Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
trradomir

Paris Notları

Recommended Posts

Ve Paris'teyim. İndiğimizde hava soğuktu, iklimi Frankfurt'a göre biraz daha karasal buranın. Galiba İç Anadolu bölgemizde yer alıyor. Deniz buraya 300 KM uzaktaymış, şehrin tam ortasından geçen ve üzerinde gerek ulaşım, gerekse de turizm amacıyla vapurlar gezen Sen nehri (la Seine burayı biraz ılıtıyor. Sabahları hava daha ılık. Geceleri de kaldığımız evin sıcaklığı iyiydi. Frankfurt'taki gibi buz kütlesi halinde kalkmıyorum.

 

Paris, modern ve sistemli bir şehir olan Frankfurt'a göre daha eski. Paris'in sistemini, geçmişe ait dokuyu işleyerek oluşturmuşlar. Yani estetik bir nizam var burada. Frankfurt'ta pek bir geçmiş yok, tarih dediğimiz Hitler'in eserlerinden ibaret. Milattan sonra 400 yıllarında kurulmaya başlayan Paris'te olabildiğince tarihi bir doku var. 100 yıllık şehirleşme doğrudan izleniyor zaten. Şehrin güncel planlaması ise 300 yıl öncesinden yapılmışa benziyor. Bütün binaları o planla uyumlu şekilde yapmışlar, Paris'i Paris yapan da bu zevksiz mimarisine gösterdikleri sadakat. Mimarideki şahsiyet dikkat çeken ilk nokta oluyor. En azından adamların kendi varlığını iyi yansıtıyor. Biz mimarimize sadakat göstermeyi özentilikten beceremedik. Ortaya her iki tarafın da artıklarını harmanlamış iğrenç bir zevksizlik alemi çıktı. Bizim kaç mimarımızın bir hayat görüşü vardır, sanat anlayışı vardır? Belediye başkanlarımızdan kaç tanesi vizyon sahibidir? İyi niyetli olanlarda bile estetik vizyonunun eksikliği dikkat çekiyor.

 

Victor Hugo'nun evi, ihtilalin sembolü Bastille meydanı, ünlü sefahat sokakları ve şehrin dışında sabahları kuşların cıvıldaştığı, toprak bahçelerin varlığını koruduğu köy benzeri yapılanmalar burada iç içe, çok yakın. İner inmez trafiğe takıldık, daha sonra otoyolları kullandığımız için önümüz açıldı. İstanbul trafiği burada da var, her ne kadar saat 23 gibi insek de gar civarında İstanbul'un köprü trafiği vardı.

 

Ulaşım hayli ucuz. Buranın kişibaşı milli geliri de 20000 euro civarında. Almanya'yla hemen hemen aynı gelire sahipler. Fakat bir metro bileti 1.60 euro. geniş mesafe aralıklarında aylık 109 euro karşılığında sınırsız gezmek de mümkün. İstanbul'un öğrenci indirimi olmayan aylık akbili 55 euro civarında. Fransa'nın kişi başı milli gelirinin bizimkinin 4 katı olduğunu düşünürsek, ulaşım bize göre yarı yarıya ucuz oluyor. Tabii turist değilsen, yine patlayan trra'yaah!.. Paris'te petrol de ucuzmuş. şehir içlerinde çalışan otobüsler var, Metro haricinde ulaşım onlarla sağlanıyor. Fransa'da şehirlerarası otobüs yokmuş, dışarıdaki köylere bile trenlerle erişim mümkünmüş. Paris otobüslerinin asıl amacı metronun çalışmadığı saatlerde erişim sağlamak. Nüfusunun beş katı turist alan bu büyük şehirde, millet gecenin bir yarısı yollarda kurda, kuşa ve zencilere yem olmasın diye, biraz da insanları gece hayatında para saçmaya teşvik etmek için, 24 saat otobüs seferi koymuşlar.

 

Ekonomiden devam edelim. askari ücret 1000 euro'ymuş. Fakat bir oda bir salondan oluşan evlerin kirası 500 euro civarında. Bizim kaldığımız küçük dubleks köy evinin kirası 1100, fiyatı da 250.000 euro civarındaymış. Fransa'da kazanıp İstanbul'da yemek lazım.

 

Evlerin çoğu iki ve üç katlı. Evler de küçük, en büyüğü dört odalı. Dokuyu korumak için çok yüksek binalar yapılmasına, şehrin dışına doğru, özellikle eski evlerin olduğu yerlerde izin vermiyorlar.

 

Paris yolları düzgün değil. Bazı yollar bizim köy yoluna rahmet okutuyor. Frankfurt'taki kaymak gibi yolların aksine, 13 milyon nüfuslu bu şehirde rahat bir şehirleşme yapılamadığını yansıtan engebeli, patika, sallayan yollar var.

 

Şehri, ilçe mantığının dışında, paris 1, paris 2 gibi isimlerle bölgelere ayırmışlar. Bunlar şehrin farklı merkezlerini karşılayan tabirler. İlçeler zaten varken bu ne lüzumsuzluk? Üç-dört harfli kelimeyi bile bir satıra ancak sığdıran tuhaf milletin hali işte.

 

Dünyanın en çok turist alan şehri Paris'e yılda 50 milyon turistin geldiği söyleniyor. Yabancı nüfusun istatistiğini tutmayı ülkede yasaklamışlar, çünkü Paris nüfusunun yaklaşık yarısı yabancılardan oluşuyor. Hatta biraz abartıyla da olsa Fransa'daki 64 milyonun 35'inin yabancı olduğu söyleniyor. Ben olsam ben de saydırmam, deli miyim? Pariste de yarısı Kürt olmak üzere 100000 kadar Türkiyeli varmış.

 

Dil ırkçılığı pek fena. Müzelerde bile İngilizce mesaj bulunmuyor. Almanya'ya göre İngilizce bilen sayısı az. Misal, market kasiyerleriyle anlaşamıyorum. 'Jö la tuğa ban' filan diye kelimeler uydurup konuşmaya çalışasım geliyor, vazgeçiyorum.

 

Tarihi bir İstanbul'a benzeyen bu sokak lambası şehrinde Türk marketleri de var. Cola Turca içiyorum şu an. Evinde kaldığımız abinin sahip olduğu kuyumcu dükkanına belki 10 kişi geldi, fakat bir tanesi olsun gayritürk değil. Buraya neden Fransızlar gelmiyor? Merak ettim. Belki 1 mayıs şartlarından kaynaklanıyordur. İçeri girmek isteyen kapının ziline basıyor, tipi beğenilirse içeriden düğmeye basılıyor ve kapı öyle açılıyor. Dışarıdaki vitrin camları oldukça kirlenmiş, fakat dizayn olsun, tam kapının karşısındaki cam sütun olsun, suni fakat hoş bir poz veriyor. Bak iki kişi daha geldi, onlar da Türk. Neden böyle acaba? Anlaşılan o ki 13 milyonluk şehirde herkes kendi vatandaşına hizmet götürme derdinde. Fiyat karşılaştırmaları yaparken de İstanbul'u baz alıyorlar. 'Altın İstanbul'da daha pahalı abi!..'

 

Sen nehrinin üzerinde onlarca köprü var, bizde 3. köprü için ortalığı karıştırıyorlar. İnsanın bu şehirleri gezdikçe belediye başkanı olası geliyor. Cesur bir belediye başkanı, mükemmel bir şaheser ortaya çıkarabilir. Dönünce başbakana söyleyeyim de beni İstanbul'a belediye başkanı yapsın. O da beni bekliyormuş, haber büyük yerden, işkembem söyledi. O değil de Ak parti alt yapı işini iyi götürüyor ama, bedahet çerçevesinden şehir için harekete geçemiyorlar. Şehrin öncelikleri var evet, fakat yine de panaroma 1453 haricinde harika bir kültür hamlesi pek olmadı malesef. Kültür AŞ'nin yaptığı yayınları bile onun asıl binasında temin etmek mümkün olmuyor.

 

Az önce bir Pakistanlı camisine gittik. Bizim camilerde olduğu gibi dışarıda işini görüp, içeride namaz kılmak yok öyle. Kapıda ayakkabılar çıkarılıyor ve abdest bölmesine geçiliyor. WC ihtiyacı da aynı yerlerde karşılanıyor. Namazı o bölmede kılmıyoruz tabii, namaz kılınan kısma geçiyoruz. Mekan, orta boylu bir mescit ebadındaydı. Adamlar sanırım Maliki idi. Çünkü imamdan sonra sesli olarak selam veriyorlar, namazda gaflete düşmemek için titreşimli telefon gibi ellerini ayaklarını fıkır fıkır oynatıp duruyorlar. Sudanlı zenciler filan da camideydi. Bizim İstiklalden daha çok cami var burada. Fakat işte o ezan sesi yok. Ezanları içeride okuyorlar. Gittiğimiz cami iki katlıymış, kalabalık olduğu demlerde alt katı da açıyorlarmış. Camiye 2 defa daha girmeye çalıştık, kapalı olduğundan giremedik)

 

Şimdi kuyumcu dükkanına Fransızlar da geldi, hele şükür. Bugün 1 mayıs olduğu için hem yoğunluk az, hem de gelenler daha ziyade geyik yapıyor. Dükkan sahiplerine sordum, müşterilerin %60 kadarı Türkmüş. Fransız ablası şu an citizen saat filan soruyor. Swatch'a paran yetmiyo mu madam?

 

Paris'in navigasyon sistemine hayran kaldım, muhteşem düzenlemişler. Her sokak kayıtlı olduğu gibi, navigasyon vasıtasıyla ara sokaklardan gidiş yollarını belirlemek bile mümkün. Baş sıkıştığında trafiğin nerede açık olduğunu görebiliyorsunuz, her an müracat edip yolu bulabileceğiniz kalitede yapmışlar. İstanbul'u da on yılda on beş milyon kere bu seviyeye çıkarırlar.

 

Sabah kaldığımız evin çevresinde biraz yürüdük, işte o his mükemmeldi. Tabiatla iç içe bir köy, ama öyle bir köy ki yürüdüğümüz yerleri dümdüz, otoban gibi. Bal dök yala derler ya, insanın 'başüstüne' deyip selam çakası geliyor. Yağmurda çamurda problem olmasın diye asfaltın tam ortasına bir ayak sığacak şekilde bir oluk, onun bazı yerlerine de delikler yerleştirmişler. Dar, asfalt yolun sağında ve solunda cıvıldaşan kuşların yuva bellediği yemyeşil ağaçlar var. Modern bir köy ancak bu kadar tatlı olabilir. Her türlü altyapısı hazır, muntazam işleyen, lüks, bahçelerle çevrili bir köy de gezmiş olduk. Halkları biraz tembel galiba, çünkü biz pazar sabahı 10 gibi yürürken tek-tük ihtiyarın haricinde kimse piyasada yoktu. İhtiyarların ellerinde de pazar sepeti benzeri araçlar var. Hiç sağa sola dönmeden, yol boyunca metrelerce yürünüyor. Köyün girişindeki noktaya da engellilerin kullanımı için tırtıklı karşıya geçme uyarıcısı yapmışlar, helal olsun dedim. Adamların köyleri bile böyle işte. Tırtıklar, planlamanın nereye kadar ulaştığını göstermesi bakımından mühim. Tabiatı katleetmeyerek düzen kurmuşlar. Bizdeki haldır-huldur yapılaşmanın izi yok, ne güzel. Yan yana dubleks köy köşklerinin bulunduğu bölgeye geçerken, açmak gereken sensörlü lüks kapı da değişik bir korumayla kilitlenen hoş bi teknoloji harikası. İnsanlar köylerine bile özeniyor vesselam. Bunların en büyük avantajı, dediğim gibi hem tabiatı, hem de tarihi dokuyu incitmeden şehir planlamaları yapmaları olmuş. Yoksa İstanbul'dan eksiği var fazlası yok bu yerin. İlle de Dersaadet!

 

Bizim bir milyoncuların tıpatıp aynılarını burada görmek de müthiş şaşırtıcıydı, adam resmen '5 tanesi bi euro' diye bağıra bağıra anahtarlık satıyordu. Gerek garda, gerekse de Eyfel'in çevresinde 'do you speak English?' diye turistlere yapışan denizanası kılıklı dilenciler de geziyor. Dilencileri şakır şakır İngilizce konuşan bir şehirde bulunmak hoş bir his. Fransa halkının cimriliği bunları İngilizce bülbüllüğüne mecbur bırakmış, çünkü biz de şahit olduk, Eyfel'in önündeki binlerce Fransız'dan bir tanesi bile çıkartıp bir euro olsun vermedi dilencilere. onlar da kimden isteyeceklerini öğrenmiş ki yapışacakları kişileri biliyorlar, İngilizce bilmekten başka suçları olmayan gariban turistler! İğrenç iki tabloyla da karşılaştım ki, İslam'ın ne olduğunu iyi bilmeyen bir alelade gavurun ırkçı ve İslamifobik olması malesef tabii göründü bana. Afrika'lı tiplerden birine Eyfel'in kara kalemle yapılmış bi resminin fiyatını sorduk, önce 10 Euro dedi. Biz gitmeye başlayınca 'how much, how much?' diye sora sora peşimizden geldi. Bi şey demedik, ne sormak istediğini de ilk etapta anlamadım. How much da, ne how much lan, onu sana ben sordum, köpek gibi yapışmanın manası ne? Meğer adam 'ne kadar' derken, 'ne kadar verirsin' demeye çalışıyormuş, diğer teklifler gelince anladım. Önce 'ok ok 7 euro' dedi, baktı ki biz 'no' deyip yürümeye devam ediyoruz, 'ok 5 euro' diye peşimizden gelmeye devam etti. Zıkkımın kökü! Ne kadara çakabilirse o fiyata elindekini iteklemeye çalışıyor. Bir anda fiyatı nasıl yarısına kırdı? Belki biz dönüp ok desek, şerefsiz tutup başka bi malı vermeye çalışacaktı. Benzerini başka biri de yaptı. Eyfel'in iki adet maketini aldık, saçma evet, ama maksat hatıra olsun. Birisi camlı, ışıklı gibi duran bir maket, diğeri de demirden yapılmış basit bir maket. İkincisini ben aldım. Her neyse, adam önce ikisi 5 euro demişti. Tam malları alırken, bizim çingeneler gibi tutup da 'oo, bi tanesi bi tanesi!' diye bızıklayacak oldu, ben büyük bir nefretle elimdekini, ucunu adama doğru çevirerek uzattım, amma yanımdakiler elimi geriye doğru itip 5 euroluk ödemeyi yaptı, hep beraber döndük gittik. Halbuki ikisini de adamın önüne fırlatıp dönerek başkasından almak, sonra da adamın önünden geçerken maketi gözüne doğru helikopter pervanesi gibi çevirmek gerekirdi. Ne namussuz adam bunlar? Bisikletli polisler bunların üzerine doğru şöyle bir gittiğinde, ellerindeki demir maketleri şıngır şıngır yanlarında sürükleyerek dört nala kaçıyorlar. Polis de biraz ağırdan alıyor, fakat 'en yavaş koşan ceylan'lardan birkaçını yine de ibret-i alem namına kucağına armut gibi döküyor. Kalanlar da, milleti soymaya yer arıyor. Sokaklarda yalnızca bunlar yok tabii, bir yere oturup karikatür çizen yahut karakalem birşeyler yapan bazı tipler de yüksek san'atlarına müşteri arıyor. Kültürlü milletin selpak satan, su satan tipleri de böyle oluyor galiba!

 

Metroları Frankfurt metrolarından çok daha itici. Millet Paris metrosu deyip duruyor ama paşa göynüm haz etmedi. Biletleri para karşılığında otomatik veren bir cihaz burada yok, ancak kredi kartı kullanarak makinelerden bilet alınabiliyor. Bilet sıraları Halkekmek kuyruğuna benziyor. Bu hususta İstanbul'dan kötüler. Metroya binmek için Türkiye'deki gibi turnikelerden geçmek gerekiyor, fakat turnike biraz x-ray hissi veriyor, içinde yürü babam yürü, parkur mübarek. Yürüdüğün yerin sonunda da bir kapı var. Metroda yürüyen merdiven bulmak zor, İstanbul'da bile her yerde olan yürüyen merdivenler, burada koskoca Şanzelize meydanına çıkarken dahi yokluğunu hissettiriyor, geberesiye tırmanıyorsun. Paris metrolarına yürümeyen merdiven yapmış adamlar be azizim, büyük icat! Metro binalarının içi, hem Türkiye'dekilerden, hem de Frankfurt'takinden çok pis, bakımsız, tozlu, kireçli, eski püskü. Ay oduna bak, Paris metrosuna laf söylüyor deneceğinden korkmasam istasyonların işkembeci tuvaletine benzediğini bile söyleyeceğim de hadi neyse içimde kalsın. Viraneleri de pazarlıyor bu adamlar yahu. Tarihi binaları korumakmış, böyle mi koruyorlar? Aynı durum Strazburg ve Eyfel istasyonları için de geçerli. Paris aslına bakılırsa kocaman bir pazarlama destanı gibi geliyor bana, İstanbul'dan çok farkı yok. Sokakta karşılaştıklarıma sonra değineceğim. Metrolardan devam edeyim. Paris metroları çuf-çuf diye gidiyor, kulaklarını patlatıyor insanın. Memleketteki külüstür Haydarpaşa şimendüferlerine benziyorlar. Kapıların önünde bile koltuk var, giren çıkan oturanın bacağına basıyor. Koltukları da dar. Giderken sallanıyorsun, Yıldız Tilbe gibi bağıran araçlardaki kapılar da gıcırdayarak açılıyor. Sanayiden yağ götürseymişim keşke, ne bileyim? Trenleri de ayrı bi mevzu, melodik takırtılarıyla ruhumuzu gıdaya boğan at gibi bir trenle hava alanına doğru yolculuk yaptım, ben çok şanslı bir insan olmalıyım. Neyse. Paris metrolarının Paris'teki her sokağa ulaştığı söylenir. Gerçi Eyfel'e gitmek için indikten sonra baya yürümek zorunda kalmıştık. O da yalan oldu yani. Metrolarda dikkatimi çeken ve gerçekten çok beğendiğim bir alet de vardı, onu anlatmamak haksızlık olur. Metro binalarındaki bu cihazda, gidilebilecek tüm bölgelerin ismi yazıyor ve her hedef noktası ile ilişkilendirilmiş bir adet düğme bulunuyor. Gideceğiniz yerin düğmesine basıyorsunuz, ekranda hedefe giden yol önce ışıklandırılıyor, sonra da hangi numaralı metronun oraya gittiği gösteriliyor. Bu Fransa'nın hoşuma giden nadir teknolojilerinden biriydi. Makineden çikolata alalım dedik, fakat gördüğümüz cihaz para yemek gibi bir huya sahipmiş, malesef atılan parayı her türlü Türk usulü box ve güreş tekniğine rağmen çıkarmadı. Yapabilseydi, eminim o işkenceye dayanamaz, 'vurmayın abi konuşacağım' der ve tüm mal varlığını avucumuza dökerdi. Şanzelize meydanına çıkan yerdeki nadir yürüyen merdivenlerden bir tanesine bindik, o da bozulmuş mu? Torna atölyesinin borvek tezgahları gibi haykırıyordu, merdiveni bir ses izolasyon kabinine koysalar Paris ahalisinin kulak sağlığı içün ne de hayırlı olurdu halbusem!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sorbonne üniversitesinin taştan oluşan mükemmel bir mimarisi var, çok eski ve bir o kadar da ihtişamlı duruyor. Camlarına dışarıdan dokunulabilecek kadar da zemine yakın. Hey gidi hey, kaç yıllık bir bina bu kim bilir. Burada üniversiteler kampüs usulünde değil, müstakil bina halinde. Sorbonne da o yüzden bizim liseler gibi. Kocaman bir binası var. 50x300=15000 metre kare boyutunda, 5 katlı bir üniversite. Çevredeki kaldırımlar da taştan yapılmış, belki de 85 yıl önce Üstad'ın bastığı taşlar yerde yatıyor. Etrafında yürümek harika bir his, hele hele yağmur eşliğinde bir başka muhteşem. Sorbonne çevresindeki kaldırımlarda özellikle yürümek istememin sebebi elbette Üstadımdı. Bu hissiyatlar şehrinde, kılıçtan keskince yağan yağmurların altında, bu pürüzlü kaldırımlarda, o vakur tavrıyla o büyük binanın kapısına doğru ilerledi sürekli. Binanın taşlarına belki benim gibi o da dokunmuştur. Harika bir his bu.. Sorbonne'un tabelasının önünde gerine gerine, eller böğürde, şişkin bir göğüs ve 37 ekran boyunda açılmış gözlerle toz kokulu yağmurun altında poz vermek kadar zevkli hiçbir şey olmadı Avrupa gezimde, bundan eminim.

 

Düzen yok, disiplin yok, hatta mimarideki sistem hayat akışında yok. Türkiye'ye nazaran daha iyi de olsa, Almanya'daki nizamı burada göremedim. İnsanlarsa bariz şekilde lüks yaşıyor. Köylerdeki konfor bile şaşırtıcı.

 

İnsanlar eskiden ifrazatını poşet benzeri çantalara, peçete benzeri bezlere yapar, camdan aşağıya sallarmış. Tuvalet kullanımı Fransa'da da çok yeni. Banyo alışkanlığını yeni keşfeden bu milletler, işin keyfini iyi aldıklarından olacak, sık sık duş alıyor. Dışlarına çok dikkat eden, bakımlı görünmek için ellerinden geleni yapan fakat taharetten haberi olmayan bu pis insanlar pis yaşıyor. Şehirler, içinde yaşayanları anlatır. Metrolarındaki durum bile bunun bir göstergesi bence. İnsanlar üzerine bir şişe parfümü boşaltmaktan geri durmuyor belki ama, kedilerle köpeklerle kucaklaşıp oynaşmaktan da kalmıyor. Pissiniz!

 

Duş demişken, aynı belayı bugün de yaşadım. Suyu musluktan duşa aktarmak için ben düğmeye asılıyorum, düğme aşağı düşüyor. En az yirmi dakika onunla uğraştım. Sonunda baktım ki olmayacak, bir elimle düğmeyi çekili tutarken diğer elimle işime bakmak zorunda kaldım. Olduğu kadar... Çıkışta öğrendim ki muslukların tepesindeki düğmenin suyu duşta tutabilmesi için suyu çok açmak gerekiyormuş. Su az açıkken düğme aşağıya düşüyormuş. Elinin körü. Güler misin, söver misin? Bu ne geri zekalı bi sistemdir? Su israf olmasın diye az açıyoruz, iyilikten de anlamıyorlar. Müsrif memlekette denizi tepemizden aşağı boşaltmamız gerekiyor ki adam gibi yıkanabilelim. Adam sen de, başlarım Fransa'nıza!

 

Paris gökleri beni sinir etti bugün. Tıpkı bir mızıkçı çocuğa benziyor buranın bulutları. Durup dururken debelene debelene, hüngür hüngür ağlayan; keyfi yerine gelince de etrafa güneş gibi gülücükler dağıtan dengesiz bir eşek sıpası. 5 dakika boyunca müthiş bir yağmur ve güçlü bir rüzgar altında donuyoruz, 4-5 dakika sonra açan sımsıcak güneşte sırtımızı ısıtıp üstümüzü kurutuyoruz. Yağmur kokusu İstanbul'u hatırlatıyor; biraz toprak, biraz da toz. Bugün yağmur belki on defa başladı, on defa durdu. On defa dondum, on defa ısındım. Çatlamazsak iyi.

 

Monşer (mon cher) kelimesi, 'benim pahalım, benim kıymetlim, cicim' gibi anlamlara gelen bir kelimeymiş. Siyasetteki manası ise, eskiden balolarda en güzel kıyafetleri giyinen, iki yüzlü nezaketlerinden kırılan, saygıda soytarılığa ve samimiyetsizliğe varan, herkese 'cicim' diye hitap eden tiplerden ileri geliyor. Bu eski zoraki nezaket devri bitince, bu takıntılı kasıntı tipler kendilerinden nefret edilen kişiler haline gelmiş. O. Öymen samimiyetsizliği iflas etti artık. O devir bitti.

 

Şanzelize, içinden arabaların geçebildiği bir İstiklal caddesine benziyor. Caddenin kaldırımları İstiklal'den daha geniş, kaldırımın yanından da arabalar akmaya devam ediyor. Yalnız İstiklal, Şanzelize'deki pek çok caddeden sadece biri gibi duruyor. Burada onun gibi pek çok var. İnsanlar İstiklal'deki kadar yoğun değil, çünkü alan epey büyük. Dolayısıyla omuzunu milletin böğrüne sokup kalabalığı yara yara giden cengaverlere pek rastlanmıyor. Fakat kesinlikle yoğun, yürümesi yine de çok kolay değil. Ben sadece İstiklal akşamlarıyla karşılaştırıyorum. Şanzelize'de yığınla alt geçit var, ayrıca Şanzelize kulesi olarak da bilinen 50 metre yüksekliğindeki zafer takı da mekanı enteresan kılıyor. Zafer takından Paris'in her yerini görmek mümkün, biz de öyle yaptık, tüm şehre hakim olan bu noktadan şehri izleyerek fotolar çektirdik. Takın asansörleri de uçak gibi kalkıyor, bir kat çıktığını sanıyorsun ama 6 katı geçiyorsun.

 

Caddede büyük araba show-room'ları da var. Her biri birer market büyüklüğünde, birkaç katlık binalar. İçerilerde henüz piyasaya sürülmemiş arabaları dahi sergiliyorlar. Peugeot bu noktada gayet iyi, üstü açık bir arabada poz vermek ayrı zevkliydi. Teknolojilerinin reklamını güzel yapmışlar. Toyota pahalı ve kötüyken, Renault her ikisinin ortasındaydı. Buralarda siparişler verilebiliyor, duvarlara monte demir klavyeli bilgisayarlarla araba modelleri incelenebiliyor.

 

Sen Nehri'nin kenarında fotoğraf çektirmek de güzel bir tecrübe. Merdivenlerle nehre dokunacak kadar yakına inmek mümkün. Nehrin serin suyu rüzgar estiğinde deniz gibi dalgalanıyor. Eyfel kulesi nehrin hemen yakınında. Her iki güzelliği de aynı fotoğraf karesine sıkıştırabiliyorsunuz. Eyfel'i de görme şansımız oldu. Çevresini dilencilerin ve çingene mizaçlı satıcıların kuşattığı Eyfel, dört demir ayak üzerinde duran, demirlerin üst üste dizilmesiyle oluşan kocaman bir kule. Kulenin altında, Afrika'lıların güzel bir şovu vardı. Kule çevresi oldukça kalabalık, içeriye girebilmek için kocaman kuyruklara dahil olmak gerekiyor. Paris kulesi olarak da anılan bu yer, Paris'in sembolü. Semboller genellikle başarılı bir pazarlamayla ünlü olur, bu da öyle. Kulenin yanına gitmek için bol miktarda merdiven inme mecburiyetinde kalmak ise hoş bir espriydi. Eyfel ziyareti bir kere yaşanması gereken, fakat ikinci defa yaşamak gereksiz olan bir tecrübeydi. Fransa'ya gidip sınıf atladığını zanneden bir kısım vatandaşın aklına tüküreyim, amma da boşlarmış.

 

Burada bir Kürt camisi var. Davulla zurnayla göbek atıp teröristlik yapmak dışında, bu tarz işlerle ilgilenen Firengistan kürtlerinin olduğunu görmek mutlu edici tabii. Taş döşeli bir avlunun içerisinde 30 metre kadar ilerliyorsunuz, solda ve sağda koca koca saksı çiçekleri var (Erkek milleti çiçekten ne anlar, ne bileyim adını? Saksı çiçeği işte, ot demediğime dua edin). Camiye girdiğinizde abdest almak için Pakistanlı camisinde olduğu gibi yine sağa dönüyorsunuz, fakat burada ayakkabılarla dalıyorsunuz içeriye. Ayakkabılarla daldığınızda da adamın biri çıkıp 'terlik giyeceksin hayvan herif' diye zılgıtı basıyor kendi dilince. İçinizden 'yürü lan, senin terliğini mi giyicem' deyip devam ediyorsunuz. Odanın girişinde solda kalan yerlerde ayakta, ayakkabılara basarak abdest alıyorsunuz. Oturak koymamış zalımlar. Abdest almak için musluğu kendinize doğru bir çekmeniz gerekiyor, hayatımda bu kadar aptalca bir sistem görmedim. Çünkü su bir süre akmaya devam ediyor, hiçbir şekilde onu durduramıyorsunuz. Bir süre şarıl şarıl aktıktan sonra bir anda hoppala, kesiliyor. Bir abdesti bitirene kadar 3-4 kere musluğu çekmeniz gerekiyor. Bunu yapan zalım, gereksiz yere insanların abdest keyfine çomak sokulsun, hem üstleri ıslansın, hem de su israfı olsun diye özene bezene bu teknolojik eziyeti yapmış besbelli. İçeride namazları kılıp çıktık.

 

Kürt demişken, burada pkk tayfası çok daha rahat davranıyor. 1 mayıs gösterilerinde apo posterleri, davullar, zurnalar ve kesk-sol afişleri eşliğinde, pkk kolonileri toplanıp tepiniyordu. Biz araba içinde Strazburg'a doğru hareket halindeyken en çok gürültü de o kesimden geliyordu, elin gavuru sabahtan işini bitirmiş, bizim mağara adamları uyuyakalmış anlaşılan. Memleketten uzakta rahat rahat örgütleniyorlar. Paris'te Kürtçe öğrenen tipler var. Buradaki nüfusun çok mühim bir kısmı zaten safkan Kürtlerden oluşuyor, karşılaşılan her 5 Kürtten birisi Türkçe bilmiyor. Fakat güzel olan nokta, dinine bağlı, pkk'dan hoşlanmayan, hükümeti sahiplenen Kürt kökenli medeni Türkiyelilerin de bulunması. Din insanı güzelleştiriyor, gerçekten oldukça misafirperver davrandılar burada. Fakat diğerlerinin hali berbat, daha dün kesilmiş bir Kürt'ün cesedini çöp torbalarında bulmuşlar. Başka bir Kürt bunu balkonunda kıtır kıtır doğradıktan sonra çöp poşetlerine doldurmuş, birkaç gün geçip de komşular kokudan rahatsız olunca polise haber vermiş ve cesedi o şekilde tespit etmişler. Geçenlerde de birinin cesedini çöp kutusunda bulmuşlar. Türkiye'de de bunlar oluyor ama 100 bin tane Türkiyeli'nin başına yakın aralıklarla bu gibi şeyler gelmesi, buradakilerin çoğunun kültür seviyesini de göz önünde bulundurduğumuzda fikir vermekte yeterli olur sanırım. Memlekette eğitilememişler, iş bulamamışlar, Fransa'ya da o şekilde gidip Fransa ecnebilerinin geneli gibi hayvanca yaşamaya başlamışlar. Tablo bundan ibaret. Bir yaşı geçtikten sonra da kültür gelişmiyor, irfan yetişmiyor. Kültürün merkezi denen bir yerde bile leş hayatı sürüyorsun.

 

Paris trafiğinde dikkat çekenlerden birisi de bisikletçilerin çokluğu. Almanya'da bir jipi 13 bin euro'ya almak mümkünken, motosiklete benzeyen teknik donanımlı bir bisikletin fiyatı 2600 euro civarındaydı. Avrupa'da genel olarak böyle bir temayül var anlaşılan. Bisiklet kullanımına özel ayrılmış yollar var, hatta öyle ki bu yolların gidişi ve gelişi ayrı şeritlerden veriliyor. Yaya üstünlüğü ise bariz. Kaldırımda bekliyorsun, uzaktan bir araba yavaşlaya yavaşlaya geliyor ve tam önün boş kalacak şekilde zınk diye duruyor, 'loluyo lan, tanıdı mı acaba?' diye bir saniye tereddüt ettikten sonra yürüyorsun, adam da kornaya basmadan akıllı akıllı bekliyor. Aynı durum Türkiye'de olsa hem trafik aşırı kilitlenir, hem de camdan sarkıp küfür eden yaratıklar insana rahat huzur vermez. 'Yürü abi.. Yürü.. Yürüsene lan hımbıl!..' Polisin ne kadar güçlüyse sistem o kadar güzel işliyor, zaman geçtikten sonra da artık iş normalleşiyor. Mesela Almanlar için, 'dağ başında bir trafik ışığı olsa, kırmızı yansa ve çevrede o adamı görecek hiçkimse bulunmasa, yine de o adam orada durur' derler. Aynı durum, kozmopolitlikten midir, burada bu derecede yok.

 

Dil bombardımanından başım şişti biraz. Hele hele 2-3 gün öncesine kadar beynim müthiş bir karmaşa içerisindeydi. Farklı dilleri duya duya dilimin ayarı bozuldu, beynim şaşalıyor. Kelimeleri çıkaramıyorum zaman zaman, çıldırmak işten değil. Kürt Türkçesi, İstanbul Türkçesi, Amerikan İngilizcesi, Kırmançi Kürtçesi, İngiliz İngilizcesi, Alman Almancası, Çek Cumhuriyeti İngilizcesi, Kıbrıslı İngilizcesi, Almancı Türkçesi, Fransa Fransızcası, Avusturyalı İngilizcesi, Afgan Urducası, Katalan İspanyolcası derken bende nevr namına hiçbir şey kalmadı. Milyonlarca kelime beynime telafuz taarruzu ediyor, dil bölmeleri arasında kanal değiştirmekten delireceğim. Allah'tan kaldığımız yerdeki insanlar Türkçe konuşma nezaketini gösterdiler. Onların da arada sırada dillerini değiştirip devam etmeleri direk dikkat çekiyordu, sonra ne konuştuklarını basit bir özet halinde geçiyorlardı. Medeni bir davranış, aferin. Biz mesela fuarda iş görüşmeleri yaparken bu nezaketi göstermedik. Ecnebilerle muhabbeti İngilizce devam ettirirken, arada aniden 'Hadi lan ordan, geri zekalı' veya 'Ne dersin abi, ne söyleyelim?' demek için Türkçe'ye geçiyorduk. Bu arada Kıbrıslı İngilizcesi'nin ayrı bir fenomen olduğunu söylemek zorundayım, mesela nasıl ki bizim şarklılar 'geliyoh, gediyik' gibi konuşuyor, o da k yerine g, h yerine Arap hı sı gibi sesler çıkarıyor. Valla Welcome yerine velgam duyanda, have yerine Arap hef'i işitende kanım kaynadı Kıbrıslıya.

 

Fransa'da, ve muhtemelen de diğer Avrupa ülkelerinde, satılan dijital ürünlerin mutlaka yedek bataryası sağlanıyor. Fakat bizim memlekettekiler hem Avrupa'dan daha pahalı bir fiyata malı iteliyor, hem de malın en az %10'una çakabildikleri yedek bataryayı malın yanında vermiyor. Bu kadar sahtekar bir millet olduk, bu kadar namussuz ve ahlaksız bir ticaret anlayışımız var. Avrupalı bizden daha mı iyi özünde? Hayır, sistemin önemi de burada ortaya çıkıyor. Herşeyi baştan yapıp, her işi baştan rayına oturtmak gerekirdi. Osmanlı'nın, son dönem bozulsa da kör-topal ilerleyen müesseselerini bile bozan kurucu kadromuzun fikirsiz heyecanı, ancak bozukluk getirti. Baştan imar planları yapmak, her ama her şeyin sistemini baştan ele almak, içtimaî ahlâkı baştan kontrol etmek gerekiyor ki yüz yıla yaklaşan, kökleri de daha ötelerde olan bu nizamsızlığın, bu çirkinliğin önüne geçilsin. Biz sistemli olabilsek, eminim bu ruh köküyle çok daha iyi bir noktada olacaktık fakat heyhat, canım memleketi öyle bir mahvetmişler ki 5-10 yılda tesir etmek bile zor. Hala Kemalist kadrolaşmanın zulmü altında inliyor ve bu boyunduruktan kurtulmaya çalışıyorken, hayatın aslı olan detayları gözden geçirmek kimin haddine. Yazık.

 

İzlenimlere devam. Opera meydanı Paris'in en ünlü meydanlarından biri. Rüzgar insanın böğrüne böğrüne esiyor. Orası da sefahat merkezi. Bizim Çetinkaya tarzı binaları andıran(?), Galeries Lafayette adlı merkezde alışveriş yaptık, burada dünyanın en ünlü markaları var. Fiyatları bizim ülkeyle karşılaştırıldığında deli saçması. 1000 euroya bile çanta var. Bizim baktıklarımızdan bir tanesi 340 euro'ydu, bıraktık tabii. Memlekette yağmur atışlamaya başladığında 5 liraya seyyaren sattıkları şemsiyelerden bir tanesini 25 euroya itelemeye çalışıyorlar, eminim alıcısı vardır. O paçoz 25 euro olduğuna göre, rahmetli Celal Birsen'in şemsiyelerini 200 euroya filan satıyorlardır herhalde. Paris'te herkes güzel giyiniyor, Fransa'nın yerlileri arasında pejmurde giyinen yok. Yalnızca İngilizce'yi ana dili gibi konuşan dilencilerin üstü başı Dünya Dilencilik Enstitüsü standartlarına uyumlu. Askari ücretleri 2 bin tl civarında olduğundan, herkes alacak bir şey buluyor. Galeries Lafayette'in önünde kazı vardı, yine Paris'in İstanbul'a benzeyen bir yanını görmek beni şaşırttı. Paris'e laf atacak bir fırsat daha elime geçtiğinden ayrı bir mutluluk duydum. Bir kere sevmedim kardeşim, sevmeyince de laf çakma fırsatı kolladım. Hep eksiklikleri görüp onlar üzerinde alternatif düşünmek huy oldu bende. Her neyse. Memleketin turistik yerlerinden birinde, en lüks mağazalardan birisinin kapısı karşısında yapılan patır-kütür kazının tek farkı, alanın başarılı bir şekilde çevrilmesiydi. Aferin.

 

Fransa'daki hizmetli takımı ve beden işçileri genellikle zencilerden oluşuyor. Fransızlar kendilerine zencileri, Arapları, Kürtleri hizmet ettiriyor. Nerede sokakları yıkayan, nerede çöp toplayan birini görsek adam ya zenci, ya Arap, ya da Kürt. Bizim memleketten o diyarlara gidip Türkiye'ye yüksek nazarlarla bakan tempra model kültürsüz adamların, genellikle çalıştığı işin inşaat işçiliği olduğunu görmek de enteresandı. Gösteriş meraklısıyız, hava atma sevdalısıyız. Fransız'a uşak olmakla övünmek enteresan bir çanak yalayıcılığı. Çok az meslek aşağılıktır ve diğer her meslek muhteremdir ama, gavura yaptığı beygirlikle tepeden bakan tiplerden de tiksiniyorum, ne yapayım.

 

Fransızlar, Almanlara göre Türklere daha yakın bir insan profiline sahip. Sokakta yürüyen adam aniden 'bonjour' deyiveriyor. Zafer takına çıkarken, asansörde bize yol gösteren kadının sanki ev sahibiymişçesine, sesini kıvırarak en sıcak tonuyla 'Bonjour Monsieur' çekmesi unutulur gibi değil. Sanki teyzemle kucaklaşmaya gelmişim, o da bana 'Hoşgeldin oğlum' diyor. Benim teyzem olacak afedersiniz meymenetsiz yapmaz onu be. Almanlarda da bu hiç yoktur mesela. Fransa'da gürültü var. İnsanlar birbiriyle iletişim halinde. Yalnız Paris'te de köpeklerle gezen pis karıların bolluğu dikkat çekiyor. Bizim memleketin 'şekerim'leri, 'monşer'leri bu adeti çok şükür ki henüz tam manasıyla memlekete ithal edememiş.

 

Avrupa kıtasının BİM'i olan Lidl kuyruğu öyle böyle değil. Bizim memlekette sık sık karşılaşılan 'sistem yok, işlem yapamıyoruz' tarzı bir durumla Fransa'da da karşılaştık. İyi çikolatayı çok ucuz fiyata kapatmak için girmek istediğim Lidl'ın kapısı, 'teknik bir problemden dolayı kapalıdır' dediği kelimelerden çıkarılabilen bir Fransızca mesaj üzerinde bulunduğu halde 5 saat boyunca kapalıydı. Kuyruk görülmeye değerdi, sanki bizim memlekette bedava ayakkabı filan dağıtıyorlar da insanlar kuyruğa girmiş sanırsınız. Bizim BİM'ler çok yoğun değildir, herkes alışveriş yapar ama adım atacak yeriniz her zaman vardır. Çoğu lüks veya orta halli marketten sakindir. Bakkal gibi içeri girer, alacağını alır, hemen çıkar gidersin. Fakat Lidl öyle değil. Fransız olmayan Fransa ahalisi yağmacı gibi içeriye doluşuyor. Yine bir zenci hakimiyeti var. Lidl ürünlerinin kutusunda birkaç dilde açıklama var, belli ki o ülkelerde aynı malı pazarlıyorlar. Kutuların üzerindeki envai çeşit Avrupa dilini görmüşken İngilizce'ye tesadüf edememiş olmamızı, ufak çaplı bir sövme ile yadırgadım. İspanyolcam olmasa domuz var mı yok mu anlayamayacağım. İngilizce atlanır mı?.. İçerisi inanılmaz kalabalık, elinize verdikleri el arabaları da zeminin tırtıklı olmasından dolayı motosiklet sesi çıkarıyor. Sinirlenip elimdekini bi kenara fırlatmıştım. İçerisi de aşırı kalabalık olduğu için, o arabayı kullanmak çok zor oluyor. Yanlışlıkla bi zenciye filan çarparsın, serer adamı şerefsizim.

 

1.5 euro, 2 euro gibi fiyatlara bile bir kutu çikolata alınabiliyor. O hususta Lidl'ın tek rakibi "Bİ"rleşik "M"ağazalar. Kasa kuyrukları inanılmaz, resmen 15 dakika ödeme kuyruğunda bekledik. Sistemin yavaşlığından değil, insanların yoğunluğundan. Çevre zencilerle dolu olduğu için insan elini cebine götürmeye de korkuyor. Valla adamı anında çarparlar, ahalinin yarısı çakal gibi bakıyor. Elimizdeki bir ton çikolatayı gören bir vatandaş 'oha, onu yiyecek misin?' hareketi çekince, karşılığında 'no, these are gifts (Hediye yahu)' demek durumunda kaldık. Herifler mal alımında bizden farksız ama, tek bir ürünü yığınak yapmış olmamızdan dolayı bize 'çüş' demek istediler, galiba toptancı filan sandılar. Neyse, Lidl'ı görünce bizim memleketi tekrar takdir ettim. O buz gibi havada, saatlerce sistemi gelmeyen marketin kapısının önünde metrelerce kuyruk yapan Paris ahalisini görünce, insan umutsuzluğunu kırıyor biraz. Fransız kökenlilerin tuzu kuru olsa da, memleketteki herkes zengin değil vesselam.

 

Hava alanında sadece bir defa kontrolden geçtik. Bizim ülkede ise tam 3 defa üst araması yapmışlardı. Helal olsun dedim. Gerçi sistemleri biraz paranoyak. Üzerimde sadece çamaşır, ayakkabı, kemersiz pantolon, gömlek ve kazak olduğu halde, aa pardon, cebimde bir de çikolata kağıdı vardı, x-ray'leri ben geçerken haykırmaya başladı. Adam iki defa aradı, fakat bir şey bulamadı. Sonra 'herhalde yok bi şey' dedi ve geçtik. Velhasıl bu da ilk defa yaşadığım böyle bir hatıramdır.

 

Uçak gerçekten korkunçtu işte. Dideral'i almaya fırsat bulamamıştım o yoğunluğun içerisinde. Keşke alsaymışım, giderken pek faydası yok gibi gelen Dideral'in aslında nelere kadir olduğunu dönüşte anladım. Onur Air'in airbus tipi uçağı, hakikaten uçan bir körüklüye benziyordu. İşin kötüsü, bu uçan otobüs, kalkışta sağ cenahındaki motorundan öyle kükremeler çıkardı ki Allah dedim, gidiyoruz. Adam o sese aldırmadan uçağı ha babam kaldırmaya devam etti. Lan bi dur, lan bi dinle!.. Kalkışın yarısında başlayan bu büyük gürültü beni epey korkuttu, 870 km hızla giderken yaşadığımız her sarsıntıda yüreğim ağzıma geldi. İniş de çok uzun ve gürültülü oldu. Tam arkamızda oturan kadın önce bağırdı, sonra ağladı, uçağın tekerlekleri yere değince de bir alkış hengâmesi patlattı ki onun bu hissiyat dengesizliğini pek iyi anlıyorum.

 

Paris hakkında genel bir mülahaza belirtmek gerekirse, orada göze batan uyumsuzluk değil, estetik intizam. İntizam daha ziyade plastik sahada tezahür ediyor. Almanya hayatı, Paris sanatı intizama oturtmuş diyebilirim. Bir tarafta tıkır tıkır işleyen bir akış, diğer tarafta müthiş ahenkli bir şehir görüntüsü. Bana, bedihi hislerimin yeterince gelişmemiş olmasından mıdır bilmiyorum ama, ilki daha fazla hitap ediyor. Umum turist için ise ikincisi, yani Paris daha kıymetli..

 

Kaydadeğer duran notlar kısaca böyle. Darısı başka bir sefere inşallah!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Adamlar bir kere arıyor,biz üç kere arıyoruz,Makedonlar hiç aramıyor sen nediyorsun be?Çakı çektiler uçakta bana.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...