Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
mumin

Hamidullah'ın Siyer Kitabı Üzerine

Recommended Posts

http://www.dunyabizim.com/?aType=haber&ArticleID=12862

 

Linkte Üstad Necip Fazıl'ın ve Merhum Yüksel Hoca'ın eseri tenkidi üzerine bir yazı kaleme alınmış. Ve bu eleştiriden hareketle Sayın Sifil Hoca'nın geniş işleyişi iyi bir tahlil örneği olarak karşımıza çıkıyor.

 

Ne mi düşünüyorum? Bu Hamidullah hocayı hala sevmem yine sevmem..

 

 

 

 

 

 

İKİ "HAMİDULLAH TENKİDİ" HAKKINDA MÜLAHAZALAR



Giriş


 


Hayatın temeli itikattır. Biz farkında olalım ya da olmayalım,
sadece ibadet hayatımızda değil, kişiliğimizde, davranışlarımızda ve her türlü
eylemimizde itikadî kabullerimizin derin etkisi vardır.


 


Mesele ahiretteki encamımız olduğunda ise, itikadî
kabullerimizin önemi her şeyin üstüne çıkıyor. Zira oradaki hayat ebedî ve o
hayatta sonsuz hüsran veya sonsuz mutluluk seçeneklerinden hangisinin bizi
beklediğine bu dünyadaki itikadî tercihlerimizle karar veriyoruz.


 


Mesele, en genel çerçevesiyle "Müslüman oldum" demekle
bitmiyor. İslam dairesi içine girmenin bu ilk ve en önemli adımından sonra,
özellikle günümüz Müslümanları bakımından son derece önemli bir ikinci husus
çıkıyor karşımıza: Birden fazla "İslam telakkisi" arasından hangisini tercih
edeceğiz?


 


Erken dönemlerin itikadî fırkaları arasında uzun yıllar, hatta
yüzyıllar süren "hayatta kalma" ve "hayata hakim olma" mücadelesi sonunda ilahî
irade, Hz. Peygamber (s.a.v) ve ashabının yaşadığı İslam'ı temsil ve müdafaa
eden Ehl-i Sünnet çizginin Ümmet-i Muhammed'in büyük çoğunluğunun istikameti
olarak yerini sağlamlaştırması ş eklinde tecelli etti.


 


Ancak gerek kadim itikadî tartışmaların günümüze değin
varlığını sürdüren uzantıları, gerekse modern dönemin ürettiği kendine özgü kimi
duruşlar, Ehl-i Sünnet çizgiyi benimseyen bizlerin, bu saf itikadı ifade
noktasında yeni sorumlulukların muhatabı olduğumuzu vurguluyor. Hamidullah
hocanın vefatının ardından ülkemizde yeniden canlanan birtakım tartışmalar, bu
söylediğimizin en son ve somut örneğini oluşturuyor.


 


Hamidullah hoca merkezli tartışmalarda iki tavır dikkat
çekiyor. İlki, onun tartışılan kimi görüşlerini "ilmî tercihler" olarak
değerlendiriyor; diğeri ise bunları itikadî birer "sapma" olarak ele alıyor.


 


Onun görüşleri arasında itikadî boyuta taalluk eden önemli
kırılma noktaları olduğunu, aşağıdaki tenkitler meyanında okuyacaksınız. Ama
Hamidullah hocayı bu görüşleri sebebiyle İslam dairesi dışına atmanın da, tekfir
konusunda son derece teenniyle hareket eden Ehl-i Sünnet ulemaya ittibaen bir
kere daha gözden geçirilmesi gereken bir tavır olduğunu düşünüyorum.


 


Türkçe, Arapça, Farsça, Urduca, İngilizce, Fransızca, Almanca
ve daha birçok dilde 50 kadar telif, 300 civarında makale, ansiklopedi maddeleri
ve birçok kitabın edisyon kritiğine imza atmış velut bir araştırmacı olan Prof.
Dr. Muhammed Hamidullah'ın birçok görüşünün, henüz hayattayken ülkemizde
eleştiri konusu olduğunu biliyoruz.


 


Hamidullah eleştirileri arasında Sadreddin Yüksel hoca ve
merhum Üstad Necip Fazıl'ın yazdıklarının ayrı bir yeri var. Bu yazıda,
kendilerine sık sık atıf yapıldığı halde –görebildiğim kadarıyla– şimdiye değin
üzerinde ciddi bir şekilde durulmamış olan bu tenkitleri "hakkaniyet"
ölçülerinden ayrılmamaya özen göstererek ele almaya çalışacağım.


 


Maksada geçmeden önce bir-iki noktanın altını çizme ihtiyacı
hissediyorum. İsmet, peygamberlere (hepsine salat ve selam olsun) mahsus bir
sıfattır ve onlar dışında hiçbir beşer hatadan masun değildir. Bu çerçevede
Hamidullah hocanın hata yapmış olması da tabiidir. Ancak kendisine yöneltilen
eleştirilerde gündeme getirilen hususların, maddi hatalar olmaktan çok, itikadî
sahaya taalluk ettiği dikkat çekiyor. Hamiyet-i diniyye ile kaleme alınmış,
halkımızın yanlışa sevk edilmesini engelleme ve muhataplarını ikaz maksadına
matuf, son derece isabetli hususlar içeren bu eleştirilerin bizzat Hamidullah
hocanın da dikkatinden kaçmadığını düşünebiliriz. Ancak bu eleştirilere nasıl
bir mukabelede bulunduğu hakkında şahsen ben malumat sahibi değilim.


 


Öte yandan, Hamidullah'ın, gerek ülkemizde eleştiri konusu olan
görüşlerinin, gerekse başka düşüncelerinin ülkemiz dışında ne tür tepkilerle
karşılaştığı hakkında şimdiye kadar herhangi bir veriye sahip olamayışımızın da
normal kabul edilemeyeceğini düşünüyorum. En azından onun çalışmalarını yakından
izleyen ve eserlerini dilimize aktaran –ve şimdi her biri saygın birer ilim
adamı olan– öğrencilerinin bu ilmî görevi şu veya bu ölçüde yerine getirmiş
olmaları beklenirdi...


 


Yukarıda mezkûr iki eleştirinin mahiyeti üzerinde aşağıda
ayrıntılı olarak duracağım. Ancak burada son bir nokta olarak şunu belirtmeliyim
ki, günümüzde ortaya –hatasıyla sevabıyla– sağlıklı bir Hamidullah portresi
çıkarabilmek için bu iki eleştiriden daha fazlasına ihtiyaç bulunduğu açık. Zira
bu eleştirilerin, Hamidullah'ın dilimize çevrilmiş olan eserlerinden sadece
ikisini bahse konu etmiş olması, kaleme alındıkları 80'li yılların başlarından
bu yana Hamidullah'ın (görüşleri arasında bütünlüğü yakalamamıza yardım edecek
unsurlar içeren) başka eserlerinin dilimize kavuşturulmuş bulunması, mezkûr
eserlerin de yeni baskılarının yapılmış olması, "update" edilmiş, daha kapsamlı
bir "Hamidullah çalışması"nın bir ihtiyaç olduğunu ortaya koyuyor...


 


Daha önce kaleme aldığım birkaç yazıda Hamidullah hoca hakkında
muhterem Sadreddin Yüksel hoca ve merhum Üstat Necip Fazıl tarafından kaleme
alınmış eleştirilerden bir kısmı hakkında bazı şeyler söylemiştim.[1] Burada
tekrara düşmemek için bu hususlara dönmeyeceğim. Ancak şunu özellikle belirtme
ihtiyacı hissediyorum: Tıpkı o yazılarda olduğu gibi burada da niyetim ne
Hamidullah'ı göklere çıkarıp hakkındaki eleştirileri gözden düşürmek, ne de
tersini yapmak. Bir tek maksadım var: Hakk'ın ortaya çıkarılması. Başta da
belirttiğim gibi, Hamidullah hoca "masum" olmadığı gibi, ona eleştiri yönelten
saygın isimler ve bu satırların yazarı da öyle. Elbette hepimiz hatayla malul
insanlarız. Önemli olan, doğruları ve yanlışları, Allah Teala'yı razı, Resulü'nü
(s.a.v) memnun edecek tarzda ortaya koymaktır. Hamidullah hocaya karşı "özel"
bir muhabbet ya da kin duyuyor değilim. Buna mukabil peşinen söyleyeyim ki,
gerek Üstat Necip Fazıl merhum, gerekse Sadreddin Yüksel hocaya karşı derin
ihtiram ve muhabbet duyduğumu açıkça belirtmekte bir sakınca görmüyorum.
Dolayısıyla bu yazının,"ilmî emanet" duygusuyla, ama "içeriden" yapılmış bir
tahlil denemesi olarak okunması temel arzumdur...


 


1. Üstat Necip Fazıl merhumun eleştirileri


 


Sadreddin Yüksel hoca tarafından da eleştiri konusu yapılmış
olanları –aşağıda ayrıca ele alınacağı için– ayıracak olursak, Necip Fazıl
merhumun söyledikleri, Hamidullah'ın, 1) İslam'ın orta seviyeyi tutturucu bir
din olduğunu ileri sürmesi, 2) Efendimiz (s.a.v)'in Hristiyanlar'dan din bilgisi
aldığını söylemesi, 3) Nebiliğini toprak üstü sebeplere bağlaması, 4) Rahip
Bahira vakasında "istihfaf mevzuu 9 yaşında bir çocuğun simasında nebilik
alameti bulunamayacağını ve buna inanmanın "safdillik" olduğunu söylemesi, 5)
Efendimiz (s.a.v)'i "düztaban" diye vasfetmesi, 6) vahiy anındaki esrarlı
tecellileri "onların ifadesine göre" kaydıyla kendi kanaatinden uzakta tutması
ve bu üslupla şüpheli göstermesi, 7) bir tecellinin şeytanî mi, melekî mi
olduğunu tahkik mevzuunda "melekse çekilir gider, şeytansa kalır ve seyreder"
gibilerden ilk zevceleri mübarek Hazret-i Hatice ile aralarında edep dışı
sahneler ima etmesi, 8) Buda'yı peygamber sayması, 9) ilk müslümanları şahsî
yakınlık ve menfaat sebebiyle imana gelmiş farz etmesi, 10) Şakku'l-Kamer
vesilesiyle mucizeyi bıyık altından alaya alması ve kendisini dışarıda bırakıcı
şekilde nakillere bağlaması, 11) Efendimiz (s.a.v)'in bazı mü'minlere
mucizelerinden ziyade menfaat teminiyle tesir ettiğini söylemesi, 12) Mirac'ı
ruhî bir hal sayması; bu mucizenin ruh-beden birlikte gerçekleştiğinin
söylenmesini Allah Teala'ya mekân tayin etmiş olmak gibi göstermesi (bkz.
Türkiye'nin Manzarası, 137 vd.) şeklindeki tenkitlerden oluşuyor.


 


Anlaşıldığı kadarıyla Üstad merhumun bu tenkitleri,
Hamidullah'ın İslam Peygamberi isimli kitabındaki ifadelere yöneliktir. Ancak bu
eserin benim elimdeki baskısının (Prof. Dr. Salih Tuğ çevirisi, İrfan yay.
İst-2001, I-II) önsözünden anlaşıldığına göre, ilk baskılardaki bir kısım yerler
bu baskıda müellif tarafından "ıslah" edilmiş. Ayrıca İslam Peygamberi'nin
çevirisinin şöyle ilginç bir hikâyesi de var: İlk cildi, Sait Mutlu tercümesi
olarak 1966, 1969 ve 1972 yıllarında üç baskı yapmış. İkinci ciltise, Sait Mutlu
ve Salih Tuğ tarafından müştereken çevrilerek 1969'da basılmış; 1972 ve 1980
yıllarında ikinci ve üçüncü baskısı yapılmış. Ardından Prof. Dr. Salih Tuğ, her
iki cildi tek başına çevirmiş ve bu ciltler 1990 ve 2001 yıllarında iki baskı
yapmış.


 


Bu serüven boyunca eserin bir taraftan da Hamidullah tarafından
gözden geçirildiği düşünüldüğünde, gerek merhum Üstat tarafından, gerekse
Sadreddin Yüksel hoca tarafından eleştirilen kimi hususların 2001 tarihli son
baskıda yer almıyor oluşunu şöyle açıklayabiliriz:


 


1. Ya müellif bu hususların bir kısmını veya tümünü
–eleştirileri haklı bularak– eserinden çıkarmış yahut düzeltmiştir.


 


2. Veya önceki baskılarda bu hususlar hatalı olarak çevrilmiş
ve son baskıda Salih Tuğ hoca tarafından düzeltilmiştir.


 


3. Yahut da son baskıların mütercimi olan Salih Tuğ hoca bu
eleştirileri dikkate alarak tercümede bir kısım "ıslahat" yapmıştır.


 


Merhum Üstat tarafından gündeme getirilen mezkûr tenkitlere
–aynı sırayla– gelecek olursak:


 


1) Tenkit edilen hususla örtüşen –bulabildiğim– tek cümle şu:
"Mutlak kötü insan" gibi "mutlak iyi insan", beşer topluluğunda ancak nâdir
istisnalardır ve ekseriyet, "vasat insan" tabakasında toplanmıştır. Muhammed
A.S.S., kendisini, insanlar arasındaki "melek" tabiatlılarla
sınırlandırmamıştır: Onun tebliği esas itibariyle insanların büyük ekseriyetini
teşkil eden vasat, ortalama insana hitap etmektedir. Kur'an'daki bir ayette yer
alan ifâdeye göre insanın peşinde koşacağı asıl şey: "... Bu Dünyada ve Âhirette
iyilik, güzellik..." olmalıdır." (I, 5)


 


Kanaatime göre –eğer Üstat merhumun kasdettiği bu cümlelerse–,
buradan, Nebevî tebliğin, "aklî kapasite ve kabiliyet" olarak "vasat insan"ı
hedeflediği anlamını çıkarmak mümkün görünmüyor. Zira Hamidullah, "kapasite ve
kabiliyet" olarak "vasat insan"ı değil, "mutlak iyi ve mutlak kötü" arasındaki
"vasat insan"ı kastediyor.


 


2) Hamidullah'ın ifadesi: "Muhammed A.S.S., ne Avrupa'yı, ne de
Katolikliği tanımış değildi; o sadece Bizans hâkimiyeti altındaki Suriye'nin
doğrudan doğruya İncil metnine bağlı Araplarıyla bir temasa sahip olmuştu. İşte
bu temaslar sayesindedir ki kendisi, Hıristiyanlık nas'ları ile ilgili unsurları
herhalde görmüş bilmiş olabilir." (I, 14)


 


Efendimiz (s.a.v)'in ticaret için yaptığı seyahatler esnasında
–insanın çevresiyle kurduğu günlük normal iletişim ortamı içinde– pek çok
kimseden duyduğu pek çok şey zımnında Hristiyanlar'la da ticarî alış-verişte
bulunmuş ve onlardan Hristiyanlık hakkında bazı şeyler duymuş olmasını "bir
ihtimal" olarak görmenin, Efendimiz (s.a.v)'in vahiy kanalıyla "mutlak bilgi"ye
ulaşmasına aykırı bir yanı olduğunu düşünebilir miyiz, bilemiyorum. Burada
önemli olan, bu "ihtimal"in gerçekleşip gerçekleşmediğinin ve eğer
gerçekleşmişse vahiyle örtüşüp örtüşmediğinin ve nihayet vahyin tasdikinden
geçmeksizin Efendimiz (s.a.v)'in bu bilgilere mübarek hayatının herhangi bir
safhasında bir "gerçek" telakkisiyle itibar ve itimat ettiğinin Hamidullah
tarafından söylenip söylenmediğinin tesbitidir.


 


3) Bu muğlak ifade ile Hamidullah'ın hangi sözünün
kastedildiğinin noktasal olarak tesbiti hayli zor. Bununla birlikte Üstat
merhumun verdiği sayfa numaralarında ele alınan konulara baktığımızda, İslam
öncesi dönemde dünyada, Arabistan yarımadası çevresinde ve bizzat Arabistan'da
genel dinî-siyasî durum, Araplar hakkında kültürel, antropolojik ve sosyolojik
tahliller, tebliğin merkezi olarak seçilen Mekke'nin özellikleri vs. gibi
hususların mevcudiyeti göze çarpıyor. Bu konularda Hamidullah'ın yaptığı
incelemelerde, Hz. Peygamber (s.a.v)'in "Nebiliğini, nebiliğinin meydana
gelişini basit dünya saiklerine ve toprak üstü sebeplere" bağlamak anlamına
gelebilecek herhangi bir hususu ben tesbit edemedim.


 


4) Rahip Bahira olayı hakkında Hamidullah şunları söylüyor:
"Batılı müsteşriklerden Casanova, bize şu bilgiyi vermektedir: Anlatmakta
olduğumuz bu devirde Hıristiyanlar ve hattâ muhtemelen Yahudiler, sabırsızlık
içinde bir peygamberin, bir Mesîh'in, diğer bir ifâde ile Tesellî eden sonuncu
bir Rûh'ul Kuds (Consolateur) gelmesini sabırsızlık içinde beklemekteydiler.
Râhib Bahîrâ, misafirlerine diğer konular arasında bu inanıştan bahsetmiş
olabilir. Ancak dokuz yaşındaki bir çocuğun, hassaten o devirde horlanan
Bedevîler arasında görülen bir çocuğun yüz ifâdelerinden müstakbel Rasûl'ü
Hıristiyan bir râhibin tanıyıp çıkarabileceğini sanmak safdillilik olacaktır.
Aynı şekilde râhibin sözlerinin dokuz yaşında bir çocuğun rûhunda bu sıfatı
benimseyip kabullenme gibi bir ümid ve hırsı filizlendireceğini düşünmek
boştur." (I, 47-8)


 


Hamidullah'ın, yukarıdaki sözleri arasına düştüğü bir dipnottan
da net olarak anlaşılacağı gibi, birtakım müsteşrikler, Rahip Bahîra'nın, o
zaman 9 yaşlarında bulunan Hz. Peygamber (s.a.v)'i "geleceğin peygamberi" olarak
teşhis ettiğini ve kendisine birtakım telkinlerde bulunduğunu, hatta bu olay
vesilesiyle Bahîra'nın "Kur'an'ın gerçek müellifi" olarak görülmesi gerektiğini
ileri sürmüştür.


 


Bu iddianın çürütülmesinin yolu, elbette Rahip Bahîra'nın,
Efendimiz (s.a.v)'de gördüğü harikulade halleri tasvir eden nakillerin inkâr ve
tekzibi değildir. Ancak Hamidullah hocanın burada, bu çirkin iddiayı geçersiz
kılmak için, –hem de kendisiyle çelişme pahasına– bu vakayı inkârı tercih etmesi
kabul edilemez. İslam Peygamberi adlı eserini Kur'an ayetleri ve Hadisler kadar
–hatta onlardan daha fazla olarak– Siyer ve Tarih malzemesi üzerinde
şekillendirmiş, Hz. Peygamber (s.a.v)'de, doğumundan itibaren bütün çocukluk
hayatı boyunca görülen olağanüstülükleri herhangi bir komplekse kapılmadan
zikretmiş olan Hamidullah'ın üslubunun, bu hadisede kendisinden bekleneni
vermektense vakıayı inkâr gibi bir zaafa düşmesi, kendisi adına talihsizlik
olmuştur.


 


5) Hamidullah'ın, Hz. Peygamber (s.a.v)'i "düztaban" olarak
tavsif ettiğine dair herhangi bir ifadesine, İslam Peygamberi'nin elimdeki
baskısında rastlayamadım. Bulabildiğim tek ifade, et-Tirmizî'nin Şemâil'i ile
el-Belâzûrî ve İbn Sa'd'dan yapılan bir nakilden ibaret ve şöyle: "Geniş alınlı,
başı iri, kaşları, burnunun üst hizasında birbirine kavuşacak şekilde yay
şeklindeydi; karın kısmı, göğüs hizasını aşmayacak şekilde sıkı ve adalî idi,
bedeni tam olarak kıldan ârî idi. Saçları ne kıvırcık, ne de düzdü. El ayaları
dolgun, yere bastığında bir teviye (biteviye?) ve düzgün bir iz bırakacak
şekilde ayak tabanları bir çukurluk arzetmiyordu..." (I, 61)


 


Burada Hamidullah tarafından gösterilen kaynaklarda ve daha
başka eserlerde, (yukarıdaki anlatıma aykırılık teşkil eden diğer bazı hususlar
yanında) ayak altında bulunan ve ayak yere basıldığında, yere temas etmediği
için yerde iz bırakmayan içe doğru kavisli çukuru (ki düztabanlarda bu çukur
olmaz, ayak yere basıldığında ayağın tamamının izi çıkar) anlatmak üzere
Efendimiz (s.a.v) "humsân (veya hamsân)u'l-ahmesayn" (tabanlarındaki çukurluklar
belirgindi) şeklinde tavsif edildiği halde, "acaba Hamidullah mı bu ifadeyi
yanlış anladı, yoksa tercümede mi bir problem var?" diye sormadan edemiyor
insan. Eğer tercümede bir problem yoksa şunu söylemek zorundayız: Muhtemelen
Hamidullah hoca bu ifadeyi yanlış anlamıştır.


 


6) Vahiy anındaki esrarlı tecelliler hakkında Hamidullah, Üstat
merhumun değindiği ifadenin öncesinde şöyle der: "İlk vahy'in bu şekilde gelişi,
diğer bir ifadeyle melek aracılığıyla ilâhî ilhâmın gerçekleşmesi esnasında bu
olaya şehâdet edecek etrafta kimse yoktu, fakat daha sonraları, aynı olay tekrar
vukû bulduğunda bunun birçok da şâhitleri olmuştur; zira ilkini takip eden 23
yıl boyunca, kendisine inanan kimselerden az olsun çok olsun birçok kimse ara
sıra bu vâkı'aya şâhitlik edebilmiştir.Vahy'in oluşma tarzı ve şekli konusunda
bizzat Resûlullah ve hattâ olayın göz şâhitleri onun arkadaşları (sahâbe, tekil:
sahâbî) tarafından anlatılanlar vardır. Resûlullah etrafındakilere şöyle
diyordu:..." Burada Hamidullah, el-Buhârî'den ve Ahmed b. Hanbel'den birer merfu
hadis naklettikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyor: "Sahâbî'leri de kendi
bakımlarından, kendi kabiliyet ve durumlarına göre bazı gözlemlere sahip
olmuşlardır: bunlara göre ona vahiy geldiğinde..." (I, 75)


 


Burada Hamidullah'ın, vahyin inişi esnasında Hz. Peygamber
(s.a.v)'in yaşadığı olağanüstü hali önce iki merfu hadis ile bizzat Nebevî
tasvirler olarak nakletmiş, ardından da vahyin inişine şahit olan sahabîlerin
ağzından nakledilen pek çok gözleme yer vermiştir. Sonuç olarak Üstat merhumun,
Hamidullah'ın, vahyin inişinde yaşanan halleri "kendi kanaatinden uzakta"
tuttuğu ve bu olayları şüpheli gösterecek bir üslup kullandığı yolundaki
tesbitlerini doğrulayacak bir ifadesi –en azından benim kullandığım nüshada–
mevcut değil.


 


7) Hz. Peygamber (s.a.v), Cebrail (a.s)'ın kendisine ilk
göründüğü zamanlarda, gördüğü varlığın kimlik ve maksadı hakkında kesin bir
kanaate sahip değildir. Hatta durumu Varaka b. Nevfel'e danışmış, o da, gördüğü
varlığın, Hz. Musa (a.s)'a gelen "Namus-u Ekber" (Cebrail a.s) olduğunu
müjdelemişti. Hamidullah bu olayı naklettikten sonra İbn Hişâm ve
İbnu'l-Cevzî'den naklen şu olayı aktarmıştır: "Hadîce, Resûlullah'a şöyle dedi:
"Meleği gördüğün zaman bana haber ver!" O ise, "İşte şurada" dediğinde, Hadîce
şöyle söyledi: "Gel ve sağ yanıma otur ve hâlâ onu görüp görmediğini söyle." O
da öyle yaptı ve şöyle dedi: "Evet onu hâlâ görüyorum." Bunu takiben Hadîce onu
sol yanına ve sonra ön tarafına oturttu ve aynı suali sorup aynı cevabı alması
üzerine, son olarak kendisini zevcî muhabbetle kucakladı ve aynı suali sordu.
Muhammed A.S.S. şöyle cevap verdi: "Hayır, artık onu görmüyorum." Bunun üzerine
zevcesi, "Artık ben kesin surette kanaat getirdim ki o gerçekten bir melekti,
zira Şeytan olsaydı şu muhabbet halimizde bile bizi terk etmezdi." (I, 83)


 


Esasında bu olay sadece İbn Hişâm ve İbnu'l-Cevzî tarafından
değil, et-Taberânî, et-Taberî, İbn Abdilberr, ez-Zehebî, İbnu'l-Esîr, İbn Kesîr
ve daha birçok müellif tarafından da nakledilmiştir. (Bkz. M. Asım Köksal, İslam
Tarihi, III, 16-7) Dolayısıyla bu hadisede "edep dışı" bir yön bulunduğu
şeklindeki tesbit, öncelikle onu nakleden mezkûr kaynaklara raci olacaktır.
Belki Hamidullah'ın burada yapması gereken şey, bu rivayetin güvenilir olup
olmadığını araştırmak ve güvenilir değilse eserine onu almamak olmalıydı.
(el-Heysemî'nin (Mecmau'z-Zevâid, VIII, 256) bu konudaki et-Taberânî rivayetinin
senedinin hasen olduğunu söylediğini de bir not olarak ekleyelim.)


 


8) Buda'yı peygamber sayması: Hamidullah, bu konuya İslam
Peygamberi'nin iki ayrı yerinde temas etmiştir. İlkinde şöyle der: "Kur'ân'ı
açıklayıp izah eden bütün müfessirler, Zerdüşt (Zoroastre), Gautama Buda, Mûsâ,
Îsâ'ya bağlanan ve tamamlanamamış olan işi sonuna erdirecek olan birinin
gelmesinin beklendiğini bildiren beyân ve sözlere dikkat çekerler..." (I, 85)
Konuyu ele aldığı ikinci yerde (I, 649) ise şunları söyler: "Kur'ânı Kerîm bu
dîne dair doğrudan doğruya bir bilgi vermemektedir. Bazı Kur'ân tefsircilerinin
gösterdikleri ince araştırmalar sonunda onlar, Budizm'in de Kur'ânı Kerîm'de
geçmekte olduğunu keşfedip göstermişlerdir: Bu, Zu'l-Kifl adıyla Kur'ân'da geçen
peygamber dolayısıyla olmuştur. Diğer bir şekli bilinmeyen ve Kur'ân'da geçen bu
isim, "Kif'li veya Kifl'e mensup" mânasına gelmektedir ve bu Kur'ân tefsircileri
bu şehrin Kapilavastu, yani Gotama Buda'nın doğduğu şehir olduğunu ileri
sürerler. (...) Kur'ân'da Budizm'le ilgili izleri takip eden diğer tefsirciler
Kur'ânı Kerîm'in şu âyetini gösterirler: "İncir Ağacına, Zeytin Ağacına, Sînîn
Dağı'na yemin olsun ki!.. Ve şu Emîn Şehr'e yemin ederim ki..." (K. 95/1-3) Bu
âyette zikri geçen "Şu Emîn Şehir", Muhammed A.S.S.'ın doğduğu şehir olan
"Mekke"ye işaret etmektedir. "Sinâ (Sînîn) Dağı" ise doğruca insana Mûsâ
Peygamberi hatırlatmakta, "Zeytin Ağacı" ile de bütün herkes Filistin'deki
Zeytin Dağı ve "Îsâ" Peygamber'i mütalâa etmektedir. "İncir Ağacı"na gelince:
Şimdiye kadar hiç kimse kalkıp da bunun hakkında, yabani bir İncir Ağacı dibinde
İrfân'a ulaşan (Vahiy alan) "Buda"nın kastedilmekte olduğunu ileri sürmemiştir."
(I, 649)


 


Yukarıdaki ilk iktibastaki "bütün müfessirler" ifadesi, Zerdüşt
ve Buda'nın bütün müfessirlerce peygamber kabul edildiği intibaını uyandırmakta
ise de, ikinci iktibasta bu ifade yerini "bazı" ve "diğer" tefsircilere
bırakmış. Ancak bu müfessirlerin adının verilmeyişinin, konuyu merak edenleri
meselenin tahkikine uzun bir zaman tahsisine mecbur bırakması bir yana, elde
edilecek netice, en iyimser söyleyişle bir "ihtimal" olmaktan öteye
geçemeyecektir. Hal böyleyken Buda'dan, "Zü'l-Kifl (a.s) ile aynı kişi olduğu
keşfedilmiş" bir peygamber olarak bu derece kesin ifadelerle bahsetmek
tartışmaya açık bir tutumdur.


 


İlginç olan bir diğer nokta da, tıpkı Buda gibi "peygamber
olabileceği söylenmiş" bulunan Zerdüşt hakkında Üstat Necip Fazıl merhumun aynı
tepkiyi göstermemiş olması...


 


9) Hamidullah'ın, Üstat merhumun atıfta bulunduğu yerde, ilk
Müslümanları şahsi yakınlık ve menfaat sebebiyle imana gelmiş farz eden herhangi
bir ifadesine rastlamadım. Ya bahse konu yerdeki ifadeler bilahare değiştirilmiş
veya eserden tamamen çıkarılmış olmalıdır.


 


10) Şakku'l-kamer olayındaki tavrı: "Zaman zaman Muhammed
A.S.S. ile hemşehrileri arasında münâkaşa ve münâza'alar cereyan ediyordu.
Bunlardan birinde halk ona biraz fazlaca takıldı ve kendisinden, Allah'ın
gerçekten bir Resûlü ise ay'ı ikiye yarmasını istediler. İslâmî görüş açısından
bir kimsenin vahiyler alan bir Resûl sayılabilmesi için mûcize göstermesi alsa
zarûrî değildir; gerçekten de bir kimse Resûl bile olsa, gösterdiği bir mûcizede
onun insanlık vasfından gelen bir şey bulunmayıp her şey Allah'a bağlıdır ve
onun takdir ve emriyle olmaktadır. Bununla birlikte, bütün insanlık tarihinde,
zühd ve takvâ sahibi insanlara mûcizeler (veya kerâmetler) bağlanmaktadır. Bu
duruma göre, Muhammed A.S.S.'a da bir takım mûcizelerin atfedilmiş bulunması
bizi şaşırtmamalıdır. Tarihçilerin bize verdikleri bilgiye göre, yukarıdaki
şekilde halkın kendisine takılması üzerine Muhammed A.S.S. aya bir işaret verdi
ve onu ikiye ayırdı...." (I, 103)


 


Hamidullah hocanın burada hadiseyi takdim ediş biçiminde,
"acaba"lı bir "yansızlık gayreti" dikkat çekiyor. Gerçi bu sözlerinin sonunda
atıf yaptığı yerlerden birinde (I, 122) "Allah'ın seçilmiş kulları olan
Resulleri'nin gösterdiği bütün mûcizelerin gerçekliğine tam mânasıyla"
inandığını söylemekte ve bir diğer yerde de (I, 126-7) bu mucizeyi,
yukarıdakinin aksine kesin ifadelerle verdikten sonra, ay yüzeyinde uydu
fotoğraflarıyla tesbit edilmiş bir çatlak bulunduğunu nakletmekte, bununla
ilgili olarak Apollo-15 ile gerçekleştirilen derinliğine araştırmaların
yayımlanmadığına dikkat çekerek, bu çatlak ile mezkûr mucizenin ilgisinin birgün
Müslüman astronotlar tarafından açıklanması temennisini dile getirmektedir. Keza
eserinin bir başka yerinde (I, 650) bu olay hakkında "Hicretten öncelere
rastlayan bir devrede Resûlullah'ın gösterdiği herkesce bilinen "ayın yarılması"
(:Şakk'ul-Kamer) mûcizesi" ifadesini kullanmaktadır. Ancak mezkûr mucizeye
değindiği ilk yerde aynı tavrı niçin göstermediği de gerçekten merak konusudur.


 


11) Üstat merhumun burada kasdettiği, Rükâne (r.a)'ın İslam'a
girişini anlatan kıssa olmalıdır. Hamidullah'ın bu olayı zikrediş tarzını
"yorumsuz" olarak görelim:


 


"Bu konuda iki anlatım vardır; herhalde bunlar aynı olayın iki
ayrı kimse tarafından yapılmış nakillerinden ibârettir. Bunlardan birisine göre
Rükâne, onun bu ilâhi vazifesinin bir delili olarak, onlara emretmek suretiyle
ağaçları yürütmesini istemiştir. Muhammed ona şöyle dedi: "İşte şurada bir ağaç
duruyor; ona git ve benden ona, ötede duran diğer ağaca yürüyüp onun yanına
gitmesini söyle!" Rükâne kendi sahip olduğu maharetten daha da emindi; ağaçların
bu yürüyüşünden tatmin olmayarak Aleyh'is-Salâtu v'es-Selâm'a kendisi ile
güreşmesini teklif etti. Şayet kendisini yenerse onun dînine gireceğine söz
verdi. Üç defa üstüste sırtı yere gelmesine ve hattâ ağaçların yürüdüğünü
gözleriyle görmüş olmasına rağmen İslâma geçmedi. Geçmemekle kalmadı, Mekke'deki
putperestler arasına koştu ve onlara Muhammed'i ellerinde iyi saklamalarını ve
diğer kabilelerle olan şeref ve üstünlük münakaşa ve yarışmalarında ondan
istifade etmelerini, zira onun pek fevkalâde şeyler yapıp göstermeye muktedir
dünyanın en üstün sihirbazı olduğunu haber verdi. Diğer anlatımda ise, onun
güreş teklifi üzerine Muhammed A.S.S. ona şöyle cevap vermiştir: "Kabul, ancak
ben yenersem sürünün üçte birini mükâfat olarak isterim." Gerçekten de üç defa
yenilmesi ve bunun sonucu sahip olduğu sürünün tamamını kaybetmesi üzerine,
karısından olan korkusu sebebiyle ağlamaya başladı. Muhammed A.S.S. ona şöyle
dedi: "Korkma!.. Bütün bu üç mağlubiyetin mükâfat tutarını, bu defalık almayı ve
bütün malını kaybetmeni istemiyorum. Haydi şimdi onları al ve selâmetle git!" Bu
davranış karşısında, gördüğü mûcizelerden de çok duygulanan Rükâne hemen o
mahalde: "Sen Allah'ın Resûlusun ve ben senin getirdiğin dîni kabul ediyorum"
diye haykırmıştır."


 


12) Mirac'ı ruhî bir hal olarak kabul etmesi ve Efendimiz
(s.a.v)'in bu olayı hem ruhu, hem de bedeniyle yaşadığının söylenmesinin Allah
Teala'ya mekân tahsisi anlamına geleceğini ileri sürmesi.


 


Hamidullah'ın bu konuda söyledikleri, Ehl-i Sünnet alimlerin,
ilgili ayet ve hadisler temelinde ortaya çıkmış bulunan görüş birliği
doğrultusunda tebellür eden inanca aykırı düşmektedir. Her ne kadar kaynaklarda
Miraç mucizesinin sadece ruhsal olarak yaşandığı görüşü Hz. Aişe (r.anha)
validemiz ile Hz. Mu'âviye (r.a) ve el-Hasenu'l-Basrî (rh.a)'a nisbet edilmiş
ise de, konuyu rivayet tekniği açısından ele alan ulema, bu nisbetlerin şüpheli
olduğunu belirtmiştir. (Bkz. Daha önce işaret edilen Milli Gazete'deki yazılar.)



 


Ayrıca Hamidullah hocanın, Miraç mucizesinin ruh ve beden
birlikteyken yaşanan bir hadise olduğunun söylenmesi halinde olayın "mekânsal"
bir yolculuk şeklinde cereyan etmesi gerektiği, bunun da Allah Teala'ya mekân
izafe edilmesi anlamına geleceği şeklindeki endişesi de yersizdir. Zira bu
hadisede Efendimiz (s.a.v)'in zaman/mekân boyutlarının ötesine geçtiği açıktır.


 


2. Sadreddin Yüksel hocanın eleştirileri


 


Sadreddin Yüksel hocanın Hamidullah'a yönelttiği eleştiriler
(bkz. Makaleler, 99 vd.), iki noktada Üstat Necip Fazıl merhumun
eleştirilerinden ayrılıyor:


 


1. Sadreddin Yüksel hoca, eleştirilerini "reddiye" tarzında
kaleme almış ve ele aldığı her ifade üzerinde ilmî delilleri zikretmek suretiyle
ayrıntılı olarak durmuştur.


 


2. Eleştiri çerçevesini İslam Peygamberi ile sınırlandırmayıp,
Resulullah Muhammed'deki kimi görüşleri de tenkit süzgecinden geçirmiştir.


 


Sadreddin Yüksel hocanın eleştirileri hakkında da Üstat merhum
konusunda olduğu gibi sözü fazlaca uzatmış olmamak için sadece eleştiri konusu
yaptığı hususları birer-ikişer cümleyle zikredecek, ardından da mülahazalarımı
belirtmeye çalışacağım. Ancak bir kısmını daha önce (dipnotta belirttiğim
yazılarda) ele aldığım, bir kısmını da Üstat merhumun tenkitleri dolayısıyla
yukarıda zikrettiğim hususları –bir-iki nokta dışında– hazfedeceğim.


 


A. "İslam Peygamberi" hakkındaki eleştirileri


 


1) "O'nun yegâne arzusu eski peygamberlerin tebliğlerini tekrar
canlandırmak, ebedî hakikatleri ihya edip, tamamlamaktır. Hz. Muhammed (s.a.v.)
Allah Azimüşşan'ın kendisinden sonra bir Peygamber daha göndermesine lüzum
kalmaksızın, ilâhi tebliğinin hiç değişmeden bakî kalacağına dâir samimi
kanaatında yanılmamıştır."


 


Hamidullah'ın bu sözleri, İslam Peygamberi'nin elimdeki
baskısında (I, 4) şöyledir: "Muhammed A.S.S., bizzat onun getirdiği ilâhi
tebliğin, kendisinden sonra Allah'ın yeni bir peygamber göndermesine ihtiyaç
duymayacağı bir şekilde el değmemiş ve bozulmamış olarak kalacağına dair inanış
üzerinde ısrarla durmuştur."


 


Sadreddin Yüksel hocanın eleştirisine maruz kalan pek çok
noktada olduğu gibi –ki birkaç örneği aşağıda göreceğiz–, burada da müellifin
her iki ifadesi arasında bariz bir farklılık bulunduğu dikkat çekiyor. Bu
değişikliğin nasıl gerçekleştiğini açıklayabilmek için eserin Fransızca aslının
değişik tarihlerdeki baskılarıarasında karşılaştırma yapmak, eğer burada bir
değişiklik görülemezse, Fransızca aslıyla Türkçe çevirisini mukabele etmek
gerekiyor. Ne yazık ki Fransızca bilmediğim için bu benim yapabileceğim bir iş
değil.


 


2) "İslâmın zuhurunda yeryüzünde çok sayıda din vardı. Yeni bir
dine ihtiyaç var mı idi? Ve onun muvaffakiyeti hangi şartlara bağlı idi? Bu
soruya Prof. Filip K. Hitti'nin cevabı gayet veciz ve faydalıdır: "Asli şekliyle
İslâmiyet, Samî kavimlere ait dinlerin mantıkî mükemmelleşmesidir."


 


İslam Peygamberi'nin elimdeki baskısında bu pasaj şöyle: "İslâm
doğduğunda esasen yeryüzünde birçok büyük din bulunuyordu. Yeni bir dini icab
ettiren ne gibi ihtiyaçlar vardı ve bu dinin başarısı ne gibi şartlara bağlıydı?
Bu suallere profesör Philip K. Hitti'nin vermiş olduğu cevap pek kısadır: "İslâm
dini de kendi orijinal bütünü içinde, Sâmî'ler arasında görülen semâvî dinlerin
mantıkî bir devamı ve tekâmülünden ibarettir."


 


Bu pasajda Hitti'nin cevabının sadece "kısa" olarak
nitelendirildiği ve son cümleye bir "semavi" kelimesinin eklendiği dikkat
çekiyor. Elimdeki baskıda, son cümlenin İngilizce metni dipnotta şu şekilde
verilmiş: "Islam, too, in its original form is the logical perfection of Semitic
religion." Görüldüğü gibi burada, "semavi dinler"den değil, önceki tercümeyi
doğrulayacak tarzda sadece "Semitik dinler"den bahsedilmektedir. Dolayısıyla
Sadreddin Yüksel hocanın, "Müsteşrik K. Hitti, bu laflarıyla şunu demek istiyor:
İslâm semavî bir din değil ancak diğer bazı dinlerin ictimaî ve ahlâkî bir
tekâmülü neticesidir" tarzındaki eleştirisi son derece isabetlidir. Hamidullah
hoca, Hitti'nin bu sözüne ilişkin herhangi bir şey söylemediğine göre buradaki
tavrını mazur gösterecek yegâne husus, Hitti'nin, "Semitik din"in aslen "semavi"
olduğu ve –tıpkı bütün insanlığın olduğu gibi– diğer Semitik din mensuplarının
da İslam'ın çağrısına icabetle yükümlü oldukları inancında olup olmadığının
tesbitidir.


 


Esasen Hamidullah hocanın Hitti'nin ifadesini aktarmadan önce
sorduğu soruların, Hitti'den aktarılan cümleyle doğrudan herhangi bir ilişkisi
bulunmadığını fark etmesi gerekirdi.


 


3) "Hz. Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) Umman'a yaptığı
ticari seyahatte Çinlilere rastlamış olsa gerek. O'nun bu kavmin sanatına karşı
büyük bir hayranlığı vardır. Ve şu söz O'na izafe edilir: "İlim Çin'de olsa dahi
arayınız."


 


Elimdeki baskıda bu cümleler şöyle: "Her hal ü kârda Muhammed
A.S.S., Umân'a yaptığı seyahatlerde Çinlilerle karşılaşmış olmalıdır; bu halkın
san'at ve sınaî durumlarına dair onda büyük bir takdir hissinin mevcudiyetini
görüyoruz. Şu hadis ondan rivayet edilmektedir: "İlim Çin'de de olsa gidip onu
arayınız." (I, 12)


 


Hamidullah'ın, bu cümlelerden önce İslam'ın doğuş döneminde
Çin'in durumuyla ilgili olarak söyledikleri arasında, "Her hal ü kârda Muhammed
A.S.S., Umân'a yaptığı seyahatlerde Çinlilerle karşılaşmış olmalıdır" yargısını
doğrulayacak herhangi bir veri yer almıyor. Keza bu konuyu ele aldığı diğer
yerlerde de (I, 649 vd.) somut bir bilgi veya belge mevcut değil. Şu halde
geriye, atıf yaptığı söz konusu rivayet kalmaktadır. Sadreddin Yüksel hoca bu
hadisin İbnu'l-Cevzî ve İbn Hibbân'a göre uydurma olduğunu kaydetmiş.
el-Aclûnî'nin verdiği bilgiye göre, bazı tariklerinin "zayıf"ın üzerinde bir
derecede ("sâlih") olduğunu ve müteaddit tariklerinin mecmuu dikkate alındığında
"hasen" mertebesine ulaşacağını söyleyen alimlerin mevcudiyeti dolayısıyla
"uydurma" olduğu hükmünün ihtiyatla karşılanması gerektiği ayrı bir konu; fakat
söyleniş gayesi belli olan bu hadis ile "Çinliler'in sanatı" arasında ne tür bir
ilgi bulunduğunu anlamak hayli zor...


 


4) "Sent-Helen'deki ikâmeti esnasındaki tefekkürlerinde
Napolyon haklı olarak şöyle düşünüyordu: "İslamiyetin tesisinde bazen mucizelere
götüren tesadüfi şartlardan ayrı olarak, bizim bilmediğimiz bir şey olması
lâzımdır."


 


Elimdeki baskıdaki çeviri, "Saint-Helen adasındaki sürgün
hayatı esnasında Napolyon pek haklı olarak şöyle düşünüyordu: "Ekseriya
fevkalâde ve mûcizevî hadiselerin oluşumunda rolü bulunan tesadüfî şart ve
durumlardan tamamen uzak olarak, İslâmın ortaya çıkıp kendini kabul
ettirmesinde, bilemediğimiz daha bir takım şeylerin yapıcı rol oynaması lâzım
gelmektedir..." şeklinde. (I, 20)


 


Sadreddin Yüksel hocanın eleştirisinin burada Napolyon'un,
"İslam'ın bir kısım parlak zaferlerini tesadüfi şartlara bağlaması"na yönelik
olduğu dikkat çekiyor. Oysa Napolyon'dan aktarılan cümle, İslam'ın ortaya çıkıp
kendisini kabul ettirmesinde, "tesadüfi şart ve durumlardan tamamen uzak olarak"
daha başka şeylerin yapıcı rol oynamış olması gerektiğini anlatıyor. Dolayısıyla
(iki çeviri arasındaki uyumsuzluğa dikkat çekerek) ikinci çeviriyi esas alacak
olursak, burada bir "yanlış anlama" bulunduğunu söylemek durumundayız.


 


5) "Şayet sadece kaynakların susması kâfi bir delil değilse
onun belki de deniz yoluyla Habeşistan'a gittiği dahi hatıra gelebilir. Bütün bu
seyahatler onun, Bizans, Acem, Yemen ve Habeşistan ticarî, idarî, gelenek ve
kanunlarını öğrenmesine yol açtı. Olgunluk yaşında, kırkında, bu tecrübeli adam,
kavmini ıslaha teşebbüs etti..."


 


Benim kullandığım nüshadaki ifade bir miktar farklı olmakla
birlikte, bu farklılığın Sadreddin Yüksel hocanın eleştirdiği noktanın aslına
bir taalluku yok. Her ne kadar Efendimiz (s.a.v)'in bi'set öncesi dönemde
hayatın çeşitli veçhelerine ilişkin belli bir birikim ve tecrübe sahibi olduğunu
söylemek bir gerçeğin ifadesi ise de, bunların tebliğ sürecinde ve tebliğin
özüyle ilgili olarak herhangi bir şekilde fonksiyon icra ettiğini söylemek
mümkün değildir. Zira Efendimiz (s.a.v)'in bu safhadaki uygulamalarının ya
bizzat vahyin direktifi ile veya vahyin onayından geçmek suretiyle "ilahî yasa"
olma özelliğini haiz olduğu malumdur.


 


6) "İbn-i Kelbi bizzat Muhammed'in (s.a.v.) İslâmdan evvel bir
sanem (put) önünde esmer bir koyunu kurban ettiğini nakleder; muhtemelen bu
yukarıda bahsolunan hadisedir ve kurban da şüphesiz batıl itikatlara inanan
halaları tarafından tedârik edilmişti."


 


Benim kullandığım baskıdaki çeviri: "İbn'ul-Kelbî'nin bize
naklettiğine göre İslâm öncesinde bizzat Muhammed A.S.S. az kalsın burada bir
put (sanem) önünde kahve rengi tüyleri olan bir koyunu kurban olarak kesecekti."
(I, 49)


 


Sadreddin Yüksel hocanın da belirttiği gibi İbnu'l-Kelbî'nin
rivayeti, merfu hadis formundadır ve puta kurban kesme hadisesinin fiilen vuku
bulduğunu anlatmaktadır. İbnu'l-Kelbî'nin (Hişam b. Muhammed) tıpkı babası
(Muhammed b. es-Sâib) gibi Hadis tenkitçileri tarafından en ağır ifadelerle
eleştirilmiş güvenilmez bir kimse olduğunu biliyoruz. Acaba Hamidullah böyle bir
zatın nakline niçin güvenmiştir? Konunun İslam Peygamberi'nin benim kullandığım
baskısında ele alınış biçimine bakılırsa Hamidullah'ın maksadı Efendimiz
(s.a.v)'in küçüklüğünde bile sıradan çocuklardan farklı olduğunu vurgulamaktır.


 


Ancak mesele bununla bitmiyor: Bahse konu olayın İbnu'l-Kelbî
tarafından naklediliş biçimi ile benim elimdeki İslam Peygamberi'nde aktarılış
tarzı birbirini tutmuyor. Zira olay, İbnu'l-Kelbî ve ondan naklen –eserinin
Sadreddin Yüksel hocanın kullandığı baskısında– Hamidullah tarafından –az
yukarıda da belirttiğim gibi– "vuku bulmuş" olarak gösterilirken, İslam
Peygamberi'nin sonraki baskılarında değişime uğrayarak –"neredeyse vuku
bulacaktı" tarzında– verilmiştir. Acaba Hamidullah mı –kaynağıyla ters düşme
pahasına– eserinin ilk baskılarındaki ifadeyi değiştirdi, yoksa burada bir
"mütercim tasarrufu" mu aramalıyız? Eğer ifade Hamidullah tarafından
değiştirilmişse –bu davranışın ilmî güvenilirliğe aykırı olması bir yana–,
değiştirme ihtiyacı duyduğu bir nakli eserine niçin almıştır? Eğer bu tasarruf
mütercim kaleminin marifetiyse, burada katmerli bir tahrif karşısında
bulunuyoruz demektir. Zira hem İbnu'l-Kelbî'nin, hem de Hamidullah'ın
ifadelerine müdahale yapılmış olmaktadır.


 


7) "Tarihçiler bu seyahatte son menzil olarak Kudüs'ün ötesinde
Busra'dan bahsediyorlar. Hz. Muhammed (s.a.v.) böylelikle Mirâç şehri Kudüs'ü ve
Lût gölünü görebildi."


 


Hamidullah'ın, Efendimiz (s.a.v)'in Kudüs'ü gördüğünü söylemesi
eğer Miraç mucizesi sonrasında Mekkeliler'in sorularına cevap verirken bu
tecrübesine dayandığını savunmak için ise elbette duraksamadan reddedilmelidir.
Ama eğer bunu es-Süheylî'ye dayanarak sadece "tarihi bir vakıa" olarak
naklediyorsa, bunun da normal karşılanması gerektiğini düşünüyorum.


 


İslam Peygamberi'nde Miraç mucizesi akabinde Mekkeliler'in,
Efendimiz (s.a.v)'den Kudüs'ü tavsif etmesini ve ticaret kervanından haber
vermesini istedikleri zikredilmekte ve olay burada kesilmektedir. Elbette bu
sebepsiz değildir; zira aslında Mekkeliler'in tavsif edilmesini istediği "Kudüs"
değil, "Mescid-i Aksa"dır. Hamidullah ise o dönemde Kudüs'te bir mescit
bulunmadığı görüşündedir. Dolayısıyla bu hadiseyi burada kesmesi, ilgili
rivayetlere dayanarak devam ettirmesi halinde kendisi ile çelişkiye düşeceği
içindir.


 


Ancak Resûlullah Muhammed'de (98) bu konuyu biraz daha
netleştirmekte ve şöyle demektedir: "O sırada bunu duyan inançsızlar (kâfirler)
pek tabiidir ki reddettiler ve hattâ alay ve istihzâ ettiler: Bunlardan ticarî
maksatlarla Kudüs'e kadar gitmiş olanlar, Hz. Muhammed'in de bir vakitler
Hadîce'nin kervanlarını Kudüs'ten ötede Busrâ'ya kadar ticaret için sürdüğünü
unutmuş gözükerek Kudüs'ü anlatıp tarif etmesini ondan istediler..." Bu
ifadeler, "Bu durumda müellif demek istiyor ki "Şayet Peygamber birşeyler
anlatabilmişse de 25 yaşındayken orayı gördüğü içindir" diyen Sadreddin Yüksel
hocayı haklı çıkarmaktadır.


 


8) "Hz. Muhammed oraya (Mekke'ye) girmeye cesaret edemedi."


 


Bendeki baskıda da ifade bu şekildedir. Burada Hamidullah,
kaynak gösterdiği İbn Hişâm ve el-Belâzûrî'nin, Taif dönüşü Mekke'ye girişin
nasıl cereyan ettiğini anlatan ifadelerini aynen aktarmamış, hadiseyi kendi
yorumuyla vermiştir. Sadreddin Yüksel hoca, Hz. Peygamber (s.a.v)'e
"cesaretsizlik ve korku" isnat eden bu tavrı haklı olarak eleştirmekte ve "İslam
ruhuna aykırılık"la nitelendirmektedir.


 


9) "Bu âyetlere göre bir zaman Musâ –Bunun Hz. Musâ veya başka
birisi olması pek mühim değildir.– ilim aramak için seyahate çıkar... Din
kitapları temsiller getirir, misaller verir. Bunların tarihi hâdiseler olması
zarurî değildir... Kur'an-ı Kerim'de bu Musâ isminin Mûsâ veya Gılgamış olmasına
bir mani yoktur."


 


Bendeki baskı: "Hemen hatırlatalım ki, hem İskender ve hem de
Gilgamış her ikisi de peygamber Mûsâ'dan sonra yaşamış kimselerdir. Bu kıssada
geçen Mûsâ adının, ne efsane kahramanı Gilgamış ve ne de Peygamber Mûsâ
adlarının arapçadaki bir ifadesi olduğuna dair Kur'ân'da açık-seçik bir bilgi
yoktur. Tevrât metninde ise Mûsâ Peygamber'le ilgili olarak böyle bir kıssa
geçmemektedir; fakat bu Mûsâ'nın Peygamber Mûsâ olduğunu reddetmek için bu
gerçek, tek başına bir delil teşkil etmez..." (I, 586)


 


Anlaşıldığına göre Hamidullah, eserinin sonraki baskılarında
Sadreddin Yüksel hocanın eleştirisine konu olan ifadelerini değiştirmiştir.
Ancak burada önemli olan bu değil. Kur'an'da geçen bu kıssayı da içine alacak
şekilde "Dinî mukaddes kitaplarda böyle bir takım kıssalar bulunur; bunların
muhakkak tarihî gerçek olaylar olması gerekmemektedir" (I, 568) tavrının, Yüce
Allah'ın mutlak kudretinin birer yansıması olan mucizelere kesin bir şekilde
inandığını belirten (I, 125) bir kimseden sadır olmaması gerekirdi. Hele
kendisini "şaka ve eğlence olmayan" bir kitap olarak niteleyen bir Kitab'ın,
olmamış hadiseleri olmuş gibi anlatabileceği intibaını uyandırmak, bir
müslümandan asla sadır olmaması gereken bir tavır olarak ancak Modernist Yahudi
ve Hristiyanlar'ın kendi "Kutsal Kitaplar"ı hakkındaki görüşlerinde
rastlandığında normal karşılanabilir. Sadreddin Yoksel hocanın da isabetle
belirttiği gibi "Kur'an'ın defalarca bize naklettiğine göre İnanmayanlar: "Bu
Kur'an eskilerin masallarından başka bir şey değildir" demişlerdir. Şimdi eğer
Kur'an-ı Kerimde anlatılan kıssalar, gerçek tarihî hâdiseler olmazsa, o vakit
masal ve asılsız hikâyelerden ibaret kalır. Ve nihayet muarızların yukarıdaki
iddiaları doğruluk vasfını kazanmış olur. Bu ise Kurân-ı kerîm için (haşa) büyük
bir hezimettir."


 


10) "O (Hz. Hatice validemiz, E.S.) zevci için sevilmeğe layık
bir refika olmakla kalmadı. Aynı zamanda İslâm dâvâsına pek mühim hizmetlerde
bulundu. Onsuz, kendisinden önceki birçok peygamberler gibi Hz. Muhammed
(s.a.v.) de büyük muvaffakiyetlere erişemeden kaybolabilirdi."


 


Bendeki baskıda da aynı anlamı aksettiren tercümeyle sunulan bu
ifadeler, Sadreddin Yüksel hocanın da isabetle belirttiği gibi "Hz. Hatice
validemiz olmasaydı Cenab-ı Hak İslâm'ın yayılmasına hizmet edecek başka bir
sebep halkedemez miydi?" Hz. Hatice (r.anha) validemizin Efendimiz (s.a.v)'e,
dolayısıyla İslam'a hizmetleri elbette küçümsenemez. Ama Yüce Allah'ın,
tamamlayacağını vaat ettiği bu dinin hayatta kalmasını ona bağlamak elbette
isabetli değildir.


 


11) "Bununla beraber Yahudi dini Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği
dine en yakın olanıdır. Şu halde Müslümanların Medine Yahudileri ile anlaşmaya
muvaffak olamaması, hazindir. Rakipte hatâlar bulmak kolaydır. Fakat kabul etmek
lâzımdır ki anlaşmazlık bir defa ortaya çıkınca misilleme ve mukabil misilleme
zinciri mazlumu zâlimden ayırma imkânını bize bırakmaz."


 


Bendeki baskı: "Bununla beraber, Medine Yahudileriyle
Müslümanların anlaşamamış olmaları gerçekten üzücü bir olaydır. İnsanın
karşısındaki kimsede kusur bulması kolay bir şeydir; fakat şurası kabul
edilmelidir ki, araya bir kere yanlış anlama halinin girmesi, misliyle
mukabelede bulunma ve buna da mukabelede bulunma gibi uzayıp giden itişmeler
zinciri, itham edilen suçlu tarafa da kendilerini haklı gösterecek bir takım
delil ve dayanaklar ileri sürme imkânı bahşetmektedir." (I, 580)


 


Yahudiler'in Kaynukaoğulları kabilesinin Medine'den son
tahlilde Efendimiz (s.a.v)'in direktifiyle sürüldüğü vakıası dikkate alındığında
ortaya şu sonuç çıkmaktadır: Eğer Yahudiler'in haklı olma ihtimali varsa,
Efendimiz (s.a.v) onlara (haşa) haksızlık etmiştir. Çünkü olay sürüncemede
kalmamış, somut bir sonuçla noktalanmıştır ve bu somut sonucun bir dayanağı
olmalıdır. Eğer Yahudiler haksız ise Hamidullah'ın bu tavrının hiçbir anlamı
yoktur.


 


B. "Resûlullah Muhammed" hakkındaki eleştirileri


 


Sadreddin Yüksel hoca, mezkûr kitapta yer alan hususlar içinden



 


1) Efendimiz (s.a.v) dünyaya geldiği sırada cereyan eden olağan
dışı hadiselerin Hamidullah tarafından, bu doğum hadisesiyle ilgili
olmayabilecek şeyler olarak nitelendirilmesini,


 


2) Efendimiz'in Hira'dayken aldığı ilk vahyin uyanıkken değil,
uykuda olduğunu söylemesini,


 


3) "Kur'an Allah'ın sözünü temsil eder, onun yerine geçer"
demesini,


 


4) Mucizelerin, peygamberlerin davalarını isbat bakımından
zaruri olmadığını söylemesini eleştirmektedir.


 


Ayrıntıya girmeye ihtiyaç duymaksızın bütün bu konularda
getirdiği eleştirilerin son derece haklı ve yerinde olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz.


 


Sonuç


 


Gerek Üstat Necip Fazıl merhumun, gerekse Sadreddin Yüksel
hocanın eleştirilerini şöylece üç grupta toplayabiliriz:


 


1. Eleştirilerin haklı olduğu kesin bir şekilde ortada olan
hususlar. Bunlar arasında Hamidullah'ın herhangi bir tadilat yapmadıkları
bulunduğu gibi, görüş veya ifadesinin değiştiği anlaşılan hususlar da mevcuttur.



 


2. Bazı eleştirilerde, Hamidullah'ın ifadelerinin yanlış
anlaşıldığı görülmektedir.


 


3. Hamidullah'ın görüşleri arasında çelişkili bir durumun
sezildiği meseleler. Söz gelimi Kur'an'ın, Allah Teala'nın sözünü temsil etmesi,
onun yerine geçmesi ile ilgili ifadeleri ile, Kur'ân-ı Kerîm Tarihi'nde (11 vd.)
bu konuda söyledikleri arasında –eğer ilk ifadeleri Kur'an'ın nazmının Allah
Teala katından olmadığı anlamına geliyorsa– bariz bir çelişki bulunduğu
görülmektedir.


 


4. Eleştirilerden bir kısmı da, mütercim tasarrufu olduğu
izlenimini veren bazı noktalara yöneliktir. Bu tür noktalarda gerçekten böyle
bir tasarruf bulunup bulunmadığı, eserin Fransızca aslı ile karşılaştırma
yapılarak ortaya konmalıdır. Ya da Hamidullah'ın eleştiri konusu görüşlerinin
toplandığı eserlerinin mütercimi olan Prof. Dr. Salih Tuğ hoca bir açıklama
yaparak bu alandaki soru işaretlerinin ortadan kalkmasına katkıda bulunabilir.


 


 


 


--------------------------------------------------------------------------------



 


[1] 26 Aralık-9 Ocak 2003 tarihleri arasında Milli Gazete'de
neşredilen yazılar.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...

×
×
  • Create New...