâbe'nizi yıkmaya geliyorum; sen hâlâ develerini arıyorsun." Abdülmuttalip'in verdiği karşılık son derece düşündürücüdür: "Kâbe'nin sahibi var. O, orayı korur; ben develerimi bulmak zorundayım." Ertesi gün Etiyopyalıların Kâbe'ye yaptıkları hücum, ebabil kuşlarının devreye girmesiyle bozguna dönerek geri çekilmeleriyle neticelenmiştir.

     

    Bizim Yemen'le ilgimiz, 1517 yılında Mısır'ın Osmanlı Devleti tarafından alınmasıyla başlar. O sıralarda Mısır'la birlikte Yemen de Memlüklerin hakimiyetindeydi. Osmanlı Devleti, üst düzey yetkililerinden bir grubu Yemen'e gönderip tespit edilen hususlara dair, dağlık bölgelerde Şia'nın Zeydiye mezhebi, Tehame denen çöl bölgelerinde ise Şafii ve Hanefi mezheplerine mensup insanların yaşadıkları gerçeğinden hareketle, her bölgede yaşayan insanların inançlarına göre bir düzen kurup çekildiler.

     

    Aradan bir süre geçtikten sonra, İran'la Portekiz anlaşarak Yemen'in güneyindeki Babü'l-Mendep Boğazı'nı işgal ederler ve işgali Kuzey Deniz boyunca kuzeye doğru yaygınlaştırırlar. Kâbe'yi ziyaret etmek isteyen Müslümanlardan adeta haraç almaya başlayan bu iki devletin zulmünden kurtulmak isteyen Müslümanların feryadı Osmanlı'ya kadar ulaşır. Orta Asya bozkırlarında tarihin olaylar teknesinde yoğrularak oluşan gövdesiyle bütünleşen Mekke ve Medine'den gelen ruhu, haşmetli Osmanlı'nın Yemen'den yükselen feryada bigane kalmasına izin vermezdi. Özdemir Paşa kumandasında, Süveyş kasabasında bir donanma inşa eden Osmanlı ordusu, harekete geçerek İran ve Portekiz işgalini sona erdirdi. Bugünkü Etiyopya ve Yemen'de Özdemir Paşa ve oğlu Osman Paşa, adil bir nizam kurup çekildiler. Bugün bile iki Etiyopyalı alışverişlerinde sözlerinden dönmeyeceklerini ifade etmek için Kanuni Sultan Süleyman'ı telmihen "Akt-i Süleymani" derler.

     

    1848 yılında İngilizler Hindistan'a gidip gelen gemilerine ikmal yapmak için Aden hükümdarlığından bir yer kiralarlar. Bir gece kirayla ilgili bir ihtilaf bahanesiyle kalabalık bir orduyla Aden'i işgal ederler. Bunun üzerine Osmanlı buraya müdahale etmek mecburiyetinde kalır. Kapitülasyonların yürürlükte olduğu o dönemde Batılı ülkeler ve Ruslar hemen hemen bütün şehirlerde konsolosluklar açar ve muhtemel yeraltı kaynaklarını ellerine geçirmek için akıl almaz ölçülerde faaliyetlerde bulunurlar. Aleyhteki bütün propagandalara rağmen halkın çoğunluğu Osmanlı'nın yanında yer alır. Yemen'deki bu amansız mücadele her aklıma geldiğinde Üsküplü Osman'ı, Hakkârili Mehmed'i, Sudanlı zenci Musa'yı Fatihalarla anıyorum.

     

    Yemenlinin iki sıkıntısı var; biri cahillik, diğeri ise fakirlik. Yüze fosfor sürmek, ateş yutmak gibi cambazlıklarla emperyalistler halkı kandırmaya çalışırlar. Osmanlı'yı çok uğraştıran Yemen İmamı ise 1910'da yapılan anlaşmayla Osmanlı'ya sonuna kadar sadık kalmıştır. Hatta Mondros Mütarekesi haberi gelince İmam şöyle demiştir: "Bu yalandır; devletimiz galiptir. Mağlup da olsa ekmeğimizi paylaşır yaşarız; korkmayın."

     

    401 yıl Yemen'de kaldık; Mondros Mütarekesi gereğince oradaki askerlerimiz Hudeyde'ye gidip teslim olacaklardı. Atının üzerinde yol alan kolordu kumandanımız Tevfik Paşa'yı, kolunu, bacağını kaybetmiş gazilerimiz, aileler ve ordumuz takip eder. San'a'nın kalbi olan Şerare meydanına gelince gözyaşları içinde onları uğurlayan halkın arasından Recep Ali'nin sesi yükselir:

     

    - Allah yansuru Âl-i Osman!

     

    Bütün San'a halkı kendisine eşlik ederek gazi kolordumuzu "Allah yansuru Âl-i Osman" nidalarıyla uğurlarlar. Burası manidardır ki birçok Arap memleketlerinde bu slogan artık sonuna bugünkü devlet yöneticilerimizin adları eklenerek kullanılıyor. [email protected]

     

     

    17 Ocak 2011, Pazartesi


  12. Akademik Araştırmalar Dergisi

     

    Yazılı basının iki ana unsuru vardır; biri günlük gazete, diğeri dergidir.

    Günlük gazete daha çok haberleri halka yansıtır. Batılı ülkelerde kamuoyunun bilinçlenmesi ciddiye alındığı için aktüel haberler uzmanlar tarafından yorumlanır. Mesela Frankfurter Algemeine Zeitung'da Prof. Dr. Hildegard Stausberg sadece Arjantin hakkında makale yazar; çünkü bütün akademik araştırmaları Arjantin'le ilgilidir. Kaleme aldığı değerlendirme gerçekten okuyanı doyurur. Aynı gazetede Dr. Lech'in Türkiye-İran hakkında makalelerini okumak mümkündür. Bizde ise bir köşe yazarı bugün futboldan, yarın ekonomiden söz eder. Yazdıklarının da ne kadar etkili olduğunu görüyoruz.

     

    Bizim gibi ülkeler adeta dergi mezarlığıdır; zira dergi ilim, fikir ve sanata oturur. Batılı ülkelerde ilmi bir konferans dinlemek için bin kilometre yol katederek giriş ücreti ödeyenlere çok sık rastlanır. Bu Batılı ülkelerin düşünce seviyesini gösterdiği gibi dergi okuyucularına sahip olduklarına da işaret eder. Aksi takdirde "Der Spiegel" dergisinin milyonların üzerindeki tirajı izah edilebilir mi? Bizde ise en seviyeli bir konferansa bir avuç insan iştirak eder; dolayısıyla dergi okuyucumuz pek yoktur. Ancak bazı idealist insanlar imkânlarını riske ederek birkaç sayı süren dergi çıkarırlar. Gençliğimizde elimizden düşürmediğimiz rahmetli Necip Fazıl'ın çıkardığı "Büyük Doğu" zaman zaman kuyruklu yıldız gibi görünüp kaybolurdu. Ardından büyük gürültüler bırakarak maziye intikal eden merhum Osman Yüksel'in "Serdengeçti" dergisi yıllarca çıkmasına rağmen ancak otuzüç sayısı vitrinlerde yer alabildi. Başında Dr. Ali Bayram'ın bulunduğu "Akademik Araştırmalar Dergisi"nin ise 47-48. sayıları elimizde bulunuyor. On iki yıldan beri kesintisiz yayın hayatını sürdüren bu hacimli dergi Dr. Ali Bayram'ın organize ettiği ciddi bilim adamları tarafından hazırlanmaktadır. Elbette bir Batılı ülkede böyle bir dergiyi gün ışığına çıkarmak için idarehanesinde pek çok insan emeklerini birleştirirler. "Akademik Araştırmalar Dergisi"ni inceleyince, emeği geçen akademisyenleri bir kenara bırakırsak, Dr. Ali Bayram, yazı işleri müdürü Abdullah Uysal, abone ve halkla ilişkiler yetkilisi Abdullah Esin'in bu güzelim hakemli dergiyi bizlere sunduklarını görürüz. Herhalde bu da bize has bir olağanüstülüktür.

     

    Bilim şüpheden doğduğuna göre, bilim adamlarının şüpheci olmaları gayet doğaldır. Zihinleri belli noktalara odaklanmıştır; onların dışındakileri pek görmezler, ilgilenmezler; adeta koza gibi ördükleri dünyada yaşarlar. Kamuoyundaki pozisyonlar, mevkiler onları hiç ilgilendirmez; rüyalarında bile zihinlerindekilerle meşguldürler. Aynı zamanda son derece müşkülpesenttirler; emeklerinin değerlendirilmesinden bir türlü tatmin olmazlar. Bu tip insanlara Almanlar "Welt fremd" yani "Dünya yabancısı" derler. Söz konusu karakter yapısına sahip insanların bir araya gelmeleri, müşterek gayretle bir ürünü halka arzetmeleri hemen hemen imkânsızdır. Yıllardan beri Ali Bayram'ın bu imkânsızlığı başarması her türlü takdirin üstündedir.

     

    Avrupa'da her yıl kültür başkenti seçilir. Kanaatimizce bu seçim o şehrin, hatta o ülkenin turizmine katkı amacını gütmektedir. İstanbul'un ise gerek kültür, gerekse coğrafya bakımından farklı bir konumu vardır. Kültürü çok eskilere dayanan İstanbul, kadim Roma'nın önemli merkezlerinden biriydi. Bizans ve Osmanlı'ya uzun yıllar başkentlik yapması da adeta kültür kümelenmesine sebep olmuştur. Kazmayı vuran mutlaka tarihin bir boyutu ile karşılaşır.

     

    Gençliğimizde şıkça uğradığımız Marmara Kahvesi'nde İstanbul'la ilgili sohbetler yapılırdı. İzzeddin Şadan, Bizans'ın başkenti olarak tamamının "Konstantinopolis" olduğunu, "İstanbul" kelimesiyle de Sarayburnu'ndan Edirnekapı'ya kadar olan bölümün kastedildiğini ifade ederdi. İstanbul'a ilk Müslümanlar fetihle girmemişlerdir. Daha önce yerleşenler vardı. Herhalde uzaktan bakan Müslümanların o şehrin kendilerine ait olduğunu ifade etmek için "orada çok Müslüman var" anlamında "İslambol" dedikleri rivayet edilmektedir. Cumhuriyetimizle bu bölgesel ad bütün şehre mal edildi.

     

    "Akademik Araştırmalar Dergisi" her aydının sahip olması gereken bilgi ve kültür hazinesidir. Kütüphanemizi zenginleştirecek bu eser "Tarihte ve Günümüzde Medeniyet Şehri İstanbul" resimleri ihtiva eden bir cilt ile de güçlendirilmiştir.

     

    10 Ocak 2011, Pazartesi


  13. Bu mücadeleyi kazanmalıyız

     

    Kütüphanede bir genç yanıma geldi ve sordu: "İkinci sınıf bir millet miyiz ki dünyaca meşhur insanlar yetiştiremiyoruz? Bunun ille de büyük âlim ya da büyük sanatkâr olması gerekmez; şarkıcılarımızın, sporcularımızın da esamisi okunmuyor."

     

     

    Üzüntüsü yüzünden okunan gencin cemiyeti bir bütün olarak görmediği belli oluyordu. Her şeyimizle küçüldüğümüz bir dönemden geçerken ona akvaryumda balina yetişmeyeceğini anlatmak istedim.

     

    16. yüzyıla baktığımızda her şeyimizle büyük olduğumuzu görürüz. Devlet başkanımız Kanuni, başbakanımız Sokullu'dur. Amiralimiz Barbaros, mimarımız Sinan, şairlerimiz Baki ile Fuzuli, âlimimiz Zembilli... Bugünkü devlet adamlarımızın gayreti takdire şayan; onlar bir yana sanatkârlarımız Bülent Ersoy ve Şener Şen, âlimimiz Süheyl Batum, sporcumuz Derya Büyükuncu, şairimiz de Yaşar Kemal, mimarımız sayın bilmem kim bey.

     

    İçerisinde bulunduğumuz zamanı ele alırsak delikanlı haklıdır; fakat Hindistan'dan Viyana'ya kadar olan coğrafyada gözlerimizi dolaştırırsak, tarihin alacalığından bugüne dek insanlığı etkileyen belli başlı olayları hatırlarsak bize de bir haklılık payı çıkar. Dünya medeniyetine tesir eden eserler, toplanıp oluşmasında amil olan milletlerin adedine bölünse milletimizin payına diğer milletlerin birkaç misli düşer. Orta Asya bozkır medeniyeti, destanları, masalları, hikâyeleriyle ilim âleminin yeni yeni dikkatini çekiyor. Veriler incelendiğinde belki de ünlü Homeros karşımıza bir sahtekâr olarak çıkacak. Çünkü onun anlattıklarına benzer birçok şeyin ondan çok önce Orta Asya'da anlatılıp söylendiği ortaya çıkacak.

     

    Tac Mahal'den Drina Köprüsü'ne kadar atalarımız nice eserler vücuda getirdi. Sultanahmet, Süleymaniye ve Selimiye insanlığın hayranlığına sebep olmakta... İmam-ı Azam'dan Hoca Ahmet Yesevi'ye, Farabi'den İbn-i Sina'ya sayısız alim yetiştirdik. Mevlânâ ve Yunus hem bir kalabalığı millet yapacak güçte sanatkâr hem de onlara yol gösterecek incelikte birer mütefekkirdir. Tarihimiz o kadar önemlidir ki bizlere pek de dost olmayan Montesqiue bile İran Mektupları'nda, "Türk milleti olmasaydı, tarih olmazdı." hükmüne varmak zorunda kalmıştır.

     

    Sosyal konularda yapılan hatanın faturasını ödemek zordur. Dünyayı dolaşan, nerede ortamını bulursa orada meyvesini veren insanlığın yüksek medeniyeti Yunanistan'da sükut ettikten sonra, İslam dünyasının kucağında kendisine geldi. Müslüman âlimler bu medeniyeti gerektiği gibi inceleyip alınması gerekenleri aldılar. Fakat ne onların ne de devrin insanlarının zihninde Yunanlaşmak gibi abuk bir düşünce geçmedi. Bilahare bizdeki bilimleri Batılılar aldılar, fakat Türk-ü perestlik gibi cereyanlar gelişmesine rağmen hiçbir zaman Doğululaşmak ya da Müslümanlaşmak gibi bir resmî ideolojileri olmadı. Tuhaflığa bakın ki Batılılaşmak iki yüz yıldır bizim resmî rüyamız; bu rüyayı gerçekleştirmek için neler yapmadık? Nasıl da acımasız davrandık, nasıl da kendi insanımızı kırdık, nasıl da üç gün okula giden çocuklarımızı kendi medeniyetine düşman yaptık? Batılılara benzediğimiz ölçüde medeni, Batı'dan uzaklaştığımız takdirde vahşi olacağımız hikâyesini uydurduk. Taklidin sadece aslını yaşatacağını ve mukallidin ruhunu öldüreceğini nasıl da anlayamadık? Heyhaat! Bu tehlikeyi görüp anlatanlara hayat hakkı tanımadık.

     

    Gün geldi, ülkemizin kimi münevverleri kendilerine, "Ben kimim, bu hal de neyin nesidir?" diye sormaya başladılar. Palyaçoların dünyasından kaçarken kendi medeniyetleriyle karşılaştılar, oradaki inceliklerin farkına vardılar; oradaki insaniliği yeniden keşfettiler. Görüp öğrendiklerini gelecek nesillere aktarmak için gayret ettiler. Bu uğurda mağduriyetleri, mahkumiyetleri göze aldılar. Hiçbir şey yapamadılarsa ruh mayaladılar. Onların mayaladığı göller bugün yoğurt olmaya başladı.

     

    Milletimiz kendi ruhunu anlayanlara, kendi duygularını paylaşanlara destek olmaya başladı. Bugün üniversitede, basında, bürokraside zorlu bir mücadele devam ediyor. Süreç böyle devam eder ve milli aydınlarımız dünyamıza ağırlıklarını koymayı başarabilirse insanlığa yeni boyutlar, yeni bir üslup ve zenginlik getiririz. Yeni Mevlânâ'lar, Yunus'lar yetiştiririz. [email protected]

     

     

    03 Ocak 2011, Pazartesi


  14. İman ve ümit şairi

     

    Yılın bugünlerinde kaybettiğimiz, yattığı yerin nur olmasını dilediğimiz rahmetli Mehmet Akif milletimizin en karanlık döneminde yaşadı; o dağdağalı yıllardan yüz akıyla çıkmamız için onu Necit çöllerinde, Almanya'da, Kurtuluş Savaşı'na halkı hazırlamak gayretiyle cami kürsülerinde, Mehmedcikle omuz omuza cephede görüyoruz.

     

     

    Gün geldi bugünkü sınırlarla çizilen vatana sahip olduk; alınan sonuçta emeği geçenlerin başında Mehmed Akif de vardı. Yeni kurulan Cumhuriyet'te kravat takıp takım elbiseyi kendisine yakıştırabilen herkes ikbal mevkileri bulurken, onun, çoluk çocuğunun geçimini temin etmek uğruna Mısır'da Türkçe dersleri vermek zorunda kalması bize ne kadar şahsiyetli olduğunu gösterir.

     

    Belki ülkemizde Kur'an-ı Kerim'den sonra en yaygın kitap Akif'in 'Safahat'ıdır. Bu, onun milletimizin şairi olduğuna delalet eder. Bir sanatkârı halk iki sebepten dolayı benimser; biri anlaşılır lisanla yazması, diğeri ise milletinin dertlerini, özlemlerini dile getirmesidir. Etkisi ve sevilmesinde o sanatkârın hayatıyla eserinin uyumlu olması da rol oynar; yani inandığını yaşamalıdır. Lekesiz bir hayatı olan Mehmed Akif'in fikirlerinde gelişme görmek mümkündür; fakat sapma kesinlikle söz konusu değildir. Zaten bunun için onun en büyük şiirinin hayatı olduğu söylenmiştir.

     

    Her büyük sanatkâr eserlerini bir kaynaktan devşirir. Shakespeare varlığını şüpheye borçludur, Mevlânâ, Yunus, Fuzuli'yi feryat ettiren İlahi aşktı, Sinan göklerin hasretini duyduğu için o engin kubbeleri yaptı, Nietzsche hayatın mihrakına gücü oturttu, Beethoven tabiata tahakküm etmenin yollarını aradı, Baudelaire kutsallara hücum etmenin hıncını duydu, Namık Kemal vatan hasretiyle yanıp tutuştu, Mehmed Akif milletinin kurtuluşunu Kur'an'da gördü; halkının ruhunu ve hayatını kutsal kitabımızla yoğurmanın azmiyle yaşadı.

     

    İnsan başkasından çok şey öğrenir; fakat dehanın beşiği yalnızlıktır. Bu yalnızlığın en fecisi kalabalıkların arasında olanıdır. Duyduğu sözler onun için bir anlam ifade etmez; söyledikleri kimsenin umurunda değildir. Bir başka muzdarip Nurettin Topçu, Akif'in yalnızlığı hakkında bizleri sarsan şu cümleleri yazdı: "Akif'in inzivası halk içinde idi. O, cemaatin içinde çilesini doldurdu; sonra bu cemaatten ona ne kaldı? Her parçasını birine 'Dostum' veya 'Kardeşim' diyerek veyahut bütün samimiyetiyle isimlendirerek ithaf ettiği eserini, bu kardeşleriyle dostları didik didik ettiler. Kimi onun inkılabı anlamadığını, kimi dindarlığındaki hulûsü ölümünden sonra tenkid ve tariz vesilesi yaptı. Dostları bakımından en talihsiz insan bu adamdı, denebilir."

     

    Bir insanın büyük olmasının en önemli nişanı inançlarına sarsılmaz bir şekilde bağlanmasıdır. Kuvvetlilerin tavırlarına göre hayatını düzenlemez; cemiyetin dalkavukluğunu kesinlikle yapmaz; devirlere, iktidarların durumlarına göre değişmez; ortama uymaz; ortamı kendine uydurmaya çalışır; uyduramazsa son nefesine kadar mücadele eder. Şu beyiti onun ne kadar yüce ahlaka sahip olduğunu göstermektedir: "Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem,/ Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem."

     

    Büyük insan herkesin dizbağlarının çözüldüğü yerde dik durmasıyla kendisini belli eder. Diplomalılarımızın pek çoğunun mandacı olduğu, bir kısmının da güçlü fakat zalim olduklarını bildikleri milletlere yaranmak amacıyla söz söyledikleri bir dönemde onun vatanı ve milleti için haykırışları gök kubbede demir atıyordu: "Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz!/ Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz./ Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusu?/ Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun..."

     

    Akif'in hayatını inceden inceye araştıran, onun bir beşeri gücün karşısında eğildiğini göremez. Ne pahasına olursa olsun, ister bir mevki uğruna, ister çoluk çocuğunun nafakası için, inandıklarından taviz verdiğini hiç kimse söyleyemez. Kendisinin ve milletinin onuruna ne kadar düşkün olduğuna ölümünden kısa bir süre önce yazdığı mektupta şahit oluyoruz. Batı'nın güçlü milletlerinin karşısında diplomalılarımızın ezilip büzülmelerinden duyduğu acıyı ne çarpıcı bir şekilde anlatıyor: "... Şu inziva aleminde muhitin, şuunun, zamanın, hadisatın, hülasa bütün kainatın sarih istiskalini (horlanmasını) gördükçe yaşamaktan adeta iğreniyor da, günden güne artan zaafımı, ihtiyarlığımı birer müjde-i halas telakki ediyorum."

     

    Hasta ve ihtiyarlık günlerinde bunları söylüyor, ama sarsılmaz bir iman ve derin bir ümitle savurduğu çığlığı şimdilerde bile bizi ayakta tutuyor: "Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk'ın,/ Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın."

     

     

    27 Aralık 2010, Pazartesi


  15. Demokrasi ve zihniyet

     

    "Demokrasi en az kötü olan idaredir" sözü Churchill'e atfedilir. Yirminci yüzyılın en büyük devlet adamlarından biri olarak gösterilen Churchill değil, kim söylerse söylesin, bu söz gerçeği ifade etmiyor. Şartları mevcut değilse, bazen demokrasi en kötü idaredir.

     

     

    Rejimleri putlaştırmak son derece yanlıştır. Eğer bir rejim her bakımdan mutlak üstün olsaydı, dünyanın her yerinde, bütün dönemlerde o rejim tatbik edilirdi. Şunu da unutmamak lazım ki, hangi rejim olursa olsun, bir ülkede halkın kültür seviyesi düşükse, aydınında milli şuur, sorumluluk duygusu, hak kavramı yerleşmemişse, orada devlet hamam tasına döner; bir kirlinin elinden diğer kirlinin eline geçer.

     

    Her rejim gibi demokrasi de bazı şartları gerektirir. İlk önce rejimi yürütenler, yani diplomalı zümre, demokrasiye inanmalıdır. 'Partim seçilirse' zihniyeti aydın kategorisine girenlere musallat olmuşsa, o ülkede diktatörlüğe gizli bir heves yatmaktadır. Maalesef uzun zamandan beri emekleyen demokrasimizi kesintiye uğratan bu hevestir. Yakın tarihimize göz atarsak, seçimi kaybedenlerin, demokratik rejimi zedeleyip zedelemeyeceğine bakmaksızın her türlü tahriki mubah saydıklarını görürüz. Sivil ayak bulamayan askerlerin darbe yapmaları hemen hemen mümkün değildir; ne yazık ki bizde zaman zaman darbeciler sivillerden yeterince destek bulmuşlardır.

     

    Halkın değerleriyle diplomalıların değerleri uyuşmazlık halinde ise, demokratik rejim sağlam bir zemine oturamaz. Batı'da devleti değişik zümreler yönetmişti; aristokratlar, teokratlar, büyük toprak sahipleri, askerler. Günümüzde ise aydınlar yönetimi ellerinde bulundurmaktadırlar. Klod Farrer'in 'Türklerin Manevi Gücü' adlı kitabında belirttiği üzere klasik aydınımız Paris doğumlu bir Fransız'dan ülkemize daha yabancıdır. Halbuki demokrasi, millet hakimiyetine dayanır. Milletine yabancı olan bir zümre onun hakimiyetini nasıl temsil edecektir?

     

    Demokrasi, asgari müşterekleri bulunan bir toplumun rejimidir. Bütün tahriplere rağmen, Allah'a şükür, halkımızda asgari müşterek vardır. Fakat gerek siyasi, gerekse bürokratik kadroları oluşturan diplomalılarımızın asgari müşterekleri var mıdır? Rejimin kalbi olan Meclis'e kulak verince, asgari müştereklerin temeli olan din, vatan, millet konularında mutabakat olduğunu duyabiliyor muyuz?

     

    Bize demokrasi halk hareketiyle değil, dünyanın şartlarından dolayı tepeden geldi. Öncülerinin pek çoğu da gençliklerini komitecilikle geçirmişlerdi. İnsan istese bile gömlek değiştirir gibi zihniyetini değiştiremeyeceğinden bu vasıfları devam etti; telakkilerinin sonraki nesillere intikali de demokrasimiz için ciddi talihsizlik oldu.

     

    Demokrasinin bir şartı da, hür ve dürüst basındır. Doğru haberlerle milletin sağlıklı düşünmesine yardımcı olmalıdır. Yalan haberlerle kamuoyu etkilenir, cemiyet kargaşalığa sürüklenirse, demokrasi anarşiye dönüşür. Her anarşi demir yumruklu bir kurtarıcıya davetiye çıkarmaktadır. Bunun örneklerine son dönem tarihimizde çok sık tanık olduk. Ayrıca basınımız, hiçbir zaman samimi olmamış, devamlı çifte standart kullanarak milletin güvenini yitirmiştir. Mesela hürriyet havarisi kesilen basınımız, askerî darbeleri 'Selam sana generalim' sloganlarıyla karşılamışlardır.

     

    Muhalefetteki partilerimiz rejimin sağlıklı yürümesinden genellikle kendilerini sorumlu saymazlar. Oy koparmak, iktidarı yıpratmak için tedavisi mümkün olmayan tahriklere başvururlar. Ülkemizin menfaatini korumakla da sadece iktidarın sorumlu olduğunu sanırlar. Halbuki sağlıklı bir demokratik rejimde muhalefetin de iktidar kadar kendisini sistemin eksiksiz yürümesinden sorumlu saymaları gerekir.

     

    Demokrasi ile insan haklarını, hukukun üstünlüğünü bir görmek mümkün değildir. Bir ülkede vatandaşın oylarıyla yönetim değişmeyebilir; ama orada insana verilen değer hakim olan zihniyet ve dünya görüşünden dolayı bu insani kavramlar yürürlükte bulunabilirler. Demokrasi, bunlara kontrol mekanizması getirir; bir anlamda emniyet supabıdır. Bunlara riayet etmeyen yönetimi vatandaş hür iradesiyle, kansız bir şekilde yönetimden uzaklaştırır. Ama bu ulvi müesseseleri yok etmek için demokrasi bir buldozere de dönüştürülebilir; bu bir niyet ve zihniyet meselesidir.

     

     

    20 Aralık 2010, Pazartesi


  16. İdeoloji ve hayat

     

    Evliya Çelebi'nin Medine'ye dair yazdıkları hakkındaki Almanca doktora tezinden tanıdığımız genç ilim adamlarımızdan Nurettin Gemici, yakınlarda "Ahilikten Günümüze Meslek Eğitimi" adında dikkat çekici bir kitap yayımladı. Çarşı ve pazarda olup bitenlerden haberdar olan, mukayeseli bir mantıkla bu kitabı okursa, neleri kaybettiğimizin acısını derinden duyar. Bir zamanlar "Ben siftah ettim, komşumdan alın" diyen esnaf, günümüzde ancak menkıbelerde kaldı.

     

     

    Ülkemizde meslekten mesleğe geçiş çok kolay; berber emlakçılıkta kâr görüyorsa, dükkânını kapatıp emlakçılığa başlıyor, hiç kimse de ona bu mesleği icra edebilecek niteliği olup olmadığını sormuyor. Ekonomik hayatın temelinin seviyeli mesleğe dayandığını ecdadımız fark ettiği için Ahilik teşkilatını kurmuştu. Meslek eğitimi sadece beceri kazanmak değildi; aynı zamanda o mesleğin gerektirdiği adab ve ahlakı da öğrenmekti. Adab ve ahlakın beslendiği temel esas metafizik âlemdir. Zaten etimolojik olarak meslek kelimesi 'suluki'den geldiği için manevi bir boyutu vardır. Aldıkları eğitimle bir mesleğe mensup olanlar branşlarıyla iştigal etmiş peygamberleri kendilerine pir kabul ediyorlardı. Birkaç örnek vermek gerekirse, Hz. Adem çiftçilerin, Hz. Şit hallaçların, Hz. İdris terzilerin, Hz. İbrahim sütçü ve marangozların, Hz. Yusuf saatçilerin, Hz. Zülküf fırıncıların, Hz. Lokman hekimlerin, Hz. Peygamberimiz bahçıvan ve tacirlerin piri idi. Peygamber Efendimiz'i, mesleğinin piri kabul eden bir tüccar bir başkasını nasıl aldatabilir?

     

    Her şehirde meslek grupları kendilerine ait bir çatı altında toplanırlardı. Böylece oluşan organizasyonlar bünyelerindeki meslek erbablarının hammadde temininde, diğer ihtiyaçların giderilmesinde, zuhur eden engellerin aşılmasında yardımcı olurlardı. Aynı zamanda o meslek grubunun disiplinini, geleneğinin devamını sağlar, hem de kalitesiz mal üretiminden toplumu korurlardı. Ahlaka aykırı rekabet yollarına başvurana karşı dürüst esnafın zarara uğramasını önlerdi. Bu birlikler sayesinde kunduradan hasıra kadar, imal edilen her şey belirli standartlara bağlanırdı. Söz konusu standartlardan bir kısmı 'tavrı kadim' ve 'edeb-i kadim' olarak nitelendirilen üretim teknikleriyle, bir kısmı da doğrudan doğruya üretilen eşyayla ilgiliydi. Mesela bir santimetrekarelik kumaşta kaç ilmik bulunması gerektiği tespit edilmişti. Kaliteye dikkat etmeyen zanaatkâr uyarılır; aynı yanlışı yapmaya devam eden, meslekten men edilirdi. Ham ve mamul madde fiyatları, standartları Ahi birlikleri tarafından belirlenmesine rağmen devlet de sürekli denetlerdi. Çıraklık, kalfalık, ustalık ancak bu düzen içinde elde edilirdi. Her zanaat grubu şeyh, kethüda, yiğitbaşı ve iki ehl-i hibreden müteşekkil bir lonca heyetine sahipti. Bu heyet o zanaat mensuplarının işlerine nezaret eder ve devletle işlerini düzenlerdi.

     

    Medeniyetimizin diri olduğu dönemlerde kaderini bir başka kişinin insafına bırakmış kimse yoktu. Ekonomik hayat öylesine düzenlenirdi ki, herkes yarınlarına umut ve güvenle bakardı. Sağlıklı bir vücudun organları gibi çalışan bu muazzam sistemin en önemli unsuru sorumluluğunun farkında olan insandı. Otorite ve hürriyet öylesine meze olmuştu ki, her meslek erbabı hem devlet otoritesini hisseder hem de mesleğinin gerektirdiği hürriyetin tadını duyardı.

     

    Medeniyet oluşturmuş Roma, Osmanlı gibi büyük imparatorluklara bakınca önyargısız davrandıklarını görürüz. "Benim kurumlarımla kimse boy ölçüşemez, ilmimiz doruk noktasını aşmıştır." diyen, dünyaya gözlerini kapatır; böylece boğazına ölüm ipliğini atmış olur. Devamlı sahip olduklarını kötüleyenler ise millî özgüvenlerini yitirirler. Roma ve Osmanlı kendi değerlerinin şuurlarında bulundukları halde, gözlerini dışarıdan ayırmadılar. Nerede güzel, faydalı bir şey gördülerse, sosyal bünyeyi zedelemeden aldılar. Kendilerininkini hor görmedikleri için geliştirmenin de yollarını aradılar. Gün geldi bizde Batılılaşma, ideoloji haline dönüştü. Neyimiz varsa, hepsini paslı örgüler olarak gördük; onlardan kurtulup Batı'nın değer ve kurumlarını alınca yaşayacağımızı zannettik. Böylece kendi akıl ve tecrübemizi hayatımızdan attık. Şuursuz taklidin her şeyimizi kurutacağını unuttuk.

     

    İdeoloji kalıp demektir; hayat ise her an kendini tazeler; hiçbir kalıpta ona yer bulunamaz. Kim ki hayatı kalıba dökerse, toplumun hürriyetini katleder. Oysa toplumun bünyesindeki değerler ancak hürriyet ortamında göğerirler. Nurettin Gemici, geçmişteki büyüklüğümüzün sebeplerini bize gösterirken, geleceğimizi de aydınlatıyor; yeter ki görebilen göze, düşünebilen beyne sahip olalım.

     

     

    13 Aralık 2010, Pazartesi

    • Like 1

  17. Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri

     

    Bir ilim adamı kitabında şöyle bir dipnot düşmenin ihtiyacını duyuyorsa, onun şahsiyeti ve yazdıklarının üzerinde durmak gerekir: "İslam dünyasında kütüphanelere dair kaynakların verdiği bilgiler başta Yusuf Eche, Filip Tarrazi, Yahya es-Saati olmak üzere birçok araştırmacı tarafından değerlendirilmiş ve bu konuda yüzlerce makale yazılmıştır.

     

     

    Benim burada yaptığım, ağırlıklı olarak araştırmacıların ortaya çıkardığı bilgileri nakletmekten ibarettir. Bu bakımdan bu bölümün orijinal bir kıymeti yoktur." Bu satırlarıyla İsmail E. Erünsal bir neşter atıyor, ilim dünyamızın halini ortaya koyuyor. Yazdıklarının çağrıştırdıkları gerçek olmasaydı, ilim bakımından Nijerya ve Mısır'dan geri olur muyduk? Milletlerin hayatında ilim ve kültür dışındaki gayretler suyun üzerine işlenmiş nakış gibidirler. Bunun için geleceğimiz Erünsal gibi işin ciddiyetini kavramış ilim adamlarının çoğalmasına bağlıdır.

     

    Bugünlerde Prof. Dr. İsmail E. Erünsal'ın "Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri" adlı eseri elimden düşmüyor. İlmi hüviyeti itibarıyla kuru olması lazım gelen kitabını alıntılarla, dipnotlarıyla öyle güzel beslemiş ki insanı alıp götürüyor. Önsözünde Osmanlı İmparatorluğu'nda kütüphaneler de dahil olmak üzere sosyal hizmetlerin hayır sahiplerinin kurdukları vakıflarca yürütüldüğünü belirtiyor. Osmanlı, İslami anlayış ve hassasiyetle düzenlenmiş devletti; nabzı merhametle atıyordu. Merhamet sadece insanlara değil, bütün canlılara hatta tabiata da gösterilmişti.

     

    Çoğumuz Osmanlı'da ilk kütüphanenin Abdülhamid Han döneminde hizmete giren Bayezid Devlet Kütüphanesi olduğunu zannediyoruz. Halbuki saray kütüphanelerini bir kenara koyarsak, herhalde Bayezid'deki, devlet eliyle kurulan ilk kütüphanedir. Erünsal'dan, İstanbul'da, 1473'te Mahmut Paşa külliyesinde kütüphanenin hizmete girdiğini öğreniyoruz. II. Murad'ın Edirne'de, Saruca Paşa'nın Gelibolu'da kurdukları kütüphanelere işaretinden de bu kültür yuvalarının devletin çeşitli yerlerine serpildiklerini anlıyoruz.

     

    Bugün bile kütüphanecilik denince kitapları rafa dizmek gibi basit bir işi algılıyoruz. Oysa kütüphane ilmin temelidir; kültür ve medeniyetin birikim ve üretim noktalarıdır. Ecdadımız bu gerçeği çok önceden kavramış, nasıl işleyeceğini kuruluş senetlerinde belirtmiştir. Vakfın en önemli kurumu 'Mütevelli Heyeti'dir. Devlet ricali de işin önemini idrak etmiş, bir bakanlıkla vakıfların kuruluş gayesine uygun yönetilip yönetilmediğini denetleme lüzumunu duymuştur. Kütüphane personelinin temel elemanı 'Hafız-ı Kütüp'tür. Pek çok vakıf senedinde tayin edilen Hafız-ı Kütüp'te bulunması gereken vasıflar zikredilmiştir. Kütüphanenin diğer personelinin seçimleri, azilleri ve ücretleri de vakıf senedinde belirtilmiş olmalıdır. Erünsal, Osmanlı dönemine ait vakıf kütüphaneleri hakkında genel bilgiler vermekle yetinmemiş, önemli kütüphaneleri ele almış; çalışan elemanlarına, maaşlarına, hizmet gün ve saatlerine dair bilgiler vermiş. Kullandığı kaynaklara bakınca, iğne ile kuyu kazdığını idrak ederiz. Kitabı okuyunca, insanın "İlmi eser böyle yazılır" diyesi geliyor.

     

    Vitrinlerde kitaplar çoğalıyor; ne yazık ki çok azı okunmaya değer. Kıymetli bulunanların çoğu da makas ürünüdür. Bir allamemiz, bilim tarihimizle ilgili ciltlerce eser kaleme almış. Cümleleri, örnekleri tanıdık; Sigrid Hunke'yi teşhis etmemek mümkün değil; ne gariptir ki kitabın hiçbir yerinde Hunke'yi kaynak göstermemiş. Erünsal, sadece çalışkan bir bilim adamı değil, aynı zamanda bilim namusuna da sahiptir. İlim âlemimizin içinde bulunduğu durumdan rahatsızlık duymuş olmalı ki şunları yazmak mecburiyetini hissetmiş: "Meslektaşlarımın yaptıkları araştırmalar dolayısıyla haberdar olduğum arşiv kayıtlarının hangi çalışmadan alındığının gösterilmesinde elden geldiğince titizlik göstermeye çalıştım. Maalesef son yıllarda başkalarının eserlerinden yararlanılarak ulaşılan arşiv belgelerini, aradaki araştırmacıyı aradan çıkararak kullanmak yaygın hale gelmiştir."

     

    Ümit ederim ki Türk Tarih Kurumu'nun yayınladığı Erünsal'ın "Osmanlı Vakıf Kütüphaneleri" eserini Kültür ve Milli Eğitim bakanlıkları görürler de geniş çevrelerin yararlanması için gerekeni yaparlar.

     

     

     

    06 Aralık 2010, Pazartesi


  18. İki farklı bakış

     

    Batılılar kendilerini insanlığın mihrakı kabul ederler; biricik arzuları da refahı elde etmektir. Bunun için başkasının çekeceği acıları hiç hesaba katmazlar. Düşünmezler ki, refahla huzur çok ayrı şeylerdir; birisi gövdemizin, diğeri ruhumuzun arzusudur. Ruhumuzda sıkıntı varsa, en son konfora ulaşmamızın herhangi bir önemi yoktur; ruhumuzun sıkıntısı gövdemizin cehennemi olur.

     

     

    Ünlü medeniyet tarihçisi Rothaker, Roma İmparatorluğu'nun büyüklüğünü, ihtişamını, kendilerini evrenin merkezine oturtmalarıyla izah eder: "Biz dünyanın yüreğiyiz. Seçilmiş kavimiz; kavimlerin gözdesiyiz. Biz gerçek insanlarız. Gerçek medeniyet de, asıl hümanitas da bizdedir." Bu zihniyetin sahibi diğer insanları hesaba katar mı?

     

    Menfaatleri için sadece insanlara değil, tabiata da acımasız davrandıklarını, Kızılderili reisi Seattle'ın topraklarını satın almak isteyen Amerika Birleşik Devletleri'nin başkanına yazdığı mektupta veciz bir şekilde anlatıyor: "...Gökyüzünün, toprağın sıcaklığını nasıl satabilirsiniz ya da satın alabilirsiniz? Beyaz adam, topraktan almak istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder... Toprak insana değil, insan toprağa aittir... Bir gün bakacaksınız, gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş... Her yer insan kokusuyla dolmuş. İşte o gün, insanoğlu için, yaşamın sonu ve varlığını sürdürebilme savaşının başlangıcı gelip çatmış olacak..."

     

    Ciddi bir bilim adamı olan rahmetli Muhammed Hamidullah Bey'den Peygamber Efendimiz'in çevreye dair görüşlerini öğreniyoruz. Mekke ve Medine'nin belli bölgelerindeki ağaçları kesmeyi yasak eden Peygamber Efendimiz, Taiflilerle yapılan anlaşmaya da şöyle bir madde koydurmuştur: "Vadiler bütünü ile kutsaldır ve yasak, orada, Allah adına, vahşi ağaçlar ve av hayvanları üzerinde, her baskı, her tecavüz ve fenalık haramdır." Bununla yetinmeyip müminlere şöyle bir bildiri yayınladığını yine M. Hamidullah'ta okuyoruz: "Vace vadisinin ne dikenli ağaçları ne de çalıları tahrip edilmeyecektir. Av hayvanları da öldürülmeyecektir."

     

    Peygamber Efendimiz'in çevreye verdiği önemi medeniyetimizin diri olduğu dönemlerde bizde de görmekteyiz. Mevlânâ Hazretleri tabiata hakimiyete kalkışmanın yanlış olduğunu, tabiatın zılgıtını davet edeceğini belirtiyor. Sultan II. Mehmed İstanbul'u fethedince, alelacele Hızır Bey'i belediye reisi tayin etti. O da ilk icraat olarak Haliç sırtlarında hayvan otlatmayı, Boğaz'da balık tutmayı yasakladı; çünkü hayvan tırnaklarının yuvarladığı toprakla bir gün tabiat harikası olan Haliç dolabilirdi. Boğaz'daki balıkların cinslerine göre avlanma zamanları tespit edilecekti.

     

    O zaman İstanbul halkının hemen hemen tamamı Hıristiyan'dı. Sokağa tükürüyorlardı. Hatta o dönemde Fransa'da "Müslümanlar niçin sokağa tükürmüyor?" diye bir kitap yazıldı; tabii bununla da kendilerinin tükürmeleri kınanıyordu. Herhalde şimdilerde aksinin yazılması gerekir. Fatih, sokaktaki tükürüklerin üzerine kireç serptirmek için bir vakıf kurdu. Buradan şunu çıkarıyoruz ki o zaman biz hem mikrobu, hem de kirecin mikrobu öldürdüğünü biliyormuşuz. Tıp tarihçileri bunun üzerinde durmalı, bugüne dek yazdıklarını gözden geçirmelidirler.

     

    İngiliz, Fransız, Hollanda imparatorluklarının çekildikleri sömürgelerine, bir de kendilerine bakarsak, oraları nasıl talan ettiklerini idrak ederiz. Osmanlı Devleti de Avrupa'nın içlerine kadar yayıldı; dağılınca ana unsur kendinden kopanlardan fakir kaldı. Bunu amiyane tabirle "enayilik" olarak görenler var. Osmanlı, menfaatinin nerede olduğunu görmüyor muydu? Elbette görüyordu; fakat onu hak duygusu frenliyordu. Bugün Afrika'da açlık varsa, bunda yıllarca oraları sömürge olarak kullananların payını kim inkâr edebilir?

     

    Günümüzde küresel ısınmanın insanlığı tehdit etmesi Peygamber Efendimiz'in, Seattle'ın bakış açılarının ne kadar doğru olduğunu ispat ediyor. Yaklaşan tehditten Batılılar da payını alınca, çevreciliği cereyan olarak gündeme getirdiler. Bunun bir moda hareket kalmaması, insanlığa zarar veren üretimlerini düzenlemeleriyle mümkündür. Bu da ancak dünya görüşlerini sigaya çekmeleriyle kabildir.

     

     

     

    29 Kasım 2010, Pazartesi


  19. Hazret-i Hasan halifelik makamında yemen, Hicaz, Kufe, Irak, horasan habzaları kendisine bağlı olduğu halde, ancak altı ay, altı gün kalabildi.

     

    Halifeye bağlılık dışı kalan sahaların merkezi şam... Hazret-i Hasan Şam Valisinin altmış binlik bir orduyla Irak'ı eline geçirmek üzere hareket ettiğini haber alınca, o da ordusunu toplayıp yola çıktı. Ağır bir yürüyüşle Müdayine vardı ve ordusuna istirahat verdi. Orada birkaç gün dinlenmeden sonra, başkaldıranların üzerine gidilecek... Hazret-i Hasan bu sırada, gece ve gündüz, yorugun ve uykusuz hep düşündü: Taraflar müslüman... Çarpışırlarsa oluklar gibi müslüman kanı akacak... Taraflardan hiçbiri karşısındakini kırıp ezmeden muradına ermeyecek... Müslümanlar arası ilk büyük ve kanlı boğuşma, kendi zamanında çıkmış olacak... Buna razı olamaz; fani bir dünya ve makam davası için, ne kadar haklı olursa olsun, böyle bir bölünüşe ve bölümler arası birbirini yeme ihtirasına yol açamaz.

     

    Karşı tarafa elçiler gönderdi ve bazı şartlar altında sulha razı olarak Halifelik makamını bıraktı.

     

    ..........

     

    Sözü:

     

    "-Allah'ın dileğine bağlanan kişi, nefsi için, Allah'ın seçtiği halden başkasını istemez."

     

    Ebu Hüreyre'den Hadis meali:

     

    "-Allahım; ben Hasan'ı severim, onu seveni de severim."

     

    Bütün bunlara rağmen peygamber torunlarına edilen zulüm bahsinde Hasan'ın vaziyeti, bir kibrit çöpü ateşinden ibaret kalır. Hüseyin'inki ise alevleri Arş'ı saran ve beşerin hayatında tek kalan bir yangın... Kibrit onda parladı; yangın Hüseyinde çıktı ve kainat yandı.


  20. *Çok süslenenlere bakın; hepside gizlenmek istiyordur.

     

    *Mevkilerini para ile satın alanlar, masraflarını geri almak yoluna düşerler.

     

    *Akıllı insan düşündüğü her şeyi söylemez, fakat söyleyeceği her şeyi düşünerek söyler.

     

    *Fazileti olmayan insan, hayvanların en kirlisi, en vahşisi, en muhteris ve en doymak bilmez olanıdır.

     

    *Kimse tesadüfle veya onun vasıtasıyla doğru ve akıllı olmaz.

     

    *Utanç gençlerin süsü, yaşlıların yüz karasıdır.

     

    * Alçak olan kimse düşmekten korkmaz.

     

     

    Aristo


  21. Yazarımız ne kadar haklı... Üstad yıllar geçse de hala açılmayı bekleyen bir hazine gibi. Şimdi Üstad'ı eleştirenler acaba onun Menderes'e ders vermek için yerdiğinden haberleri var mı? Ezberden konuşmak ne kadar kolay diye düşünüyor insan. Ayrıca Üstad yaşadığı her dönemde siyasetin merkezinde bulunan bir muharrir. Şimdi okunsa yine en anlamlı dersler çıkartılıp geçmişte yapılan hataların tekrarlanmayacağı kesin.

     

    Üstad asla yaşadığı dönemin yazarı değildi. Yazdığı yazılar hala geçerliliğini korumakta. Şu an olan biteni anlamak ve seyirci kalmamak için yine o kitapların sayfalarını karıştırmak gerektiği ne kadar anlamlı bir düşünce.

    • Like 2

  22. Talebesi Eflatun'un tabiriyle, boğa bakışlı, gözlerini diktiği yeri kezzap gibi oyan, çıkık geniş alınlı, sütbeyaz sakallı bu yetmişlik ihtiyar, birçoklarınca Atina'nın başına beladır. Onlara bela gibi göründüğünü kendiside bilir. Atina'nın bu dış oluş ve görünüşü içinde rahatını bulmuş olanların karşısına, en umulmadık anlarda ve yerlerde çıkıverir; asasını yollarına bir engel gibi diker, geçip gitmelerini önler ve sorar:

     

    -Söyle bakalım, ne düşünüyorsun?

    -Neye dair düşünmeliymişim ki?

    -kendine dair...

    -Kendime dair mi? İnsan kendisini bilmez mi?

    -İnsanın en bilmediği, kendisi... "Kendi kendini bil"

    -Ya öbür bildiklerim?

    -Bilmeyi bilmeden, onun nereden ve nasıl geldiğini bilmeden, bilmek olur mu?

     

    Hesaba çekilen adam, suratı bumburuşuk, kendisini bu garip ihtiyardan kurtarıp, kaçarcasına uzaklaşır.

     

    .............

     

    Şair, heykeltıraş, mimar, asker, politikacı, hatip, kahin, çiftçi, atlet, hayvan yetiştiricisi,; ve nihayet ağaç altlarında buluştuğu ve konuştuğu, kafa dertlisi talebelerine karşı hep aynı yakıcı eda ve boğucu istifham:

     

    -Ben kimim, insan nedir, hayat neye yarar?

    Ve tek emir, büyük "usul" kapısını açan biricik işaret:

    "-Kendi kendini tanımaya bak!"

     

    .............

     

    Şimdi Sokrates'in bütün dünya görüşünü, ahlak, terbiye ve iman telakkisini çerçeveleyen şu konuşmaya bakalım:

     

    "SOKRATES-(Talebesine) Sana birşey söyleyeceğim; ta ki, sen de, birçok kimse gibi dinsizliğe sapmayasın... Gerçekten, sözle olsun, işle olsun, önce Tanrıya, sonra ona bağlı insanlara karşı günah işlemekten beter birşey yoktur. çekinilmesine büyük dikkat göstereceğim birşey de, bir insanı överken de, yererken de temelsiz şeyler söylemektir. Bunun için, iyilerle kötüleri, iyilikle kötülüğü ayırt edebilmek lazım... Çünkü ona bağlı olan, iyi insandır. Sanma ki, taşlar, tahta parçaları, kuşlar ve yılanlar kutsi olabilir ve insanlar olamaz! Her şeyin en üstünü iyi insandır; en alçağı da kötü adam!..."

     

    "TALEBE-Evet, evet..."

     

    "SOKRATES-Fakat onun iyi ve doğru bir insan sıfatıyla mükemmel bir kanun yapıcısı olduğuna en kuvvetli delil, ölçülerinin devlet idaresinde hakikati keşfetmiş bir adam tarafından yapılan kanunlar halinde, daimai hiçbir değişikliğe uğramaksızın devam etmesidir."

     

    "TALEBE-Gösterdiğin sebepler bana akla yakın görünüyor."

     

    "SOKRATES-Doğru söylüyorsam (minos)la (radamantis)in yurttaşları olan Giritlilerin en eski kanunlara sahip olduklarına aklın yetmiyor mu?"

     

    "TALEBE-Öyle; öyle görünüyor."

     

    "SOKRATES-Pekala, o halde söyle! bize sorsalar: İyi bir kanun yapıcısı, iyi bir güdücü, sağlığı temellendirmek için bedene ne vermelidir? İki şey, biri bedenin gelişmesine, öteki sağlamlaşmasına yarayan gıda ile idmanı değil mi?"

     

    "TALEBE-Çok güzel!"

     

    "SOKRATES-Bunun üzerine şöyle sormaları gerektiğini farketmiyor musun: Beden tarafı ala!.. Ya iyi bir ruh ve ahlak doğurmak için, iyi bir kanun yapıcısı ve insan güdücüsü ne vermelidir? Bu suale, kendimizden de yaşamımızdan da utanmadan verebileceğimiz cevap nedir?"

     

     

    Ve (Sokrates), çarşı pazar, atların ve köpeklerin terbiyesini bilen Atina'lılara niçin çocuklarının terbiyesini düşünmediklerini sormakta devam ediyor:

     

    Kimse de ona:

     

    -Peki; biz düşünemiyorsak sen düşün, biz söyleyemiyorsak sen söyle!..

     

    Diyemiyor. Zira onun ne düşündüğünü ve ne diyeceğini biliyorlar.

     

    Bu:

     

    -Putlarınızı yıkın! Fazilet ve hakikate teslim olun! İnsan olmanın borcunu ödeyin!

     

    Kaşılığından başka birşey olamaz.

     

    Tarih boyunca büyük mazlumlar..

    • Like 2
×
×
  • Create New...