Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
salihtürk

Ali Şeriati

Recommended Posts

ZİHİNLERİ İFSAD ETME YARIŞINDA ALİ ŞERİATİ’NİN YERİ

 

Abdülkadir COŞKUN

 

 

 

Osmanlı’nın yıkılma sürecine girmesiyle İslâm âlemi başsız kalmış, her kafadan her konuda sesler çıkmaya başlamıştı. Bu arada din üzerine konuşanların sayısı da artmış, kendilerini reformist/modernist olarak vasıflandırdığımız insanlar bozuk fikirlerini yaymak için maddî ve mânevî imkânlar bulmuşlardı. Özellikle Türkiye’de Cumhuriyet devrimiyle başlayan halkı dinden uzaklaştırma kampanyaları, okuyan kesimin tercüme kültürüyle yetişme tarzı ve tabiî olarak mevcud sistem için de bu durumun kaygı vermemesi modernist/reformist fikirlerin yayılmasına büyük bir zemin hazırlamıştır. Bahsettiğimiz bu modernist/reformist kesimi kaba hatlarıyla ikiye ayırabiliriz:

 

1- Resmî ideolojiyle barışık bir şekilde zihinleri ifsad edenler,

 

2- Resmî ideolojiye karşı olup (veya öyle görünüp) zihinleri ifsad edenler.

 

Bugün ikinci gruptan pek çok kişiler ve müesseseler birinci grubun kafa yapısına doğru dönüşüm geçirmiş ve onlarla aynîleşmişlerdir. Meselâ kendilerine "radikal İslâmcı” denilen, özellikle İrancı piyasada kalem oynatan yazarların yazılarına ve kendilerine şöyle bir göz atıldığında kimisinin farklı partilerin, özellikle Millî Görüş çizgisindeki partilerin müesseselerine çöreklendiği, kimisinin liberal-demokratlardan hiçbir farklarının kalmadığı, kimisinin ise bir köşeye çekilip olayları sessizce seyre daldığı görülmektedir.

 

Esasen bu durumun köklü bir tedkike ihtiyacı vardır. Zira; nasıl oluyor da bir zamanlar partilere put diyen, demokrasiye şirk sistemi diyen, mevcud sisteme küfür devleti diyen kişiler bu duruma düştü? Bunun sebebi onların zihinlerinde "Bütün Fikrin Gerekliliği” ilkesinin oturmamış olmasındadır. Onlarda “bütün fikir” olmadığından, hangi rüzgar eserse kendilerini ona kaptırmaktadırlar.

 

***

 

Daha önceleri adına “geleneksel” denilen değerlere açılan savaş; Türkiye’de özellikle 1970’li yıllardan sonra ifadesini Kur’ân ve Sünnet’te bulan en temel akîdevî ve amelî esaslara karşı bir “başkaldırı” şeklini aldı. Bugün ise iyice çığırdan çıktı. Ama ne yazık ki bu kötü gidişâta karşı kendilerini “Ehl-i Sünnet” olarak vasıflandıran kişilerce doğru-düzgün bir çıkış yapan genel itibariyle pek olmadı veya yapılsa bile hep cılız kalındı. Ancak son yıllarda Ebubekir Sifil, Muhammed Reşad, Alaaddin Yalçınkaya, Ali Nar, vs. gibi araştırmacıların gayretli çalışmalarıyla bu ses kendisini duyurmaya başladı elhamdülillâh... Aslında Ahmed Davudoğlu gibi âlimlerin, Üstad Necib Fazıl gibi mütefekkirlerin ve İBDA’nın güçlü çıkışları olmuştu. Fakat bu ses bir türlü müesseseleşemedi. Demek istediğimiz, bu araştırmacılar yaptıkları çalışmalarda hep yalnız kaldılar. Oysa bu araştırmacıları bir müessese etrafında toplayarak onlara maddî ve mânevî imkan sağlamak kendilerinin Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyenlerin boyunlarının borcudur. Çıkardıkları dergilere hiçbir ilmî kıymeti hâiz bulunmayan yazarları büyük paralarla transfer eden cemaatların, bir gecede milyarları toplayan hocaların artık bu işe el atmalarının vakti gelmiştir ve geçiyor bile... Muhterem Ebubekir Sifil Hoca’nın dediği gibi, “akide’de de liberalleşiyoruz”(1) galiba...

 

***

 

Cemaleddin Efgânî’yi, Muhammed Abduh’u, Reşid Rıza’yı, Fazlur Rahman’ı, İranlı mollaları bu ümmete önder diye takdim eden malûm çevreler hızını alamayıp, ismi geçenlerden de son derece farklı bir kişiyi, Ali Şeriati adlı birini liderlik koltuğuna oturttular. Esasen Ali Şeriati’yi Şiî mollaları bile tenkid etmiş ve fikirlerini kabul etmemişlerdir. Fakat bizdeki “dışardan ne gelirse muteberdir” anlayışının sahibleri tabiî ki Ali Şeriati’yi ümmet liderliğine taşımakta gecikmeyeceklerdi.

 

Ali Şeriati’yi okuyanlar, onda şu iki büyük hastalığın var olduğunu göreceklerdir:

 

1- İslâm’ın Sosyalizm’e göre yorumlanışı.

 

2- Sahabelere ve büyüklere yapılan büyük saygısızlık.

 

 

 

ALİ ŞERİATİ’DE ANA FİKİR:

 

İSLAM’IN SOSYALİSTÇE YORUMLANIŞI

 

Demokrat müslüman, liberal müslüman, lâik müslüman tanımlamalarını duymuşsunuzdur belki ama; galiba bu sosyalist müslüman tanımlamasını ilk defa duyuyorsunuz. Ali Şeriati’nin düşüncesine ve buna bağlı olarak yorumlarına Sosyalizm o kadar hâkimdir ki, bakınız o, Hz. Âdem Aleyhisselâm’ın Cennet’ten Dünya’ya gönderiliş sebebini nasıl açıklıyor:

 

“Adem Cennet’te olduğu ve başkaldırmadığı sürece adam değil bir melek (gibi) idi. Fakat insan Cennet’te ve Cennet’in tüketime yönelik hayatı içinde isyan eder ve o meyveyi yedikten sonra (akıl, uzgörüş ve başkaldırma meyvesi) vaat edilen Cennet değil, keyif çatma ve hayvanlara yaraşır tüketim cenneti olan Cennet’ten çıkarılır. Ödül olarak vaadedilen Cennet, Adem’in tardedildiği cennetin karşıtıdır.” (2)

 

Bu iktibastan anlaşılacağı gibi Ali Şeriati’ye göre Hz. Âdem Aleyhisselam Cennet’teki "tüketime yönelik hayat"a isyan etmiş ve “keyif çatma ve hayvanlara yaraşır tüketim cenneti”nden çıkarılmıştır. Esasen Ali Şeriati bu yoruma zihnine hâkim olan tüketim karşıtı sosyalist ideolojisiinin etkisiyle varmıştır. Nitekim o, bu ideolojiye sahib olduğunu saklamamakta, bilakis açıkça söylemektedir:

 

“Aslında ben ne Naturalizm’i, ne Sosyalizm’i, ne de Historizm’i tümüyle inkâr ediyorum; üçünü de kabul ediyorum. Ancak benim kabul edişim şu anlamdadır: İnsan –ki asıl onu anlatmak istiyorum-, bu varlık seçebilir, seçme yeteneği ve imkânı vardır.” (3)

 

Ali Şeriati’nin sözkonusu bu Sosyalizm saplantısı, onu İslâm tarihini de sosyalist gözüyle okumaya ve yorumlamaya mahkûm etmiştir. Nitekim o, Hz. Ebuzer’den bahsederken bakın nasıl yorum yapar:

 

“O günün toplumunda, Ebuzer’in, yoksul sınıfların taraftarı olarak yükselttiği bu sesi hemen kesildi. Bu ses, öyle bir yanardağın patlamasıydı ki, kıvılcımları bin yıl sonra, 18. ve 19. yüzyılda Avrupa’da pek çok ülkenin eteğini tutuşturdu.

 

Bu yanardağ, eğer bugün birazcık susmuş ise; soluklanmasındandır. Yakında da susmayacaktır. Ebuzer’in boğazından dışarıya çıkan bu büyük yanardağın kıvılcımları, daha sonraları, büyük Fransız devriminden sonra, dünyanın değişik yerlerinde çeşitli ekonomi kitapları hâlinde ortaya çıktı. Fakat, Osman’ın iktidarı, onu nihayetsiz bir çölde söndürmeyi becermişti. Eşraf ve sermayedarlar, yoksulların önderi, ezilenlerin koruyucusu Ebuzer’in ölümüyle, bu sınıflar tarafından kendilerini tehdit eden tehlikenin ortadan kalktığını sandılar. Fakat görülen son ekonomik devrimler, Osman’ın rejiminin zafer kazandığını isbat etmektedir. Peki Ebuzer’in toplumculuğuna ne oldu?

 

Yeni toplumcular diyorlar ki:

 

Yaşamaya layık olmak için,

 

Gerek ki sosyalist olsun dünya,

 

Eşrafiyat, zorbalık ve yağmacılık,

 

Ma’dum olsun, mahvolsun, yok olsun...

 

Biz de aynı düşünceyi Ebuzer’in bütün hayatı boyunca açıkça görüyoruz. Eğer sosyalizmin şiarı: “Herkesin kabiliyetine göre ve herkesin işine göre” ise biz bunu, bundan üçyüz yıl evvel Ebuzer’in yiğitçe verdiği, azametli mücadelesinde görüyoruz.” (4)

 

Bu ve bunun gibi pek çok örnek gösterebileceğimiz Ali Şeriati’nin kitablarında bir de sermayenin yasaklığını vurgulayan ifadelere çokça rastlanmaktadır. (5) Bunun adı ise İslâm’ı sosyalizme yamamaktır. Oysa işin esası, Üstad Necib Fazıl’ın gösterdiği:

 

“Her fikir, her inanış, tek mevsimlik vesselâm;

 

Zaman ve mekân üstü biricik rejim İslâm...” (6)

 

 

 

KRONİK BİR HASTALIK DAHA:

 

SAHABÎLERE SAYGISIZLIK

 

Sahabîler bir yana, Peygamber Efendimiz’in ismini anarken bile hiçbir saygı ifadesine gerek duymayan Ali Şeriati, (7) bütün hastalıklı fikirleri bilindiği hâlde bazı kişi ve kurumlarca bu ümmete lider diye takdim edilmektedir. Ülkemizde de bazı şebekeler sahabî düşmanlığını körüklemekte, özellikle Hz. Muaviye’ye karşı hakaretamiz sözler sarfetmektedirler. Yeri geldikçe bu şebekeleri siz okuyucularımıza ifşâ edecek ve bu şebekelerin yaptıkları akidevî, zihnî ve fikrî tahribatı gözler önüne sereceğiz. (8)

 

İfâdeleriyle Batılı bir müsteşriki aratmayacak kadar cüretkâr olan Ali Şeriati, bakınız sahabenin büyüklerinden nasıl bahsediyor:

 

“Bu yönetimin kurucusu (yani, Peygamberimiz – A.C) gittikten sonra Ali’nin yalnızlığı ve siyasî hizipleşme, hilafet binasının temel taşının yanlış konulmasına neden oldu. Ebu Bekir’in, Ömer’i kendisine halife seçmesiyle İslâmî yönetime ikinci darbe de indirilmiş oldu.

 

Ömer ve Ebu Bekr’in bizzat kendileri bu yanlış harekete neden olmalarına rağmen, İslâm’ın siyasal teşkilatı Rasûl’ün bıraktığı gibi kalmıştı: Basitlik, eşitlik ve servetin bir yerde toplanmasına engel olunarak, âdilce paylaşılması göze çarpıyordu.

 

Ömer de gidince, yaşlı, sofu ve yönetim için yetersiz bir adam olan Osman hükümeti eline aldı. İslâm hükümeti sarsılmaya başladı, İslâm kanunlarında yapılan değişiklikler o kadar şiddetliydi ki, M....... ’in (Allah Resulü’nün ismini yazmış ancak biz iktibasta dahi olsa yazamazdık - A.C) binası kökten viran oldu. Onun zamanında hilafet, saltanata, İslâmî hâkimiyet kulübesi, Şah’ın sarayına, sadelik şatafatlı teşrifata, Muaviye’nin ve Osman’ın yeme-içme sarayına dönmüştü.” (9)

 

Ali Şeriati, neticesi Hz. Osman’ın katline kadar giden isyanı (güya) Hz. Ebuzer’in ağzından büyük bir inkılab olarak niteliyor:

 

“Ebuzer’i, Medine’ye yorgun, bacakları iki yana düşmüş ve kan revan içinde getirdiler. Ali, Osman ve diğer ileri gelenler, Sel dağının eteğinde oturmuştu. Ebuzer uzaktan göründüğünde, Osman’ı görünce bağırdı:

 

-Medine’ye büyük inkılab ve direnme için müjdeler olsun!

 

Ebuzer’in müjdesini verdiği inkılab, 35. yılda gerçekleşti. Medine başkaldırdı.” (10)

 

Bu sözleri Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyenlerin hazmetmesi mümkün müdür? Bundan daha beteri de var. Şu sözlerdeki cüretkârlığa bir bakınız ve bu adamları (yani Ali Şeriati gibilerini) bize âlim diye, mütefekkir diye takdim eden kişilerin ne kadar büyük(!) olduğunu anlayınız:

 

“Ama mümkün müydü; Osman’ları, Muaviye’leri, Abdurrahman İbn Avf’ları hadisle, âyetle ve konuşmayla doğru yola getirmek? Bu nasıl olabilirdi ki? Allah’ın Resulü, vahiyle silahlı olduğu zaman bile bunu yapamadı. Oysa bunların bizzat kendileri, vahiyle, Kur’ân’la milleti yağma etmişlerdi.” (11)

 

İşte böyle edebsizce söylenen şu sözlerin müslümanların kalbine hançer gibi saplanmamasına mahal var mı?

 

Ehl-i Sünnet’e göre sahabînin dindeki yeri ve konumu hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse, sırasıyla Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (Allah hepsinden razı olsun) hilafeti mü’minlerin icmâı ve istişaresi ile sabittir. (12) Fazilet sıralaması da aynıdır. Sahabîlerin sözü bazı şartları olmakla birlikte delildir ve sahabîler âdildir. (13)

 

 

 

NETİCE

 

Bu makalede Ali Şeriati örneğinden yola çıkarak yeni yetişen nesil üzerindeki zihin kirlenmesi hadisesine temas etmiş olduk. Beşerî ideolojilerin zihnî olarak boyunduruğu altına girmek, günümüzün sapkın aydınının (!) en büyük hastalığıdır. Bunun yanında kronik bir hastalık haline gelen sahabî düşmanlığı da, zihinleri ifsad etmede büyük bir araç olarak kullanılmaktadır.

 

Sahabîler (Allah hepsinden razı olsun) meselesi, Büyük Doğu-İBDA’nın üzerinde önemle durduğu hususlardandır. Zaten bu meselenin anlaşılmaması, İBDA Külliyatı’nda ele alınmış olan “Sır İdraki ve Kader Sırrı” bahislerinin anlaşılmamış olmasındandır. Bu konuyu kapasitemiz çerçevesinde tüm vecheleriyle ele almaya çalışacağız. (14)

 

 

 

DİPNOTLAR:

 

1- Ebubekir Sifil, Modern İslâm Düşüncesi’nin Tenkidi III, Kayıhan Yay., İstanbul 1999, s. 8

 

2- Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı, (terc: Hüseyin Hatemî), 3. Baskı, İşaret Yay., İstanbul 1990, s. 21 İktibasın birinci cümlesinde yer alan parantez içindeki “gibi” kelimesi, tercümeyi yapan H. Hatemi tarafından ilave edilmiştir. (Bkz, a.g.e, s. 68, dipnot: 17). Şunu da belirtelim ki, H. Hatemi, Ali Şeriati’nin iktibastaki görüşlerine katılmadığını ifade etmektedir. (Bkz., a.g.e., s. 69, dipnot: 18)

 

3- Ali Şeriati, a.g.e., s. 42

 

4- Ali Şeriati, Sosyal Adaletçi ve Devrimci: Ebuzer, (terc: Salih Okur), Söylem Yay., İstanbul 2000, s. 12-13. Aslında bu kitab Abdülhamid Cevdet es Sahhar tarafından yazılmış, Ali Şeriati kitabı Farsçaya tercüme edip, genişletmiştir.

 

5- Bkz. Ali Şeriati, a.g.e., s. 117

 

6- Necib Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yay., 34. Basım, İstanbul 1998, s. 445

 

7- Bkz. Ali Şeriati, Ebuzer, s. 40-43. Kitabının birinin adı, “M.......’i Tanıyalım”dır.

 

8- Bu konularla ilgili çalışmalarımız sürmektedir. Yakında yayınlayacağız.

 

9- Ali Şeriati, a.g.e., s. 10

 

10- Ali Şeriati, a.g.e., s. 171

 

11- Ali Şeriati, a.g.e., s. 171-172

 

12- Geniş bilgi için bkz: Nureddin es Sabuni, el-Bidaye fi Usuluddin (Maturidiyye Akaidi), (terc: Bekir Topaloğlu), Diyanet Yay., Ankara 1998, s. 120-123; Ahmed İbn-i Muhammed Emin, Amentü Şerhi-Ferâidü’l Fevaid fî Beyani’l Akaid, (Halebi Sağir Tercemesi, Bâbâdâğî’nin kenarında), Dersaadet 1306, Şirket-i Sahafiyye-i Osmaniyye Matbaası, s. 129 vd. Birinci kitab Nureddin es Sabunî Hazretlerinin yazmış olduğu Maturidiyye Akaidi’ne dair muteber kitablardandır. Bu kitabı, B. Topaloğlu, son derece titiz bir şekilde tercüme etmiş, notlandırmış, kitabın baş tarafına müellifin hayatını yazmış ve kitabla ilgili geniş bilgi vererek Arabça ve Türkçe metinlerini birlikte yayınlamıştır. Ulaşılması kolay olması bakımından istifade edilebilir. İkinci kitab ise Osmanlıcadır.

 

13- Tabiî buradaki “adalet”in farklı mânâları vardır. Bu çok geniş olduğu için başka bir makaleye havale ediyoruz. Geniş bilgi için bkz: Hasan Karakaya, Fıkıh Usûlü, Buruc Yay., İstanbul 1998, s. 113-122

 

14- Topluluk hakikati bakımından sahabeler kadrosunu ele alan ifadeler için bkz: Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği -Kurtuluş Yolu-, 2 Basım, İBDA Yay., İstanbul, s. 61-68; Sır İdraki bahsiyle alâkalı olarak bkz: Kültür Davamız -Temel Meseleler-, 3 Basım, İBDA Yay, İstanbul 1993, s. 97-102; Bütün Fikrin Gerekliliği -İktidar, Siyaset, Hareket-, 2 Basım, İBDA Yay., İstanbul 1990, s. 126-128; Sahabîlerin Rolü ve Mânâsı -Peygamber Halkası-, İBDA Yay., İstanbul 1994.

 

 

 

http://www.geocities.com/abdulkadircoskunupto/makcoskun4.htm

Share this post


Link to post
Share on other sites

bence Ali Şeriati ve Mustafa İslamoğlu gibi İslama damgasını vurmuş insanlara kesin deliller öne sürmeden ve kaynak belirtmeden sadece kurallar ve geriden gelen bazı genellemelerle yaklaşırsak hataya düşmüş oluruz diyorum. Şunu sölemek de istiyorum bunda da ısrarcıyım bir insanı başkalarının taraflı yorumlarıyla değil kendi yazdıklarından anlayabilirsiniz yazdıklarını okursak ya da sanal ortama taşıma imkanımız varsa taşıyalım o zaman bahsi geçen kişilerin nasıl bir insan olduğunu görmüş oluruz.Bunu Ali Şeriati yi desteklediğimden değil gerçeği ben de merak ettiğimden söylüyorum.Ancak yinede bu kadar kesin ve Nef'i diliyle konuşmak çilekeş adlı arkadaşında belirttiği gibi büyük vebal altına girmemize neden olur.

Allah'a Emanet Olun

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ali Şeriatinin "İnsanın Dört Zindanı"

kitabını okudum ve çokta beğendim

 

Ali şeriati iranlı bir sosyolog sah dönemini eleştirdiği için öldürülmüştür ve iran devrim öncülerindendir

bu adam şii de olsa Allah ve onun kulu ve elçisi olan Hz.Muhammad inancını benimsemiştir

ve benim olduğu gibi sizinde bu insandan öğreneceğiniz çok sey var arkadaslar

Fakat şiiler; sünnilerin kabul ettiği bazı sahabeleri reddeder bu sebeple insanları karalamayalım

 

kısacası ben Ali şeriatide okunmalı diyorum

 

hatta kitapta geçen insanın 4 zindanı yani insanın aklını zindana sokan 4 sebepten biride sosyalizm diyor

eee kitapta bu geçiyor ve bazı arkadaslarımız ali şeriatinin islamı sosyalist anlayışa soktuğunu söylüyor

bu nasıl tezat ben anlamadım birşey

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bende şu anda ‘Ali Şiası-Safevi Şiası’ adlı kitabını okuyorum. Kitabın önsözünde merhum Şeriatı'nın gayet objektif bir şekilde eleştirildiği kanısındayım. Bir kısmını paylaşmak istedim. Umarım yararımıza olur.

 

 

Şii-Sünni kardeşliğini gerçekleştirebilmek ve İran halkına İslam’ı ve gerçek Şiiliğin anlamını tanıtabilmek amacıyla mücadele veren şehit Şeriatı, bu gayretini tarihi-toplumsal verilere dayanarak zenginleştirirken, bazı kere usuli tartışmaların içine giriyor. Ama usuli konularda fark edilen zayıflığı kendisini, yer yer kimi tarihi konuları dinin aslı gibi algılama yanlışlığına düşürüyor. Ali Şiasının aydınlatıcı yolu belirlenirken genellikle ‘imamet’ ekseni etrafında duruluyor ve imamet makamının gasp edildiği konusu sürekli ön plana çıkartılıyor. Oysa bu eksen vahdeti sağlayıcı çekicilikten ziyade, mezhebi bir iticiliği oluşturuyor. Aynı konuda Lübnanlı Şii alim Şeyh Cevat’ın ‘imamet din esaslarından değil, mezhep esaslarındandır’ şeklindeki tespiti, kitapta, Şii-Sünni diyalogu çerçevesinde aktarıldığı halde, bu aktarımın kuşatıcı bir kavrayışla algılanmaması Şeriatı’nın bu çalışması için bir eksikliği oluşturuyor.

 

Diğer bir eksiklik ise, Şeriatı’nın zaman zaman kurtulamadığı mezhep bağlılığı ve duygusallığı ile kendi tarihi şartları içinde ve ayrıca usuli planda tartışılması gereken bir kısım rivayetlerin lafızlarına fazlaca itibar etmesidir. Abdurrahman b. Avf’ın paraya eğilimi ve Ümeyye oğullarının güçlülüğü karşısında tavır koymamakla suçlanan Ebu Bekir’in tutumu, tarihsel şartlardan yalıtılarak ve ‘maslahatçı bir pişkinlik’ ithamıyla eleştirilirken, aynı kişi ve zümrelere yönelik Rasulullah’ın kazanıcı uygulamaları değerlendirme dışı bırakılıyor. Kaldı ki Ebu Bekir’in ve Hz. Ömer’in Ümeyye oğullarına karşı gösterdiği tedbirli tutum hakkında Şeriatı’nın gerekli dikkati göstermediği fark ediliyor. En azından Şeriatı’nın bu konudaki bilgi yetersizliği kendini hissettiriyor.

 

Ali Şeriatı, sahip olduğu dini tahkik ederek öğrenmek ve öğretmek azminde olan duygulu, yürekli, zeki, çalışkan, disiplinli bir mücadele adamıydı. O, düşüncesinde ve eyleminde sürekli bir inkılâbı yaşamıştı. Bulunduğu hal ile yetinmeyen, halini aşmak isteyen bir kişiliği vardı. Onun son dönemlerdeki kuran çalışmalarında ulaştığı nokta; kendini, toplumunu, kültürünü sorgulayan her birey için örnek alınacak bir düzeydir. Yaşadığı inkılâp süreci onu, kuran a sosyal bilimler gözlüğü ile ve mezhebi öncüllerle bakmanın yanlışlığını ifade etme hassasiyetine ulaştırmıştır. Kuran a mümkün olduğunca ön kabullerden arınarak yaklaşılmalı, tarihi ve sosyal değerlere ancak kuran ın gösterdiği perspektiften bakılmalı ve ancak bu bakış çevresinde söz konusu değerlerden yararlanılmalıydı. O, artık öğretmenlik yapmaktan ziyade kuran öğrenciliği yapmanın önemini açıklamaktaydı.

 

(Yöneliş)

Share this post


Link to post
Share on other sites

nedamet ve eko;

 

yahu adamın hayvan oğlu hayvan olduğu, hatta hayvandan da aşağı olduğu yukarıda açıklanmış. Daha bu deyyus, adi, zındık, kafir herifin, neyini okuyor, neyine bakıyorsunuz? Ağır yazdığımı düşünen arkadaşlar; Eshab-ı kiram'a hakaret eden adam başka ne olabilir? O kim ki Alemlerin Efendisi Peygamber Efendimiz S.A.V'in "Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayete kavuşursunuz" buyurduğu Eshab-ı Kiram'ı aşağılayabilir, hadi aşağılamayı geçtim, kimdir o soysuz kanı bozuk köpek, kim ki o bu güzel Eshab-ı eleştirebilir? O kim, eleştiri yapmak kim. Lütfen yurıdaki mesajları dikkatli okuyun.

Share this post


Link to post
Share on other sites
nedamet ve eko;

 

yahu adamın hayvan oğlu hayvan olduğu, hatta hayvandan da aşağı olduğu yukarıda açıklanmış. Daha bu deyyus, adi, zındık, kafir herifin, neyini okuyor, neyine bakıyorsunuz? Ağır yazdığımı düşünen arkadaşlar; Eshab-ı kiram'a hakaret eden adam başka ne olabilir? O kim ki Alemlerin Efendisi Peygamber Efendimiz S.A.V'in "Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayete kavuşursunuz" buyurduğu Eshab-ı Kiram'ı aşağılayabilir, hadi aşağılamayı geçtim, kimdir o soysuz kanı bozuk köpek, kim ki o bu güzel Eshab-ı eleştirebilir? O kim, eleştiri yapmak kim. Lütfen yurıdaki mesajları dikkatli okuyun.

arkadasım okudum o yazıları!!!!!

 

ali şeriatinin sahabeye karşı biraz saygısız olduğunu da söyledim bu seriatiden gelen değil mezhebinden gelen birşey

 

ve birazda anarşist olunca dahada tepkili diğerlerinden

 

neyse sadede gelirsek bu adamın iyi yazıları var diyorum okumadan reddetmeyin diyorum sevmeye bilirsiniz desteklemeye bilirsiniz benim gibi ama hemen küfür etmeyin diyorum

 

konuyu daha uzatmayacağım yoksa savunur gibi algılanması kalın sağlıcakla

Share this post


Link to post
Share on other sites

Arkadaşım!

Gönderdiğim yazıda Hz. Ebu Bekir'in ve Hz. Osman'ın Ümeyye oğullarına karşı gösterdiği tedbirli tutumu göz ardı ettiği belirtilmiştir. Sizin de dediğiniz gibi (O kim ki Âlemlerin Efendisi Peygamber Efendimiz S.A.V'in "Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayete kavuşursunuz" buyurduğu Eshab-ı Kiram'ı aşağılayabilir…) Abdurrahman b. Avf’ın paraya eğilimi ve Ümeyye oğullarının güçlülüğü karşısında tavır koymamakla suçlanan Ebu Bekir’in tutumu, tarihsel şartlardan yalıtılarak ve ‘maslahatçı bir pişkinlik’ ithamıyla eleştirilirken, aynı kişi ve zümrelere yönelik RASULULLAH'ın kazanıcı uygulamaları DEĞERLENDİRME DIŞI BIRAKILIYOR. Ancak siz bunu bir aşağılama olarak nitelendirirken, okuduğum kitabın önsözünde ise merhum Şeriati’nin gerekli dikkati göstermediği ve bu konudaki bilgi yetersizliği ön plana çıkartılıyor. Belki de konuya biraz daha itidal yaklaşılmalı. En azından iş küfür boyutuna taşınmamalı.

 

Bir de şu sosyalizm saçmalığını merhumda bir hastalık olarak değerlendirip okuyucuyu oyalayanlara gelince onlara diyecek sözüm yok! Merhum Şeriati zindanın demirlerini kırmış! Vebal altına girip de kendinizi zincirlemeyin!

Share this post


Link to post
Share on other sites

Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri'nin bir talebesinin eline bir gün bir kitap geçer. Kitabı baştan sonra inceler. Kitapdaki her kaide Ehl-i sünnet itikadına uygundur. şaşırır ve kitabı hocasına götürür. Efendi hazretlerine kitabı arz eder. Bunun üzerine Abdülhakim Arvasi Hazretleri şöyle buyurur; Doğrudur kardeşim. Kitap Ehl-i Sünnete uygundur. içindeki her kaide de doğrudur. Fakat, kitabın yazarının bu kitabı yazmasındaki amac maddidir. Para kazanmak için yazmıştır. İhlas ile yazılmamıştır. Bu şekilde bu kitabı okumak insana faide vermez, zarar verir kardeşim buyurur.

 

Şimdi, bunu göz önüne alın. İçindeki bilgiler doğru. Fakat ihlassız yazılmış bir kitap bile insana zulmet getirir.

 

Yukarıda adı geçen elemanın kitaplarında ise Hakaret, tenkid, eleştiri vardır. Hem de Eshab-ı Kiram'ı. Bu kitabları okumanın faydası nedir anlayabilmiş değilim. Ben anlatmaktan bıktım, Allah-u Teala hidayet nasip etsin ne diyelim.

 

Arkadaşlar, size tavsiyem "Oryantalizm" ve "Fundamantalizm" hakkında biraz okuyun. Nedir bu kavramlar bilgi edinin. Amaçları nedir öğrenin. Ufak bir dost tavsiyesi.

Share this post


Link to post
Share on other sites
Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri'nin bir talebesinin eline bir gün bir kitap geçer. Kitabı baştan sonra inceler. Kitapdaki her kaide Ehl-i sünnet itikadına uygundur. şaşırır ve kitabı hocasına götürür. Efendi hazretlerine kitabı arz eder. Bunun üzerine Abdülhakim Arvasi Hazretleri şöyle buyurur; Doğrudur kardeşim. Kitap Ehl-i Sünnete uygundur. içindeki her kaide de doğrudur. Fakat, kitabın yazarının bu kitabı yazmasındaki amac maddidir. Para kazanmak için yazmıştır. İhlas ile yazılmamıştır. Bu şekilde bu kitabı okumak insana faide vermez, zarar verir kardeşim buyurur.

 

Şimdi, bunu göz önüne alın. İçindeki bilgiler doğru. Fakat ihlassız yazılmış bir kitap bile insana zulmet getirir.

 

Yukarıda adı geçen elemanın kitaplarında ise Hakaret, tenkid, eleştiri vardır. Hem de Eshab-ı Kiram'ı. Bu kitabları okumanın faydası nedir anlayabilmiş değilim. Ben anlatmaktan bıktım, Allah-u Teala hidayet nasip etsin ne diyelim.

 

Arkadaşlar, size tavsiyem "Oryantalizm" ve "Fundamantalizm" hakkında biraz okuyun. Nedir bu kavramlar bilgi edinin. Amaçları nedir öğrenin. Ufak bir dost tavsiyesi.

arkadasım kibir kokan yazına, iyi niyetine varsayarak teşekkür etmek istiyorum...

 

ve bir makaleleyle konuyu kendi açımdan sonlandırmak istiyorum ;

 

 

Gerçekten Müslüman Mısınız

 

 

 

Kendinize, gelişmiş toplumların neden Müslüman toplumlar olmadığını hiç

sordunuz mu? Ben defalarca sordum. Ama sormak yetmediği gibi yaptığımız

anlamsızlıkların bedelini de ödemiyor. Bugün dünyanın neresine giderseniz

gidin Müslüman olan birinin kendini belli etmesi gerekmez mi? Peki nasıl?

Maalesef günümüzde Müslüman toplumlar gelişmemiş ya da gelişmekte olan

toplumlar. Dünyada söz sahibi bir Müslüman toplum yok. Nedeni ise bence çok basit. Biz gerçekte Müslümanlığın ne olduğunu anlamıyoruz. Yaptığımız sadece

bize söylenen doğrulara inanmak ve hayatımız boyunca bunlara güvenip,

sonumuzu bu sanılara emanet etmek. Düşünmek mi? Çok zor bizim için. Hatta

tehlikeli. Müslümanlıkta en çok yanlış anlaşılan konu sorgulamaktır. Hiç bir

Müslüman sözde dinini sorgulayamaz. Bu ona haram kılınmıştır. Çünkü

sorgulamak onun gibi bir kulun haddine değildir! Oysa ki gerçek iman ancak

sorgulamayla olur. Çünkü aklın ve kalbin ortak hareket etmesi gerekir. Bu

ancak kafamızdaki ve kalbimizdeki soru işaretlerini gidermekle mümkün

olacaktır. Nedense biz sorgulamak kelimesinden isyan etmekten başka anlam

çıkartmıyoruz. Neden sorgulamıyoruz? HAŞA!!! Biz basit bir kuluz. Yıllardır

peygamberler geldi, alimler geldi, bu işe kafa yormuş muhterem insanlar

geldi. Onlar gerekeni yaptılar. Bize düşen onların söylediklerine güvenmek.

İşte bu yüzden biz hiç bir noktaya ulaşamıyoruz. Sizce Türkiye neden geri? O

da basit. Çünkü kimse üzerine düşeni yapmıyor. Sorgulamıyor. Herkes kendi

menfaatine uyan neyse ona devam, aksi ise dur diyor. Düşünmeyi, yapıcı bir

şekilde eleştirmeyi, kıyaslamayı, soru sormayı, çözüm aramayı unutmuş bir

toplumun Müslüman olması düşünülemez. Olduğu zaman da ancak bizim kadar

olur. En basit ve güncel örneği televizyon programlarında çıkan saçma

yarışmalardır. İnsanlarımız o kadar boş vakte ve kişiliğe sahipler ki

hayatlarında kendilerini adadıkları hiç bir gerçek yok. Başkalarının

hayatları ya da oyuncak duyguları onları tatmin edebiliyor. Bu kadar basit

yaşamaya alışmış bir toplumun gerçek anlamda düşünmesini ve yorumlamasını

beklemek belki de biraz hayal oluyor. Oysa ki Müslüman denildiğinde

insanların aklına, aklı ve mantığı ile yürüyen, hayatı seven, yaptığı her

şeyi kendisiyle beraber çevresi için de düşünen, sağ duyulu, ilime ve emeğe

saygı duyan, barışı ve üretmeyi esas alan, paylaşımı her şeyin üstünde tutan

insanlar gelmeliydi. Ne yazık ki gelmiyor...

Size soruyorum. Lütfen siz de kendinize sorun. Nasıl bir Müslümansınız?

Allah'ı kimden duydunuz? O'nu nasıl tanıdınız? O'nu anlamak için neler

yapıyorsunuz? Eğer bu soruları irdelemeye başlarsanız göreceksiniz ki

yaşamda boşlukta duran bir çok soru var ve bunlar sizin için belki de hayati

bir önem taşıyor.

 

Bugün gençlerimizin çoğu konuşmasını, ahlakını bilmiyor. Neredeyse herkes

için küfretmek doğal bir tepki sayılıyor. Şiddet ve öfke hepimizi sarmış.

Nerede olursak olalım, ne yaparsak yapalım hep kendimizi düşünmemiz bize

öğretilmiş. Yüzlere bakamıyoruz. Bir şeyler istenir diye selam veremiyoruz.

Söyleyin lütfen biz Müslüman mıyız?

 

Ben bir parçayım. Ben Allah'ın bir parçasıyım. Hepimiz gibi... O halde O'na

yaraşır davranmak benim varoluş borcum ve yaşama kaynağımdır. O'ndan güç

alırım ve O'na inanırım. O'nunla severim, O'nunla yan yana mücadele veririm.

Ben O'nunla gözümü açtım, O'nunla kapatırım. İlk kelimem O idi, sonuncusu da

O olacaktır. Ne bildiysem bana O gösterdi ve ne istediysem bana sadece O

yardım etti. O'nunla güldüm bu kaypak dünyada, O'nunla anladım insan

olduğumu. O'na sığındım. Tek amacım; O'nun dostluğunu kazanmak, boşuna

gelmediğimi kanıtlamak kendi özüme, bilmek, anlamak, sevmek, barışı ve

paylaşmayı hayatım boyunca yaşamaktır. Ne kazandıysam bu hayata sahip

çıkanlarındır. O'nunla birlikteyken kaybedeceğim hiç bir şey olamaz!

 

Melih Sarıoğlu

Share this post


Link to post
Share on other sites

Efendim, konu saptırılmış, sorgulamaya getirilmiş madem, bende bir iki cümle yazayım,

 

Önce şunları bilmek gerekir? Neyi sorguluyoruz? Burada bahsedilenler Din-i İslam'dır. Biz hangi akılla sorgulayacağız. Muhabbetullah'a ulaşmış kimse miyiz ki sorgulayacağız. Akıl nedir? Bunları anlamak için bende sizin gibi bir iki alıntı yapayım;

 

Fakat, eko bey, siz de bir hata yok, hata o yazıyı yazanda. Neden olduğunu buyrun okuyalım;

 

"Oysa ki gerçek iman ancak sorgulamayla olur. " yazmış aciz vatandaş, ve yazının devamını da bu cümleye oturtmuş.

Oysa ki;

 

Akıl, beyinde bulunur. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, selim olmayan akıl, bezen doğruyu bulur, yanılması ise, daha çok olur. En akıllı denilen kişi, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla hiç güvenilmez. Akıl tek başına doğruyu bulabilseydi, Peygamberler gönderilmezdi. Allah-u Teala dinini indirir, haşa hadi hepiniz aklınız ile sorgulayın çözün derdi. Oysa ki Peygamber Efendimiz S.A.V Allah-u Tealanın indirdiği dini Hadis-i Şerifler ile açıklamış. Bize sorgulayın denmemiş!

 

Bu acizane yazı bile gayet güzel cevaptır aslında Melih Sarıoğlu'na ama, devam edelim;

 

Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri şöyle buyuruyor;

 

"Server-i âlem olan Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdik ve itikat etmektir, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur. Resulü tasdik etmiş olmaz. Veya, Resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü, iman parçalanamaz. Akıl, Resulullahın bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır. "

 

Allah ve resulünün bildirdiklerine aklın almasa da, ispat edemesen de, inanın. Cennet, Cehennem, Sırat köprüsü ve ahiret hayatı akıl ile mantık ile ispat edilemez. Bir Miraç akıl ile ispat edilemez, sorgulanamaz. Mutezile aklı almadığı için sırat köprüsünü, miracı ve benzeri olayları inkâr etmiştir. Şimdi bir çok Müslüman inanamayıp mürted olurken, müşrikler, bu bir çılgınlık derken, Hazret-i Ebu Bekir, O söylediyse doğrudur diyerek imanın zirvesine çıkmıştır.

 

İman, Muhammed aleyhisselâmın, peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanmaz. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

(Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) [Taberani]

 

İslamiyette aklın almadığı, anlayamadığı şey çoktur, fakat akla uymayan şey yoktur. Bu ince çizgiyi iyi anlamak lazım.

 

Nakil yolu ile anlaşılan, yani Peygamberlerin söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda, güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da, yürüyemediği, anlayamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya yıkılıp insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır.

 

Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan bir ölçüdür. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. O halde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, inanmaktan başka çare yoktur.

 

Peygamber olarak bildirdiği şeylere akla uygun olduğu, yahut tecrübe ile anlaşıldığı için inanmak iman olmaz. Çünkü bu, Peygamber efendimizi değil, aklı tasdik etmek demektir. İman, gayba inanmak demektir. Kuran-ı kerimin baş tarafında, Allahü teâlâ, salihleri övüyor, (O müttekiler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar ve kendilerine verdiğimiz mallardan harcarlar) buyuruyor. (Bekara 3)

 

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin bir yazısında şöyle buyuruyor:

(Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karıştırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akıl yaratılmıştır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona ait bilgilerde, hakkın bâtıl ile karıştırılması olamayacağından, o bilgilerde, akıl yalnız başına senet olamaz. Mahluklara ait bilgilerde, hakkı bâtıl ile karıştırmak mümkün olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur.

 

Akıl, başlıca iki kısımdır: (Selim akıl), (Sakim akıl) Bunların her ikisi de akıldır. Tam selim akıl, hiç yanılmaz, hata etmez. Pişman olacak hiçbir harekette bulunmaz. Düşündüğü şeylerde asla hata etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akıl, ancak Peygamberlerde bulunur. Her başladıkları işte muvaffak olmuşlardır. Pişman olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır.

 

Evet, akıl hüccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, selim olan akıl gösterir, her akıl değil. Demek oluyor ki, selim olmayan akılların, yanıldıkları için, bir hakikati kabul etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selim olan akıllar, yani Peygamberlerin akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür.)

 

Eğer bunlar yetmedi ise, bunlar gibi binlerce kaynak var elimde...

Ha, yok ben aklımı kullanır, sorgularım falan diyorsa Melih Sarıoğlu denilen vatandaş, buyursun sorgulasın sorgulayabildiği kadar o muhteşem aklı ile.

 

Selametle...

Share this post


Link to post
Share on other sites

bu arada arkadaşlar, Bu Melih Yılanoğlu denilen adamı biraz araştırdım. Karşıma şu yazısı çıktı. Buyrun okuyun :rolleyes:

 

"İnsanlar doğar ve sonra ölür. Bu bir gerçektir. Gerçek olan bir şey daha var ki; insanlar yaşamlarına ait şeyleriyle kendilerine aittirler. Ne yaptıysalar kendileri için yapmışlardır. Bu acı bir prensiptir. Bazı insanlar mezarlıklara giderek, ölülere kuran okurlar. Bunun onların günahlarını hafifleteceğini düşünürler. Gülmek istiyorum ama saygısızlık olmasın! Ya kuran neyi içeriyor ki. Ne okuduklarını bile bilmiyorlar. Çok ilginç. Tamam o zaman ben bir kaç kişi tutayım ki ben öldükten sonra devamlı kuran okusunlar. Kuran yaşayanlara hitap eder. O bir dilek taşı değil. Fırsat birdir ve değerlidir. Hiç bir insan başkasının yanlışını yüklenemez. Mezarlıklara gidilir. Neden? Onu hatırlamak için, ölümü hatırlamak için, güzel olan şeyleri hatırlamak için... Ama böyle umutsuzca bir şey yapmak için değil. Bir de bunun için başkalarına para veren insanlar var. Ne kötü ve iğrenç bir ticaret. Üzülüyorum. İnanın elimden başka bir şey gelmiyor. Çevremde de böyle insanlar var ama ben bir şey yapamıyorum. Çünkü insan çok inatçıdır."

 

Sapık herifin tekiymiş maalesef.

Bu zavallıya dua edelim arkadaşlar.

 

Allah-u Teala hideyet nasib etsin İnşallah.

Share this post


Link to post
Share on other sites

deep arkadasım buna da taktın heralde :rolleyes:

 

ama bu adama pek hoş baktığım söylenemez sana katılıyorum

Share this post


Link to post
Share on other sites

Öncelikle Deep arkadaşım sana teşekkür ederim az bile söylemişsin

 

(Bid'at sahibine hürmet eden, İslamiyeti yıkmaya yardım etmiş olur.) [Taberani],

 

(Bidat ehlinden ilim öğrenmeye çalışmak, kıyamet alametlerindendir.) [Taberani],

 

(Kim bid'at ehlinden buğz ederek yüz çevirirse, Allahü teâlâ onun kalbini korkulardan emin kılar ve imanla doldurur. Bid'at ehline sert muamele edeni de, en büyük korku gününde emin kılar. Bid'at ehlini hakir ve zelil göreni de, Cennette yüz derece yükseltir. Bid'at ehline selam veren veya onu sevindirici şeyle karşılayan, Kuran-ı kerimi küçümsemiş olur.) [Hatib]

 

Ashaba dil uzatanlar hakkında aşşağıya yeterince kaynak yapıştırıyorum

 

Eshabımı kötülemeyin

Sual: Bir yazar, Resulullahın çömezleri, Hazret-i Aliyi ilk halife seçmedikleri için bence yanlış yapmışlardır diyor. Böyle söylemek caiz midir?

CEVAP

Böyle söylemek Allaha ve Resulüne karşı gelmek olur. Yani, Allah ve Resulünün onlara verdiği kıymeti, makamı beğenmemek, itiraz etmek olur. Resulullah efendimiz, Eshabım [Arkadaşlarım] diyor, çömezlerim demiyor. Çömez ifadesinde küçültme ve hakaret vardır. Allahü teâlâ onları övüyor, (Hepsine Cenneti söz verdim) buyuruyor. (Hadid 10)

 

İkincisi, Eshab-ı kiramın icmaına karşı gelmiş oluyor. Çünkü İlk halife Hazret-i Ebu Bekir, Eshab-ı kiramın icmaı ile seçilmiştir. Biat etmeyen kimse kalmamıştır.

 

Eshab-ı kiramın hepsinin söz birliğine icma denir. İcmaya uymak farzdır. İcmayı inkâr ise küfürdür. Hz. Ebu Bekir'le Hz.Ömer'in hilafetlerini inkâr eden kâfir olur. Cenaze namazının farzı kifaye olduğunu inkâr eden kâfir olur. Çünkü icmaı inkâr etmiştir. (Redd-ül Muhtar)

 

Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

(Ümmetim dalalet üzerinde ittifak etmez.) [İbni Mace]

(Cemaatten bir karış ayrılan, cahiliyet ölümü ile ölmüş olur.) [buhari]

 

(Cemaatle birlikte olun! Allahın rızası, rahmeti, yardımı cemaat ile birliktedir. Cemaatten ayrılan Cehenneme düşer.) [İbni Asakir]

 

(Cemaatten ayrılan, yüzüstü Cehenneme düşer.) [Taberani]

(Sürüden ayrılanı kurt, cemaatten ayrılanı şeytan kapar. Sakın cemaatten ayrılmayın!) [Tirmizi]

(Cemaatten bir karış ayrılan İslam halkasını boynundan çıkarmış olur.) [Ebu Davud]

 

Bir âyet meali şöyledir:

(Müminlerin yolundan ayrılanı Cehenneme atarız.) [Nisa 115]

 

Bu âyet-i kerime ve yukarıdaki hadis-i şerifler, icmanın önemini göstermektedir. Eshab-ı kiramın söz birliği ile yaptığı işleri beğenmeyenin kâfir olacağı bütün fıkıh kitaplarında yazılıdır. Eshab-ı kirama itimat kalmayınca, onların topladığı Kuran-ı kerime de, hadis-i şeriflere de gölge düşer. Bu hocanın da, Kuran-ı kerime ve hadis-i şeriflere gölge düşürmek gibi gizli bir maksadı varsa, onu bilemeyiz.

 

 

Şu tarih kitapları

Sual: Tercüme veya telif olarak hazırlanan ve İslam Tarihi adı verilen Türkçe kitapların hepsinde önemli hatalar vardır. Eshab-ı kiramı kötülemeyen hiç birisine rastlamadım. Bunun sebebi nedir? Mesela Uhud savaşındaki okçular olayı için, (Düşman artık hezimete uğramıştı. Fakat iş bitmiş değildi. Burada gaflete düşen müslümanlardan [Eshab-ı kiramdan] bazıları düşmanı takip edecekleri yerde ganimet toplamaya kalkıştılar, dünyalık sevdasına düştüler) deniyor. Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle övülen Eshab-ı kirama bu iftira nasıl yapılabiliyor? Tarih kitaplarındaki bu yanlışlıklar nereden kaynaklanıyor?

CEVAP

Bilindiği gibi Emevilerden sonra Abbasiler hakimiyet kurmuştur. Abbasi tarihçileri, hadiseleri, Emevilerin ve bazı Eshab-ı kiramın aleyhine olacak şekilde tahrif etmişlerdir. Kaynak olarak elde bu kitaplar bulunduğu için, tarih kitabı hazırlayanlar, ister istemez büyük hatalara düşüyorlar.

Kur'an-ı kerim, hadis-i şerifler ve fıkıh kitapları okununca bu hatalar bariz şekilde ortaya çıkıyor. Kur'an-ı kerimde Eshab-ı kiramın tamamı övülüyor.

 

Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:

(Biz onların [Eshab-ı kiramın] hepsinden razıyız. Onların hepsi de Allahtan razıdır.) [Tevbe 100, Mücadele 22]

 

(Biz azimüşşan, onların kalblerindeki gıl ve gışşı nezettik. [Kalblerindeki kin, hıyanet, düşmanlık, dünyalık sevdası gibi şeyleri kökünden çıkarıp attık.]) [Araf, Hicr]

 

(Muhammed [aleyhisselam], Allahın Peygamberidir, Onunla birlikte bulunanların [Eshabın] hepsi, kâfirlere karşı şiddetli ve birbirlerine karşı merhametlidir.) [Feth 29]

 

(Allah, onların [Eshab-ı kiramın] her birine hüsnayı [Cenneti] vaad etti.) [Hadid 10]

 

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Eshabım gibi hiç kimse İslamiyete hizmet edemez.) [İ. Süyuti]

(Eshabım, cin ve insanların hepsinden daha üstündür.) [bezzar]

 

(Eshabımı kötüleyen hariç, Kıyamette, herkesin kurtulma ümidi vardır.) [Hakim]

 

(Eshabım arasında fitne çıkacak, o fitnelere karışanları, Allahü teâlâ benimle olan sohbetleri hürmetine af ve mağfiret edecektir. Sonra gelenler, bu fitnelere karışan Eshabıma dil uzatarak Cehenneme girecektir.) [Müslim]

 

(Eshabımın hiçbirine dil uzatmayın. Onların şanlarına yakışmayan bir şey söylemeyin! Allaha yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, eshabımdan birinin bir avuç arpası kadar sevap alamaz.) [Ebu Davud]

 

İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:

(Eshab-ı kiram arasındaki harbleri, "Vurdu", Kırdı" diyerek anlatmak haramdır. Çünkü onları sevmemeye sebep olur. Dinimizi bize ulaştıran onlardır. Onlardan birini kötülemek, dini yıkmak olur.) [Envar]

 

İbni Hacer-i Mekki hazretleri buyuruyor ki:

(Eshab-ı kiramın hepsini, adil, salih, evliya, âlim ve müctehid bilmek her müslümana gerekir. Çünkü Kur'an-ı kerimde, (Allah onlardan razı, onlar da Allahtan razıdır) buyuruluyor. Onlardan birini kötülemek, bu âyete inanmamak olur.) [savaik-ul-muhrika]

 

Okçular hadisesi

Peygamber efendimiz, okçulara, (Buradan ayrılmayınız) emrini verdi. Bir müddet sonra savaş bitmek üzere idi. Düşman kaçıp gitmişti. Okçular, (Bizim burada durmamızın sebebi, düşman tehlikesini önlemek içindi. Şimdi düşman gittiğine göre, burada artık durmamızı Resulullah efendimiz de istemez. Peygamber efendimizin yanına gidelim, ne emir buyurursa onu yapalım) diyerek bulundukları yeri terk ettiler.

 

Böyle hareket etmelerinin bir hata olduğu sonradan meydana çıktı. Bunu bile anlatmayı Peygamber efendimiz yasakladı, (Eshabımın kusurlarını söylemeyin) buyurdu. Eshab-ı kirama kusur bulmaktan, kusurlarını söylemekten, onlara dil uzatmaktan çok sakınmalıdır. Çünkü hadis-i şerifte, (Eshabımın ismini işitince susun, şanlarına yakışmayan söz söylemeyin) buyuruldu. (Mevahib)

 

Senâüllah Pâni-püti hazretleri buyuruyor ki:

Allahü teâlânın varlığı, sıfatları, razı olduğu ve beğendiği şeyler, ancak Peygamberlerin bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ile anlaşılamaz. Bunları bize Muhammed aleyhisselam bildirdi. Hulefa-i raşidinin çalışmaları ile, her tarafa yayıldı. Eshab-ı kiramdan bazıları, bazı bilgileri işitmişlerdi. Bu bilgilerin hepsini topladılar. Eshab-ı kiramın bu hususta üzerimizdeki hakları çok büyüktür. Bunun için hepsini sevmemiz, övmemiz ve itaat etmemiz emrolundu. (Hukuk-ul-islam)

 

Ölüleri kötülemek

Sual: Bid'at ehli bazı kimselerin sapıklıklarını söyleyince, "Ölülerin kötü tarafı söylenmez. Ayrıca gıybet de olur" deniyor. Fakat bu bid'at ehli şahıslar, başta Hazret-i Osman olmak üzere Eshab-ı kiramın çoğunu kötülüyorlar. Eshab, bizim ölülerimiz değil mi, onları kötülemek gıybet değil mi?

CEVAP

Bid'at ehlini kötülemek gıybet olmaz. Gıybet, bir kimsenin gizli bir kusurunu, arkasından söylemektir. Harbilerin ve bid'at sahiplerinin ve açıkça günah işleyenlerin bu günahlarını ve zulmedenlerin ve alış verişte hile yapanların bu fenalıklarını müslümanlara duyurarak, bunların şerrinden sakınmalarına sebep olmak ve Müslümanlığı yanlış anlatanların bu iftiralarını söylemek gerekir, gıybet olmaz. (Redd-ül Muhtar c.5, s.263)

 

Eshab-ı kirama dil uzatanlar ölü olsun, diri olsun, bunları açıklamak, gıybet olmaz, aksine dinin emrine uymak olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Fitne veya bid'at yayıldığı, Eshabım kötülendiği zamanda, hakkı bilen, bilgisini müslümanlara duyursun! Hakkı yani doğru yolu bildiği [ve gücü yettiği] halde, müslümanlara duyurmayanlara, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar lanet eylesin! Allahü teâlâ, böyle bir kimsenin farzlarını ve nafile ibadetlerini kabul etmez.) [Hatib, Deylemi]

 

Eshab-ı kiramın hepsi müslümandır. Bizim ölülerimizdir. Hiç kimsenin onları tenkit etmesi caiz olmaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Ölülerinizi hayırla anın, iyiliklerini söyleyin, kötülüklerini açıklamayın.) [Tirmizi]

(Ölülerinize sövmeyin, onlar amelleriyle başbaşa kalmıştır.) [buhari]

 

(Hazret-i Âişe, "Lanetlik İbni Kays ne yapıyor?" diye sorar. Oradakiler "Öldü", derler. Hz. Âişe hemen, Estağfirullah der. "Neden önce lanetledin, sonra istiğfar ettin?" diyene, "Resulullah (Ölülerinizi kötülemeyin) buyurduğu için" diye cevap verir.) [İbni Hibban]

 

Eshab-ı kiramın kusuru olsa da, bizim ölülerimiz olduğu için ve Allahü teâlâ onların kusurunu affettiği için bunları söylemek caiz olmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

(Eshabımın ismini işitince, susun, şanlarına yakışmayan söz söylemeyin!) [Taberani]

 

(Eshabımın kusurlarını söylemeyin! Kalbleriniz onlara karşı değişir. Eshabımı iyilikle anın ki, kalbleriniz ülfet etsin!) [Deylemi]

 

Abduhçuların hedef tahtası haline getirdikleri Hazret-i Osman, Allah Resulünün damadı ve Cennetle müjdelenmiş on kişiden biridir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Osman bendendir, ben de Osmandanım.) [Taberani]

(Yüz kızım olsa, hepsini de Osmana verirdim.) [İbni Asakir]

(Meleklerin haya ettiği zattan [Osmandan] ben haya etmez miyim?) [beyheki]

(Osmanın şefaati ile Cehennemlik 70 bin kişi, hesap görmeden Cennete girer.) [İ. Asakir]

 

Mezhepsizlere göre, Eshab-ı kiramı kötülemek caiz, fakat, kötüleyenlere ne yapıyorsunuz demek bile caiz değildir. Böylece Eshab-ı kiramın kendi ölüleri olmadıklarını adeta kabul etmiş oluyorlar.

 

Fellahla acemin hezeyanı

Sual: Ölmüş yabancı iki yazar tarafından yazılan ve "Ebuzer-i Gıfari" adıyla Türkçeye tercüme bir kitabı ekte gönderiyorum. Eshab-ı kirama hakaret ile dolu bu kitap nasıl tercüme edilir ki?

CEVAP

Gönderdiğiniz kitap, Es-Sahhar isimli bir fellah tarafından, gizlice, Cezayirde basılmıştır. Yıllar sonra, Ali Şeriati Mezinani isimli bir acem tarafından Farsçaya geniş bir ilave ile tercüme edilmiştir. Bu hakaretler, Türkçeye niçin aktarılır ki? Bu sorunun cevabını yayınevi veriyor. Diyor ki: (Biz Yayınevi olarak, sahabelere, saygı ve hürmet edilmesi gerektiğini hatırlatmakla beraber, beşer oldukları için, eleştirilebileceklerini söylüyoruz.) [s. 209]

Demek ki, Eshab-ı kirama hakaretin tek sebebi, beşer yani insan oldukları içinmiş.

 

Kitabın mütercimi ise, (Sunuş) bölümünde diyor ki:

(Yazar, ihtilaflı konuları bilerek kaleme almış, "Bu rivayetlerin doğruluğunu veya yanlışlığını tespit etmek, tarih yazanın bileceği iştir" diyerek işin içinden çıkmıştır.) [s.7]

 

Yazarın ve mütercimin de itiraf ettiği gibi, doğru olduğu bilinmeyen isnatlarla Eshab-ı kirama hakaret edilmiştir. Acem yazar, ilk iki halifenin halifeliğini İslama darbe olarak bildiriyor: (Bu rejimin kurucusu ortadan gittikten sonra, Alinin mahrumiyeti ve siyasi gruplaşmalar, hilafet duvarının temel taşının eğri konulmasına sebep oldu. Ebu Bekrin, Ömeri kendisine halife seçmesiyle, İslami rejime ikinci darbe de vurulmuş oldu.) [s.14]

 

Hz. Osmana da şöyle saldırıyor:

(Ömer de gidince,....... Osman hükümeti eline aldı.... İslam kanunlarında yapılan değişiklikler, o kadar şiddetliydi ki, Muhammedin binası kökten viran oldu.) [s.15]

 

Hz. Ebu Bekire saldırısı da şöyle:

(Ebu Bekir, Aliyi -na-civanmerdane-siyaset sahnesinden alaşağı ederek, hilafete oturduğu gün, Ebuzer endişe ve korkuya düştü.) [s.15]

 

Diğer Eshab-ı kirama da şöyle hücum ediyor:

(Ama mümkün müydü, Osmanları,..... Abdurrahman İbni Avfları, hadisle, âyetle ve konuşmayla doğru yola getirmek? Bu nasıl olabilirdi ki Allahın resulü, vahiyle silahlı olduğu zaman bile bunu yapamamıştı. Oysa bunların bizzat kendileri, vahiyle, Kur'anla milleti yağma etmişlerdi.) [s.195]

 

Acem yazar, bu sahabiyi bir gayrı müslime benzeterek diyor ki:

(Ebuzer de, Pascal gibi, Allahı yürek yoluyla bulmuş ve Peygamberi görmeden üç yıl önce Allaha inanmıştı.) [s.18]

 

Acem yazar da, diğer reformcular gibi sosyalizm taraftarıdır. Hz. Ebuzeri de sosyalist olarak övmektedir. Diyor ki:

(Peki Ebuzerin sosyalizmi ne oldu? Yeni sosyalistler diyor ki: Dünya gerek ki sosyalist olsun, tâ ki yaşamaya layık olsun!.. Biz de aynı düşünceyi Ebuzerin bütün hayatı boyunca açıkça görüyoruz.) [s.17]

 

Görüldüğü gibi İslam perdesi altında sosyalizmi savundukları açıkça anlaşılmaktadır.

 

Acemoğlu, Hz. Ebuzere de iftira ederek onun ağzından, (Evinde ekmek bulunmadığı halde, kınından sıyrılmış kılıcıyla isyan etmeyen adama şaşarım) diyor. Acemoğlu, niçin çalışmıyorsun da isyan ediyorsun? Rızk Allahtan değil midir? Peygamber efendimiz ve Eshab-ı kiram günlerce aç kaldı. Hangisi isyan etti?

 

Yine bu Acemoğlu, Hz. Ebuzer dahil, birkaç sahabinin ismini söyledikten sonra, (Bunların hayatlarını özet olarak da olsa, anlatan doğru bilgiler ne yazık elimizde yoktur) diyor. (s.21) Buna (İntak-ı hak) denir. Peki doğru bilgi yok da Hz. Ebuzer hakkında koca bir kitap nasıl yazılabilir? İftira olunca niye yazılmasın ki?

 

Asla caiz değildir

Sual: Herhangi bir sahabinin, müslüman olmadan önceki hâlini anlatmak caiz mi?

CEVAP

Hiçbir Sahabinin müslüman olmadan önceki hâlini kötüleyerek anlatmak asla caiz değildir.

Müslüman olmadan önce işlenen bütün günahları Cenab-ı Hak affeder, hatta sevaba da çevirir. Âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:

(Allah, kâfirken tevbe edip iman eden ve salih amel işleyenlerin seyyiatını hasenata [günahlarını sevaplara] çevirir. Allah çok affedici ve çok merhamet sahibidir.) [Furkan 70]

 

Müslüman olan bir kâfir, iman etmeden önceki yaptığı iyiliklerin karşılığına da kavuşur. Hakim bin Hazam, iman edince, (Önceki iyiliklerim ne oldu) diye sordu. Peygamber efendimiz buyurdu ki:

(Önceki iyi işlerin makbul olmak üzere Müslüman oldun.) [buhari]

 

Bu husus kâfir iken Müslüman olan herkes için geçerlidir. Hangi günah olursa olsun, şirk yani kâfirlik dahil, tevbe edilince Allah onu affeder. Bu husus, kıyamete kadar böyledir.

 

Hiçbir müslümanı tevbe ettiği günahtan ayıplamak uygun olmadığı gibi, kâfirken tevbe edip iman edenlerin de önceki hallerinden dolayı onları ayıplamak, bu yüzden onlara leke sürmek, önceki hallerini bahis konusu etmek caiz değildir.

 

Son söz:

Hepsi Cennetlik olan Eshab-ı kiramın bazısını, herhangi bir sebeple kötülemek birkaç bakımdan caiz değildir:

1- Eshab-ı kiram Peygamber efendimizin arkadaşları ve dostlarıdır. Onun dostlarını üzmek, Onu üzmek demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Eshabıma dil uzatmakta Allahtan korkun! Benden sonra onları kötü emellerinize alet etmeyin! Onları seven, beni sevdiği için sever. Beni sevmeyen de onları sevmez. Onları inciten beni incitmiş olur. Beni inciten de Allahü teâlâyı incitmiş olur.) [buhari]

 

2- Eshab-ı kiram, bizim ölülerimiz olduğu için kötü söz söylenmez. Çünkü (Ölülerinizi hayırla anın, iyiliklerini söyleyin, kötülüklerini açıklamayın) hadis-i şerifine aykırı olur. (Tirmizi)

 

3- Eshab-ı kiramın kusurları olsa bile, söylememek gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Eshabımın kusurları, yanlış hareketleri olacaktır. Allahü teâlâ, benim hatırım için onların kusurlarını affedecektir.) [İbni Asakir]

 

4- Eshab-ı kiramın kusurunu söylemek fayda vermeyeceği gibi, aksine Cehenneme gitmeye sebep olacağı için susmak gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Eshabım arasında fitne çıkacak, Allahü teâlâ benimle olan sohbetlerinin hürmetine, fitnelere karışan Eshabımı affedecek, bunlara dil uzatanlar Cehenneme gidecektir.) [Müslim]

 

5- Peygamber efendimiz, (Eshabımı kötülemeyin) buyurduğu için onların hiç birisi hakkında kötü söz söylenmez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Eshabımı kötüleyenler, Müslümanlıktan ayrılmış olur.) [beyheki]

(Eshabımı kötüleyene Allah lanet etsin.) [Taberani, Beyheki, Hakim]

 

6- Allahü teâlâ, onlardan razı olduğu ve onların kusurlarını affettiği ve hepsine Cenneti söz verdiği için kötülemek caiz olmaz. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:

(Allah onlardan razıdır.) [Tevbe 100]

(Hepsine hüsnayı [Cenneti] vaad ettik.) [Hadid 10]

 

7- Araf ve Hicr surelerinde (Biz azimüşşan, onların kalblerindeki gıl ve gışşı nezettik) buyuruluyor. Yani kalblerindeki kin ve düşmanlık gibi şeyleri kökünden çıkarıp attık. Demek ki, hiçbir sahabi, başka bir sahabiye haset ve kin beslemez. Çünkü, hepsi Hakkulyakin mertebesine ulaşmışlardır. Aralarındaki savaşlar ictihad sebebi ile idi. Her biri, kendi ictihadı ile hareket etmeye mecbur olduğundan, hiçbiri kötülenemez. Eshab-ı kiramdan birini kötülemek, (Allah onlardan razıdır) mealindeki âyete inanmamak olur. (Tathir-ül-cenan)

 

İmam-ı a'zam, (Eshab-ı kiramın hepsini hayırla anarız) buyurdu. İmam-ı Şafii ve Ömer bin Abdülaziz de, Eshab-ı kiram arasındaki savaşlar hakkında (Allahü teâlâ, ellerimizi, bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de, dilimizi tutup, bulaştırmayalım!) buyurdu. (M. Rabbani c.2, m.96)

 

İmam-ı Gazali hazretleri de (Dinimizi bize ulaştıran Eshab-ı kiramdır. Onlardan birini kötülemek, dini yıkmak olur) buyurdu. (Envar li-amel-il-ebrar)

Share this post


Link to post
Share on other sites

daha öncede belirtmiştim ama biçok konu olduğundan bütün konuları bir anda okumak mümkün deil. bu şahıs 'ABİDE ŞAHSİYETLERDEN, AŞERE-İ MÜBEŞŞEREDEN, 4 BÜYÜK HALİFE... dedigimiz HZ. OSMAN hakkında hiç uygun olmayan yazılar yazmış. ama burda diger arkadaşlarımızın da gerekli açıklamayı yapmasına ragmen hala inanmamakta ısrar eden ardaşlar var! ya hu inanmıyorsan EL - GIFARİ HZ. ni anlatan kitabını al, oku. madem söylenenlerle mutmain olmuyorsun. oku, ondan sonra yorumunu yap! ve ülkemizde nice önemli şaheser kitaplar varken niye dipten kuyudan çıkarıp bu şahsı okumakta karar kıldınız anlam veremiyorum.

Share this post


Link to post
Share on other sites
ya inanın anlamıyorum..herkes adama ağzına gelen lafı söylüyor ama bir kişide hz. osman efendimize küfrünü veya başka sapık bir metnini paylaşmıyor..ben yine söylüyorum o adamın birkaç kitabını okudum ve olumsuz birşeye rastlamadım ama belki vardır yinede..dediğim gibi onun "şerefsiz" olduğunu kanıtlayacak bir deliliniz varsa bizimle paylaşın bizde duacınız olalım

 

selam ve dua ile...

bende size katılıyorum bazen peşin yükümlü oluyoruz bir kaç kitabını okumakla tabiki tanıyamam ama bende okudugum kitaplarında kötü bircümleye rastlamadım lakin böyle birşey varsa tabiki delil isteriz inşallah ben yanılmıyorumdur çünkü bu yazarı ve yazdıklarını onaylıyordum sevgi ve dua ile..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Efendim yukarıda birkaç arkadaşımız Ali Şeriati hakkındaki görüşlerini dile getirmiş ve birtakım deliller göstermişlerdir. Merhumun onayladığınız fikirlerini tekrar gözden geçirmenize vesile olacağı kanısındayım.

Şahsi görüşlerimde ciddi manada değişiklik oldu diyemem ancak bağlı olduğu mezhebin gerektirdiği şartlar dâhilinde kendisinin bazı zamanlar aşırıya kaçtığını inkâr etmemek gerekir. Hala ve ısrarla Ali Şeriati’yi okumalıyız düşüncesindeyim.

 

vesselam..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Adem Özköse (Puran Şeriati ile röportaj)

 

-Dr. Ali Şeriati İran İslam Devrimi'nin en önemli teorisyenlerinden biri olarak biliniyor. Devrim gerçekleşeli yaklaşık 30 yıl oldu. Sizce İran İslam Devrimi ilk 30 yıllık hedeflerine ulaşabildi mi?

 

Ali Şeriati'nin amacı İran'da bir devrim gerçekleştirmek değildi. Şeriati, İran toplumunun şuurlu bir hale gelmesini, İran'da yönetimden önce düşünce alanında bir devrim gerçekleşmesini istiyordu. Şah'a karşı çıkmasının sebebi de Şah'ın insanların düşünmelerini, akletmelerini engellemesiydi. Eşim yönetimlerin değişmesini çok önemsemiyordu. Onun için daha önemli olan toplumun değişmesiydi. Ali Şeriati, toplum bilinçlenmeden gerçekleşecek bir devrimin sonunu iyi görmüyordu. Onun bu öngörüsü de doğru çıktı.

 

-İran Toplumu 30 yıl önce böyle bir devrime hazır değil miydi? Bunu mu demek istiyorsunuz?

 

Sokaklarda gözlemler yapıp, insanlarla konuştuğunuzda bu sorunuzun cevabını rahat bir şekilde alabilirsiniz. İranlılar 30 yıl önce devrime hazır olsalardı, devrim sonrası yetişen gençlik bu durumda mı olurdu? İlk sorunuzda Ali Şeriati'nin İran devriminin teorisyeni olduğunu söylediniz. Bu doğru değil. İran devrimi, insanların düşünceleri değişmeden, kısa zamanda yapılan bir devrimdir. Gerçek devrim ise çok uzun zaman alır. İran'daki devrim gerçekleştiğinde halkın büyük çoğunluğu eğitimsizdi. Halk gerçek İslam'ı bilmiyordu. Eşim böyle bir devrimi asla doğru bulmuyordu. Ayrıca böyle bir devrimi de zafer olarak görmüyordu. Şeriati, asıl zaferin düşüncelerde gerçekleştirilen devrim sonucu elde edileceğini savunuyordu. Fakat İran'da böyle olmadı. Toplum yukardan aşağı doğru değiştirilmeye çalışıldı. Devletin din adına yaptığı kısıtlamalar ise olumsuz sonuçlar doğurdu. Ali Şeriati'nin iki hedefi vardı. Bunlardan ilki insanların geleneksel İslam'ı değil; gerçek İslam'ı anlamalarını sağlamak, ikincisi ise insanlara düşünme, sorgulama alışkanlığı kazandırmak.

 

"ŞERİATİ MOLLALARI RAHATSIZ ETTİ"

-Şeriati, İran İslam Devrimi gerçekleştikten sonra bugün de yönetimi ellerinde bulunduran muhafazakar kanat tarafından mesafeli yaklaşılan bir isim oldu. Hatta kitaplarının bir kısmı İran'da sansüre uğradı. Mollalar Şeriati'den niçin bu kadar rahatsız oldular?

 

Sansürü bir tarafa bırakın, Ali Şeriati'nin bazı kitapları 20 yıl boyunca İran'da yayınlanamadı. Onun fikirlerine yakınlık gösterenler çeşitli baskılara maruz kaldılar. Ali Şeriati'nin eserlerine niçin yasak getirildi? Çünkü Ali Şeiati insanlara gerçek İslam'ı anlatıyordu. Bu durum Mollaları rahatsız etti. Mollalar insanların aydınlanmalarını, gerçek İslam'ı yaşamalarını istemiyor.

 

-Şeriati bugün yaşasaydı İran'daki reformcu kanadın içinde yer alır mıydı?

 

Ali Şeriati hayatta olsaydı bugünkü yönetimin uygulamalarına kesinlikle tahammül edemezdi. İran'daki yönetim de Şeriati'nin bu ülkede rahat bir şekilde yaşamasına, fikirlerini söylemesine asla izin vermezdi. Onun amacı toplumsal bir uyanış gerçekleştirmekti. Ali Şeriati düşüncenin dirilmesini, dinamikleşmesini istiyordu. Reformcular da düşünce olarak Ali Şeriati'nin çok gerisindeler. Onun seviyesine erişemediler. Bana göre Şeriati bugün yaşasaydı ne muhafazakar, ne de reformcu kanadın içinde yer alırdı. Tek başına da olsa kendi inandığı doğrular için mücadele etmeye devam eder, mollalara muhalefet ederdi.

 

-Ali Şeriati İran halkı için ne ifade ediyor?

 

Özellikle İranlı gençler onu çok seviyor ve okuyorlar. Sadece İranlı gençler değil; dünyanın dört bir yanındaki genç insanlar ona büyük bir sevgiyle bağlılar. Ali Şeriati İran halkının aydınlık, düşünen, dinamik yüzüdür. Eşimin eserleri 30'dan fazla dile çevrildi. Ali Şeriati'nin eserleri ve fikirleri ile ilgili bir çok üniversitede akademik çalışmalar yapıldı. Bu her yazara nasip olmayacak bir ilgidir.

 

- Sokaklarda sohbet ettiğimiz İranlıların bir çoğu bu ülkede yoğun bir baskı olduğunu söylüyorlar. Siz de bu baskıyı hissediyor musunuz?

 

Evet, bu baskıyı ben de hissediyorum. Biz de şu an hükümetin onaylamadığı görüşlere sahibiz. Bunun için siyasi konularla ilgili çok fazla konuşmak istemiyorum.

 

"İNSANLARI GERÇEK İSLAM'A ÇAĞIRDI"

-Bir kısım İslamcı entelektüeller Ali Şeriati'nin eserlerinin bir çoğunda Marksist dilin etkisi olduğu yönünde eleştirilerde bulunuyorlar. Bu eleştiriler hakkında neler söyleyeceksiniz?

 

Bu düşünce yanlıştır. Ali Şeriati İslami dünya görüşüne mensup bir insandı. Şeriati'nin çağrısı gerçek İslam'adır. Eşim İslam'ın kendine ait bir orjini olduğunu düşünüyordu. Ali Şeriati sol anlayıştan asla esinlenmemiştir. Fakat Ali Şeriati'nin insanlara anlattığı gerçek İslam, Marksist fikirlere sahip olan kişiler tarafından da ilgiyle karşılandı.

 

-Bugün Ali Şeriati'nin fikirleri kim tarafından temsil ediliyor? Mesela Abdulkerim Suruş'u, Ali Şeriati'nin günümüzdeki temsilcisi olarak görenler var. Siz de aynı görüşte misiniz?

 

Abdulkerim Suruş kendi alanında gerçekten çok başarılı bir kişi. Fakat Suruş ile Ali Şeriati arasında keskin bir fark var. Suruş toplumun belli bir kısmına hitap ediyor. Bu kısım eğitimli, kültürlü belli bir mesafe kat etmiş insanlardan oluşuyor. Fakat Ali Şeriati'nin eserleri toplumun bütün kesimlerine hitap ediyordu. Ali Şeriati kendini toplumun üstünde görmüyordu ve toplumla kaynaşmayı başarmıştı. Ali Şeriati'nin hiçbir yerde reklamı yapılmıyor. Fakat bugün binlerce genç Ali Şeriati'ye hayran. Bu gençler Ali Şeriati'yi bir kez görmediler. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Bu durum ancak Şeriati'nin toplumun her kesimine hitap etmesi ve toplumun her kesiminin Ali Şeriati'nin yazdıklarını anlamasıyla açıklanabilir. Tekrar sorunuza dönecek olursak. Ben Suruş'u veya bir başkasını Ali Şeriati'nin günümüzdeki temsilcisi olarak görmüyorum.

 

"AHMEDİNEJAD'I SEVMİYORUM"

-İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad dünyada çok popüler bir isim. Özellikle Türk halkı Ahmedinejad'a büyük bir sevgi besliyor. Fakat Ahmedinejad'ın İran'da pek fazla sevilmediğini gözlemliyorm. Hatta Türkiye halkı Ahmedinejad'ı İran halkından çok daha fazla seviyor. Siz Ahmedinejad hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Biz de Ahmedinejad'ın yurtdışında çok popüler olduğunun farkındayız. İnsanlar Ahmedinejad'ı sadece ABD ve İsrail hakkında söylediği sert sözlere bakarak değerlendiriyorlar. Bu çok doğru bir değerlendirme değil. İran doğal kaynakları nedeniyle çok zengin bir ülke. Fakat insanlar bu zenginlik içinde fakirlik çekiyorlar. ABD ve İsrail'e karşı dik durmayı başarabilen Ahmedinejad, ekonomiyi yönetmeyi başaramıyor. Ekonomiyi iyi yönetemediği ve seçimler öncesi yaptığı vaatleri gerçekleştirmediği için İranlılar onu sevmiyorlar.

 

-Peki, siz seviyor musunuz Ahmedinejad'ı?

 

Halkımın sevmediği bir lideri ben de sevmiyorum.

 

-Ali Şeriati nasıl bir eşti? Bize biraz da evinizin içindeki Ali Şeriati'yi anlatır mısınız?

 

Eşim aydın fikirli, okuma ve araştırmayı çok seven bir kişiydi. Eşimle üniversitede aynı sınıftaydık. Ali Şeriati düşünce ve fikir olarak benden ve sınıftaki bütün arkadaşlarından çok daha ileri seviyedeydi. Ayrıca sınıfın en çalışkanıydı ve çok zekiydi. Bana karşı çok nazikti. Fakat ev işlerini hiç sevmezdi. Bundan dolayı da ev işlerinde bana yardımcı olmazdı. Eğitimime çok önem veriyordu. Paris'e gittiğimizde oğlumuz İhsan daha yeni doğmuştu. Eşim, Fransızca öğrenmem için beni dil kursuna gönderir, evde oğlumuz İhsan'a bakardı. Derslerimde de bana sürekli olarak yardımcı oluyordu. Eşim kültürlü olmama çok önem verirdi. Bazı günler yemek yemeden önce masayı güzelce süslerdim. Eşim yemek masasını süslenmiş olarak görünce; "Lütfen zamanını bu tür şeylerle harcama. Masayı süslemeye ayıracağın vakti, kitaplara ve bilgiye vermeni tavsiye ederim " diyordu. Ali Şeriati tam bir bilgi aşığıydı.

 

-Eşinizi genç denilecek bir yaşta kaybettiniz. Eşinizin vefatı sizde nasıl bir boşluk oluşturdu?

 

Eşimin vefatında 42 yaşındaydım. Ayrıca 4 de çocuğum vardı. Onun vefatından sonra çok sıkıntılar yaşadık. Her şeyden önce şah yönetimin baskılarına maruz kaldık. Eşim Ali Şeriati'yi hep özlememe rağmen hayata ve karşılaştığım sıkıntılara karşı güçlü durarak, 4 çocuğumu da iyi bir şekilde yetiştirmeye çalıştım.

 

"BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI ÇOK SAÇMA"

-Türkiye hakkında neler biliyorsunuz? Sanırım Şeriati de bir dönem Türkiye'ye gelmişti.

 

Ali Şeriati birkaç kez Türkiye'ye geldi. Ben de eşimle bir kez Türkiye'yi ziyaret etmiştim. Erzurum ve İstanbul'da gezdiğimizi hatırlıyorum. Ülkeniz gerçekten çok güzel. Özellikle İstanbul harika. Türkiye siyasi ve toplumsal açıdan çok faal bir hale geldi. Ekonominiz de gelişti. İnsanlar İran'da Türkiye'nin ürünlerini güven duyarak alıyorlar. Fakat ülkenizde başörtüsü takanlara yapılan baskı ve yasaklamalar bana çok saçma geliyor. Bu yasağın kalkmasını temenni ediyorum. Türk toplumunun başörtüsü yasağına karşı çıkması ve dinine sahip çıkması da çok güzel. Türkiye'yi gerçekten çok takdir ediyorum. Ayrıca eşim bana Türkiye'den kısa bir de mektup göndermişti.

 

-Sizden bu mektubun özel olmayan bölümlerini okumanızı rica etsek.

 

Memnuniyetle. (Puran hanım mektubu okumaya başlıyor.) " Sevgili Puran! Bugün 21 Ağustos ve ben İstanbul'dayım. Senin boşluğunu hissediyorum. Şu an Marmara denizinin kenarında bir çay bahçesinde oturuyorum. Çay istedim. Bir de baktım ki önüme demliğiyle, bütün her şeyi ile birlikte bir çay servisi geldi. Koca bir de semaver getirdiler. Fransa'da çay istediğimde küçük bir bardakla çay geliyordu. Fakat Türkler Fransızlar gibi cimri değiller....."

 

-Eşinizin vefatıyla ilgili de çeşitli rivayetler var. Kimileri eşinizin bir kalp krizi sonucu, normal bir şekilde vefat ettiğini, kimileri de Savak Ajanları tarafından öldürüldüğünü iddia ediyor. Sizin görüşünüz nedir?

 

Benim şahsi görüşüm kocamın zehirlenerek şehit edildiği yönündedir. Savak Ajanları Ali Şeriati'ye iğne yaptılar. İğne yaptıklarını kendileri de itiraf ettiler. Fakat onun normal şekilde öldüğünü iddia ediyorlar. Ortaya böyle bir iddia atılmasının sebebi cinayetin gizlenmek istenmesi olabilir. Bu konu araştırılmalı.

 

GERÇEK HAYAT

Share this post


Link to post
Share on other sites

Peki, bu hangi dindir? Bu din, gizli kalmayan hemen tümüyle tarihe geçmiş olan şirk dinidir. Bu din, kimi zaman tevhid, Musevilik, İsevîlik adlarını kullandığı gibi hilafet, Abbasîlik ve Ehl-i beyt[17] adlarını da kullanmıştır. Aslında bunlar, tevhid, cihad ve Kur’an kisvesi altındaki şirk dinleridir. Üstüne üstlük bu dinlerin mensupları, Kur’an’ı mızraklarının ucuna takmak suretiyle bu konuda önde görünmekten de geri durmamışlardır.

 

 

Kur’an’ı mızrağının ucuna takıp sokağa çıkanlar, Lât ve Uzzâ için Hz. Peygambere karşı çıkan Kureyşliler değildi. Zira onlar, durumlarını o dönemde açıkça ortaya koyamıyorlardı. Bunun için mızraklarının ucuna Kur’an’ı takarak dâhilde Ali, dolayısıyla da Allah ve Muhammed (s) ile savaşıyorlardı. Halife, cihada ve hacca gidip Peygamber (s) ve onun ailesi adına Kur’an esasına dayalı İslâm devletini yönetirken aslında şirk dinini yönetiyordu.

 

 

 

yukarıdaki ifadeler dine karşı din kitabından.ali şeriiati açıkçası abbasileri, osmanlıyı kafir kabul eden bir yapısı var, çünkü şii birisi ve bazı farklı düşünceleri var.

 

 

fakat ali şeriati yi görmezden gelmemek gerekir diye düşünüyorum.onun da fikirlerini görmek gerekir, alıcağımız bir şey varsa alırız artıklarını da atarız

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ben Yezidi Sevmem, Nefret ederim, Muaviye"r.a" yıda Sahabe oldugu için tenkit etmem ama İmam Ali Efendimizin yeri çok ayrıdır, Ayşa anamızı severim ama Hatice Anamızın yeri bende daha üstündür.Şimdi ey akhiler Hz.Osman Efendimizi seviyor musunuz? Seviyorsanız onu bir sefahat ehli gösteren bu dallamayı sevemezsiniz, tezat olur, he aramızda Ezherli bir Arapçı-Acemci(siyasal İslamcıda derler bunlara) var siz onun yazılarını okumayın kalbinize zarar verir....

Share this post


Link to post
Share on other sites

Göller Bölgesinde Bir Ada / CEMİL MERİÇ

 

İran'dan Yükselen Ses

 

Yeniçeri kışlasını topa tutan II. Mahmud, ulemayı tarihî müttefikinden mahrum bırakarak, düşünceyi felce uğratır. Ülke mukadderatına, intelicansiya hükmedecektir artık: Avrupa'nın zâde-i melaneti olan ufuksuz ve köksüz intelicansiya. İslâmi tefekkür ciyadet ve hayatiyetini kaybeder; Batının ve Batıcıların taarruzu karşısında kalıplaşır, katılaşır. Yığınların vicdanında bir hatıra ve bir ümiddir artık. Vakayı Hayriye'den bu yana, ülkemizde tek büyük İslâm mütefekkiri yetişmemiştir. Bu acı hükmü tekrarlarken, ne Cevdet Paşa'yı unutuyoruz, ne Tunus'lu Hayreddin'i. Ama, bir kaç şimşek pırıltısı cehaletin kesif bulutlarını dağıtamaz. Zamanla küfür daha da koyulaşır, Mabedin bekçileri susarlar.. Küfrün amansız hücumları karşısında, İslâm'm ezeli hakikatlarını haykıracak insanlar korkak ve kararsız, fildişi kulelerine çekilirler. «Asrın idrâkine söyletmeliyiz Kur'an'ı». diyen Akif, en zehirli oklarını, milletlerarası küfrün boy hedefi II.Abdülhamid'e fırlattıktan sonra, Hidiv'in davetine koşar. Yakın tarihimiz tek mücahid tanımıştır: Said Nursî: 60 yıl her kahra, her cefaya göğüs gererek mücadele eden biricik dâva adamı. Söndürülmek istenen mukaddes ateş, onun güçlü nefesiyle meşaleleşir. Anadolu insanının gönlünde bir remiz olur, Said: Deccal'lere meydan okuyan imanın remzi. Karanlıkta bırakılan nesiller, Nur Risalelerini heceleyerek şuurlanırlar. Said'in kuvveti yalnız hafızasından, yalnız bilgisinden, yalnız büyük cedel kabiliyetinden gelmiyor: Cesarete susayan insanımız, an'a-nevî irfanının bu pervasız temsilcisinde, asırlardır aradığı ihlâsı, feragati, bir dâva uğruna nefsini feda etmek celadetini de buldu. Genç nesilleri İslâm mefkuresi etrafında toplayan Necip Fazıl da tefekkür semamızın bir başka yıldızı. Şairimiz, öfkesiyle, hayâl kırıklığıyla, günâhları ve nedametleri, bilhassa coşkun ifade kabiliyetiyle genç aydınlara rehber oldu. Said'in kitapları tahkiki imanın birer kalesi: kendi gönlümüzden, kendi toprağımızdan fışkıran saf bir kaynak. Necip, çeşitli kollarla kabaran, gürleşen bir sel; zaman zaman coşkun, zaman zaman bulanık.

 

Zavallı Ali Kemal, yarım asır önce, ruhumuzu kemiren şifasız hastalığı teşhis etmişti: neden? cesaret yokluğu. Filhakika, aydınımızın ayırıcı vasfı dalkavukluktur, tek dâvası, politika talihlilerine kuyruk" sallayarak, caize koparmak. Güvercinlere saldıran bir gemi aslanı. Derdimiz, düşünce sefaleti değil, haysiyetsizlik. Kulaklarımız islâm dünyasından yükselen seslere kapalı" Bu "dasitanı' şaşkınlık sürüp giderken, İran'dan yükselen dost bir ses gönlüme su serpti, ümitlerim çiçek açtı. İsrafil'in sûruna benzeyen bu gür seste bir basü badel mevt müjdesi buldum.

 

Konuşan, bir şahit, daha doğrusu bir şehit. Bir yanıyla Vıve' Cananda, bir yanıyla St. Juste. Corbin, «İslâm Felsefesi Tarihinde İran' a aslan payı ayırır. Müsteşriklerin bir çoğu Corbin'le aynı kanaattadır. Bizce, İslâm düşüncesi, şu veya bu kavmin, şu veya bu mütefekkirin yoğurup şekillendirdiği, zaman ve mekânla mukayyet değildir. Ezeli hakikatlar üzerinde düşünmek, ne Arabın, ne İran'ın, ne Turan'ın imtiyazı. Avrupa'nın öteden beri Aryanlara karşı zaafı vardır. Yalnız, itiraf edelim ki, Ali Şeriati'de bulduğumuz engin tecessüse, çağdaş İslâm mütefekkirlerinden hiçbirinde rastlamadık. Engin bir tecessüs, geniş bir irfan, Doğu'yu ve Batı'yı kucaklayan bir terkip kabiliyeti ve hepsinin üstünde eşsiz bir mücadele azmi.

 

Şeriati'yi tanıtırken çift ihanet içindeyiz. Genç sosyoloji doktorunu yabancı bir dilden, ingilizceden okuduk. Yoksa, genç mücahidin konuştuğu ve yazdığı dil farscadır. Eserini bütünüyle göremedik, üstelik, okuduklarımızı hülasa etmeye yeltendik. Tercüme, başlı başına bir tahrif; hülasa, tahrifin tahrifi.

 

Kan'la Mühürlenen Mesaj

 

«Yalnızlık kâbusundan kurtulmak için tarihe sığınınca karşıma ilk çıkan Aynal Kuzat oldu, ömrünün baharında yakılarak öldürülen kardeşim Aynal Kuzat. Suçu şuurdu, duyarlılıktı, düşüncesini haykırmaktı Aynal Kuzat'm. Evet... cehalet çağlarında bir cinayettir şuur. Mazlumlar ve "zeliller toplumunda ruh ve gönül yüceliği.. Budha’nın deyişiyle «göller bölgesinde bir ada olma affedilmez bir günahtır.» diyen genç mücahit, Aynal Kuzat'ın (Ali Şeriatı, «Çöl»e giriş.) akibetinde kendi istikbalini görüyordu.

 

Gerçi hakikati görmezlikten gelen, hakikati umursamayan bir çağda şuur ve hassasiyet, serazad düşünce ve gönül yüceliği değildi artık. Entelektüellik ikbal ve mevki hırsına dönüşmüştü. «Ahlaksızlığa katılmayacak kadar ödlek, dört yol ağzında şaşkın ve mütereddit bekleşen, başarısızlıktan korktukları için hiçbir karara yanaşmayan entelektüellerdi acı bir tebessümle iğneler Şeriati. Ona göre bir yol seçmek, «ilk adımdı atmak değildir; hayatın bütününü tâyin etmektir. Duraksama ve kuşku bugünkü entelektüel köleliğimizin başka bir deyişle entelektüelizmin sonucu. Şeriatı çok kısa fakat çok verimli hayatı boyunca düşüncenin ve insanlığın bu kadim ve tanınmış düşmanıyla savaşacaktı.

 

Yalnız onunla mı... yaşanılan hayatı ideal bir hayatla değiştirmeye çalışacaklarına, tabii ve kabule şayan bulan; insan ömrünü boş ve mânâsız sayan; bayağılığa katlanan; böbürlenen herkese karşı direnecekti. Çevresi morfinlenmiş gibiydi, yan uykuda yarı uyanık. Bir vurdumduymazlık, bir işe yaramazlık kâbusu içindeydi insanlar. Afyonlanan ve hak yolundan uzaklaşan halkın büyük bir çoğunluğu değildi sadece; tevhid dininin bekçilerinden bir bölümü de onlara katılmıştı. Tevhid yolu, zinde bir iman,dinç bir kafa, uyanık bir şuur istiyordu. Çağımızın ve toplumumuzun meş'um mizacıyla durmadan pençeleşecekti Şeriatı. Biliyordu ki kuruyan kökler şehadetle sulanmadıkça yeşeremez, yeni bir hayata kavuşamazdı.

 

«Konuşmayacaksın diyorlar. Nasıl susabilirim.. Kabir azabı çeken, bir insan gibiyim. Biliyorum ki bunun sonu huzur ve kurtuluş. Hayatın çilelerinden bıktım usandım. Ömür boyu süren bir bekleyiş bu. Bir şehidin nasıl keyifle, nasıl rahatça can verdiğini görmüyor musunuz. Maddi hayata bağlı insanlar için ölüm korkunç bir facia. Tüyler ürpertici bir bitiş, bir hiç olmak. Âma nefsinden hicret etmek isteyenler için ilk adım. «Ölmeden evvel öl emr-i celiline kulak verenlere ne mutlu; diye selamlayacaktı ölümü.

 

Hazret-i Hüseyin için yazdıklarını hatırlayalım: «Kanla örtülü çölde ayan olan, uzletti, gurbetti, hezimetti, ümitsizlikti, çileydi. Şehadetin kanlı denizinde sessiz ve yalnız, başlarını kaldırdılar.

 

İnanıyordu ki, irsiyet, İslâm'ın felsefi temelidir, irsiyet demek, süreklilik demek. Süreklilik, çeşitli zamanlarda ve çeşitli ülkelerde olan, olmakta olan ve olacak olan olaylar ve imkânları birbirine bağlayan bir zincir. Her şey mantıki bir illiyete ve ilmî bir kanuna uyarak doğar, gelişir ve yok olur. Birbirini kovalar, birbirini etkiler. Olaylar aynı zincirin halkaları. İnsanlığın varoluşuyla başlar bu zincir. Çatışma ve kavga içinde zamanın sonuna dek uzar, gider. Bu mantıkî devamlılığa, bu kaçınılmaz teselsüle «tarih» diyoruz.

 

Tarihi hakikatin bu ağır yükünü bir an bile unutmayacaktır Şeriati.. Cedlerinden devralmıştır bu yükü. Hayatı çölde başladı, tarihi ve sosyolojik bur ideoloji kurduktan sonra, noktalandı. Bu ideoloji, genç nesle yol gösterecek bir tebliğdir, çağımızın özlemini duyduğu -ara yolu bulma, cehdi.

 

Evet. Ona göre, İslâm, bir «ara mektep»ti. Sosyalizm'le kapitalizm arasında üçüncü yol: Öteki düşünce mekteplerinin müspet yönlerini benimseyen, menfî yönlerini atan bir yol.

 

Genç adam, ömür boyu, iki cephede döğüşecektir:

 

1) Aşırı gelenekçilerle. Taassub erbabı, medrese veya cami köşesine çekilip, bir ' örümcek ağı kurmuş; İslâm'ı toplumdan ayırmıştı; her düşünce hamlesine karşı koyuyordu.

 

2) Köksüz ve taklitçi aydınlarla.Bunlar da,yepyeni ve çok tehlikeli bir skolastiğin kurbanıydılar. Avrupa'dan gelen bir skolastik. Şeriatı de,Franz Fanon'la beraber haykırıyordu: «Gelin dostlar gelin, Avrupa'dan uzaklaşalım. Maymun gibi taklit etmeyelim Avrupa'yı. Boyuna insanlıktan söz eden Avrupa, her bulunduğu yerde insanı yok etmiştir».

 

Şeriati'ye göre, doğru düşünce doğru bilginin başlangıcıdır, doğru bilgi de imanın... Yalınkat ve şuursuz bir inanç, çok geçmeden fanatizm'e ve hurafeye dönüşür; sosyal inşa için bir engel olur. .Kafalar değişmedikçe, toplumda derin bir değişiklik beklenemez. Hızla gelişen modern dünyada ihtiyaç duyulan böyle bir ideolojik ve entellektüel değişikliktir.

 

İslâm'ı doğru tanımak, ancak, tevhid'e dayanan bir tarih felsefesiyle ve toplumun gerçek yüzünü olduğu gibi ifade eden bir «şirk sosyolojisiyle mümkündür. Belli bir zamana, belli bir mekâna bağlı beşeri bir ideoloji değildir İslâm. İnsan tarihinin bütününü kucaklayan bu ırmağın kaynağı uzak dağlardadır. Kayalıklarda dolaştıktan sonra dökülür denize. Peygamberlerle sahabeler zaman zaman akışını hızlandırır. Tarih, hak'la batıl, tek tanrılı din'le çok tanrılı din, ezilenlerle ezenler, budalalarla üç kağıtçılar arasında bir savaştır.

 

Bir Mücahidin Hayat Hikâyesi

 

Sabzavar civarında bir köyde 1933'de doğdu. İlk mürebbisi, çağdaş İran'ın tanınmış ulemasından biri olan babası Muhammed Taki Şeriati. Sonra, Meşhed, Musaddık'ın devrildiği dönem. Genç Şeriati nin siyasî, sosyal ve entelektüel mücadelesi o yıllarda başlar ve Genç Ali'nin bir kaç ay tutuklu kalmasıyla noktalanır. 1959'da, sosyal ilimleri tetkik için Paris'dedir.. Şeriati, burada da bir üniversite talebesinin mutad hayatını yaşamaz. Şah rejimine karşı dışarıda kurulan bir muhalefet örgütü içinde yer alır. Ayrıca, Bergson, Camus, Sartre, Schvartz gibi yazar ve düşünürlerin, Gunvitsch, Berque sosyologları, Massıgnon gibi islâmiyetçileri okudu. Pozitivizm de, marksizm de «üçüncü dünyanın* meselelerini aydınlatamıyordu. Şeriati, üçüncü dünyanın kendi öz gerçeklerini çözümleyip açıklayabilen bir sosyoloji geliştirmeye çalıştı. Şeriati'nin Fransa'da kaldığı yıllar Cezayir devriminin en gürültülü dönemine rastlar. Müslüman halkların anti emperyalist bağımsızlık mücadelelerini kendinden ayrı görmediği için Cezayir'de olup bitenleri yakından izler Şeriatı.. Cezayir hareketinin içinde ve dışında sürdürülen felsefî, sosyolojik ve psikolojik çalışmalar, değişik dillerde yayınlanmış pek çok kitap ve makalede toplanmıştır. Bazı Fransız aydınları da bu çalışmalara büyük ölçüde katılmıştır. Bunlardan biri Franz Fanon. Cezayir uyruğuna geçen bu psikolog, Cezayir devriminin daha ilk günlerinden itibaren Cezayirlilerin saflarında yer almış, «Dünyanın Lanetlileri», «Cezayir Devriminin Beşinci Yılı» gibi eserler yazmıştır. Fanon'u keşfedip, Avrupalılara ilk tanıtan, Jean Paul Sartre'dır. Şeriatı, Fanon'u l962'de, Avrupa'daki İranlıların çıkardığı bir dergide inceler. Ona göre, «Dünyanın Lanetlileri» İran'ın değişmesi için mücadele edenlere sunulmuş değerli bir armağandır. Fanon, Şeriati'nin coşkun takdimi sayesinde İran'da tanınmış ve sevilmiştir, Şeriatı, diğer mücahid Afrikalı yazarların tanınmasında da önemli rol oynar. Meselâ, «Efdal El Cihad» muharriri Ömer Uzgan.

 

1964'de İran'a dönen Şeriatı, derhal tutuklanır. Dünya kamu oyunun baskısıyla, 6 ay sonra salıverilir. Sonra, çeşitli okullarda hocalık yapar, üniversiteye bir türlü alınmaz. Nihayet Meşhed üniversitesine kapağı atar ama kısa bir zaman sonra üniversiteden ayrılmak zorunda bırakılır, bununla beraber mürşidlik faaliyeti daha büyük bir hızla devam eder. Kitaplar, konferanslar birbirini kovalar. Tahran'da bir din merkezi olan Hüseyniye-yi İrşad'da İslâmiyet üzerine dersler verir. Büyük bir dinleyici kitlesinin koştuğu bu derslerde İslâm sosyolojisi ve tarihi üzerindeki teorisini geliştirir. Hüseyniye-yi İrşad kapatılır… Şeriati yeniden hapse atılır: Mahrumiyet ve çilelerle dolu 18 ay. Tahliyesinden az sonra İngiltere'ye gider. 19 Haziran 1977'de İran gizli polisinin suikastine uğrar ve şehid edilir. Şam'da Hz. Zeynebi'n türbesi civarına gömülmüştür. Allah rahmet eylesin.

 

İslâm Sosyolojisi

 

Ali Şeriati'nin elimizdeki kitabı, «İslâm Sosyolojisi adım taşıyor. Derslerinden, konferanslarından, risalelerinden derlenmiş bir kucak düşünce. İngilizceye çeviren, Hamid Algar. Algar'ın da altını çizdiği-gibi, eser îslâm Sosyolojisi üzerine bütün bir şema sunmak iddiasında değildir. Şeriatı de farkındadır bunun: «söyleyeceklerim, bu konu hakkında son söyleyeceklerim değildir. Bugün söylediklerimi yarın değiştirebilir veya tamamlayabilirim.» Ne var ki, cesur ve özgün zekâsıyla, baştan başa taze kavramlar getirmiştir konuya. Kitaptaki yazıların hepsi kelimenin gerçek anlamıyla sosyolojik değildir. Ama meseleler sosyolojik bir bakış açısından ele alındıkları için esere bu adı verdik.

 

Temmuz 1973'de basılan On The Sociologieof Islam içinde şu yazılar var:

 

Giriş, Hamid Algar: biobibliografik taslak, imzasını saklayan bir dost; İslâm'ı anlamak için; İnsan ve İslâm; Tevhidci Dünya Görüşü; Antropoloji: hilkat-ı Adem, Allah'la iblis, yahut Ruh'la balçık; Tezadı; Tarih Felsefesi: Habil ile Kabil; Sosyolojinin Diyalektiği; İdeal Toplum: Ümmet; İnsan-ı kâmil: halifetullah.

 

İslâmı Tanımak

 

Hüseyniye-yi İrşad'da verilmiş iki dersin tercümesi (1968). Son zamanlarda birçok aydınlar aynı lakırdıyı tekrarlıyor: «laf zamanı geçti. Yanıp yakılmanın mânâsı yok. Şimdiye kadar ellerimiz bağlı şikâyet ettik hep. Konuşmaya paydos. Herkes çevresini veya ülkesini İslah etmekle işe başlamalı».

 

Sosyologumuz katılmıyor bu görüşe. Şimdiye kadar acılarımızı gün ışığına çıkarmış değiliz. Yaptığımız sadece gevezelik. Psikolojik ve sosyal meselelerimizi doğru dürüst koyamadık ortaya. Hastalıklarımızı teşhis edemedik.

 

Hatip ne kadar haklı. Türkiye'nin derdi de aynı kısır, aynı marazi [boşboğazlık değil mi? Hürriyete kavuştuk kavuşan çenelerimiz düştü. Sabahtân akşama kadar konuşuyoruz ama ana dertlerimizden hiçbiri-[ne dokunmadık. Dedikodu, gıybet. Ziya Paşa, halimizi bir asır önceden keşfetmiş:

 

Anlar ki verir lâfile dünyaya nizâmât

 

Bin türlü teseyyüb bulunur hanelerinde.

 

Şeriatı diyor ki: Biz dine dayanan bir toplumuz. Ama halâ bilmiyoruz dinimizi. Kasırgalı bir denizdeyiz. Pusulamız yok. Ben hocayım. Talebelerime kaynak gösteremiyorum. Ne kadar yüz kızartıcı. Dilimizde ne Hz. Ali ne Selman-ı Pak hakkında tek kitap yazılmamış. Bize bir Hıristiyan tanıtmış Hz Ali'yi (Georges Jourdaq); Ebuzer'i sünni bir dindaşımızdan öğrenmek zorundayız (Cevdet as Sahhar).

 

Salman-ı Farisi... onu da bir Fransız sayesinde tanıyoruz. Nasıl olur da tahlil ve tartışma dönemi sona erdi diyebiliriz? Konuşma ile eylem, nazariye ile uygulama iç içe değil mi? Hz. Peygamber de öyle yapmıyor muydu? Evet, yanıp yakılmayla çok zaman kaybettık." Dertlerimizi ilmin ışığında çözümlemeliyiz. İslâmiyet düşüncemizin faaliyetimizin, amelimizin temeli olmalı.

 

Oysa ne kadar garib. Ülkemizde Kur'an'ı iyi bilenlere «fâzıl» deniyor. Fâzıl islam tarihini, Hz. Peygamberin ve sahabelerin hayatını bilen, Kur'an'ı yorumlayan ve açıklayan kişi. Ne yazık ki ikinci sınıf bir bilgin sayılıyor, İran'da. İslam dünyasının talihsizliği kendini tanımaması, kendi değerlerine yabancılaşmış olması, ne istediğini bilmemesidir. Demek ki ilk görev dinimizi öğrenmek, islamı tanımanın birçok yolları var: biri, Allah’ı tanımak ve onu diğer dinlerin mabutlarıyla karşılaştırmak. Başka bir yol, Kur'an'ı tanımak ve diğer semavî kitaplarla mukayese etmek. Bir başka yol da, İslam Peygamberinin kişiliğini incelemek ve onu tarih boyunca yaşayan büyük ıslahatçılarla karşılaştırmak. Sonra İslam’ın yetiştirdiği önde gelen kişileri incelemek ve onları öteki dinlerin ve düşünce mekteplerinin sivrilmiş kişileriyle mukayese etmek.

 

Zamanımız aydım bir düşünce mektebi olarak ele almalıdır İslamı... Ferde ve topluma hayat veren, yarının insanlığına da yol gösterecek olan bir düşünce mektebi. Hepimize düşen bir görev bu, ferdî ve şahsî bir görev. İslamın bir çok boyutları, birçok yönleri var. Herkes kendi çalışma alanında yepyeni bir görüş açısı bulabilir. Benîm çalışma alanım din sosyolojisi. Islama dayanan bir din sosyolojisi kurmak istiyorum. Kaynağım: Kur'an'daki istilahlarla islam edebiyatı.

 

Araştırmalarımı yaparken şunu fark ettim: Kur'an'da, varlığından şüphe bile etmediğimiz nice bakir konular var. Peygamberin âdet ve yön-teminden ilmî bir tarih ve sosyoloji nazariyesi çıkarabiliriz. Yanlış anlaşılmasın. Kur'an'dan bazı âyetler veya Peygamberin bazı davranışlarını ele alarak onları çağdaş ilmin ışığında incelemeye kalkmadım. Kur'an'ın kozmolojiyle ilgili âyetlerini fizik yardımıyla, yahut Kur'an'daki tarihi veya sosyolojik âyetleri sosyolojinin ışığıyla aydınlatmak pekâlâ mümkündü. Yapmak istediğim çok başka bir şey. Ben Kur'an'dan tarihle, sosyal ilimlerle, insan ilimleriyle ilgili bir sürü yem konu ve temalar çıkarmaya çalıştım. Düşüncelerimin kaynağı bizzat Kur'an veya bizzat islamiyet. Karşıma bir tarih ve sosyoloji şeması, bir felsefî nazariye çıktı kendiliğinden. Sonra onları tarih ve sosyolojiyle karşılaştırdım. Ve yüzde yüz doğru buldum.

 

Kur'an'ın yardımıyla keşfettiğim, insan ilimleriyle ilgili birçok mühim konular var. Bu ilimler şimdiye kadar ele almamış» onları. Biri, hicret konusu «Hatem-il Enbiya Muhammed» adlı kitapta konunun yalnız tarihî boyuttan ele alınmıştır: kavimlerin bir bölgeden başka bir bölgeye göçmesidir incelenen. Kur'an'ın hicret ve muhacirler konusundaki üslubundan, Peygamberin hayatından ve îslâmın ilk döneminde girişilen hicret kavramından çıkardığım netice, hicretin İslâmlarca zannedildiği gibi sadece tarihi bir hadise olmadığıdır.

 

Hicret denince İslamların anladığı Peygamberin emriyle belli sayıda sahabelerin Mekke'den Habeşistan'a ve Medine'ye göçmeleridir. Yani, onlara göre, coğrafî veya siyasi sebepler yüzünden ilkel veya yarı medeni bir kavmin bir bölgeden başka bir bölgeye göçüşünü belirten tarihî bir kavramdır. Müslümanlar için hicret, Peygamberin hayatında cereyan etmiş bir vakadır sadece. Ben öyle düşünmüyorum. Kur'an'dan çıkardığım mânâ, hicretin derin bir felsefî ve sosyal prensip olduğudur.

 

Tarihte bildiğimiz 27 medeniyetin hepsi bir hicretten sonra ortaya çıkmışlardır. Başka bir deyişle, hiç bir ilkel toplum, yaşadığı yurdu bırakıp başka bir ülkeye göçmeden medenileşmemiştir.

 

Şeriati, hicretin beşer tarihindeki büyük önemini uzun uzadıya anlattıktan sonra, tarih felsefesinin en mühim ve en karanlık meselesini ele alıyor: toplumların değişme ve gelişmesini sağlayan temel etken nedir? İslam için, tarih ve sosyolojinin esas ve şuurlu belirleyicisi nasdır. Nas, kucaklayıcı bir mefhum, hiç bir sınıf farkı gözetmeden halkın bütünü. Ayrıca üç temel etken de var: Kişiler, gelenek, rastlantı. Her toplumun sabit bir temeli, kendine göre bir yolu vardır: gelenek. Kur'an, toplumun kaçınılmaz bazı kanunlara dayandığını bildirirken, insan sorumluluğunu da bir tarafa bırakmaz. İnsan toplumun kurallarını iyi tanımalı ve bu kurallardan faydalanarak toplumun gelişmesine yardımcı olmalıdır. İnsanın topluma hakim olan kurallar hakkındaki bilgisi arttıkça, toplumu değiştirme yeteneği de artar. «Ne kaderiyye, ne cebriyye. Evet hürüz, ama hürriyetimizi kullanabilmek için tabiatta daha önceden var olan kanunları bilmek ve onlara uymak zorundayız. Peygamberler bile, yeni kurallar yaratmamış. Sosyoloji açısından, peygamberlerin diğer önderlere üstünlüğü, dünyadaki ve tabiattaki ilahî kuralları çok iyi bilmeleri ve topluma almaçlarını daha iyi kabul ettirebilmeleridir.

 

Yazar bu tesbitlerden sonra, yeni bir konuya geçiyor:

 

 

 

İslamı Tanımak İçin İzlenecek Yöntem

 

Evet, yalnız inanmak büyük bir değer taşımaz. İnandığımızı bütün boyutları ile bilmemiz de lâzım. islâmı öğrenmek için tek yönteme: saplanmak hatâdır. İslâmın bir çok boyutları var. Önce, insanla Tanrı münasebeti. Bu münasebeti incelerken felsefî bir yöntem kılavuzumuz olmalı. İslâmın bir başka boyutu, insanın dünya üzerindeki hayatı meselesidir. Bu alanda kılavuzumuz, beşeri ilimlerin kullandığı yöntem olacaktır. Sonra İslam, bir toplum ve bir medeniyet kurmuş olan bir dindir. İslâmın bu cephesini aydınlatmak için Tarîh ve "sosyolojinin" yöntemlerinden faydalanacağız. Kur'an'ın önce, edebî ve lengüistik bir yönü var. Mütehassıslar bu yönü inceden inceye araştırmışlardır. Kur'an'ın bir başka boyutu, felsefe ve îman.. asırlardan beri üzerinde durulan konular. Kur'an'ın şimdiye kadar üzerinde durulmamış olan bir yönü de, tarih, sosyoloji ve psikoloji ile ilgili kısımlarıdır.

 

Şeriati sosyolog olduğu için araştırmacıya iki yöntem öneriyor. Filhakika, bir dini incelemekle büyük bir adamı tanımaya çalışmak iki yoldan yapılabilir. Birinci yol; ele aldığımız kişinin eserlerini incelemek. İkinci yol, hayatına eğilmek. Dinin tebliğ ettiği düşünceler mukaddes kitabındadır. Dinin biyografisi ise, onun tarihidir.

 

Demek ki İslâmı ciddî olarak öğrenmenin iki yolu vardır:

 

1— Kur'an'ı İslâm düşüncesinin icmali olarak ele alıp incelemek,

 

2— Hz. Muhammed'den günümüze kadar geçen bütün tarihi, islâm tarihini esas alarak incelemek.

 

İslâmı öğrenip anlamak için bir yöntem daha vardır: tipoloji yöntemi. Sosyolojide çok kullanılan bu yaklaşıma dayanarak her dine uygulanabilecek bir yöntem geliştirdim. Bu yönteme göre, her dinin beş ayırıcı özelliği var:

 

1 —Dinin Tanrısı veya tanrıları,

 

2 —Dinin peygamberi yâni o dinin mesajını ileten insan,

 

3 —Dinin kitabı,

 

4 —Peygamberin ortaya çıktığı ve hitap ettiği zümre,

 

5 —Dinin büyük temsilcileri.

 

Şu halde, bu yönteme göre,

 

1 —İslâm’ı tanımak için önce Allah'ı bilmek gerekir., Allahlı, tabiata bakarak, tabiat üzerinde düşünerek

 

de tarayabiliriz. Felsefe, keşif ve hikmet yöntemi. Benim teklif ettiğim yol: tipoioji. Allah'ın hususiyetlerini, vasıflarını incelemek. Allah'ın sıfatlarını ciddi olarak öğrenmek için, Kur'an'a ve hadislere eğilmeliyiz. Sonra, diğer dinlerin mâbûdlarına bakmalıyız. (Ahuramazda, Yahova, Zeus vs.).

 

2— Kur'an'ı öğrenmek. Kur'an hangi konularla ve nasıl ilgileniyor. Kur'an hakkında aydınlık bir fikre eriştikten sonra O'nu öteki dinlerin mukaddes kitaplarıyla karşılaştırmalıyız (Tevrat, İncil, Vedalar, Avesta).

 

3— Hz. Peygamberin kişiliğini öğrenmek. (Hem insan, hem de peygamber olarak kişiliği). Sonra da öteki dinlerin peygamberlerine veya kurucularına göz atmalıyız.

 

4— İslamiyet hangi şartlar içinde doğmuştur. Peygamberin çevresi ve hitap ettiği zümre. Kimlerle savaştı. Filhakika Ibrahimi peygamberlerin görevi, son Peygamber de dahil mevcut din dışı iktidara isyan etmektir. Hz. İbrahim, putları baltasıyla parçalar. Hz. Musa, elinde asası, Firavunun önüne dikilip, tektanrıcılık adına firavuna savaş açar. Hz. İsa, Roma İmparatorluğu ile işbirliği yapan yahudi din adamlarına karşı mücadele eder. İslâm peygamberi de, risaletinin başlangıcından itibaren, aristokrasiye, köle sahiplerine, Kureyş ileri gelenlerine, Taifli toprak sahiplerine karşı bir mücadele başlatır.

 

5— İslâm’ın tarihe armağan ettiği büyük insanları tanımak. Meselâ Hz. Hüseyin'i değerlendirmek için, onu iki islâm büyüğü ile karşılaştırmak çok öğretici olur. İbni Sina ve Hallac-ı Mansur. Böylelikle, felsefe, tasavvuf ve İslâm arasındaki farkları da anlamış oluruz.

 

İbni Sina büyük bir filozof ve âlimdir. Ama insanların akıbeti ve kucağında yaşadığı toplum üstadı "hiç ilgilendirmez. Biricik düşüncesi ilmi araştırmalardı. Kim ona para bağışlarsa, başının üstünde yeri vardı.

 

Hallac'a gelince. O da alev alev yanan bir adamdı. Yanan adamdan sorumluluk beklenmez. Bir toplumda herkes İbni Sina ve Hallac gibi olsa sefalet ve yıkım ortalığı kaplar. Oysa, içinde birkaç Hüseyin ve bir kaç Ebu Zerr bulunan bir toplum istikbâle güvenle bakabilir.

 

İnsan ve İslam

 

Çağdaş medeniyet bir hümanizm hummasına tutulmuş. Sözde, dinler insanı ezmiş, onu Tanrıya kurban etmişler. Hümanizm, Tanrı karşısında insanın soyluluğunu haykıran bir felsefe olmak iddiasında.Acaba İslâm’ın insan anlayışı böyle bir iddiayı güçlendirmekte midir,

 

Adem kıssasına bir göz atalım. Allah, meleklere, «yeryüzünde kendime bir vekil yaratacağım» diye seslenmiş. İslam’a göre, insanın bütün görevi bu ilahi hitaptadır, bütün görevi ve bütün haysiyeti.

 

Allah bu vekili yaratmak için nesnelerin en değersizini seçer balçık.Sonra da ona kendi ruhundan üfler. Demek ki insan, iki boyutlu bir varlık: çamur ve ilâhi ruhun bileşimi. Bir yönü ile çamura, aşağılığa, çürümeğe. durgunluğa meyleder. Öteki yönü ile yükseğe zirveye, Allah'a. Bu iki kutup arasındaki mücadele, insan yolunu kesin olarak seçinceye kadar sürüp gider; İnsanı böylece yarattıktan sonra, Allah ona isimleri öğretmiştir. İnsan, isimlerin sahibidir artık. Demek ki balçıktan yaratılan insanın ateşten yaratılan meleklere üstünlüğü bilgidir. İşte gerçek hümanizm.

 

(Yanlış anlaşılan bir başka gerçek de şu: Allah, Havva'yı, Adem' in kaburgasından değil, özünden yaratmıştır). Sonra Allah bütün mahlukâtı toplamış, onlara «emanet»i devretmek istemiştir. Hepsi de red etmiş, emaneti yalnız insan kabul etmiştir. Bu emanet, Şeriati'ye göre, iradedir. İnsan hür iradesiyle, yeryüzündeki bütün varlıklardan üstün kılınmıştır. İyi veya kötü olmakta, balçığa veya Allah'a meyletmekte hürdür. Boyun eğme veya isyan etme hürriyeti.

 

Demek ki,

 

1— Bütün insanlar sadece eşit değil, kardeştir. Eşitlik, hukuki bir kavram. Kardeşlik, aynı fıtrat ve mizaçta olmaktır. Derisinin rengi ne olursa olsun, bütün insanlar tek bir soydan gelmektedir.

 

2— Erkekle kadın eşittir. Yaratıcıları birdir, soyları bir.

 

3— İnsanın üstünlüğünü yapan bilgisidir. Adem isimleri öğrendiği için melekler ona secde etmişlerdir.

 

4— İnsan, hürdür. İster balçığa, ister Allah'a yönelebilir.

 

5— Hür olduğu için sorumludur. Akıbetini kendi elleriyle biçimlendirmek zorundadır.

 

Tanrı ile İblis'i, tabiatta birbiriyle savaşan iki güç olarak kabul eden diğer dinlerin aksine, îslâm, kâinatta tek bir gücün hâkim olduğunu öğretir Allah… Şeytan, insanın içindedir. Yani dualizm (ikilik) tabiatta değil, insanın iç dünyasında» insanın Allah'a meyleden yönüne rakiptir. Demek kî idrakimizi doyuracak düşünce, mizacımızın her iki yönünü kucaklayan düşüncedir. Hem balçığız, hem de ilahî ruh. İslâm dışı medeniyetlerin talihsizliği, bütünü kavrayamayışlarında. Ya büsbütün ahirete yönelmiş, dünyaya gözlerini kapamışlar; yahutta yalnız bu dünyaya inanıp, ahireti yok saymışlar. Çin ve Hind, dünyayı hor görmüş; Roma, sadece bu dünyaya saplanmış. Hz. İsa, bilhassa ahirete dikkati çekmiş. Orta Çağ, bir yandan savaşların, kan dökücülüğün, bir yandan da manastırın, inzivaların çağı. Avrupa medeniyeti, Rönesans'tan bu yana, dünyevî bir medeniyet. Çağdaş insanın ömrü, pullanacağı araçları üretmekle geçiyor. Batı medeniyeti öylesine gayesiz, Öylesine dünyevî hale düşmüştür ki, neredeyse yeni bir İsa bekleniyor. Oysa insan iki boyutlu bir varlık. İki boyutlu bir dine ihtiyacı var. İnsanlığa kaybettiği dengeyi kazandıracak olan bu din İslâmiyettir.

 

Allah, Müstakimdir, Cabbardır, Kahhardır. Ama Rahmandır, Rahimdir, Gaffardır da. Kur'an-ı Kerim, dünya hayatiyle doğrudan ilgilenir, Tevrat gibi. Ama, ruhun tasfiyesine, terbiyesine, ferdin ahlaki gelişmesine de büyük önem verir.

 

İslâm peygamberi de, hem bozguncularla savaşan, dünyada yeni bir toplum, yeni bir medeniyet kurmak isteyen bir şahsiyettir; hem de takvayı her şeyden en üstün tutan bir âbid.

 

Sahabelere gelince; hepsi de, hem siyaset, hem ibadet insanıdırlar. Başka bir deyişle, eli kılıçlı, büyük birer adalet, merhamet, şefkat ve tefekkür adamları.

 

 

 

Tevhidci Dünya Görüşü

 

Tevhidci dünya görüşü, kainatı bütün olarak ele alır: bu dünya öteki dünya, tabiat tabiatüstü, madde-mânâ, ruh beden diye parçalamaz. Şirkci dünya görüşü ise, kainatı dağınık, zıtlıklarla, çeşitliliklerle, çatışan, çekişen, çelişen, çarpışan kutuplarla, eğilimlerle, geleneklerle, gayelerle, iradelerle dolu ahenksiz ve dağınık bir yığın olarak ele alır. Bana göre dünya, bir amacı, bir ideali olan, kendisine irade ve şuur bağışlanmış canlı bir varlık. İnsan da dünya gibidir: küçük, izafî, eksik bir dünya.

 

İnsanın Allah'lar tabiatın tabiat ötesiyle ve Allah'la münasebeti, lamba alevinin lamba ile münasebetine benzetilebilir.

 

Tevhidci dünya görüşünde, varlığın iki izafî yönü vardır: görülen yön, görülmeyen yön. Tabiat, işaretler ve kurallar (ayat ve sünen) dizilerinin birleşmelerinden oluşmuştur. Okyanuslar, ağaçlar, gündüz ve gece, dünya ve güneş, zelzele ve ölüm, hastalık, gündüz ve gecenin birbirini kovalaması, tabiat kanunları, hatta insanın kendisi., bunlar hep işaretlerdir. Frenkçesi fenomen. Deneylerimizle, aklımızla, sezgilerimizle edinebileceğimiz bilgiler «görünüşler âlemi»ne aittir, varlığa değil. Başka bir deyişle, ilmin konusu varlığın işaretleri ve belirtileridir. Din, ilim veya felsefe kitapları içinde, tabiattaki nesneleri, olayları ve süreçleri işaret olarak adlandıran, yalnız Kur'an-ı Kerim. Gerçeği tanımak için bu işaretlere eğilmek gerekir. Antik mistisizm'den çok, çağdaş ilmin yaklaşımına benzeyen bir anlayış. Vahdet-i vücud değil, tevhid-i vücud. Tevhid inancına göre, tarihde de, toplumda da, insanda da çokluk ve zıtlık yoktur. Tevhid, tabiatın tabiat ötesiyle, insanın tabiatla, insanın insanla kaynaşması.

 

Bu inanç, mevcudatta çelişki kabul etmez; ne hukuki, ne içtimai, ne ırki, ne milli, ne mahalli, ne de iktisadı tezad. Çelişkiler ancak müşrik dünya görüşüyle, düalizm'le, teslis'le, politeizm'le bağdaşabilir. Müşrik dünya görüşü, sınıflar ve ırklar arasında ayırım yaparak, şirk tohumları ekmiştir. Birden fazla Tanrıya inananlar, neden yaratıklar için de aynı şeyi kabul etmesinler? İlahlar arasındaki çatışma, insanlar arasındaki çatışmanın gerekçesi değil mi? Oysa tevhid inancı, kainattaki bütün parçaların, süreçlerin ve olayların tek hedefe doğru ahenk içinde geliştiklerini kabul eder. İnsan her hangi bir dünyevî güce değil, yalnız, mevcudata hükmeden şuur ve iradeye bağlıdır. Mevcudat, bir daire çevresinde dönüp durmaktadır. Tek şuur, tek irade, dairenin merkezi. Demek ki insan, tek güçten korkar, tek hakime hesap verir, tek kıbleye yönelir. Tevhid inancı insana vekar ve hürriyet bahşeder. Yalnız Allah'a kulluk eden, bütün yalancı güçlere başkaldırır, tama' zincirlerini kırar, küçültücü korkulardan azad olur.

 

Tarih Felsefesi: Kabil ve Habil

 

İslâm düşünce mektebine göre, tarih felsefesi bir çeşit tarihi determinizm'e dayanır. Tarih, birbirini kovalayan bir olaylar ırmağı. Olaylar da insanın kendisi gibi diyalektik bir çatışmaya tâbidir. Birbirine zıt, birbirine düşman iki öğe arasında aralıksız bir savaş, hilkat-i ademle başlar, her ülkeyi ve her çağı kapsayan bu kavganın bütününe tarih diyoruz. İnsan soyunun zaman içindeki akışıdır tarih. İnsan soyu bir mikrokozmostur, hilkatin en kâmil ifadesi. Tabiat, insanda kendi şuuruna varır. İnsanoğlu ilerledikçe tabiat da mükemmelleşir.

 

Başka bir deyişle, insan irade-i ilahiyenin bir tecellisi; bütün varlıkların mutlak iradesi ve şuuru. Antropolojiye göre Tanrının yeryüzünde temsilcisi. Demek ki tarih tesadüfün eseri olamaz, olaylar tarafından biçimlendirilmemiştir, serüvenlerin oyuncağı değildir: boş, amaçsız, mânâsız serüvenlerin.

 

Tarih de bir gerçektir, dünyadaki bütün gerçekler gibi. Belli bir noktada başlar, belli bir noktada sona erecektir. Bir amacı, bir yönü olmak gerekir.

 

Nerde başlamıştır? insanın kendisi gibi tezatlarla... Antropoloji bölümünde gördük: insanoğlu balçıkla ilahi ruhun bileşimidir. Adem kıssasından da aşikâr bu. Acem kıssası insanlığın da kıssasıdır, kelimenin gerçek ve felsefî manasıyla insanlığın. İnsan, Adem'in içindeki ruhla balçık,Allah'la Şeytan arasındaki kavgayla başlar. Peki tarih nerede başlar? Kalkış noktası nedir? Kabil ile Habil arasındaki kavga değil mi?...

 

Adem'in oğulları insandılar, beşerdiler, tabii idiler ama birbirleriyle savaş halindeydiler. Biri ötekini öldürdü ve insan tarihi başlamış oldu böylece. Adem'in savaşı öznel bir savaş, kaynağı içte. Ama iki oğlu arasındaki savaş, nesnel, dışarı vuran bir savaş. Kısaca, Kabil ve Habil hikâyesi tarih felsefemizin kaynağı; nasıl ki Adem kıssası insan felsefesiyle ilgili görüşlerimizin kaynağı idi. Kabil ve Habil arasındaki savaş, tarih boyu, tarihi bir diyalektik olarak karşımıza çıkan iki zıt cephe arasındaki savaştır. Şu halde tarih de insan gibi diyalektik bir süreç. Zıddiyet Kabil'in Habil'i öldürmesiyle başlar. Bana göre Habil çobanlığa dayanan bir ekonominin temsilcisidir, özel mülkiyetten önceki bir düzenin Kabil ise tarım sisteminin, ferdî veya tekelci mülkiyetin temsilcisidir.

 

Sosyolojinin Diyalektiği

 

Sosyoloji de bu diyalektik üzerine kurulmuştur. Toplum da iki sınıftan oluşur: Kabil'in sınıfıyla, Habil'in sınıfı. Tarih, toplumun zaman içinde aldığı yol. Temel toplum yapılan, kölelik, serflik, burjuvazi, feodalizm ve kapitalizm değildir. Toplumda ancak iki türlü yapı olabilir: ya toplum kendi kendinin efendisidir, herkes toplum için çalışır; yahut da ferdler mülk sahibidir, herkes kendi başının çaresine bakar. Şeriati, bu bölümde, Marx'ın iktisadî yapı anlayışına karşı çıkıyor. Ona göre toplum, tarih boyunca, iki sınıftan oluşur: Kabil kutbu, Habil kutbu.Kabil kutbu, yönetici, kral, mülk sahibi, aristokrasi. Sonraları bu kutub üç ayrı boyut kazanır: Kur'an'da firavun, siyasî iktidarın; Karun, iktisadî iktidarın; Ballam da resmî din adamlarının sembolüdür.

 

İdaal Toplum: Ümmet

 

Ümmet, ortak bir inancı, ortak bir amacı paylaşan insanlar topluluğu. Ulus, ırk, halk gibi mefhumları toprak birliğini, kanı, maddî çıkarları toplumun temel ölçüleri diye alırlar. Oysa İslâm için mühim olan, fikri sorumluluk ve ortak bir hedefe yürümektir. Ümmet, bu irade birliğinin ifadesidir.

 

Ümmet'in alt yapısı, iktisadi hayat. Çünkü, «dünyevi hayatı olmayanın manevi hayatı olamaz». Ümmet düzeni eşitliğe, adalete, halk mülkiyetine, Habil düzenindeki sınıfsız toplumun ihyasına..dayanır.Ümmet için, sınıfsız toplumun ihyası, sosyalizm'de olduğu gibi bir amaç değil, bir ilke.

 

Kâmil İnsan

 

Tabiata gözlerini kapamaz İdeal insan, onu anlamaya çalışır. Elinde Sezar'ın kılıcı vardır, göğsünde Hz. İsa'nın kalbi. Sokrates'in kafasıyla düşünür ve Hallaç gibi sever Allah'ı. Hem Descartes’in hem Pascal'ın sözlerine kulak verir. Buda gibi, halkın içindedir. Spartaküs gibi, kölecilere baş kaldırır. Hz. Musa gibi, cihad ve kurtuluş mesajı taşır.

 

Kâmil insan, güzellik, fazilet ve hikmetle dolup taşan, sonsuz bir irade. Üç özelliği vardır: doğruluk, iyilik ve güzellik, başka bir deyişle bilgi, ahlâk ve sanat. Cihad ve içtihad, şiir ve kılıç, yalnızlık ve inanç, duygu ve akıl, kudret ve aşk adamıdır o. Allah'ın halifesi tarihin sonuna, tabiatın nihai sınırına gelip dayanmıştır. Diriliş başlamak üzeredir.

 

Netice: Şeriati, coşkun bir zekâ ve inanmış bir müslüman. Genç bir yaşta, şarkısını tamamlayamadan hayata gözlerini kapayan, kardeş İran'ın bu pervasız mücahidini bütün buutlarıyla tanıtabildik mi? Sanmıyoruz. Şeriati, önce şairdir. Onu, dilinden okumadığımız için, bu tarafını aksettiremedik. Şeriati, bir ilim adamıdır. İrfan seviyesi şüpheli bir kalabalığa hitab ederken, ilmi ciddiyetini ne kadar koruyabilir! Bizce Şeriati'nin en büyük tarafı, hamiyeti, samimiyeti ve kendini mukaddes bir davaya feda etmesidir. Genç şehide saygılarla.

 

 

 

Kaynak:

 

Kırk Ambar, Cemil Meriç, Ötüken Neşriyat, İst. 1980, s.425-439

 

(aliseriati.com)

Share this post


Link to post
Share on other sites
gönül dostlarım bu ali şeriati denilen adamı okumadım nette şöyle bir baktım birkaç kişiden duydum okumuş adamlardan 1,dereceden şerefsiz diyorlar bu adam kendini peygamber ilan eden köpek değil mi?mehmet şevki eyginin sahibi olduğu bedir yayınevinde bu adamın eserlerinin türkçe ye çevirenlerin hangi akla ve mantığa hizmet ettikleri merak ettikleri yönünde bir yazı okudum.arkadaşlar okuyalım tanıyalım ama etkilenmeyelim bu adam ehli sünnet itikadına aykırı olduğu yönünde bilgim var daha net ve açık bir bilgiye ulaşırsam size aktarabilirim.ama biliyoırum ki bu adam insanları sakata getiriyor.bazı arkadaşlar sempati duymaya başlamışlar gibi de geldi bana AMAN DİKKAT.

BEN ŞUAN BİR KÜTÜPHANE OLUŞTURMA AMCINDAYIM ÖZEL BİR KÜTÜPHANE BİRAZ ARAŞTIRMA YAPINCA PİYASA DA NE ÇOK ŞEREFSİZ OLDUĞUNU FARKETTİM YAYINEVİ YAZAR NE ARASANIZ VAR O YÜZDEN ÖRNEK VERİYORUM BİR KİMYA I SAADET GİBİ BİR ESERİN TERCÜMESİNİ HER YAYINEVİNDEN HER YAZARDAN OKUMAYALIM BEN BEDİR YAYINEVİNİ TAVSİYE EDİYORUM

BİRDE ARKADAŞLAR BEN KENDİ ADIMA KONUŞUYORUM TEMEL BİLGİ SAHİBİ OLMADAN FİKRİ BOYUTUMUZA GÜVENEREK İSLAMİ KONULARA GİRMEYELİM VE BU YÖNDE ESERLER OKURKEN BİR BİLENE MUTLAKA SORALIM KAÇIMIZ ELİNE İLMİHAL ALIP KARIŞTIRIYOR Kİ BURADA SAKAT ESERLERİN OLDUĞUNU DUYDUM ÇOK HASSAS KONULAR ALLAH CÜMLEMİZİN YARDIMCISI OLSUN

 

 

Adamı sallada bedir yayınevi ne zaman çıkarmış onun eserlerini link veya resim gösterebilirmisin kardeşim.bizde istifade edelim...

Share this post


Link to post
Share on other sites

İlgili konu gereksiz ve faydasız tartışmalara meydan verdiği için geçici olarak kitlenmiştir. Ali Şeriati diyince Şii bakışa sahiplerin onu göklere çıkarması, muhalif olanların da sırf Şii bir zihniyetle yetişmesinden ötürü bilinçsizce karşı olmasını Büyük Doğu bakışına uygun bulmuyoruz. Üstün fikre böyle ulaşılamayacağı ve gerçekten nasıl ulaşılması gerektiğini de sizlerin ferasetlerinizle, sahip olduğunuz istidadı geliştirdikten sonra varılacağını belirtiyor ve sizleri sükunete davet ederken fikir sahibi olmadan hüküm sahibi olmamanın gereğini vurguluyoruz.

 

Saygılarımızla...

Share this post


Link to post
Share on other sites
Guest
This topic is now closed to further replies.

×
×
  • Create New...