Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
cihat

Bir Bağdat Hikâyesi

Recommended Posts

-Nasıl olsun? - Amerikan traşı olmasın da nasıl olursa olsun. Her zaman aynı espriyi yaparım ve Ebû Hişam bu espriye her zaman güler. Bayat-mayat; espriyi müşteri yapıyor ve müşteri velinimettir.

 

- İşler iyi mi Ebû Hişam?

 

- Değil be Abdurrahman; ama boğaz kesmeyi bir öğreneyim, işler acayip açılacak. Ah benim ferasetsiz ustam! Öğrete öğrete saç kesmeyi öğretti bana. Ne diyeyim? Allah yine de rahmet eylesin.

 

Her zaman aynı espriyi yapar ve ben bu espriye her zaman gülerim. Bayat-mayat; espriyi Ebû Hişam yapıyor ve Ebû Hişam'ın bir erkek kardeşi Saddam rejimi tarafından asıldı, karısı ve bir bacısı Amerikalıların pazar yeri katliamında can verdi, bir oğlu Şii Bedir Tugayı tarafından öldürüldü, başka bir oğlu da-seçimlerde oy kullanarak işgalci kafirlerin değirmenine su taşıdığı gerekçesiyle- Sünni tekfirciler tarafından kurşuna dizildi.

 

- Ne olacak böyle, Ebû Hişam?

 

- Allah'ın dediği olacak. Oluyor zaten. Bismillahirrahmanirrahim: “Kendilerine apaçık deliller geldiği halde parçalanıp ayrılanlar gibi olmayın. Öyle olursanız sizin için büyük bir azap vardır.”

 

- Âmennâ.

 

- Hepimiz âmennâ diyoruz, sonra da birbirimizin boğazını kesiyoruz. Allah -Subhânehû ve Teâla- bizden “İşittik ve itaat ettik” dememizi istiyor, ama biz sadece “İşittik” diyoruz. Rahman'a değil kovulmuş şeytana itaat ediyoruz. Bunu yaparken de utanmadan tekbir getiriyoruz. Şu bizim Velid mesela…

 

- Velid?

 

- Ehl-i Sünnet'in fedailiğine soyunan şu kızıl saçlı oğlan var ya… Hani geçen burada tartışmıştınız…

 

- Ha evet, hatırladım.

 

- Bir haftada üç Şii camisi kundaklamış, hem de millet namaz kılarken. “En az sekiz-on tanesini geberttim” diye övüne övüne anlattı burada. Böyle tiplerin sağı solu belli olmaz, fitneye karşı çıkarken fitneci damgası yiyip kellemi kaybedebilirim korkusuyla hiç sesimi çıkarmadım. Biliyorsun, denizden çıkan bilmem hangi mahlukun eti yenir mi yenmez mi diye saatlerce tartışırlar da, din kardeşlerinin kellesini koparmak için bir an bile tereddüt etmezler.

 

İyi adam lafının üstüne gelirmiş. Velid, selamsız-sabahsız dalgın dalgın içeriye girip köşedeki tabureye oturdu ve gözlerini yere dikti. Ebû Hişam'ın son söyledikleri kulağına çalınmış mıydı acaba? Olabilir, ama bunları anladığına dair bir işaret yoktu. Hatta, bunları herhangi bir şekilde algıladığına dair bir işaret de yoktu.

 

- Hoş geldin Velid. Saç mı sakal mı?

 

Ebû Hişam'ın sorusu cevapsız kaldı. Velid sanki başka bir atmosferdeydi ve bizim atmosferimizle o atmosfer arasında sanki ses geçirmez bir duvar vardı.

 

Ayna üzerinden Ebû Hişam'la soru işareti mealinde bakıştık. Sonra o bakışlarımızı Velid'e yöneltip, yere diktiği gözlerini bize çevirmesi ümidiyle uzun süre öylece bekledik. Nafile.

 

Ebû Hişam, traşa kaldığı yerden devam etti. Velid'in gelişiyle beraber dükkanı kaplayan tuhaf atmosferden bir an evvel çıkmak için birkaç bayat espri daha patlattık:

 

- Duydun mu? Kahire'deki Arap Birliği toplantısında “Yıllardır kandırıp durduğumuz Arap ulusuna karşı artık dürüst olacağız” diye karar almışlar. Bundan böyle bütün Arap Birliği toplantıları Knesset'te düzenlenecekmiş!

 

Hah hah haaa…

 

- Bizim Pinti Muaz'ın karısını kaçırıp “1000 dolar vermezsen cenazesini göndeririz” demişler. “Yağma yok! Cenaze masrafları size ait” diye itiraz etmiş!

 

Hah hah haaa…

 

Kahkahaların arasından mırıltı gibi bir şey geçti. Gülmeyi kestik. Gözlerimizde soru işaretleri, yeniden Velid'e çevirdik bakışlarımızı. O, hâlâ yere bakıyordu.

 

- Bir şey mi dedin, Velid?

 

Başını ağır ağır kaldırıp Ebu Hişam'a baktı. Sonra başını yeniden yere çevirip belli-belirsiz “Gandi” dedi.

 

- Gandi mi?

 

- Gandi.

 

- Ne oldu Gandi'ye?

 

- Beni rezil etti.

 

- Nasıl?

 

- Televizyondaki filmde. Dün akşam. Hindular Müslümanları kesmeye başlayınca ölüm orucuna başladı. Müslümanlar Hindistan'dan ayrılıp Pakistan'ı kurunca da, buna başından beri karşı olduğu halde, 'Pakistan bizim dostumuzdur, komşumuzla barış içinde yaşayalım' dedi. Adam Hindu, Ebu Hişam, Müslüman olan benim! Kendimden utandım. Kıyasıya utandım. İçimde bir şey koptu. Artık Şiilerle savaşmayacağım.

 

Yerinden doğruldu, “Allah'ın selamı hepimizin üzerine olsun” deyip gitti. Şimdi fitneden uzakta bir yerde çobanlık yapıyormuş. Allah selamet versin.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Gönül ister ki; birbirlerini acımasızca katleden, kardeşinin kanını akıtmada çekinmeyenler Velid gibi yaptıkları bu yanlışı anlarlar ve birlik olurlar kafire karşı birlik olmak varken bu ayrılık niye filistinde kardeş kardeşi katletmeye devam ediyor merak ediyorum ne zaman bu yanlıştan dönülecek gaflet uykusundan uyanış ne zaman umutla bu günü beklemekteyim...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hakan abi hem Gerçek Hayat dergisinden, hem de Yeni Şafak gazetesinden mümkün oldukça takip ettiğim aksiyoner bir yazardır. Bir defasında da yüz yüze konuşma imkanım olmuştur. (söyleşi esnasında)

Kendisi, kendisinin de ifade ettiği gibi: İttihad-i İslam (İslam'ın birliği) amacı güden ve bunun için çalışan/çabalayan bir abimizdir. Kalemi keskin, dili sivri, muhabbeti yoğundur. Allah kendisinden razı olsun.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Darbeyi öven, soluğu mahkemede alsın!

 

Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir hukuk devleti, öyle mi? Öyleyse şu sözlerin sahibi olan devlet memuru derhal memuriyetten atılmalıdır:

 

"Bizde bir devlet yapısı var… Bir şekilde belli bir mesafe katettik. Maalesef ordunun her 20-25 yılda bir siyasilerin elinde yozlaşan sistemi tekrar rayına oturtmak uğruna müdahalesiyle oluştu bunlar. İnşaallah bir daha o noktalara gelinmez. Ama Demokles'in kılıcı gibi perde arkasında bu iç güvenlik ve iç istikrara dayalı misyonumuz bence devam ediyor."

 

Konuşma, bir "Eğitim ve Öğretim Komutanı"na ait.

 

Subay adayları / genç subaylar bu komutanın elinde nasıl bir eğitim-öğretimden geçiyor, varın siz hesap edin.

 

* * *

Seçimle gelen hükümetler askeri cuntalar tarafından silah zoruyla devrilmiş, milletvekillerine ve hükümet üyelerine dünyanın işkencesi yapılmış, halkın sevgilisi olan bir başbakan ve iki bakan idam edilmiş, bu mezalimin her an tekrarlanabileceği mütemadiyen hissettirilerek seçilmiş hükümetlerin saygınlığı yerlerde süründürülmüş, askeri müdahale tehdidi canlı tutularak sistem istikrarsızlaştırılmış, sivil otorite zafiyete düşürülmüş, terörle mücadeleden iktisadi hayata kadar her konuda dayatmalarda bulunularak demokratik hukuk devleti yozlaştırılmış, ama sayın komutan "siyasilerin elinde yozlaşan sistemi rayına oturtmak"tan bahsediyor!

 

Askeri idareciler Kürt dilini sokaklarda bile yasaklamış, Diyarbakır Cezaevi'nde Kürt kimliğini ezeceğiz diye milleti bir köpeğin önünde selam durmaya zorlamış, insanları tahrik etmiş, binlerce Kürt'ü PKK saflarına itmiş, milyonlarca Kürt'ü PKK sempatizanlığına sevk etmiş, ülkeyi bölünmenin eşiğine getirmiş, ama sayın komutan "iç güvenlik ve iç istikrara dayalı misyon"dan dem vuruyor!

 

Sistemi korumak veya kurtarmak adına yapılan askeri darbelerin demokrasiyi nasıl 'spastikleştirdiği', hukuk devletini nasıl tahrip ettiği ve terörü nasıl azdırdığı ayan beyan ortada değil mi? Öyleyse, "Demokles'in kılıcı gibi perde arkasında bu iç güvenlik ve iç istikrara dayalı misyonumuz bence devam ediyor" cümlesinde geçen "misyon"dan kasıt, aslında iç güvenlik ve iç istikrara kasıt olsa gerek!

 

* * *

Ne olacak şimdi? Bu komutanın askeri darbe müdafaası yanına kâr mı kalacak? Demokratik hukuk devletine askeri müdahalenin (yani anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmenin) belli durumlarda meşru ve dahi zorunlu olduğunu ileri süren bu komutan cezasız mı kalacak? Bu komutanı (ve benzerlerini) memuriyetten atmak, ayrıca da yargı önüne çıkarmak için harekete geçilmeyecek mi?

 

Derhal harekete geçilmeli! Ortada bir mevzuat engeli varsa, o engel derhal kaldırılmalı! Askeri darbeyi savunan subayların memuriyetten atılıp sivil mahkemelerde "anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs" veya en azından "suç olan bir fiili övmek"ten yargılanmalarına imkân verecek bir yasal düzenleme mutlaka yapılmalı! Darbe şakşakçılığı sözkonusu olduğunda, yüksek yargı üyelerinin 'dokunulmazlığı' bile otomatikman kalkmalı. 27 Mayıs Eşkıyası'nı baş tacı eden Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan'ın kulakları çınlasın…

 

Bunlar yargılanmıyor da, bir askeri darbe teşebbüsünü ifşa eden Nokta dergisinin sorumluları yargılanıyor. Demokratik hukuk devletinde bu ne yaman çelişki?

 

Hakan Albayrak

Share this post


Link to post
Share on other sites

Ülke TV ekranında niye hiç başörtülü yok?

 

Kanal 7'nin yan kuruluşu olan Ülke TV'nin gazetelerde yayınlanan reklamını görünce beynimden vurulmuşa döndüm.

 

Reklamda arz-ı endam eden sekiz hanım sunucu/moderatör arasında bir tane bile başörtülü yer almıyor!

 

Zaten Kanal 7'de de başörtülü bir sunucu/moderatör yok artık.

 

Halbuki bu kanal, 14 sene evvel, başörtülü bir haber sunucusuyla yayın hayatına atılarak devrim yapmıştı.

 

Revizyonizmin bu kadarına pes doğrusu!

 

* * *

Sözüm sadece Kanal 7 ve Ülke TV yöneticilerine değil.

 

'Muhafazakâr Demokratlar'ın kontrolündeki (?) başka televizyon kanallarında da başörtülülere ekran görevi vermekten imtina ediliyor.

 

Sorsanız, başörtülülere ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmasına isyan ettiklerini söyleyeceklerdir…

 

'Ayrımcılığa son!' diyeceklerdir…

 

Türkiye'nin laikçi asabiyeti aşıp normalleşmesini savunduklarını iddia edeceklerdir…

 

Ama başörtülülerin ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğü mevcut anormal durumun 'gereğini' yapmaktan da geri durmuyorlar işte.

 

'Marjinal' damgasını yememek, 'herkese' hitap etmek, 'genel kabul' görmek için başörtülüleri ekrandan uzak tutuyorlar.

 

Başörtüsünün 'marjinal', 'genel kabule mugayir', 'acayip', 'irite edici', hatta 'ürkütücü' bir şey olduğunu vazeden laikçi zihniyete boyun eğiyorlar.

 

Aşırı laikçilerin “kamusal alan” hassasiyeti gibi bir şeyle karşı karşıyayız.

 

Başörtülüler belki yönetmen veya yapımcı olabilirler, ama “kamusal alan”a -ekrana- çıkamazlar! (Çıkarlarsa kanalın fiyakası bozulur, modern imajı sarsılır!)

 

Yok yok, günahlarını almayalım; program konukları ve seyircileri arasında başörtülülere de rastlanıyor… Başörtülüler sadece sunucu/moderatör konumunda bulunamıyor…

 

Demek ki ılımlı laikçilerin yaptığı “kamusal alanda hizmet alan/hizmet veren” ayrımı gibi bir şey söz konusu!

 

* * *

Yazıklar olsun diyorum, başka da bir şey demiyorum.

 

Şimdilik!

 

Hakan Albayrak

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir nevi Muhammed Ali olarak milli takım

 

İslam dünyası yeni Muhammed Ali'sini buldu: Türkiye A Milli Futbol Takımı. Tamam, Muhammed Ali'nin anti-kolonyalist, anti-emperyalist, anti-faşist duruşu bu takımda yok…

 

Muhammed Ali'nin attığı sloganları atmıyor bu takım…

 

'Bütün Müslümanlar ve bütün dünya mazlumları için dövüşüyorum; zaferim onlara armağan olsun' gibi bir şey söylemiyor…

 

Ama, “aracın kendisi mesajdır” diyen McLuhan'ın kulakları çınlasın, “Allah” diyen Türkiyeli gençlerin Batılılara futbolda kök söktürmeleri (hiç değilse futbolda kök söktürmeleri), dünya Müslümanlarına bir tür rövanş duygusu yaşatıyor işte.

 

Dünya Müslümanları, Türkiye'nin Avrupa Kupası'ndaki maçlarını dualarla-niyazlarla izliyor ve kazandığı her zaferi coşkuyla kutluyorlar; bir zamanlar Muhammed Ali'nin boks ringlerindeki zaferlerini kutladıkları gibi.

 

Bunun spor sevgisiyle filan alâkası yok.

 

Hırvatlarla savaşta 50 bin evladını kaybeden Boşnak halkının Türkiye-Hırvatistan maçından sonra Saraybosna Tito Caddesi'ni ay-yıldızlı bayraklarla donatması şu anlama geliyor:

 

“Ey Hırvatlar! Müslümanlığı seçtiğimiz için bize yüzyıllardır 'Türk' deyip duruyorsunuz. 'Türk' diye diye kestiniz bizi. Bu maçtan önce de nerede sahipsiz bir Boşnak gördüyseniz 'Türk' diye üstüne çullandınız, acımasızca dövdünüz. Madem öyle, gelin böyle: Bugün gerçekten 'Türk'üz ve başınıza Türk kadar taş düşmesini kutluyoruz!”

 

Tito Caddesi'ndeki gösteri şu anlama da geliyor:

 

“Ey Tito! Gönüllerimizi Türkiye'den ve genel olarak İslam dünyasından koparmak için akla karayı seçtin; ama bugün, Osmanlı devletinden fiilen koparılışımızın 130'uncu yılında, senin adını taşıyan caddede ay-yıldızlı bayraklarla nümayiş yapıyoruz; ne haber?”

 

Yanlış anlaşılmasın; “emperyal” duygularım filan kabarmış değil.

 

Ümmet-i Muhammed'in 'metafizik dayanışması' devam ettiği ve Müslümanlar birbirini sahiplenip birbiriyle özdeşleşmekten vazgeçmediği için mutluluktan uçuyorum, o kadar.

 

Tito'nun fitnesi yerlerde sürünüyor, Nasır'ın ve Baasçıların vazettiği Osmanlı/Türkiye düşmanlığı da öyle.

 

Türkiye'nin Hırvatistan'ı yenmesiyle coşan Mısırlı kardeşlerimiz, Kahire sokaklarında sevinç gösterileri yapıyor…

 

Suriyeli kardeşlerimiz, Şam-ı Şerif sokaklarında sevinç gösterileri yapıyor…

 

Filistinli kardeşlerimiz, Gazze sokaklarında sevinç gösterileri yapıyor…

 

Bir Gazzeli, El-Cezire'nin internet sitesinde şöyle sesleniyor Türkiye'ye:

 

“Bize elektrik ve benzin kıtlığını unutturdun. Bizi sevindirdin. Başımızı öne eğdirmedin.”

 

Viyana'daki maçla Gazze'deki savaş arasında bir irtibat kuruyor Gazzeli kardeşimiz…

 

Müslümanların herhangi bir cephede Batılılara galebe çalmasını (velev ki Avrupa futbol cephesinde olsun), Batılıların boykot ve ambargosundan mustarip Gazze'nin 'rövanş'ı olarak görüyor...

 

Dikkat buyurun: “Başımızı öne eğdirmedin” diyor Türkiye'ye.

 

“Başımızı” diyor.

 

'Senin başın benim başımdır, benim başım senin başındır' diyor.

 

'Biz aynı vücudun uzuvları gibiyiz' diyor.

 

Ümmet şuuruyla konuşuyor.

 

Erbil'deki kahvehanelerde Türkiye için coşkuyla tezahürat yapan Kürtlerin 'motivasyon kaynağı' da hiç şüphesiz ümmet şuurudur.

 

Dünya kupalarında Cezayir'i, İran'ı hararetle destekleyen Türkler de Batılıların ve Batıcıların bütün fitnelerine rağmen korudukları ümmet şuurundan başka bir şeyle hareket etmemişlerdi.

 

Türklerin Arapları, Arapların Türkleri, Türklerin ve Arapların Kürtleri, Kürtlerin de Türkleri ve Arapları sevmediğini, bunlarla İranlıların da birbirini sevmediğini ileri sürenler halt ediyorlar!

 

Bazen farkında olmasak da biz Müslümanlar birbirimizi delicesine seviyoruz ve sevgimizi yeri-göğü inleterek haykırmak için 'gayri ihtiyari' fırsat kolluyoruz.

 

Din kardeşliğimiz bir gün 'kuvveden fiile' çıkıp bizi yeniden birleştirirse, emin olun, bu birliğin yanında Avrupa Birliği pek yavan kalacaktır.

 

Fransa milli futbol takımının Cezayir'i yenmesi hiçbir Alman'ı heyecanlandırmaz, çünkü sevinçte ve tasada birlik şuuru onlarda gelişmemiştir.

 

Gelişmemiştir, çünkü onları birbirine bağlayan bağ bizdeki gibi muhabbet dolu bir kardeşlik bağı değildir.

 

Avrupa Birliği, sadece ve sadece ortak çıkarlar üzerinde yükseliyor.

 

Halbuki bizim birliğimiz, hangi maddi saiklerle kurulursa kurulsun, her şeyden evvel İslam kardeşliğinin oluşturduğu muhabbet üzerinde yükselecektir.

 

Türkiye-Hırvatistan maçının İslam dünyasındaki yankıları bir kere daha gösterdi ki, “aşk imiş her ne var âlemde / ilim bir kıyl u kal imiş ancak”.

 

İslam dünyasını sevince boğan futbolcularımızı cân-ı gönülden tebrik ediyor ve hem başarılarının hem de bize yakışan duruşlarının devamını Cenâb-ı Hakk'tan niyaz ediyorum.

 

“Allah büyük”, “İnşaAllah”, “Allah'a şükür” diyen dilleri var olsun.

 

Amin velhamdu lillahi rabbi'l alemîn.

 

Hakan Albayrak

Share this post


Link to post
Share on other sites

İsrail rahatsız olmuş, çok şükür

 

Türkiye-Suriye ortak askeri tatbikatına ilişkin dünkü yazımın bir yerinde, 'Bu tatbikat Suriye ordusunu NATO-İsrail ile entegre etmeye matuf bir çabadır' gibi komplo teorilerinin üretilebileceğini (fakat benim böyle bir şeye ihtimal vermek istemediğimi) söylemiştim.

 

O satırları yazarken İsrail Saldırı Bakanı Ehud Barak'ın konuyla ilgili açıklamasından henüz haberdar değildim.

 

Barak, bu türden komplo teorilerini peşinen 'tekzip' etmiş.

 

Demiş ki:

 

"Türkiye ve Suriye tarafından gerçekleştirilen ortak askeri tatbikat bizim açımızdan rahatsız edici bir gelişmedir."

 

Ne güzel.

 

Ama daha güzeli de var:

 

İsrail Bar-İlan Üniversitesi Begin-Sedat Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdürü Prof. Efraim İnbar, Jerusalem Post gazetesine verdiği beyanatta, "Türkiye'nin bölgedeki Müslüman ülkelere yakınlaşma yolculuğunda yeni bir kilometre taşı oluşturan" Türkiye-Suriye ortak askeri tatbikatının İsrail'le beraber ABD ve NATO'yu da rahatsız ettiğini belirtti.

 

Bu rahatsızlık bizi ancak mesrur eder…

 

Fakat Efraim İnbar'ın beyanatında kafamı karıştıran bazı cümleler var:

 

"Ortak tatbikat Türk ordusunu da kızdırdı. Türk ordusu bu konuda mutlu değil. Suriye'yi sevmiyor ve onu problematik bir devlet olarak görüyor."

 

Allah Allah.

 

Türkiye bayrağı altında Suriyelilerle ortak tatbikat yapan ordu Yunan ordusu muymuş???

 

"Türk subayları ile temas içinde" olduğunu ileri süren Efraim İnbar, görüştüğü birkaç subayın Suriye aleyhtarlığını bütün orduya mal etmiş olsa gerek.

 

Türkiye-Suriye askeri yakınlaşması yeni bir şey değil.

 

Ortak tatbikatın şaşılacak bir gelişme olduğu da söylenemez.

 

2002 yılının Haziran ayında Türkiye Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ile Suriyeli meslektaşı Hasan Türkmeni arasında "Eğitim, Teknik ve Bilimsel İşbirliği Anlaşması" ve "Askeri İşbirliği Anlaşması"nın imzalanmasından beri devam eden bir süreç var.

 

Kıvrıkoğlu o anlaşmalarla ilgili açıklamasında demişti ki:

 

"Askeri personelimiz karşılıklı olarak eğitim ve öğretim kurumlarında kurslara devam edebilecek, karargâh ve kurumlarda müşterek eğitimlere katılabilecektir. Zamanla diğer alanlara da yaymayı kararlaştırdığımız askerî işbirliği ile ilişkilerde yeni bir dönem açılacaktır."

 

Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere 'sistematik' ve 'kurumsal' bir yakınlaşmadan söz ediyoruz.

 

Yine de, ordunun, Suriye ile ortak tatbikat konusunda gönülsüz olduğu, bu işi hükümet politikaları yüzünden ve kerhen yaptığı iddia edilebilir tabii.

 

Nitekim Efraim İnbar, "askerî liderlik diplomatların manevra yapmasına imkân tanıyor olabilir" gibi şeyler de söylüyor.

 

O da güzel.

 

Demokratik rejimler için, hükümet politikalarını beğenmese de o politikalara uyum sağlayan bir ordudan iyisi Şam'da kaysı.

 

***

 

Şimdi İsraillileri bırakalım da, Türkiye-Suriye yakınlaşması konusunda Arap kardeşlerimizin ne düşündüğüne bakalım…

 

Gerçek Hayat dergisindeki röportajlarıyla Ümmet-i Muhammed'in nabzını tutan Adem Özköse, bu hafta, Arap dünyasının en muteber gazetelerinden Kuds El-Arabî'nin meşhur yazarı Eymen Halid'le görüşmüş.

 

Mülakattan bir bölüm:

 

ÖZKÖSE- Türkiyeli bazı yazar ve aktivistler Türkiye ile Suriye arasındaki sınırların kaldırılması gerektiğini ve böyle bir girişimin İslam Birliği'nin nüvesini oluşturacağını savunuyorlar. Arap Dünyası bu düşünceye nasıl bakıyor?

 

HALİD- Biz bu düşünceyi bütün kalbimizle destekliyoruz. Bu düşünceyi gerçekleştirecek devlet adamları tarihe geçeceklerdir. Zaten Türkiye halkı ile Suriye halkının zihninde herhangi bir sınır yok. Suriye halkı Türklere büyük önem veriyor ve Türkleri çok seviyor. Türk dizilerinin Arap Dünyası'nda bu kadar büyük bir çapta ilgi görmesinin sebebi de Arapların Türkiye halkına duyduğu sevgidir. Türkiye Milli Takımı Avrupa Kupası'na katıldığında Arapların hepsi Türkiye Milli Takımı'nı destekliyorlar. Çünkü Türkler ve Araplar aynı dine ve kültüre sahiptir, aynı toprakların çocuklarıdır. Suriye bana göre Mısır'la birlikte Arap Dünyası'nın en önemli ülkesi. Ayrıca Suriye Yönetimi Türkiye ile olan ilişkilerini daha da geliştirmek ve Türkiye ile kardeş ülke olmak istiyor. Türkiye Suriye'nin kalbini kazanırsa bütün Arap Dünyası'nın kalbini kazanır. Çünkü Suriye Türkiye için Arap Dünyası'na açılan kapıdır. Türk Hükümeti bu kapıyı daha da aralamalı ve Suriye ile Türkiye arasındaki sınırlar bir an önce kalkmalıdır. (Gerçek Hayat, 24-30 Nisan 2009)

 

***

 

Gazeteci Mehmet Ali Birand, Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed'e sormuştu:

 

"Türkiye-Suriye ilişkilerindeki yakınlaşmayı nasıl tanımlayabiliriz? Bir ittifaktan, stratejik ortaklıktan söz edebilir miyiz? Yoksa, o kadar da ileri gitmeyelim mi dersiniz?"

 

Esed'in cevabı:

 

"Hayır, öyle demem. Ben, ne kadar ileri gidersek o kadar iyi olur derim."

 

Al benden de o kadar.

 

Hakan Albayrak

Share this post


Link to post
Share on other sites

Şii-Sünni meselesi

 

Fitne-fücur emperyalistlerin Arap dünyasındaki yerli işbirlikçileri, Sünni kitlelerin mezhebî hassasiyetlerini kışkırtarak, HAMAS ve genel olarak İhvan-ı Müslimin hareketinin Hizbullah/İran ile ittifakını maşeri vicdanda mahkum ettirmeye çalışıyorlar.

 

Gün geçmiyor ki Şark'ul Evsat gazetesi yahut Arabiya televizyonu 'İhvancılar üzerindeki Şia etkisinin doğurduğu büyük rahatsızlığa'(!) ilişkin bir haber yahut yorum yayınlamasın.

 

Sokaktaki Sünni Arap'ın aklını çelmeye matuf olan bu haber ve yorumlar küfre karşı ortak mücadele şuuruna sahip Sünni ve Şii Müslümanlar tarafından esefle karşılanırken, kâfir emperyalistleri zevkten dört köşe ediyor.

 

İran, Hizbullah, yahut Mukteda es-Sadr'la ilgili yazıklarımdaki İttihad-ı İslam hassasiyetini "Ehl-i Sünnet düşmanlığı" gibi gören bir kısım okurdan aldığım mektuplar da kâfir emperyalistleri zevkten dört köşe edecek cinsten.

 

Biraz basiret ve feraset, yâ hû!

 

Şia'da Sünnilerin kabul edemeyeceği şeyler elbette var… Tıpkı Ehl-i Sünnet çizgisinde Şiilerin kabul edemeyeceği şeyler olduğu gibi.

 

Şiiler arasında Sünnilerin canına okumaya can atan ve dahî buna teşebbüs eden kimseler elbette var… Tıpkı Sünniler arasında Şiilerin canına okumaya can atan ve dahî buna teşebbüs eden kimseler olduğu gibi.

 

Şimdi soru şu:

Kafayı bunlara takıp İslam dünyasını Şii-Sünni kavgasında boğmayı mı seçeceğiz, yoksa aramızdaki ihtilafları büyütmekten ve içimizdeki fanatik azınlıkların dümen suyuna girmekten Allah'a sığınarak safları sıklaştırmanın ve emperyalist saldırılar altındaki İslam dünyasını beraberce esenliğe taşımanın yollarını mı arayacağız?

 

"Tabii ki ikincisi" diyen sağduyu ehline kulak verelim:

 

İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Cemiyeti (Dâru't Takrib Beyne'l Mezâhibi'l İslâmiye)'nin kurucuları, "Allahu Teala'ya inanan ve Hz. Muhammed (s.a.v)'e son peygamber olarak iman getiren, Kur'an'ı ilahi kitab, Kabe'yi kıble olarak kabul eden ve beş maruf rükünlere iman getiren, ahirete iman edip dinin tartışma götürmez kesin hükümlerini tatbik eden her şahıs müslüman sayılır" diyorlardı…

 

Başta Mısır ve Filistin olmak üzere bütün Arap dünyasında İslami hareket rüzgârları estiren "Sünni" İhvan-ı Muslimîn Teşkilatı'nın kurucusu Şeyh Hasan el-Benna, İslami Mezhepleri Yakınlaştırma Cemiyeti bünyesinde, Sünnilerle Şiilerin müşterek akaid ve ilkeler etrafında toplanıp imanın bir şartı veya dinin bir rüknü olmayan ve dinin tartışma götürmez herhangi bir hükmünü inkar sayılmayan konularda birbirlerini mazur görmeleri fikrini amel sahnesine getirmek için çalışmıştı…

 

İran İslam Devrimi'nin beşiği sayılan "Şii" Fedain-i İslam Teşkilatı'nın kurucusu Nevvab Safevi, "Tağutların Müslümanlara zulmettiği, onları baskı altına aldığı her yerde ve her zamanda Müslümanlar mezhebi ihtilafları bir kenara atarak birbirlerinin dertlerine ortak olmalılar. Şüphesiz bizler düşmanın Müslümanlar arasında tefrika çıkarma planlarını boşa çıkarabiliriz. Çeşitli mezheplerin varlığının hiçbir zararı yoktur. Mezhepleri ortadan kaldırmak bizlerin elinden de gelmez. O halde ne yapmalıyız? Bizlerin görevi, kalplerinde hastalık olan kimselerin bu durumdan faydalanmalarına izin vermemek olmalıdır" diyordu…

 

Ve Nevvab Safevi, Suriyeli Şiileri, "Kim gerçek bir Caferi olmak istiyorsa İhvan-ı Muslimin'in saflarında yer alsın" diyerek, Sünni kardeşleriyle ortak mücadeleye çağırıyordu…

 

Tıpkı Lübnan'daki Sünni ulemanın önde gelen temsilcilerinden Şeyh Fethi Yeken'in bugün Sünnileri Hizbullah'la dayanışmaya çağırması gibi…

 

Tıpkı Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrallah'ın Şiileri Fethi Yeken'in arkasında namaz kılmaya çağırması gibi…

 

Tıpkı Hamas liderliğinin Arap dünyasını İsrail ve ABD'ye karşı İran'ın yanında yer almaya çağırması gibi…

 

Din kardeşliğini hiçbir fitneye kurban etmeyen sağduyu ehline selam olsun!

 

Hakan Albayrak

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mayın tarlasında zorunlu bir açıklama

 

1. Tayyip Erdoğan'dan nefret edenlere yâr olmam, çünkü ben Tayyip Erdoğan'ı seviyorum.

 

2. AK Parti'li değilim, ama “AKP”ye vurmak için fırsat kollayanlardan hiç değilim.

 

3. Başbakan'a ve AK Parti Hükümeti'ne karşı daima adil olmaya çalıştım; iyi bir şey yaptıklarını düşündüğüm zaman hiçbir komplekse kapılmadan tebrik ettim, kötü bir şey yaptıklarını düşündüğüm zaman da hiçbir komplekse (yahut korkuya) kapılmadan tenkit ettim.

 

4. Türkiye-Suriye sınırındaki mayınlı arazilerle ilgili kanun bana göre sorunlu bir kanundur. Ahmet Taşgetiren ağabeyin de dediği gibi “AK Parti'nin bu mayınlı alana sürülmemesi lazımdı”. Başbakan ve AK Parti Hükümeti'nin hatalı olduğunu düşünüyorum. Onları bu konuda -ve hatalı olduklarını düşündüğüm başka konularda- elbette tenkit edeceğim.

 

5. Başkaları “AKP yıpransın” diye tenkit edebilir; ben “AK Parti toparlansın” diye tenkit ederim. Beşinci Raşid Halife olsaydı yine tenkit ederdim. Zaten raşid halifeler tenkidi bizzat kendileri davet ederlerdi.

 

6. Eski Başbakanlık Sözcüsü, yeni Radikal Yazarı Akif Beki, 27 Mayıs 2009 tarihli ve “Başbakan 'faşizan' tarlasında” başlıklı yazısında dedi ki: “Sonunda bir Başbakan, faşizan anlayışlara meydan okuyor. Büyük hadisedir. Bence Davos çıkışından da büyük... Şimon Peres'e 'One minute!' diye kükremesinden de cesur... Davos'taki duruşuyla ayranımızı kabartmıştı. Ama asıl mesele, lazım geldiğinde kabaran ayranları söndürebilecek miydi? Onu da yaptı. Hem, Filistin'de hak-hukuk tanımadığında İsrail'e kafa tuttu... Hem de gün geldi, ırkçı hezeyanlara karşı İsrailoğulları'nı himayesine aldı…” Tüylerim diken diken oldu bu satırları okurken. Irkçılığın ve faşizmin dibini bulan Siyonist Soykırım Rejimi'ne karşı olmayı “ırkçı hezeyan” gibi görüyor / gösteriyor Akif Beki. Ve ekliyor: “Bir de baktık ki... Yeni Şafak yazarı Hakan Albayrak, CHP'li Onur Öymen'le, Canan Arıtman'la, MHP'li Oktay Vural'la, Tunca Toskay'la aynı safta buluşuvermişler.” Ayıptır! İsrail'e karşı hassasiyet gösterince ve Başbakan'ı da Davos'ta sergilediği hassasiyeti yeniden kuşanmaya çağırınca “faşizan” tarlasında 'ulusalcı' mı oldum? Akif Beki ve benzerleri beni yukarıda mezkûr zevat ile aynı kefeye koymasın diye “Ha İsrail ha yerli sermaye, küreselleşen dünyada böyle ayrımlar anakronik kaçıyor, yaşasın neo-liberalizm” filan mı diyeyim? Neyse ki AK Parti tabanı Akif Beki gibi düşünmüyor.

 

7. Konuyla ilgili yazılarıma AK Parti tabanından gelen tepkilerin tamamına yakını destek mahiyetinde. Bir-iki kişi hariç, hiç kimse, “AK Parti düşmanlarının değirmenine nasıl su taşırsın? Başbakan'ımızı nasıl hedef alırsın?” filan demedi. Bunu çok önemsiyorum, çünkü niyetimin bağcıyı dövmek değil üzüm yemek olduğunu anlatamaz hale geldiğimde yazı yazmamın bir anlamı kalmaz.

 

8. Suriye sınırındaki arazileri mayın temizleme karşılığında kiraya vermeyi iki yıldır ihtiras derecesinde arzu eden, asıl tercihi başından beri bu olan, işi Savunma Bakanlığı vasıtasıyla yaptırmak ve Maliye Bakanlığı'na “hizmet alımı yoluyla mayın temizliği” için ihale açtırmak gibi seçenekleri kanuna kerhen koyan AK Parti Hükümeti'nin ne yapmaya çalıştığı, niye yapmaya çalıştığı, Kürt meselesinin çözümü ve derin devletin tasfiyesi gibi çetrefilli mevzuların orta yerinde her zaman olduğundan daha güçlü olması gerekirken bu 'gizemli' inat uğruna güç kaybetmeyi ne diye göze aldığı, onca tepkiyi durduk yerde üzerine çekerken hangi akla hizmet ettiği, benim için hâlâ merak konusu.

 

9. Gözümü Suriye sınırından ayırmıyorum. Konuyu takip etmeye devam edeceğim inşaallah.

 

10. Yeni Şafak'a devam. Asayiş berkemal.

 

* * *

Milli Görüş hareketinin duayenlerinden Hazım Oktay Başer vefat etti. Yıllar önce bir hastane odasında kendisiyle şen-şakrak sohbet etmiştik. Ağır hastalığına rağmen koruduğu neşesinden çok etkilenmiştim. Öbür dünyada da neşeli olur inşaallah. Cenab-ı Hakk, Hazım amcaya rahmet eylesin… Yakınlarına Sabr-ı Cemil ihsan eylesin… Amin.

 

Hakan Albayrak

Share this post


Link to post
Share on other sites

Yetti be!

 

AK Parti Hükümeti ve Gülen Hareketi'ne kafayı takmışlar; askerlik mesleğini bir kenara bırakıp yine siyaset ve toplum mühendisliğine soyunmuşlar… Yine “durumdan vazife”, yine “irtica İle mücadele eylem planı”, yine demokratik hukuk devletine tuzak… Utanmadan, arlanmadan, akıllanmadan!

 

Bu kepazeliğe daha ne kadar katlanacağız? Vatanın-milletin enerjisini tüketen bu askerî müdahale geleneğini daha ne kadar sîneye çekeceğiz? Millet iradesini temsil eden siyasetçiler, devlet adamları, başbakan ve cumhurbaşkanı bu tehditlere daha ne kadar pabuç bırakacak? Alttan almaya daha ne kadar devam edecekler? “Aman ordu yıpranmasın, gözbebeğimize bir zarar gelmesin!” aymazlığı ne zaman bitecek?

 

“Ordu yıpranmasın” diye diye ordunun yozlaşmasına hizmet ediyorlar. Şunu görmüyorlar, fark etmiyorlar, anlamıyorlar: Ordunun siyasete müdahalesini mümkün ve hatta kaçınılmaz kılan mevcut sistem radikal bir şekilde değiştirilip, askerler siyasetin “s”sine bile bulaşamaz hale getirilmedikleri müddetçe, bu iş böyle devam eder. Fethullah Gülen Hocaefendi “müessese ile bir derdimiz yok” diyor, ama aslında bütün derdimiz “müessese” ile. Daha doğrusu, “müessese”nin mevcut hali ile. Mesele kurumsal bir meseledir. Bunu idrak etmeden meseleyi çözemeyiz.

 

Üç-beş kendini bilmezden kaynaklanan bir mesele değil, kurumsal bir mesele, evet:

 

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 28 Şubat “post modern” darbesinin lideri veya en azından 'himayecisi' idi…

 

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu 28 Şubat'ın “gerekirse 1000 yıl” süreceğini söylemişti…

 

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök darbeye karşı olduğu için silah arkadaşları tarafından marjinal muamelesi görmüş ve onun döneminde bile kuvvet komutanları seviyesinde darbe planları yapılabilmişti...

 

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 27 Nisan Muhtırası'na imza atmıştı...

 

Ayyuka çıkan darbe teşebbüsü iddialarının gereğini yapacağı yerde “cemaatlere karşı tedbir”le uğraşan şimdiki Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da 'askerin üstüne vazife olmayan işler'le uğraşma geleneğini devam ettiriyor…

 

Böyle gelmiş, böyle gidiyor…

 

Genelkurmay Psikolojik Harekât Daire Başkanlığı'nın hazırladığı “irtica ile mücadele eylem planı”nın hesabı sert bir şekilde sorulmazsa, daha çok gider…

 

'Yakışmıyor', 'hoş olmuyor', 'böyle şeyler en çok orduya zarar veriyor' gibisinden mıy-mıy tepkilere tahammülümüz kalmadı. Başbakan'ın “demokrasiyi koruyup yaşatacağız” açıklaması da yetersiz. Nasıl yaşatacaksınız? Yaşatmak için tam olarak ne yapacaksınız? Demokrasinin içine tüküren bu askeri müdahale geleneğine son vermek için hangi adımları atacaksınız? Ne zaman?

 

Hükümet, “siyasi ve toplumsal hayata askeri müdahalelerle mücadele” için şöyle bir “eylem planı” hazırlayıp derhal yürürlüğe koymalıdır:

 

1. AK Parti ve Gülen Hareketi'ne komplo mahiyetindeki eylem planının 1 numaralı sorumlusu olan –ve zaten Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada “cemaatler”le savaş hazırlığı içinde olduğunu faş eden- Genelkurmay Başkanı'nın istifası istenecek.

 

2. Siyasete ve toplumsal hayata müdahale ettikleri veya buna teşebbüs ettikleri veya bunu planladıkları iddia edilen Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları hakkındaki soruşturma sivil merciler tarafından yürütülecek.

 

3. “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” skandalına karışan / geçmişte bu tür işlere karışmış olan / gelecekte bu tür işlere karışabilecek olan subaylar Bakanlar Kurulu kararıyla ordudan ihraç edilecek ve sivil mahkemelerde yargılanacak. Mevzuat buna uygun hale getirilecek.

 

4. Genelkurmay Başkanı'nın nasıl görevden alınacağına açıklık getirmeyen (görevden alınmasına el vermeyen) kanunlar değiştirilecek, Bakanlar Kurulu Genelkurmay Başkanı'nı istediği zaman görevden alabilecek.

 

Bir şey daha: Askeri mahkemeler, siyasi ve toplumsal hayata tecavüz mahiyeti taşıyan belgeleri milletten gizleyemeyecek! Bunlara yayın yasağı getiremeyecek! Basını sansür edemeyecek!

 

Nedir bu kardeşim? 12 Eylül dönemine geri mi döndük?

 

Hakan Albayrak

Share this post


Link to post
Share on other sites
Nedir bu kardeşim? 12 Eylül dönemine geri mi döndük?

Daha çıkamadık ki o dönemden.Hala 'Asker' mamulü bir anayasamız var.Orduyu siyasetten çekmekden de önce şu TSK damgalı Anayasa tez elden değişmelidir.

 

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hakan Albayrak, çok kıymetli biri... Sevdiğim, örnek almaya çalıştığım bir eylem adamı; ama Cafcafta da dendiği gibi evde oturarak örnek alınmıyor kendisi :)

 

Gelgelelim Hakan Ağabey'den şu sorularıma cevap vermesini beklerdim :( [köşesinde bi yerde cevapladı da ben gözden kaçırdıysam peşinen özür dilerim ]

 

 

Esselam kıymetli ağabeyim...

 

Gerçi Yeni Başlayanlar İçin Kürt Meselesi yazınızı okudum; ama yine de meseleyi çözemiyorum...

 

1-

 

Elbetteki 12 Eylül yönetiminin yaptığı zulümleri sahiplenecek değiliz, elbette zalimlerden hesap sorma boynumuzun borcudur; ama bir zulum var diye bir başka zulümü haklı görmek; haklı görmesek bile doğal saymak ne derece doğru ?

Terörle mücadele adı altında yapılan kirli savaş demişsiniz... Yakılan köy tabiri kullanılınca sanki insanlar çoluk çocuk yakıldı yanılgısı uyanıyor zihinlerde ki bu da Kürtçülük yapanların da en çok kullandığı sömürü malzemesi.

 

Devletin olağanüstü koşullarda köy boşaltma hakkı yok mudur, tehcire tabi tutulan insanların hakkının verilmesi gerekir tabi ama; belki bu yöndeki bir eksiklik haklı bir tedbiri zulüm mü yapar ? Eğer varsa bir zulüm aynı haklar başka bir yerde sağlanılmazsa vardır.

Teröriste mevzi oluşturuyorsa koru yakılır tabi, teröriste destek sağlıyorsa köy boşaltılır tabi... İslamda kolluk kuvveti aşikar bir hatayı çok sert tedbirlerle ortadan kaldırmaz mı, bunu yapmak dine aykırı mıdır ?

 

Kültürel meselelerde çok ciddi bir iyiye gitme sözkonusu iken, hala aynı 12 Eylül havası varmış gibi davrananları yarası var haklı mantığı ile makul görmek ne derece doğrudur? Bu bir yahudi taktiği değil mi, soykırımı hatırlatıp her türlü cinsiliği haklı göstermek değil mi?

 

 

2-

 

Türklüğe üstünlük vehimleri yüklemeden Türk'ün devletçilik geleneğini ve tarihi müktesebatını, Hilal'in haça karşı yeniden yükseklişe geçebilmesinin yolu olarak görmek; neden bir Kürt'ü rahatsız eder ki ? Bunu savunmakla İslam ahlakına aykırı mı davranmış oluyorum sizce?

Üniversitedeyim, kyk yurdundayım... Buraya ülkücü arkadaşlar hakimler, toplantıları oluyor, çağırıyorlar gidiyorum. Bu sefer Kürt kökenli arkadaşlar beni zalimlikle suçluyor; ama şunu biliyorum ki, ülkücüler olmasa, burada bölücülerin ve komünistlerin sesi yükselecek. Ben milliyetçilik yapınca zalim ve İslam ahlakını terketmiş oluyorum (milliyetçiliği Aliya'nın lanetlediği anlamıyla değil, Üstad Necip Fazıl'ın tanımladığı manasıyla kullanıyorum) ama Kürtler milliyetçilik yapınca bir de ezilmişlik iddiasının verdiği mukaddes hakları oluyor.

 

İslamı 'güzel ve asil olan her şeyin, dünyadaki Müslüman halklar için dahası iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun, onlar için onurlu ve özgür bir hayatın kısacası uğrunda yaşamaya değer her şeyin diğer adı' bilen biri ülkücülerle selamlaşamaz mı sizce, bu zulme ortaklık mıdır ?

 

Kürt ne yapayım başka çarem yok deyip Dtp'ye sığınabilirken bu normal, makul, kendince haklı... Biz bunu anlayışla karşılamak zorundayız, ama Türk tarihi sorumluluğuyla milliyetçi olunca İslam kardeşliğine ihanet etmiş oluyor, bu nasıl mantık ağabey ?

 

 

Metin Bosnalı

Üniversite Öğrencisi (1. sınıf)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hakan abiye mail ile gönderdiniz mi bu sorularınızı? Herhalde gönderdiniz ki cevap talebinde bulunuyorsunuz :(

Share this post


Link to post
Share on other sites

Hakan abiyi anlamak için eskilere gitmek lazım. Yani şimdiki yazdıklarına bakarak bir şeyler demek zor. Almanya hayatını, Türkiye'ye gelişini, yazmaya nerede ve nasıl başladığını, niye hapis yattığını, neden Afrika'yı canhıraş dolaştığını ve sevdiğini, İttihad-i İslam ülküsünü ve gayretlerini vs.

Ben sordum söyledi, kafama takılanları ve anlamakta zorlandıklarımı? Nedir, ne değildir, ne olması gerekmektedir abi dedik cevapladı bir kaç defa sağolsun.

Seviyor ve saygı duyuyorum bu adama. Hem karizma, hem müslüman, hem de eylemde her vakit. Hatta birisinin Hakan abi için kullandığı bir ifade var.

Hakan Albayrak kim?

Cevap: Allah-u Ekber diyen adam.

Share this post


Link to post
Share on other sites

El Hak öyledir, Allah istikametten ayırmasın. Koca çınarları devrilmiş görmek çok acı veriyor...

 

Evet kardaş, mektup(mail) atmıştım.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Türkiye-Suriye eksenindeki muhteşem gelişmeler

 

Hicaz Demiryolu'nun –Mekke bağlantısı da tamamlanarak- yeniden faaliyete geçmesi için Türkiye, Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan hükümetleri arasında mutabakata varıldığına ilişkin gazete haberlerini okurken, "Vize uygulamaları kalksa da pasaportumuzu kaptığımız gibi trene atlayıp bu coğrafyayı rahat rahat gezebilsek, Müslüman halklar birbirlerini çatkapı ziyaret edebilseler" diye bir yazı yazayım demiştim.

 

O yazıyı yazmama fırsat kalmadan bu yöndeki ilk adım atıldı; Türkiye ve Suriye karşılıklı olarak vizeyi kaldırdı.

 

Üstelik, ortak bakanlar kurulu toplantıları düzenlenmesini (bir nevi koalisyon hükümeti kurulmasını) öngören Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Anlaşması da imzalandı "iki ülke" arasında.

 

"İki ülke"yi tırnak içine alıyorum, çünkü Türkiye ve Suriye derken aslında tek ülkeden bahsediyoruz.

 

Aradaki saçma sapan sınırı biz çizmedik; fitne olsun diye Frenkler çizdiler.

 

Vize uygulamasına son verme kararı, bu fitneyi aşma yolunda bir kilometre taşıdır.

 

Yakın bir gelecekte pasaport ve hatta nüfus kâğıdı ibraz etme mecburiyeti de kalkacak, tamamen serbest dolaşım uygulamasına geçilecektir inşaallah.

 

"O kadar da değil!" demeyin…

 

10 sene evvel "Türkiye ile Suriye arasında vize kalkabilir" diye yazsaydım, bundan daha 'inanılmaz' bir 'öngörü'de bulunmuş olurdum.

 

Türkiye'nin Suriye öncelikli Ortadoğu açılımı sayesinde şartlar radikal bir şekilde değişti.

 

10 sene evvel, Türkiye'yi ziyaret eden ve yahut Türkiye'den ziyaretçi kabul eden bir Suriyeli, "Muhaberat" tarafından günlerce sorgulanırdı.

 

Bugün ise, Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, "Şam'dan Halep'e gider gibi Türkiye'ye" ve "İstanbul'dan Ankara'ya gider gibi Suriye'ye" gidilebileceğini müjdeliyor.

 

Ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed, "yüzyıllardır aynı kültürü paylaşan insanlar"ın yabancı güçler tarafından "bölündüğü"nü belirterek, "bölgenin bütünlüğü içinde ilişkileri güzelleştirme"nin ve "bölgeyi yeniden inşa etme"nin gereğine işaret ediyor.

 

Dikkat buyurun; bölünmeden şikâyet ediyor, "bölgenin bütünlüğü"nü vazediyor, açıkça 'entegrasyon' mesajı veriyor…

 

Diyor ki:

 

"Suriye ve Türkiye arasındaki ilişkiler fevkalade gelişti. Bu bizi çok mutlu ediyor… Biz aslında yeni bir şey yapmıyoruz; her şeyi aslına –ihya edilmesi gereken eski haline- döndürüyoruz… Geçmiş dönemlerde birçok hatayı üst üste bina ettik... Yüzyıllardır aynı kültürü paylaşan insanlar, yabancı güçlerin oyunlarına alet olarak, bölündü. Bu yabancı güçleri eleştirmek kolaydır. Asıl hatayı kendimizde aramalıyız. Çatışma ortamında ortak çıkarlarımızı göremedik. Topraklarımızın işgal edilmesi ve bölgede insan haklarının çiğnenmesinin sebebi sadece sömürgeci güçler değildi. Bizim hatalarımız da vardı. Aramızdaki sorunların çözümünü uluslararası güçlere havale ettik, onların aleti olduk… Bölge ülkeleri kendi sorunlarını kendi aralarında çözmeli... Şimdi, bölgeyi yeniden inşa etmek için harekete geçmiş bulunuyoruz… Irk ve din ayrımı gözetmeksizin bölgenin bütünlüğü içinde ilişkileri güzelleştirmeye çalışmalıyız. Buna Türkiye ve Suriye olarak başladık. Başka bir yol yok."

 

Bu, 'Çırağan Ruhu'dur.

 

* * *

Pazartesi günü 'Çırağan Ruhu'nu konuşalım…

 

Hayırlı bayramlar.

 

Hakan Albayrak

Share this post


Link to post
Share on other sites

'Tam ve gerçek anlamda entegrasyon'

 

Türkiye ve Suriye'nin karşılıklı olarak vize uygulamasını kaldırması, "iki ülke" arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması imzalanması ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esed'in bu münasebetle yaptığı konuşmada bölge ülkelerini Suriye-Türkiye örneğini takip ederek safları sıklaştırmaya çağırması ile ilgili yazımı, "Bu, 'Çırağan Ruhu'dur" diye bitirmiştim…

 

Kaldığımız yerden devam edelim:

 

"Bölgesel sorunların bölge ülkeleri tarafından çözülmesi gerektiğini, aksi takdirde yabancı ülkelerin müdahalelerinin kaçınılmaz olacağını" savunan Türkiye, Irak'a komşu ülkelerin dışişleri bakanlarını 23 Ocak 2003 günü Çırağan Sarayı'nda topladığında, anlı-şanlı "siyasi gözlemciler"in neredeyse hepsi "Bu işten bir şey çıkmaz" havasındaydılar.

 

Ama çıktı işte.

 

Çıktı, çıkıyor ve çıkmaya devam edecek inşaallah.

 

Dönemin Başbakanı Abdullah Gül ve bilhassa Ahmet Davutoğlu hocamızın gayretleriyle düzenlenen Çırağan toplantısının gündemi Irak meselesinden ibaret değildi; sonuç bildirgesinde Irak krizinin barışçı yollardan çözümünün hedeflendiği belirtildikten sonra, "Bu süreç, ayrıca, bölgemizdeki sorunların çözümüne ve herkes için barış, güvenlik ve gönencin sağlanmasına kadar devam edecektir" deniliyordu.

 

Davutoğlu, toplantıdan sonra verdiği demeçlerde, metne kendisinin koydurduğundan emin olduğum "herkes için barış, güvenlik ve gönencin sağlanmasına kadar devam" ifadesinin altını çizerek, bu girişimin 'stratejik derinliğini' kavramakta güçlük çekenlere yardımcı olmaya çalışmıştı.

 

'Açılımlar Ülkesi Türkiye'yi ve Ortadoğu'da esmeye başlayan 'yeniden yapılanma' rüzgârını iyi okumak için, okumaya o günlerden başlamak lazım.

 

Hatta, Davutoğlu'nun, ilk baskısı 2001 yılında yapılan "Stratejik Derinlik" adlı kitabından başlamak lazım.

 

Türkiye'nin bugünkü Ortadoğu (ve Kafkasya, Balkan, Afrika…) politikalarının temelinde bu kitaptaki tezler yatıyor; Davutoğlu'nu öteden beri takip edenlerin çok iyi bildiği gibi, ABD'nin "Büyük Ortadoğu Projesi"nden çok önce şekillenen tezler.

 

Kim ne derse desin, Türkiye Ortadoğu'da KENDİ PROJESİNİ uyguluyor ve KENDİ İRADESİYLE hareket ediyor.

 

(Aynı şey "Demokratik Açılım" ve "Ermeni Açılımı" için de geçerli.)

 

Uluslararası konjonktürün şu veya bu etkisi -yahut uluslararası konjonktürle şu veya bu 'örtüşme'- bu gerçeği değiştirmez.

 

Şahit olduğumuz gelişmeler, Türkiye'nin inisiyatifiyle başlayan Çırağan Süreci'nin devamıdır.

 

Başladığı gün bittiği zannedilen Çırağan Süreci devam ediyor, evet.

 

Türkiye ile Suriye arasında vize uygulamasının kalkması ve Türkiye'nin hem Irak hem de Suriye ile "Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği"ne gitmesi gibi muazzam ivmeler kazanarak devam ediyor...

 

İnanılmaz bir süratle devam ediyor…

 

Geçen hafta, Suriye ile entegrasyon yolunda atılan tarihî adımların ilan edilmesinin üzerinden 24 saat bile geçmeden, Türkiye-Irak Stratejik İşbirliği Konseyi 1. Bakanlar Toplantısı ('ortak hükümet antrenmanı') yapıldı.

 

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, "Bu, ikili ilişkilerimiz bağlamında önemli bir dönüm noktası olduğu gibi bölgemizde de yepyeni bir model ortaklık anlayışının ilk örneğini oluşturmaktadır… Hedefimiz, ülkelerimiz arasında tam ve gerçek anlamda en kapsamlı şekilde ekonomik entegrasyonun sağlanmasıdır. Bundan sonra gerçekleştireceğimiz projelerle Basra ve Edirne birbirine bağlanacaktır. Bağdat ile İstanbul'un kaderleri ortak olacaktır. Sınır boylarımızda iki kardeş halk, geleceklerini birlikte şekillendireceklerdir… Aynı mekanizmayı Suriye ile de kuracağız…" müjdesini verdi.

 

Çırağan Sarayı'nda (yine Çırağan) düzenlenen toplantıda, ilişkileri bir süredir fevkalade gergin olan Irak ve Suriye'nin dışişleri bakanları bir araya getirilerek, bu iki devlet arasındaki sorunların medeni bir şekilde çözülmesi için gerekli vasatın oluştuğu müjdesi de verildi.

 

Dahası, Türkiye-Irak ve Türkiye-Suriye stratejik işbirliğinin ötesine geçip Türkiye-Irak-Suriye stratejik işbirliğini sağlayacak üçlü bir mekanizmanın kurulması konusunda zihin jimnastiği yapıldı.

 

Suriyeli üstadımız Cevdet Said'in kulakları çınlasın…

 

Bir makalesinde şöyle diyordu, bundan 10 sene evvel:

 

"Ben Arapların ve bütün Müslümanların da zorlama olmaksızın Avrupa Birliği benzeri bir birlik oluşturabilmelerini bütün kalbimle temenni ediyorum… Çoğumuz Avrupa Birliği'ni tev'il etmekten (okumaktan) aciziz. Ortak çıkarlar üzerinde ittifak ettiklerini söyleyerek Avrupalıları eleştiriyor ve küçümsüyoruz. Çıkarlar üzerinde anlaşmak ayıp mıdır? Keşke Araplar ve bütün Müslümanlar da ortak çıkarlar üzerinde anlaşabilseler ve zillet ve meskenetten kurtulabilselerdi." (El-Mecelle, Sayı 1084)

 

Zillet ve meskenetten kurtulmak için ilk adımlar nihayet atılmış bulunuyor.

 

Tünelin ucunda ışık göründü arkadaşlar.

 

Bayramınız mübarek olsun.

 

Hakan Albayrak

Share this post


Link to post
Share on other sites

Kürt Ergenekonu iş başında

 

DTP'li Selahattin Demirtaş, "Öcalan'ın yeni hücresi eskisinden küçük" diyor. DTP'li Emine Ayna ise "Sorun odanın küçüklüğü-büyüklüğü değil, Öcalan'ın muhatap alınmaması" diyor. Ben de "Odanın küçüklüğü-büyüklüğü bir yana, Öcalan'ın muhatap alınmaması da bir yana, devletin Kürt siyasetinin müsbet yönde radikal bir değişime uğradığı ve en çok Kürtlere zarar veren 'derin devlet'e karşı esaslı bir mücadelenin yürütüldüğü şu konjonktürde sokakların PKK sempatizanları tarafından ateşe verilmesini ve DTP'nin bu ateşi beslemesini mazur göstermek için söylenen her şey fasa fisodur" diyorum.

 

Demokratik açılımla ilgili Meclis oturumunun 10 Kasım'da (Cumhuriyetin kurucusunun ölüm yıldönümünde) yapılmasını devletin ve toplumun hassasiyetleri gözetilmediği gerekçesiyle eleştiren DTP'liler, bu olağanüstü inceliklerini Kürt açılımı ve derin devletle hesaplaşma konusundaki hassasiyetler söz konusu olunca niye göstermiyorlar? Bu süreci baltalamak -mesela DTP'yi kapatmak- için fırsat kollayanların eline niçin koz veriyorlar? Yoksa bu sürecin başarılı olması ihtimali onların da mı ödünü patlatıyor? Öyle olsa gerek.

 

Gerçek Hayat dergisi ve Bursa Olay gazetesi yazarı Nihat Nasır'a göre, "DTP'liler başta bu açılım işini ciddiye almamışlardı. Başbakan Erdoğan 2005 yılında olduğu gibi bir şeyler söyleyip geçer, işin arkası gelmez diye düşünüyorlardı. Onun için açılımı destekler gibi yaptılar. İşin ciddiye bindiğini gördükleri yerde ise tornistan ettiler. 'Ergenekon' düzeninin yıkılması işlerine gelmiyor."

 

Kaideyi bozmayan istisnaları ayrı tutarak söylüyorum; PKK ve DTP kadrolarının Ergenekon Davası'na nasıl mesafeli durduklarını, faili meçhul 'derin devlet' cinayetlerini aydınlatma çabalarına ve darbecilerin yargı önüne çıkarılmasına nasıl ilgisiz kaldıklarını, bu konularda hiçbir sevinç ve heyecan emaresi göstermediklerini, tam tersine bunlardan rahatsız oldukları yönünde işaretler verdiklerini fark edip de Nihat Nasır'a katılmamak mümkün değil. Kirli savaş düzeni değişecek diye ödleri koptu ve şimdi bu düzenin değişmemesi ihtimalini kutluyorlar.

 

Emine Ayna'ya bakar mısınız? "Açılım bitti arkadaşlar" derken ne kadar da sevinçli. İzmir'de DTP konvoyuna saldırı ve PKK sempatizanı gençlerin polisle girdikleri çatışmalardan mütevellit yeni atmosferde (daha doğrusu eski atmosferde) ne kadar da mutlu. Büyük bir felaketin eşiğinden dönmüş gibi, kâbus dolu günleri geride bırakmış gibi, kudurmuş dalgalardan kurtulup salim bir limana yanaşmış gibi, mutlu ve huzurlu. 'Eski güzel günler'e dönmüş olmanın sevinci gözlerinden okunuyor.

 

Neymiş? Hükümetin İmralı'ya yaklaşımı ve İzmir hadisesi açılımı bitirmişmiş! Ne yani; İmralı konusunda DTP'nin istediği noktaya gelinmedi diye, Kürtlerin birçok maddi ve manevi yarasını sarmaya dönük adımlar -ve bu adımların vaat ettiği yeni adımlar- kıymetsiz mi sayılmalı? İzmir'de bazı densizler DTP konvoyuna saldırdılar diye savaş tamtamları mı çalınmalı? En ufak bir provokasyonda / sabotajda "Açılım bitti" diye zil takıp oynamak da ne oluyor? Nihat Nasır'ın dediği şey değilse ne?

 

Önceki gün, gösterilerde bir üniversite öğrencisi polis tarafından öldürüldü. Yangının üstüne körük. Tam da Emine Ayna'nın ağzına layık bir trajedi. "DTP'yi de kapattırdık mı iş tamam" diye düşündüğüne eminim.

 

Neyse ki hükümet, gelişmeleri doğru okuyor. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, dün düzenlediği basın toplantısında, provokasyona gelmeyeceklerini, açılımı sabote etmeye çalışanların dümen suyunda gitmeyeceklerini, gösteride ölen genç için inceleme başlattıklarını, demokrasiyi teröre feda etmeyeceklerini ifade etti ve sözlerini "Durmak yok, yola devam" diye bitirdi. Kürt Ergenekonu için kötü haber. İnşaallah Anayasa Mahkemesi bu 'kötü haber'i DTP'nin kapatılması yönünde karar vererek telafi etmez!

08 Aralik 2009 / Hakan Albayrak

Share this post


Link to post
Share on other sites

Bir büyükdoğu cu olarak Hakan Albayrak'ın şii-sünni kardeşliği ve Irak'taki olaylar konusundaki yaklaşımını benimsemiyorum.

 

Ehli Sünnet vel cemaat'in şiiler hakkındaki görüşü bellidir. Onlar her devrin haini olarak, geçmişte Osmanlıya karşı Venedik ile, Batı ile işbirliği yaptıkları gibi, günümüzde de hiçbir cihad-mücadele bölgesinde savaşmamışlardır. Aksine, AFganistan ve Irak'ta açıkça Batı ile işbirliği içindedirler.

 

Bir Hakan ALbayrak furyasıdır gidiyor, her ağıza bal çalıyor, Akp ye çalıyor, Fettulh Gülen /cilere çalıyor, hiç Necip Fazıl Fikriyatından bahsetmediği halde "bizimkiler"i bile etkiliyor.

 

Soralım Humeyni nasıl ? Büyük imam! ona göre!...

 

Kendinden olandan kaçıp / görmezden gelip, bidat sahibine iltifat etmek bu olsa gerek...

Share this post


Link to post
Share on other sites

HAMAS'ın kuruluş yıldönümü ve Gazze konvoyu

 

El-Aksa Televizyonu, Hamas'ın 22. kuruluş yıldönümü münasebetiyle Gazze'de düzenlenen mitinge 1 milyon kişinin katıldığını ileri sürmüş.

 

Tarafsız gözlemciler ise 200 bin kişilik bir katılımdan söz ediyor.

 

Diyelim ki 200 bin…

 

Toplam 1.5 milyonluk Gazze nüfusunun yaklaşık 8'de biri…

 

Türkiye'de 9-10 milyon kişinin bir mitingde toplandığını tasavvur edebiliyor musunuz?

 

Öyle bir şey.

 

Müthiş bir şey.

 

ABD, İsrail ve müttefiklerinin bütün güçleriyle üstüne çullanıp "HAMAS'tan vazgeçmezsen seni boğarız" dediği ve yıllardır boğmaya çalıştığı Gazze halkı, "Her şeye rağmen HAMAS" demeye devam ediyor.

 

Nasıl devam etmesin?

 

Filistin Özerk Yönetimi diye bir şey varsa, HAMAS kadrolarının yönettiği İNTİFADA'nın 1991 yılında İsrail'i müzakere masasına oturmaya zorlaması sayesinde var…

 

İsrail ordusu 2005'de Gazze'den çekildiyse, HAMAS'ın direnişi sayesinde çekildi…

 

İsrail'in Doğu Kudüs'ü ilhak kararı bir oldu-bittiyle uluslar arası topluluğun onayından geçirilemediyse, HAMAS'ın Siyonist çarka çomak sokması sayesinde geçirilemedi…

 

Bugün Avrupa devletleri "Başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti"nin gereğini kabul etmekten başka çare göremiyorlarsa, HAMAS'ın olağanüstü dirayeti sayesinde göremiyorlar…

 

Başkenti Kudüs olan bağımsız Filistin devleti hayali gerçekleşmeye yüz tuttuysa, HAMAS sayesinde tuttu…

 

Evvel Allah…

 

Allah'ın inayeti, rahmeti, bereketi…

 

Kuruluşunun 22. yıldönümünde HAMAS'ı hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.

 

Ve Gazze'yi…

 

Ve Gazze'ye giden konvoyu…

 

İngiltere'nin önde gelen sosyalistlerinden George Galloway ve arkadaşları, dün, 80 araçlık bir konvoyla İpsala Sınır Kapısı'ndan Türkiye'ye giriş yaptılar…

 

Türkiye'de konvoya İHH İnsani Vakfı'nın organizasyonuyla yeni araçlar katılacak…

 

Ambulans araçları, kamyonlar, minibüsler…

 

Ambargo mağduru Gazze'nin acilen ihtiyaç duyduğu araçlar, Türkiye, Suriye, Ürdün ve Mısır üzerinden Gazze'ye götürülüp, oradaki otoritelere teslim edilecek…

 

Yol boyunca Gazze'yle dayanışma gösterileri yapılacak; İstanbul'dan, Ankara'dan, Konya'dan, Şam'dan, Amman'dan, Kahire'den yollanan selamlar Gazzelilere sürur verecek…

 

Gazze'nin dayanma gücüne müthiş bir takviye.

 

Elhamdülillah.

 

16 Aralik 2009 / Yenişafak

 

Not : Bu forum, edep sınırlarını aşmadğını müddetçe bütün yorumlara açıktır.

Share this post


Link to post
Share on other sites

İslam dünyası.... Ben yıllar öncesinin gazetelerini de karıştırdığımda benzer tarz haberlere rastlıyorum. Bu bahsedilenler bana göre hiçde dişe tırnağa gelir şeyler değil.İslam(!) devletlerinin hiçbirisinin iyi niyetine yada sadakatine güvenmiyorum.Benim nazarımda yenişafakla zaman gazetesi, müslüman mücahidler meselesinde sınıfta kaldı.Vakit gazetesini ise hala affedemiyorum.(hatırlarsınız manşetten üstada demokrat demişti).

Hiç filistin meselesini temelden derinden ele alan yok.Hep satıh, hep göstermelik makyajlar.Filistine şu kadar kamyon bu kadar ambulans gitmesi sevindirici ama, güya şahlanmış müslüman ağebeylerini düşününce çok komik duruyor. Biz yine pireleri deve yapıp sevinirken; İsrail hiçte umursamadan adım adım işine bakıyor.Hem bizi hallediyor hem ortadoğuyu. Biz sınırı anca kaldırmışız(ruhlarımızdaki sınır kalkmadan maddi sınır bir hiçtir.Maddi sınırlar açılırkende ruhlarımızdaki birikmiş potansiyel patlama dahada zayıflıyor sanki.

"....Önce kendimizi içten ve dıştan tamamlığa erdirmeli… Ötesi, olduktan sonra…

Yani Büyük Doğu, çizmeli ayaklarla dışımızdaki iklimlere doğru kaba ve nefsanî bir yürüyüşten ziyade, rüzgârdan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ince ve ruhani bir sefer…") ama adamlar büyük bir hızla bizi heryanımızdan neredeyse tamamen yakalamışlar.

 

Böyle yüzeysel rutuşlarla tatmin olduğumuz(belki bu yapılan büyüklerine gebedir diye düşünebilirsiniz ama ben aksini düşünüyorum) sürece gerçek inkılap gelmeyecek gelemeyecek.

Ya ben zor tatmin oluyorum, yada siz kolay.

 

 

"BAŞYÜCELİK DEVLETİ -Yeni Dünya Düzeni-

 

 

TAKDİM

 

Mümin, beş türlü şiddet arasındadır: Müslüman kardeşi onu çekemez. Münafık ona buğz eder ve sevmez. Kâfir onun canına kasteder. Kendi nefsi onunla uğraşır. Şeytan onu şaşırtmaya çalışır.

 

·

 

Yukarıdaki hadîs'in çerçevelediği beş şiddetin her birinden ayrı ayrı pay sahibi olarak sürdüğüm ömür, ilk üçüyle şahsımda Büyük Doğu-İbda erlerine mahsus bir hakikati tecelli ettiriyor ki, şükrün izhârı hâlinde belirtmeliyim:

 

-"Aslan meclise geldiği zaman, tavşan, çakal ve köpek titreşme müşterekliğinde bir olur!"

 

Herkes kendi zaviyesinden ayrı ayrı görüyor ki, biz bu işin ne fikir ve ne de fiil olarak şakasında değiliz... "Boşgörü"yü "hoşgörü" adı altında pazarlayan "mamacı" tipi değiliz... "Cek" ve "cak" gibi nisbet ekleriyle ıslâm davasının "fikir" ve "aksiyon" cephesini daima uzak istikbâle ısmarlayan ve daima "çile" ve "risk"ten kaçan "teyze adam" tipinin tersine, idealizmin ne demek olduğunu kaskatı bir vakıa hâlinde meydan yerine dikeniz... Gözümüz, büyük ıslâm inkılâbında... Başyücelik Devleti?..

 

·

 

Dünyada bugünkü siyasî ve içtimaî ihtilaçların bütün illet ve müessirlerini tartarak, tanıyarak, anlayarak ve bütün tarih seyri boyunca kendi nefs muhasebemizi dibine kadar yapmış, kendimizi bütün zaaflarımız ve kuvvetlerimizi tespit etmiş olarak, yepyeni bir ruh, mefkûre ve nizâm yekpâreliği içinde yeniden doğmamız lâzım... Dünya ne oluyor ve biz ne olacağız? Boşlukta mekân işgal etmek hakkımızı hangi şahsiyetli dünya görüşüne istinad ettireceğiz ve manevî "Ortak Pazar"a hangi öz malımızı sürebileceğiz? Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra "Yeni Dünya Düzeni" adı altında rakipsiz olarak pazarlanan eski liberalizm ve demokrasi nizamı, başta Amerika ve yamacında Avrupa'nın patronluğunu tescil mahiyetinde hükmünü hâkim kılmaya çalışırken, kâfirlerin gönüllü alçaklığı bir yana, "onu babam da bilir!" hesabı kuru kuru "İslâm!" demek yeter mi? Elbette İslâm; ama "nasıl" ve "niçin"ini göstermek şartıyla!..

 

·

 

İdeal, eşya ve hadiseler üzerinde kendi nakşını görmek isteyen bir fikrin belirttiği hasret, iştiyak, hayâl ve plândır; ve eğer ideolocya bir beyin ise, ideal de bir kalbdir... Küçük ve miskin fikre dayanan hiçbir arzu, heves, merak ve davranış, ideal olamaz. Bir şeyin ideal olabilmesi için, mutlaka cemiyet plânında ulvî bir oluş ve erişe göz dikmesi lâzımdır... Her ideal bir gayedir; fakat her gaye ideal değildir. Gayeler aşağılara düşebilir, idealler düşemez... Sözkonusu hikmetlerin toplamı hâlinde biz, beyin ve kalb bir arada, İslâm davasının eşya ve hadiselere nakşı işini "nasıl" ve "niçin"i ile sistem bütünlüğünde göstereniz... Dünyada tek örneğiz... Biz: Büyük Doğu-İbda... Bu çerçeve içinde eserimi takdim ederim: Başyücelik Devleti... Ve, Yeni Dünya Düzeni!..

 

·

 

Aslında "Başyücelik Devleti" bahsi, Büyük Doğu İdeolocya Örgüsü'nün işleniş gayesi ve bütün mevzularını toplayan ana sütunu; yani İdeolocya Örgüsünün tâ kendisi... Ne var ki, gözönünde duran eşyanın kayıp olması gibi, etrafında işlenen mevzuların içinde gaib oldu ve uyudu kaldı... Bahsi alıyorum ve malûmu meçhullükten kurtarmak ve elbette kullanılmak üzere yapılmış bombayı cemiyet meydanında patlatmak şeklinde, işliyorum... Umulur ki, meselelerin seyri ve ıslâmcı mücadelenin müşahhas hedef ve gayelerinin tesbiti hususunda yepyeni bir bakış getirilmiş olsun!..

 

·

 

Demokrasi ve liberalizmden, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı ve Avrupa Ortak Pazarı'na kadar; fikir ve kuruluşlar plânında içiçe bir yumak olarak şekillendirilen "Yeni Dünya Düzeni", Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'nın birbirleriyle rekabet ortamı içinde de olsa bizim gibi ülkelere biçtikleri parya statüsünde müşterek, bir hegemonya sistemidir... Elbette "hayır!" diyoruz: Ülkemizden başlayarak teklif ettiğimiz "Yeni Dünya Düzeni"miz ile!.. " Hoşuma giden bir yazı...

Share this post


Link to post
Share on other sites

Fıkra kahramanı bir yalaka olarak Ezher Şeyhi

 

Fatımilerin kurduğu, Selahaddin Eyyübi'nin Ehl-i Sünnet Ve'l Cemaat çerçevesinde yeniden ürettiği El-Ezher, asırlar boyunca İslami ilimlerin en önemli, en kıymetli, en muteber merkezlerinden biri oldu.

 

Şimdilerde ise, Amerikancı-İsrailci bir rejimin uyduruk fetva makamı…

 

Şeyhliği rejim yalakalığından menkul bir âlim müsveddesinin idaresi altında…

 

Ezher'in başındaki Tantavi kendine "şeyh" diyor, âlimlik taslıyor, ama Mısır halkı için o bir fıkra kahramanı.

 

* * *

Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, dışişleri bakanıyla futbol maçı yapıyormuş. Tantavi hakem. Dışişleri bakanı şut çekip gol atıyor, durum 1-0 oluyor. Mübarek şut çekip kaleyi ıskalıyor, Tantavi "1-1" diyor. "Ama nasıl olur?" diye soruyorlar, "Ameller niyetlere göredir" diye cevap veriyor…

 

Mübarek'le dışişleri bakanı atış müsabakasında. Ağaçlardaki kuşları vuracaklar. Dışişleri bakanı nişan alıyor, tetiği çekiyor, bir kuşu yere indiriyor. Durum 1-0. Mübarek nişan alıyor, tetiği çekiyor, fakat hedefi tutturamıyor; kuş uçup gidiyor. Tantavi: "Sübhanallah! Ölü kuş uçtu."

 

Gülüyoruz ediyoruz, ama Tantavi olayı komediden ziyade trajedi.

 

Ezher'in şeyhlik makamını işgal eden bu zat, Fransız okullarındaki başörtüsü yasağına bile olur fetvası veren bir hain.

 

* * *

Tantavi'nin son numarası:

 

Mısır yönetiminin ABD-İsrail adına Gazze sınırında inşa ettiği ihanet duvarına destek fetvası.

 

Şeyh Yusuf El-Kardavi, Gazze ablukasını derinleştiren duvarın dinen kabul edilemez olduğunu söyledi ya… Tantavi bunun altında kalır mı? El-Ezher İslami Araştırmalar Akademisi'nin 31 Aralık 2009'daki toplantısında, duvar inşaatının gerekli olduğu ve buna karşı çıkanların günaha gireceği (!) yönünde bir bildiri okudu ve bu bildiriyi kimsenin görüşünü almadan Akademi adına yayınladı.

 

Ne diyelim?

 

O duvarın altında kalır inşaallah.

 

Efendisi ve efendisinin efendileri ile beraber…

 

Hakan Albayrak

Share this post


Link to post
Share on other sites

Mavi Marmara çamur tutmaz !..

 

Başına birbuçuk metre mesafeden dört kurşun sıkılan 19 yaşındaki Furkan'ın ve diğer sekiz şehidimizin cesetlerine tükürürcesine İsrail'i haklı çıkarmaya çalışanlar var. İsrail gemiye müdahale edeceğini önceden söylemiş, buna rağmen Gazze'ye gitmekte ısrar edenlerin kendileri kaşınmış, zaten yardım da insani yardım değil İslami yardımmış, bunların alayı HAMAS'çı ve Hizbullah'çıymış, hükümet de onları durdurmadığı için suçluymuş, falan filan.

 

Yahu, Mavi Marmara gemisi İsrail'in Gazze'ye uyguladığı gayri insani, gayri ahlaki, gayri meşru ve de illegal ablukaya karşı bir vicdan ayaklanmasını temsil ediyor. Bu ayaklanmayı kanla bastırmaya çalışan İsrail'i anlayışla karşılamak nasıl bir vicdansızlıktır?

 

Mavi Marmara'ya çamur atan vicdansızlar hakperestlikten, dava adamlığından, yiğitlikten, asaletten hiç anlamıyorlar diyelim. Uluslararası hukuktan da mı anlamıyorlar?

 

Birleşmiş Milletler'in 1860 sayılı kararına göre Gazze ablukası illegaldir ve kaldırılması gerekir... Gazze'nin ve Gazze sahilinin İsrail'e ait olduğuna dair hiçbir hukuki düzenleme yok... Uluslararası sulardan geçip Gazze'ye insani yardım ulaştırmak isteyen bir gemiye müdahale etmek uluslararası hukuka göre korsanlıktır... Kaldı ki, Mavi Marmara gemisi Gazze açıklarında değil, İsrail karasuları olarak kabul edilen sularda da değil, uluslararası sularda saldırıya uğradı; Gazze'ye yaklaşık 80 mil mesafede!... Bir an için Gazze'nin İsrail toprağı olduğunu farz edelim (haşa); İsrailliler uluslararası hukuktaki 12 mil kuralını buruşturup çöpe attıkları gibi, kendi ilan ettikleri 60 mile varmamızı bile beklemediler saldırmak için... Hukuktan bahsediyorlar; o bölgede gerçekten hakları olduğunu farz etsek bile (haşa), gerçekleşmemiş bir fiil hukukun konusu olamaz; Mavi Marmara onların sınır olarak ilan ettiği yere geldiğinde durabilir veya burnunu Mısır sularına çevirebilirdi... Nitekim saldırı başladıktan hemen sonra gemimiz Mısır'a yöneldi (o zaman kan akmamıştı henüz), ama saldırı durmadı ve korsanlar 9 arkadaşımızı hunharca katlettiler... Hadise budur. Hakikat budur. Bu hakikati örtmeye çalışmak alçaklıktır.

 

"İyi ama siz de direnmişsiniz" diyorlar. Ne yapacaktık? Korsanları çiçeklerle mi karşılayacaktık? Gemiye canlı kalkan olduk, elimizdeki imkânlarla sembolik bir direniş sergiledik. Direnişte kullandığımız malzemeler en basit bir protesto gösterisinde polise karşı kullanılan malzemelerden farksızdı. Protesto gösterilerinde eylemciler polise Molotof kokteyli de atar, biz bunu bile yapmadık. Ama onlar önlerine geleni makineli tüfeklerle taradılar. Botlardan, helikopterlerden, her taraftan kurşun yağdırdılar. Gemide beyaz bayrak çekildikten sonra da katliama devam ettiler. Yerde yatan yaralımızın başına kurşun sıkmaktan bile geri durmadılar. "Olabilir, paniğe kapılmışlardır, kontrolü kaybetmişlerdir" diyenler de olacaktır şimdi. Biz 'başıbozuk' bir kalabalık olduğumuz halde kontrolü kaybetmedik, İsrail askerlerini öldürmeye kalkmadık, bilakis elimize düşen İsrail askerlerini korumaya aldık; İsrail'in en iyi yetişmiş, en elit, en disiplinli komandoları mı kontrolü kaybettiler? Hayır! Katliam yapmak onların işi zaten.

 

İslam'a ve Müslümanlara duydukları amansız kini Mavi Marmara vesilesiyle bir kere daha dışa vuran vicdansızlar, Mavi Marmara'ya attıkları çamurları olmayan vicdanlarına sığdırabilirler belki; ama maşeri vicdana asla kabul ettiremezler.

 

Bu ülke, bu halk, bu ümmet, bütün İslam dünyası ve elbette vicdan sahibi Hıristiyanlar, Yahudiler, ateistler, Mavi Marmara ile iftihar ediyor. Şehitlerimiz bütün dünyada başlara taç oldu. Mavi Marmara'nın estirdiği asalet rüzgârının mana ve ehemmiyetini idrak edemeyenler, kalplerindeki mühürlere yansınlar.

 

Hakan Albayrak

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...