Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Atahan

Akıl-Iman Ilişkisinde Başrol Kimde?

Recommended Posts

Aklımın ikna olmadığı bir şeye iman etmem mümkün mü?

Veya gerçekten iman ettiğim bir şeye aklımın ikna olmaması ihtimali var mı?

 

Not1: Akıl, Allah'ın zâtını tabii ki hayal edemez ama aklın, bir yaratıcının varlığını kabul etmesi bence hiç de zor değildir.

Not2: Allah diledikten sonra keramet ve mucizelerin gerçekleşmesi, bence aklın kabul etmeyeceği bir şey değildir.

Not3: Mantığıma yatmayan bir şeye kuru kuru "inandım" demem, ona gerçekten inandığım anlamına bence gelmiyor.

 

Yani, aklıma yatmayan şeylerden "vesvese" diye kaçmamalı, bilakis onların üzerine gitmeliyim. Aklımı ikna edemediğim şeylere gerçekten iman etmiş sayılmam.

 

Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Share this post


Link to post
Share on other sites

Akıl, kuru akıl. Zannettiğimiz kadarından daha da esfel. Tamam Kur'an akletmez misiniz, düşünmezz misiniz der..

 

Ama misal, kabir hayatını, yahud ölümden sonrası hayatı, mizan diyoruz hesap diyoruz, yazılı bir defter sizin hesabınızı sormaya o yeter diyor Mevla..

 

Şimdi bunları hangi matematiksel ifade ile labarotuar katiyyetiyle koyayım ben ortaya? Yapamam.

 

İman sadece iman, hep iman. "Miraç hadisesini kabul etsem akıl ile izah edemeyecek noktaya varırım ben." diyor. Şakku-s Sadr mucizesi mesela, ne diyeceğiz kapalı kalp ameliyatı mı? İlla günümüz bilimi, ilmi ile teyid etmek zorunda mıyız?

 

Diyorsunuz ki üzerine gitmeli, Efendimiz'e ruhtan dordular Allah ne buyurdu "sana ruhtan sorarlar, de ki ruh Rabbim'in emrindendir, size az çok bilgi verilmiştir." Yani az ötesi yok. Ama ne yapıyoruz inanıyorum. Pozitivst düşünce ile sebebe-sonuca, gözleme, deneye dayanarak değil belki dinimizin ekseriyası gayba iman. Misal Miraç hadisesinde, neden İsra ayet ile sabit de Mirac sadece mütevatir hadis ile. Müfessirler diyor ki bu mevzunun vukuundan bir gerekçe de fitnedir. Yani şüphesiz, sorgulamadan kim iman edecektir.

 

Yani aklımızı ikna etmeden de iman etmiş sayılırız. Teslimiyette belki kabulleniş yani akli kabulleniş şart olmamalı. Hz. Ebubekr'e müşrikler miraç hadisesini haber verdiklerinden "ben daha fazlasına iman ediyorum." dedi. Şüphe, akli muhakeme bence tehlikeli bir eşik. İmam-ı Gazali'yi anımsayın, aklımı gerecek raddelere geldim demesi, Pascal'ın akıl ile yaptığı teş şeyin yine aklı imha etmesidir.

 

Akıl denen şeyi fazla büyütmemeliyiz.

 

Allah ne diye hitap buyuruyor,

 

"ey iman edenler!"

 

Bitti :)

  • Like 3

Share this post


Link to post
Share on other sites

Benim İslamla ilgili aklıma yatmayan meselelerden bazıları:

1- İffetli olmak neyin gereği? Gerçekten geçerli bir gerekçesi var mı?

2- Neden Müslüman mucit ve kâşiflerin sayısı çok az? Din, afyon mu yani?

Share this post


Link to post
Share on other sites

Benim İslamla ilgili aklıma yatmayan meselelerden bazıları:

1- İffetli olmak neyin gereği? Gerçekten geçerli bir gerekçesi var mı?

2- Neden Müslüman mucit ve kâşiflerin sayısı çok az? Din, afyon mu yani?

 

soruların cevaplarına geçmeden önce sormuş olduğunuz sorularla alakalı hiç kafa yormadığınız gerçeğini belirtmek isterim. çok küçük az birşey düşünseydiniz veya tenezzül edip araştırsaydınız böyle ilköğretim seviyesinde soruları sorup bizi de meşgul etmezdiniz. neyse...

 

1. Sorunun Cevabı; İffetli olmak insanlığın gereğidir. İffetsiz, namussuz,ahlaksız insan hayvandan aşağı kalır mı? İnsanlar alemi ile ilgili pek bilginiz yok gibi ama hayvanlar alemini şayet biliyorsanız onlarda durum insanlardan farklıdır. Onları frenleyen hiçbir saik mevcut olmadığından her an her yerde herşeyi düşünmeden yapabilmektedirler. Akıl nimetinin eksikliği. Maalesef aklını yitiren insanlarda da aynı durum görülmektedir. Benim aklım var diyen insan hayvan gibi yaşamayı tercih etmez, niye hayvanlar gibi yaşamıyoruz diyenin de aklı yoktur.

 

2. Sorunun Cevabı; El insaf demek bile yeter de neyse...Bizim dinimiz yerinde saymaya tahammülü olmayan bir dindir. Sevgili peygamberimiz sav "iki günü birbirine eşit olan zarardadır" diyor. Böyle üstün nitelikli ve her an insana kendisini aşmayı nasihat edici aksi takdirde zararda olduğunu telkin eden bir söz başka hangi dinde vardır. Müslüman mucit ve kaşiflerin sayısını ansiklopediler almaz. Batı denilen olgu müslümanların seviyesine 18. yüzyılda ancak ulaşabilmiştir. o tarihe kadar hep müslümanları geriden takip etmişlerdir. Cabir bin Hayyan, İbni Nefis, İbni Heysem, El Battani, Harezmi, El Kİndi, Akşemseddin, İbni Firnas, Sabir bin Kurra, Kaşani, Biruni, Farabi, İbni Sina, El Cezeri, Kazvini, Davüdül Kayseri, Ali Kuşçu, Nasuruddini Tusi, İbni Kuteybe, Uluğ Bey, Hocendi, Ömer Hayyam, Hazerfan Ahmed Çelebi, Lagari Hasan Çelebi, Beni Musa Kardeşler,... sınırlı zamanda benim gibi sınırlı bilgiye sahip birinin yazabildikleri bunlar. Daha nice büyük ve marka isimler...Sadece biraz araştırma bunlardan çok daha fazlasına ulaşmak için yeterli olacaktır.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Espri, dinde değil, beyinde. Beni tutup Hristiyan da yapsan, Yahudi de yapsan, ateist de yapsan, benden bu beyinle bir şeycik çıkmaz.

 

Veya Einstein'i Müslüman yapıp ona namaz kıldırsan, oruç tuttursan, sadece nikahlı eşiyle cinsi münasebet kurmasını izin versen de, Einstein kendi zekasını kullanarak yine Einstein olmayı başaracaktır.

 

Müslümanların bugün Batı'nın gerisinde kalması, bence Allah'ın Müslümanlar için belirlediği kaderden başka bir şey değil.

 

İffetli olmanın gerekliliği meselesine gelince, sorunun cevabı: "Müminlere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar. Bu, onların temizliği için daha uygundur." (Nur, 30) Hangisinin daha temiz olduğuna yaşantılarınızla siz karar verin.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şimdiki sorum; süper zekâlı insanların neden İslam'ı seçmedikleri veya neden bunu bizim hiç duymuyor oluşumuz.

 

Not: Umarım yine birileri büyüklenerek cevap vermez.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Metnin altına lügat ekledim. Ufuk açıcı eserler, sabırla okumak lazım.

 

Risale-i Nur / Şualar / 11. Şua / 3. Mesele

 

Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”

 

Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hâdisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahetin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.

 

Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:

 

Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.

 

Ben de cevaben dedim:

 

Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefahete atılıyorsun. Kat’iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalâlet yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz’î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine mâdum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne cüz’î lezzetini zîr ü zeber eder.

 

Eğer dalâleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet dairesine girsen, iman nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi mâdum ve herşeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp eden nuranî bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle, değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi mânevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki iman gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i Zülcelâli ve’l-İkramın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve iman ile olabilir.

 

İmanın bu dünyada dahi verdiği binler faide ve neticelerinden yalnız birtek faide ve lezzetini, bu mezkûr bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberinde bir hâşiye olarak yazılan bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

 

Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve meyusâne elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.

 

İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.

 

O muannid döndü, dedi:

 

Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.

 

Cevaben dedim:

 

Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir. Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz’î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür.

 

Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla başına al, Kur’ân’ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade bu fâni dünyada dahi sâfi lezzetleri kazan, diyerek onu ilzam ettim.

(...)

___

bâki : devamlı, kalıcı

berzah : kabir âlemi

cihet : şekil, yön

cüz’î : ferdî, az, küçük

dalâlet : hak yoldan ayrılma, sapkınlık

ecnebî : yabancı

ehl-i dalâlet ve sefahet : zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler

firak : ayrılık

gayb : bilinmeyen ve görünmeyen âlem

gaybîlik : bilinmezlik

gayr-ı meşru : helâl olmayan, dine aykırı

hâdisat : hâdiseler, olaylar

hadsiz : sayısız, sınırsız

hakikat : doğru, gerçek

hakikat-i iman : iman gerçeği

Hâlık : her şeyi yaratan Allah

hal-i hazır : şimdiki zaman

haşiye : dipnot, açıklayıcı not

hususan : bilhassa, özellikle

hülâsa : öz, özet, esas

ihsan : bağış, ikram

ilzam etmek : susturmak

iman-ı tahkîki : inandığı şeylerin aslını, esâsını bilerek inanma; sarsılmaz iman

inkılâb etmek : dönüşmek

intizar salonu : bekleme salonu

istikbal : gelecek zaman

itikatsızlık : inançsızlık

kemâlât : mükemellikler, kusursuzluklar

kerem : cömertlik, ikram, ihsan

lisan-ı hâl : hal dili

mâdum : yok

mahbup : sevgili

medar : sebep, vesile

meyusâne : ümitsizcesine

mezkûr : anılan, sözü geçen

muannid : inatçı, direnen

müstakbel : gelecek zaman

müşahede : görme, gözlem

mütemadiyen : sürekli olarak

mütemerrid : inatçı, inançsızlıkta direnen

nazar : bakış, dikkat

nevi : tür

nihayetsiz : sonsuz

Rahmân-ı Rahîm-i Zülcelâli ve’l-İkram : kullarına karşı özel rahmeti olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran haşmet ve ikram sahibi Allah

saadet-i ebediye : sonsuz mutluluk

seciye : üstün özellikler, güzel karakter

sefahet : gayrı meşru zevk ve eğlence

sefihâne : yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde

sekerat : can çekişme ânı

setretmek : örtmek

setr-i gayb : gaybı örtme, bilememe; ileriyi düşünüp görememe

sevkiyat : göndermeler

şahs-ı mânevî : belli bir kişi olmayıp. bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik

şecere-i tûbâ : Cennetteki tûba ağacı

şefkat-i İlâhiye : Allah’ın şefkati

tecessüm etmek : cisimleşmek

teellüm : elem, acı çekme

teessüf : eseflenme, üzülme

terviç etmek : revaç, kıymet verme, değerini artırmak

tevehhüm etmek : sanmak, zannetmek

tiryak : derman, ilaç

zaman-ı hazır : şimdiki zaman

zaman-ı mazi : geçmiş zaman

zir ü zeber etmek : darmadağın, alt üst etmek, yok etmek

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

İffetsizlik neyin gereği?

 

Kelam'ı hakikat olan Allah tarafından ebedi Azap ve ebedi Mükafat ile müjdelenen ve tehdid edilen insanoğlunun iffetizliği, yani Allah'ın müjde ve tehdidine kayıtsızlığı, neyin gereği?

 

Dünya gibi bir milyon tane dünya olsa ve hepsi ağzına kadar buğday dolu olsa.. Ve bir kuş bin senede bir tek buğday yese.. O buğdaylar biter ama sonsuz bitmez.(*) 60 kadar yılın; ucu bucağı, başı sonu olmayan ebediyete nazaran nokta kadar ehemmiyeti var mıdır? Dünyaperest adam, öncesinde milyar kere milyar, sonrasında milyar üssü milyar katı zamanın arasında hiç mesabesindeki hayatının kemmiyeti, sıkleti, görüntüsü nedir ki sonsuz bir hayata takas ediyor? Allah'ı ve emirlerini dikkate almıyor, burun kıvırıyor, kibrediyor; ebedi hayatınata hasat olan ömrünü bozuk para gibi harcıyor. Zahmetsiz, elemsiz sonsuz Cennet hayatını; elemler, acılar, ıstıraplarla dolu göz açıp kapayıncaya dek geçen kıymetsiz dünya hayatına satıyor!

 

Sanki sonsuz yaşayacakmış gibi, ölümü ve ölmeyi bir an bile hatrına getirmeyen ehl-i dünya, dört kolla sarıldıkları haram zevklerin derin sarhoşluğu ile dünya bataklığına dalıyor, susadıkça içiyor, içtikçe susuyor; beynini uyuşturan dünya şehvetler, hipnozlanmış, narkozlanmış canlı cenazeyi pembe hülyalar içerisinde bir o yana, bir bu yana koşturuyor! İki adım sonrasını düşünmüyor, düşünmek istemiyor; vur patlasın-çal oynasın deyip çılgınca eğleniyor! Tepinirken kalpten gidenler mi? O korkunç gürültüde canhıraş haykırışları duyulmuyor bile!

 

İşte topyekun insanoğlunun esrarengiz bir şekilde görmek istemediği, görmemezlikten geldiği, görmemek için gözleini sımsıkı yumduğu, yumduğunu da unuttuğu devasa, korkunç, akıl uçuklatan büyük hakikat: Ölüm!

 

Hayret değil mi?

Öleceklerini, mutlaka öleceklerini bilen bu insanlara, sadece ve sadece ne zaman ölecekleri bildirildiği zaman dünyadaki her şey ama her şey değişiverecekti! Çünkü ölümü bilerek, ölümü görerek yaşamak, aslanların gezindiği bir ormanda piknik yapmak gibi bir şeydi! Her an üzerine atlayabilecek olan aslanları görerek, aslanlar yokmuş gibi mangalda et pişirmeniz, teybi açarak oynayabilmeniz mümkün müydü?

 

Tabi ki değildi!

Oysa bu insanlar ölümü bilmedikleri, ölümün simgesi olan aslanları görmedikleri zaman, aslanlar yokmuş gibi gayet kaygısız yaşayabiliyor, hatta ve hatta zil takıp oynayabiliyorlardı!..

...

(Mehmed Alagaş/Alnımdaki Işık)

 

Evet, iffetsizlik, korkunç bir akılsızlığın gereğidir.

___

* İmam-ı Gazali'nin tarifidir

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Sanırım bazı şeyleri yaşayarak öğrenmek gerekiyor. Anne ve babalar ne kadar uyarsalar da, "Cısss!" deseler de, bebekler sıcak sobaya bir kez dokunmadan onun yakıcı olduğuna inanmayacaklar.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şimdiki sorum; süper zekâlı insanların neden İslam'ı seçmedikleri veya neden bunu bizim hiç duymuyor oluşumuz.

 

Not: Umarım yine birileri büyüklenerek cevap vermez.

 

Ahh kardeşim seçmeden ziyade seçtirirler, bu yola salt cüz'i irade ile girmez girdirirler, sen istediğin kadar Sam amca için dua et ona hidayet verenler verdirirler. Wayy acayip oldu bu ya :wave:

 

Hiç duymuyor oluşumuz mu? Yahu İmam Gazali başlı başına örnek hem ben de varım :shiny:

 

Ihımm mizahı bir yana bırakalım. Siz evvela ilk cevabımızdan tatmin oldunuz mu onu deyin. Yoksa burada af buyurun ama oyun mu oynuyoruz?

 

İmana bir akıl kuyruğunu taktınız gidiyorsunuz. Hayr ola inşallah. İman elbette kulun ihtiyarı ile olup Allah'ın da irade etmesi, razı olmasıyla olacak. Misal Efendimiz amcası için dua ediyordu Allah ne buyurdu; Allah dilediğini hidayete erdirir sen erdiremezsin. Aslında burada şu mana gizli, hidayete ermek isteyeni erdirme.

 

Burada kafir ne kadar zeki olursa olsun, yahud akıllı olsun bu kalbinin mühürlü olmasına mani olmaz. Siz öyle bir dar zaviyeden düşünüyorsunuz ki din akıl ile düşünülse bulunulur. Belki bu hz. İbrahimi usul. Ama öyle olsa kainatta müslüman olmayan kul olmamalıydı. Öyle mi, değil.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Her şeyden şüphe ediyorum, lakin kendi aklımdan maalesef hiç şüphe etmiyorum.

 

Adem'e secde edilmesi emredildiğinde şeytan, Yüce Allah'a ne demişti:

"Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın."

 

O, kendi aklına göre doğru bir şey söyledi ve Allah'a itaat etmedi. Kendi aklı kendine tuzak oldu ve o aşağılandı.

 

Demek ki, Mevlana'nın dediği gibi, akıl bir noktadan sonra çamura saplanmış eşek gibi yan yatıp kalıyor.

 

O halde önemli olan, Allah'a teslimiyet göstermek ve ona iyi bir kul olmak için elimizden gelenin en iyisi yapmaya çalışmak, aşırılığa kaçmadan.

 

Şimdi biz insanların, şeytanınkine benzer bir imtihandan geçirilmediğinden kim emin olabilir?

Share this post


Link to post
Share on other sites

Buraya kadar yazılanlardan ve özellikle mümin rumuzlu arkadaşımın ikinci yorumundan ilham alarak geldiğim yeni nokta:

Aklın yanılabileceğine inanmak...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Özetle:

 

- İffetli olmak neyin gereği? Allah'ın emri olması dışında bunun gerçekten geçerli bir gerekçesi var mı?

- Dünyanın geçici olduğunun farkında olan ve ahirete (sonsuzluğa) hazırlanan biz insanlar için iffetli olmak daha temiz, daha mütevazı ve daha asil bir davranış.

 

- Süper zekâlı insanlar neden İslâm'ı seçmiyor veya onların Müslüman olduklarını neden biz pek duymuyoruz?

- Aşırı zekâ, şeytanı saptırdığı gibi çoğu zaman insanları da saptırıyor. Adem'e secde edilmesi emredildiğinde, Şeytan, Yüce Allah'a, "Onu balçıktan, beni ise ateşten yarattın. Ben ondan üstünüm." diyerek karşı çıkmıştı. Onun aklı ona tuzak olmuş ve o, Allah'a karşı çıktığı için aşağılanmıştı. Melekler ise Allah'a teslimiyet gösterdiler, "Allah bizim bilmediklerimizi bilir." dediler, "Bizi nurdan, onu ise balçıktan yarattın. Biz ondan üstünüz." şeklinde bir akıl yürüterek Allah'a karşı gelmediler. Demek ki kurtuluşa ermek için bazen zeki olmaktan daha fazlası gerekiyor; yani Allah'a boyun eğmek...

 

Sesli tefekkür edişimde bana iştirak eden mümin, tazir ve mütereddid rumuzlu arkadaşlarıma teşekkürlerimi sunarım.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Tefekküre devam:

 

Bugün süper beyinli/aşırı zeki insanların Müslüman olmamalarının temel sebepleri; kendi akıllarının büyüsünde kalıp kendilerini beğenmeleri ve bunun sonucunda Bâtın(kendini gizleyen) Allah'a, onu görmeden inanmaya yanaşmamaları veya İslam'ın kötülenen/iftira edilen veya zaman içinde yozlaştırılan taraflarına takılıp kalmaları; bağnazlıklardan, aşırılıklardan vb. şeylerden kötü etkilenmeleri ve bunu keskin akıllarına hazmettirememeleri ve neticede diğer insanlara göre -doğal olarak- kendilerini daha çok beğenen bu insanların İslam'dan uzak kalmaları da olabilir.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ayrıca, hidayet Yüce Allah'tan olduğuna göre, buradan, daha kibirli olduğunu varsaydığımız işbu üstün zekâlı insanların, her ne kadar çok zeki olsalar da, bu zekalarından ötürü daha kibirli olmaları hasebiyle, "genellikle hidayete daha lâyık olmadıkları" çıkarımında bulunabilir miyiz?

Share this post


Link to post
Share on other sites

Allah nezdinde her kul hidayete layiktir. Sizce müslüman olup kibir sahibi olanlar yok mu? Hem doğan her insan islam fitrati üzere doğuyor. Sonra ebeveynlerin yetiştirmesi ile mecusi yahud hristiyan oluyor.

 

Bakın insanın ehli necati 2 gruptur. Ya kendisine islam tebliği ulaşmamişlar yahud yanlış ulaşmislar. Kesin cennete erişici müslümanı ayrı tutalim.

 

Şimdi ehli sünnet bu islam tebliği ulaşmamiş olanlara akıl ile allahi bulmalarını şart koşuyor. özellikle eşari kolu. Kainat kitabından ilahi bir gücü anlamali ve allahı bulmali bir şeriat olmasa bile allaha iman etmeli diyor. yalnız kimi ulema bunu mesul tutmamış.

 

Şunu demek istiyorum akıl ile düşünmek cennete girmeye bile anahtar olacaksa tabi allaha iman şartıyla bir raddede önemlidir. Ama iman ile sereflenmek kibirlenmenin mani olacağı bir durum da değildir. Kulun irade etmesi ama büyük bir rıza ile de allahin dilemesi ile olur bu iman. Yoksa pascal peygamberlerin getirdiğine dedi ama iman etti mi allah ona nasip etti mi bilmiyoruz. Islamın ulaşmadığını akıl ile allahı bulmak şart kosuluyorsa akıl demek ki mühim ama her sey demek değil.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bu mesele beni sürükleye sürükleye sonunda deizmin önüne kadar getirdi.

 

Nasıl deist oldum başlıklı şu mektup beni oldukça etkiledi:

 

Merhabalar, muhafazakarlık boyutunda olmasada dindar bir ailede büyüdüm. Çocukluktan itibaren dini bilgileri gerek ailemden, gerek çevremden öğrenmiştim. Korkuyla sevgi arasında bir yerlerdeydi Tanrı içimde, ama daha çok korkardım ondan. Bayan olmanın da verdiği fazladan bir şefkatle bağlıydım Tanrıya, ona içtendim, onu gerçekten seviyordum çünkü o benim var olma sebebimdi. Çoğunluk gibi bende dini kitaptan değil hocaların söylemlerinden öğrendim. Başkaları Tanrı sizi seviyor diyordu, o kızgındı oysa kitabında, korkuyordum her Türkçesinden okuduğumda kitabı, sadece daha iyi anlamak istiyordum her şeyi. Kafamdaki Tanrıyla kitaptaki Tanrı anlaşamıyordu bir türlü. Gözümü korkuttu bu durum, bıraktım Kuranın Türkçesini okumayı. Neyse ne dedim, kızgın madem Tanrı mutlaka bir sebebi vardır o mutlak güç her şeyi bilen değil mi hem? İbadetlerimi yapıyordum gene ama yetmiyordu boşluktaydım, bu birkaç yıl sürdü böyle. 18 olmuştum sonra, İnsan farkındalığını kazanmaya başladığında daha çok arar bir şeyleri, bende dinde bunu yaşadım, yetmedi bana cevaplar. Fazla derin sorular sorduğumda, islamiyet felsefe dini değil teslimiyet dinidir gibi karşılık alıyordum artık. E bu aklı niye verdin bana o zaman sorgulamayacaksam? Her hoca başka bir şey diyordu. Tanrı insanlarla dalga mı geçiyordu? Ben ona günde 5 kez giderken o hala kadınlar eksiktir diyordu. Ben onu bütün içtenliğimle anlamaya, sevmeye kucak açmışken cehennem ehlinin çoğu kadınlardır deniyordu. Sevdiğim içinmiydi günahım, anlamak istediğim için mi? Ondan daha edebliydim, o bir Tanrıya yakışmayacak cümleler sarfediyoru oysa. Neydi o zaman bu olanlar? Ben bunca karışıklığın içinde neredeydim? Niye bu kadar zalimsin ben seni sadece sevdim, sen benden kocamı başkalarıyla paylaşmamı kabullenmemi istiyosun. Ben seni sevdim ,sen beni şahitlikte aklı noksan kabul ediyorsun. Yaratırken eşit davrandın erkek, kadın ayırmadın da dünyaya geldikten sonra “kadın“damgasını vurdun yüzüme! Ne kadar seversem seveyim seni, sırf kadın olduğum için eksiktim yanında. Hakkımda kölelik, cariyelik düzenlemesi yaptın, ben herşeyden önce insandım oysa.. Sen ki koskaca göklerin, yıldızların, gezegenlerin sahibisin bunca güzelliği yaratmışsın, müthiş bir düzen kurmuşsun, hiç işin gücün yoktu da benim saçımın telinin görülüp görülmeyeceğine mi takıldın, yapma gözünü seveyim Tanrısın sen! Bu olamazsın, sen bu kadar gaddar olamazsın.. Tanrısın sen! Yücesin, kan dökülmesini istemezsin. Bir bilgeye yakışmaz hırsızın elinin kesilmesini istemek, bilgelik bu olamaz.. İnsanların cinsel hayatına el atmak yakışmaz bir Tanrıya, bir Tanrı bu kadar basit düşünemez!.. Ben insanım, ben hata yapabilirim ama Tanrısın sen! Sen hata yapamazsın. İlahi olduğu söylenen bir kitap çelişkili olamaz. İçindeki tek bir yanlış bile, ilahi olduğu gerçeğini karalar, yok eder.

 

Sosyal kurallar, ahlak, giyim kuşam vs. bunlar zaman içinde insanların ürettiği, kültürle alakalı değerlerdir. Toplumlara göre, yaşanılan yere göre değişir ve doğru ya da yanlış olduğu zamanla insanlar tarafından kabul görür. Sen ki yaratmışsın bütün canlı alemi farklı farklı neden herkesi tek bi kalıba sokmaya çalışıyorsun? Neden herkes tek tip olmak zorunda? İnsan önce kendi öz benliğine saygısı olduğu, insanlığına saygısı olduğu için kimseye zarar vermez, kimseyi incitemez. Bunu sen kitapta demesen de insan bunun farkındadır.. Cevaplar yetmeyince bıraktım Tanrıyı ,araştırdım içimdekileri susturabilmek için. Madem aklım vardı ,sorguluyordum anlamam lazımdı bir şeyleri. İnsanın içine bir kez şüphe girdi mi bir daha asla eskisi gibi olmaz. Öylede oldu, kitabın Tanrısı gaddardı ama benim aradığım Tanrı zaten o olamazdı..

 

Şu an deist denen kavramın ta kendisiyim, bunu her ne kadar çevreme anlatamasamda ki gerek de duymuyorum, içimdeki Tanrıyla mutluyum. İçimde korku yok. Gene edebliyim, gene ahlaklıyım gene insanlara zarar vermeyi düşünmüyorum. Biri yardım istediğinde bunu bonus sevap kazanmak için değil içimdeki sevgiden dolayı yapıyorum ve oynamıyorum ne Tanrıya ne de kendime, samimiyim. İçimdeki Tanrı anlıyor beni, yargılamıyor ve bunun verdiği huzurla yaşıyorum, aklımı mantığımı kullanarak. Her şeyden önce insan olarak yaşamanın onuru var üstümde. Düşünmek zor iştir bu yüzden çoğu insan yapmaz bunu önce içine dönmek gerek, yalnız kalmak.. Farkındalığın keskinliğine ulaşırsın sonra ve huzur dolar için. Ne sosyal baskı, ne din.. Anladığım Tanrının lütfuyla geldim bu dünyaya, insanca yaşayıp, olmak istediğim gibiyim sadece hiçbir dayatma olmadan ve mutluyum..

Tanrı senin “Tanrı”kavramından ne anladığındadır. Ve bundan dolayı da kimse seni yargılamaz. Özgürce düşünüp, yaşayabildiğim bir hayat istiyorum sadece, Tanrı benimle ve bunun verdiği bir huzur var içimde. Ne saçma ibadetler, ne saçma kurallar hiçbiri sağlayamaz Tanrıyla aramdaki iletişimi ben onu kalbimde, ruhumda hissediyorum. Bunu şekille ifade etmeme gerek yok, hatta aramızda fazlasıyla esprili bir dil var. Ve karşılıklı olarak seviyoruz birbirimizi. Bunca şeyin komedi olduğunun o da farkında ve gülüyor sadece insanlığın haline...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bugün ne olduysa oldu, belki sizin dualarınızla, belki başka bir nedenden dolayı, gönlüm tekrar İslam'a ısındı ve ben yeniden Müslüman oldum. Deizmin bana vaat ettiği hiç bir şey yok. Deizme inanmazsam bir şey kaybetmem. Ama İslam'a inanmazsam, İslam'ın bana vaat ettiği Cennet'ten mahrum olmakla birlikte, Allah korusun, Cehennem'e de boylayabilirim. O halde İslam'ı seçmek benim için daha akılcı yol.

 

Bununla birlikte İslam anlayışımı yeniden şekillendireceğim. Eskisi gibi sadece Sevgili Peygamberime bağlanacağım. Ondan başkasını aracı kabul etmeyeceğim, onlar bana Allah dostu olduklarına dair bir delil göstermedikçe...

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstadın kaleminden faydalı bir eser: Mümin-Kafir. Bu ince kitapta bir mümin ve bir kafir arasında geçen diyaloglar neredeyse harfi harfine filme aktarılmış şekilde, aynı isimle internette mevcut.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Üstadın kaleminden faydalı bir eser: Mümin-Kafir. Bu ince kitapta bir mümin ve bir kafir arasında geçen diyaloglar neredeyse harfi harfine filme aktarılmış şekilde, aynı isimle internette mevcut.

Teşekkür ederim @mütereddid.

 

Ayrıca, "Kuran'daki çelişkili ayetler iddiasına cevap" başlıklı şu makale de içime su serpti:

http://islamicevapla...a-cevaplar.html

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bugünün Kurban Bayramı olması vesilesiyle Hz. İbrahim (as)'ı ve onun Allah azze ve celle tarafından tâbi tutulduğu büyük teslimiyet imtihanını hatırladım. Üç gece art arda rüyasında oğlu İsmail'i boğazladığını gören Hz. İbrahim -peygamberlerin rüyası vahiy, tabirleri de vahiy olması münasabetiyle- bunun kendisine Allah'ın emrinin olduğunu idrak edip gerekeni yapmaya teşebbüs etti. Allah'a teslimiyet gösterip tam oğlunu boğazlayacaktı ki Allah onun samimiyetini bilerek onu durdurdu. Ona görkemli bir koç göndererek ondan İsmail'in yerine koçu kurban etmesini istedi. Allah'ın emrine teslimiyet gösteren Hz. İbrahim bu şekilde büyük bir imtihandan başarıyla geçmiş oldu. Eğer "Allah bana oğlumu kurban etmeyi emredemez." deseydi, o, şimdiki gibi Hz. İbrahim olamayacaktı. Demek ki Allah'ın emrine teslimiyet göstermek, ona mantık yürütmekten çok daha hayırlı bir iş imiş...

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...