Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
trradomir

Edgar Allan Poe

Recommended Posts

Amerikalı muharrir ve münekkid. Şimdilik Öc Öyküleri Antolojisi isimli kitabın başında yer alan, belki de kitabın en bomba hikayesi olan The Cask of Amontillado isimli psikopatlık şaheserini aşağıya alayım, daha geniş bir zamanda hazretin beyaz perdeye aktarılmaya hayli uygun hayatıyla ilgili ilginç detayları da anlatmaya çalışırım inşallah. Hayatı da çok ilginçtir bu adamın, orijinal adamdır, dikkate değer. Neyse, buyurun Amontillado Fıçısı'na...

 

 

 

AMONTİLLADO FIÇISI

 

Edgar Allan Poe

 

Fortunato binlerce kez beni inciten davranışlarda bulundu, ben de dayanabildiğim kadar katlandım bunlara, ama işi hakarete vardırdığında öç almaya yemin ettim. Ruhumun doğasını iyi bilen sizlerin de anlayabileceği üzere Fortunato'yu açıkça tehdit etmedim. Sonunda öcümü alacaktım. Bunu kesinlikle karara bağlamıştım: bu kesinliğe ulaşırken olası bir tehlikeyi safdışı etmeyi amaçlamıştım. Onu cezalandırmakla kalmamalı, kendim de ceza almadan yapmalıydım bu işi. Bir yanlışı düzeltene bunun bedeli ödetildiğinde o yanlış düzeltilmiş sayılmaz. Öte yandan, öç alan kişi öç almakta olduğunu yanlışı yapana duyumsatmayı başaramazsa o yanlış yine düzeltilmiş sayılmaz.

 

Gerek sözlerimle, gerek hareketlerimle Fortunato'nun iyi niyetimden kuşkulanmasına neden olacak bir şey yapmadım. Eskiden olduğu gibi yüzüne gülümsemeyi sürdürdüm, ama o, şimdi onun işini bitireceğimi düşünerek gülümsemekte olduğumu fark etmedi.

 

Şu benim Fortunato bazı konularda belki de korkuyla karışık saygı duyulacak bir adamdı, ama onun da zayıf bir tarafı vardı: Şaraptan çok iyi anladığını söyler ve bununla Ovunurdu. Güzel sanatlar alanında gerçek üstat ruhu taşıyan İtalyanların sayısı azdır. İlgilenir gözüktükleri şeyler karşısında sergiledikleri coşkulu tavırlarını, genellikle o andaki duruma ayak uydurmak, fırsatlardan yararlanmak, İngiliz ve Avusturyalı zenginlere hoş gözükerek onlara oyun oynamak için takınırlar. Tablolar ve değerli taşlar konusunda For-tunato da kendi vatandaşları gibi şarlatandı, ama iş eski şaraplara gelince içtenliği inandırıcıydı. Bu alanda ondan pek farkım yoktu. İtalyan şarapları ve ürünün yılları konusunda ben de epey bilgiliydim, fırsat buldukça bol miktarda şarap satın alırdım.

 

Karnaval günlerinin şamatasının doruğa tırmandığı bir akşam karanlık basarken arkadaşıma rastladım. Çok içmiş olduğundan aşırı bir sıcakkanlılıkla yanıma sokuldu. Üzerine sıkıca oturan, renkli, çizgili desenli bir elbise giymiş, başına koni biçiminde çıngıraklı bir şapka takmıştı. Onu gördüğüme Öyle sevinmiştim ki, ellerini o güne kadar hiç yapmamış olduğum kadar acıtırcasına sıktım.

 

"Sevgili Fortunato," dedim, "talih seni karşıma çıkardı. Bugün ne kadar iyi görünüyorsun! Bana gelince, bir fıçı şarap aldım, Amontillado dediler, fakat hakiki mi bilemedim."

 

"Nasıl?" dedi, "Amontillado mu? Bir fıçı? Olamaz! Hem de karnaval ortasında!"

 

"Kuşkum var," diye yanıtladım. "Bir de sana danışmadan gerçek Amontillado fiyatını ödemek gibi bir aptallık yaptım. Sen ortada yoktun, fırsatı kaçırmaktan korktum."

 

"Amontillado!"

 

"Kuşkuluyum."

 

"Amontillado!"

 

"Kuşkumdan kurtulmam gerek."

 

"Amontillado!"

 

"Senin işin vardır diye Luchesi'ye gidiyorum. Danışılacak başkası varsa o Luchesi'dir. Herhalde bana söyler."

 

"Luchesi, Amontillado'yu Shenyden ayıramaz."

 

"Yine de bazı budalalar onun damak tadının seninkinin aynısı olduğunu söylüyorlar."

 

"Haydi gidelim."

 

"Nereye?"

 

"Senin şarap mahzenine."

 

"Hayır dostum, senin iyiliğinden yararlanıp bu işi sana zorla kabul ettirmek istemem. Bir sözün var galiba. Luchesi..."

 

"Hiçbir sözüm yok, gidelim."

 

"Hayır dostum, sözün var veya yok; gördüğüm kadarıyla sen iyice üşütmüşsün. Mahzen dayanılmayacak kadar rutubetli, her yanı güherçile kaplamış."

 

"Yine de gidelim derim. Soğuk önemli değil. Amontillado ha! Yutturmuşlar sana. Luchesi'ye gelince o, Amontillado'yu Sherry'den ayıramaz."

 

Fortunato bunları söylerken koluma girdi. Siyah ipekten bir maske takıp bir pelerine sıkıca sarındım ve o, beni telaşla köşküme doğru sürüklerken hiç sesimi çıkartmadım.

 

Evde hizmetçi yoktu; karnaval onuruna eğlence için sıvışmışlardı. Sabaha kadar eve dönmeyeceğimi söylemiş ve hiçbir yere ayrılmamalarını açıkça sımsıkı tembihlemiştim onlara. Bu ayaküstü verdiğim emirlerin, daha arkamı döner dönmez hepsinin ortadan kaybolması için yeterli olacağını da biliyordum.

 

Takıldıkları yuvalarından iki meşale aldım; birini Fortunato'ya verip birbiri ardına odalardan geçerken eğilerek yol gösterdim ona; sonra mahzene giden kemerli geçide vardık. Arkamdan gelirken dikkatli olmasını söyleyerek uzun dönen merdivenden indim. Sonunda iniş bitti ve Montresor'ların mezarlarının bulunduğu nemli toprak zemin üzerinde yan yana durduk.

 

Arkadaşımın yürüyüşü dengesizdi, yürüdükçe şapkasındaki çıngıraklar ötüyordu.

 

"Fıçı?" dedi.

 

"Biraz daha ilerde," dedim, "ama mahzenin duvarlarında parıldayan şu beyaz ağlara bak hele."

 

Bana doğru döndü ve sarhoşluk yaşlarını damıtmış buğulu gözleriyle baktı.

 

"Güherçile mi?" diye sordu sonunda.

 

"Güherçile," diye yanıtladım. "Ne zamandır böyle öksürüyorsun?"

 

"Öhö! Öhö! Öhö!"

 

Zavallı arkadaşım bir süre yanıt veremedi.

 

"Önemsiz," dedi sonunda.

 

"Gel," dedim kararlı bir tavırla, "geri dönelim, önemli olan senin sağlığın. Sen zengin, saygıdeğer, beğenilen ve sevilen birisin; mutlusun, benim de bir zamanlar olduğum gibi. Eksikliği duyulacak bir insansın. Yaptığımız iş benim için önemli değil. Geri dönelim, hasta olacaksın. Bunun sorumluluğunu üstlenmek istemem. Hem Luchesi var..."

 

"Yeter," dedi, "öksürük bir şey değil, beni öldürmez. Bir öksürükten ölecek adam değilim ben."

 

"Doğru, doğru," diye yanıtladım, "ama inan ki seni gereksiz yere korkutmak gibi bir niyetim yoktu, yine de bütün önlemleri almalısın. Şuradan bir Medoc şarabı içelim, rutubetten korur bizi."

 

Bunu söylerken uzun şişeliklerde dizili şaraplardan birini alıp boynunu kırdım ve "İç" diye uzattım ona.

 

Şişeyi istekle dudaklarına doğru kaldırdı, durakladı ve dostça başını salladı, çıngırakları çın çın Öttü.

 

"Şerefe içiyorum," dedi, "çevremizde yatan şu ölülerin şerefine."

 

"Ben de senin uzun ömürlü olmana."

 

Tekrar koluma girdi, ilerlemeyi sürdürdük.

 

"Bu mahzen," dedi, "bayağı genişmiş."

 

"Montresor'lar büyük ve kalabalık bir aileydi," diye yanıtladım.

 

"Armanız neydi, unutmuşum."

 

"Gök mavisi bir tarlada altından yapılma büyük bir insan ayağı; bu ayak, topuğa dişlerini geçirmiş saldırgan bir yılanı eziyor."

 

"Ya ailenin sözlü simgesi?"

 

"Nenıo me impune lacessit."*

*Latince: 'Bana hakarette bulunan cezasız kalmaz." (Ç.N.)

 

"Güzel!" dedi.

 

Şarap gözlerinde parladı ve başındaki çıngıraklar öttü yine. Medoc bana da keyif vermiş, içimi ısıtmıştı. İstiflenmiş kemik duvarları boyunca fıçıların ve damacanaların arasından mezarlığın en iç köşelerine doğru ilerledik. Adımlarıma yine ara verdim ve bu kez Fortunato'nun bir kolunu dirseğinin üzerinden tutacak kadar cesur davrandım.

 

"Güherçile," dedim, "bak, artıyor. Duvarlardan yosun gibi sarkıyor. Nehir yatağının altındayız. Nem damla damla olmuş kemiklerin arasından sızıyor. Gel, çok geç olmadan geri dönelim, senin öksürük... "

 

"Bir şey değil," dedi, "devam edelim, ama önce bir Medoc daha."

 

Bir De Grave şişesi kırıp uzattım ona. Bir dikişte bitirdi. Gözlerinden ateşli bir parlama geçti. Güldü ve anlamadığım bir el hareketi ile şişeyi havaya fırlattı.

 

Şaşkınlık içinde baktım ona. El hareketini tekrarladı, gülünç denebilecek gariplikteydi yaptığı.

 

"Anlamıyorsun," dedi.

 

"Hayır," dedim.

 

"O zaman sen Cemiyetten değilsin!"

 

"Nasıl yani?"

 

"Mason değilsin."

 

"Evet, evet," dedim, "evet, evet."

 

"Olamaz! Sen, bir Mason?"*

*Sözcük oyunu... 'Mason' sözcüğü 'duvarcı' anlamına gelir. (Ç.N.)

 

"Masonum," diye yanıtladım.

 

"Bir işaretle kanıtla."

 

"İşte bu," dedim pelerinimin kıvrımlarından bir mala çıkararak.

 

"Şaka yapıyorsun!" diye bağırarak birkaç adım geri sıçradı. "Haydi, gidip şu Amontillado'yu görelim."

 

"Tamam, Öyle olsun," dedim. Malayı pelerinimin altındaki yerine geri koyarak yine kolumu uzatüm. Ağırlığını vererek yaslandı. Amontillado'yu aramak için yolumuza devam ettik. Bir dizi alçak kemerin altından geçtik; aşağıya indik; düz gittik; tekrar indik ve gizli gibi duran bir mahzen odasına ulaştık. Buranın havası çok kötü ve ağırdı, bu nedenle meşalelerimizin parlak alevi kor gibi yanmaya başladı.

 

Dehliz gibi bu yerin en uzak ucunda daha ufak başka bir açıklık vardı. Duvarları, Paris'in büyük yeraltı mezarlıklarındaki gibi üstüste tavana kadar istiflenmiş insan kalıntılarıyla kaplıydı. Bu iç boşluğun üç duvarı anılan biçimde düzenlenmiş, dördüncü duvara bitişik kemikler ise toprak zemine düşerek sağa sola saçılmıştı. Bunların bir bölüğü bir noktada büyücek bir tümsek oluşturmuştu. Düşmüş kemiklerin arkasında açığa çıkan daha içerlek bir girinti gördük. Derinliği bir buçuk metreye yakın, genişliği bir, yüksekliği de iki buçuk metre kadardı. Belirli bir kullanım amacı için yapılmışa benzemiyor, sadece mezar yerinin tavanını tutan iki büyük destek kirişinin arasındaki bir boşluktan oluşuyordu; arkasındaki duvar, mezarlığı çevreleyen sağlam granit duvarın aynısıydı.

 

Fortunato ölgün meşalesini kaldırarak girintinin içini görmeye çalıştı, ama çabası bo-şunaydı. Zayıf ışık dip kısımları görmemize yetmiyordu.

 

"İlerle," dedim, "Amontillado burada, içerde. Luchesi'ye gelince..."

 

"O cahilin tekidir," diye sözümü kesti, bu arada yalpalayarak ileriye doğru birkaç adım attı; hemen peşine takıldım. Bir anda girintinin sonuna ulaştı ve kayaya toslayıp ilerleyemediğini anlayınca aptalca bir şaşkınlık içinde kalakaldı. Dakika sektirmeden granite mıhlayıverdim onu. Duvarda aynı hizada birbirinden altmış santim uzaklıkta iki demir halka vardı. Birine kısa bir zincir, öbürüne de bir asma kilit takılıydı. Zinciri onun beline dolayıp ucunu kilide sokmak birkaç saniyelik bir işti. Karşı koyamayacak kadar büyük bir şaşkınlık içindeydi. Anahtarı çekip alarak geri geri oradan çıktım.

 

"Elini duvara sürsene," dedim, "güherçileye dokun. Gerçekten çok rutubet var. Bir kere daha ve yalvararak rica ediyorum geri dönmen için. Hayır mı? O zaman mutlaka senden ayrılmam gerek; ama önce seni rahatlatmak için elimden geleni yapmalıyım."

 

"Amontillado!" diye bağırdı arkadaşım; şaşkınlığını henüz atlatamamıştı.

 

"Doğru," diye yanıtladım, "Amontillado."

 

Böyle söylerken biraz Önce sözünü ettiğim o kemik yığınının içine dalmış çalışıyordum. Kemikleri kenara atarak altlarındaki bir miktar yapı taşı ile harcı meydana çıkardım. Bu malzemeyi ve malamı kullanarak girintinin giriş kısmını hızlı hareketlerle duvar örerek kapatmaya başladım.

 

Duvarın birinci sırasını bitirmiştim ki For-tunato'nun ayılmakta olduğunu gördüm. Bunun ilk belirtisi girintinin derinliğinden gelen kısık ve inilti gibi bir çığlıktı. Sarhoş bir adamın feryadı değildi bu. Sonra uzun bir sessizlik oldu. İkinci kat taş sırasını bitirdim, üçüncüyü, sonra dördüncüyü çıktım, hemen sonra zincirin öfkeli titreşimlerini duydum.

 

Zincir sesi birkaç dakika devam etti, o sırada daha bir doyum içinde dinleyebilmek için çalışmayı bırakıp kemiklerin üstüne oturdum. Sonunda şakırtı sesleri yatıştı; ben hemen malayı alıp kaldığım yerden işe devam edip hiç durmadan beşinci, altıncı, yedinci sıraları bitiriverdim. Duvar neredeyse göğsümle aynı hizaya gelmişti. Gene durdum, meşaleyi kaldırıp duvarın üzerinde tuttum, içerideki şeklin üzerine zayıf ışık çizgileri düştü.

 

Zincirlenmiş şeklin gırtlağından birbiri ardına çıkan yüksek, tiz çığlıklar sanki beni geri itti. Bir an duraksadım, titredim. Kılıcımı kınından sıyırarak girintiye sokup yokladım, ama bir an düşününce kendimi toparladım. Elimi mezarların sağlam taşlarına dayadım; tatmin olduğumu hissettim. Yeniden duvara yaklaştım. İçerdekinin bağrışlarına karşılık vermeye başladım. Onun bağrışlarını yankı gibi geriye yansıtıyordum -yardım ettim ona- güç ve yükseklikte onun bağrışlarına üstünlük sağladım, onları bastırdım. Ben böyle yapınca gürültücünün sesi yavaş yavaş kesildi.

 

Gece yarısı olmuştu, işim bitmek üzereydi. Sekizinci, dokuzuncu ve onuncu taş sıralarını tamamlamıştım. On birinci ve sonuncu sıranın da bir kısmını bitirmiştim; yerine oturtulup sıvası yapılacak tek bir taş kalmıştı. Epey ağırdı, zorla kaldırıp yarı yarıya yerine soktum. Ama tam o sırada girintinin içinden saçlarımı dimdik eden alçak sesli bir kahkaha geldi. Bunu acıklı bir ses izledi; soylu Fortunato'nun sesine hiç benzemiyordu.

 

Dedikleri şunlardı:

 

"Ha! Ha! Ha!.. He! He!.. çok güzel bir şaka doğrusu... kusursuz bir şaka. Köşkte kahkahalarla güleceğiz buna. He! He! He!.. şarabımızı içerken... He! He! He!"

 

"Amontillado'yu," dedim.

 

"He! He! He!.. evet, Amontillado'yu. Fakat geç olmuyor mu? Köşkte bizi beklemezler mi, Lady Fortunato ve diğerleri? Haydi gidelim artık."

 

"Evet," dedim, "gidelim artık."

 

"Tanrı aşkına, Montresor!"

 

"Evet," dedim, "Tanrı aşkına."

 

Fakat bu sözlere bir yanıt gelmesini boşuna bekledim. Sabırsızlandım. Yüksek sesle bağırdım:

 

"Fortunato!"

 

Yanıt gelmedi. Bir daha seslendim:

 

"Fortunato!"

 

Yine yanıt gelmedi. Kalan açıklıktan bir meşale sokup içeri düşürdüm onu. Bunun karşılığında sadece çıngırakların sesi geldi. Gömütlerdeki rutubet yüzünden yüreğim daralıyordu. İşimi bitirmek için aceleyle son taşı da yerine oturtup sıvasını yaptım. Yeni duvarın dibine kemiklerden yapılma eski duvarı tekrar diktim. Yarım yüzyıldır hiçbir ölümlünün eli bozmadı onları. in pace requiesca.*

* Latince: "Huzur içinde yatsın." (Ç.N.)

Share this post


Link to post
Share on other sites

Buruk, içli, avına hem acıyarak bakan hem de onu biraz sonra yakalamanın vereceği hazzı şimdiden yaşadığı izlenimini veren sinsi gözler; rakibine meydan okuyan bir çene; kendini haklı gören bir ağız ifadesi ve bir psikopata en çok yakışan, sanki ruhunun remzi olan dağınık saçlar… Bu suretin sahibi Edgar allan poe. Hikâyesindeki ana karakterin ruh dünyası ekseninde gelişen ve adım adım merkeze giderken, psikopatlığın zirvesinde gezinen bir mizacın peşinden sürüklenirken, ister istemez muhayyilemde teşekkül eden karakterin sureti, tam olarak yazarın suretine bağlanıyor ve onda karar kılıyor.

 

Yıllar önce ilk defa “ Kısa Amerikan Hikâyeleri “ isimli bir derleme kitapta, yukarıdaki psikopatlıkla aynı istikamette olan bir hikâyesini okuduğumda, kurbanını büyük bir titizlikle ve bir törenin zevk veren atmosferiyle öte tarafa yolcu ettiren yazarın, o zamanlar bende dehşet ve korku uyandırmasından olsa gerek, bu zamana kadar ruh ikliminin kavurucu sıcaklarını, diş takırdatıcı soğuklarını, direk beyni hedef alan yıldırımlarını keşfe çıkmayı ertelemiş ama aynı zamanda da içten içe kıvrandıran bir merakın pençesinden de kurtulamamışımdır. Dimağımdan içeri giren bu ikinci hikâyesi olmasına rağmen kaleme aldığı diğer yazılarını da okuduğumda ana karakterin hayalimde gene aynı surete bürüneceği ihtimalini düşünmeden edemedim. :(

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Haklısınız.

 

Yaşadıkları hazreti epeyce etkilemiş, tahayyül etmek bile meşakkatli olan psikopatlığında bunun da etkisi gani. Birincisi bu adam farkında olmadan, fişi çekilmiş bilgisayar gibi aniden sessizliğe dalıveriyor, oturduğu yerde durup dururken uyuyup kalıyor ve bu halden acayip korkuyor. Zaten bu hikayenin de bu durumla ilgisi var. Kendisi pek korkarmış uyuduğunda üstüne duvar örülmesinden!

 

Öte yandan çok da felaketli bir hayatı vardır müşarünileyhin. 1 yaşındayken babası annesini terkeder ve annesi genç yaşta hayatın zorluklarına dayanamayarak ebedi aleme transfer olur. Evlatlık verildiği ailede kelimenin tam manasıyla bir üvey evlat muamelesi görür, eteklerine yapıştığı tek kişi olan üvey annesi de en uzun yolculuğuna erkenden çıkar. Ergenlik döneminde arkadaşının annesine aşık olur (bu zamandan belliymiş ne olacağı ya, neyse) fakat bu hanım da kısa zaman içerisinde Edgar'ın hayatında tesiri olan diğer hanımlara yoldaşlık etmeye gidecektir. Edgar'ı, zengin üvey babası 'Ben onun geleceğini düşünüyorum, oğlum iyi bir eğitim alsın' bahanesine sığınarak beş parasız halde Virginia üniversitesine postalar ve bi daha da maddi/manevi hiçbir destek vermez gariban çocuğa. Bizimki ne yapsın? Tutunduğu dallar bir bir kırılınca kendini kumar ve içkiye verir. Kumarda kazanmak olmaz ya, iyice batar; milletten kaçmak için kılık değiştirir bir süre, sonunda da sevgili teyzesinin yanına sığınır. Teyzesinin kızına aşık olur, bu teyze kızı 13 yaşında bir küçükken yaşını filan büyütürler de Poe ancak öyle evlenebilir. Yalnız bu hanım da bir süre veremle pençeleştikten sonra yorgun düşer, bi daha da kalkamaz. Zaten bu arada kızkardeşi de o hastalıktan gitmiştir. Hayatında hangi hanım varsa peşpeşe öbür tarafa yollanmıştır desek yeridir. Edgar ne anadan, ne yardan, ne bacıdan, ne arkadaştan yana talihlidir. Diğer insanlar da pek sevmez Edgar'ı, çünkü ayyaşın, keşin tekidir, kadınlara karşı ciddi bir düşkünlüğü vardır, insan ilişkileri zayıftır, çok cani ruhlu bir münekkiddir, 'Sen de yazar mısın be, Allah belanı versin' tarzlı girmektedir desek çok fazla abartmış olmayız hani.

 

Böyle derbeder bir adamdır Edgar işte, hiç kimse onu sevmemiştir, kaderi pek iç açıcı olmamıştır; nihayetinde genç yaşta, henüz 40'ındayken sefalet içinde ölerek bir bohemin dünyadan yıkılmasını izletmiştir döneminin insanlarına.

 

Şiirleri biraz daha farklı olmakla beraber hikayelerinde ve eleştiri yazılarında, bu başlıkta paylaşılan hikayedeki çizgisini izlemiştir. Diğer eserlerini okumak isteyenler, karşılaşacağı genel tabloyu bu hikayeden çıkarabilir rahatlıkla.

Share this post


Link to post
Share on other sites

poe.jpg

 

 

Karanlıklar prensi 200 yaşında

 

CAN BAHADIR YÜCE

 

Edgar Allan Poe’nun mezarını her doğum gününde ziyaret eden ‘gizemli hayran’ı ilk kez 1947’de görülmüş. 80’li yıllarda öldüğü, mezar ziyaretlerini oğlunun sürdüğü söyleniyor. Son yıllardaki bazı ziyaretleri Poe Evi Müzesi görevlilerinin yaptığı iddia edilse de her 19 Ocak günü Poe okurları, kendilerini Gotik bir öyküden çıktığına inandırdıkları bu gizemli hayranı heyecanla bekliyorlar.

 

Doğumundan iki yüz yıl sonra Edgar Allan Poe’yu hatırlamak, bir yerde, edebiyatın günümüzdeki yaygın ve popüler görünümlerinin kökeni üzerine düşünmek anlamına geliyor. Poe, çağdaş polisiyenin, ‘ucuz roman’ın, keşif hikayelerinin, bilimkurgunun, Gotik korku anlatılarının ve kasvetli metropol öykülerinin olduğu kadar (ilk kitabı Timurlenk ve Öteki Şiirler’le) Doğu’nun cazibesinden beslenen yapıtların da habercisiydi. İlk deneyen o değildi ama bütün bu türlerin edebiyattaki konumunu kökten değiştirdi.

 

Poe’nun kısa yaşamı 1809’da Boston’da başladı. İkisi de tiyatrocu olan anne ve babasının ona Edgar adını aynı yıl sahneledikleri Kral Lear’dan esinle koydukları söylenir. Ama Poe’nun hayatı boyunca Shakespeare’e karşı hayranlık (en azından, mesela Tennyson’a duyduğu kadar) duyduğuna dair bir kayıt yok. Bir yaşındayken babasını, bir yıl sonra da annesini kaybetti. “Allan” orta ismini kendisini evlatlık edinen tüccar John Allan’dan aldı. İlk gençliğinden itibaren babalığıyla aralarında başlayan çatışma yıllarca sürecek, Poe’nun ‘baba figürü’yle/otoriteyle olan sorunlu ilişkisini bilinçaltına itmesine yol açacaktı.

 

Yalnız geçen çocukluk

 

Mutsuz değilse de yalnız, arkadaşsız bir çocukluk geçirdi. Sonraki hayatında pek anmadığı yalnız çocukluğuna öykülerinde ve şiirlerinde örtük göndermeler yaptı. (Örneğin, kız kardeşini evlatlık edinen Usher ailesine, unutulmaz öyküsü “Usher Evi’nin Çöküşü”yle selam vermişti). Birkaç yılı İngiltere’de, orman yürüyüşleri, spor ve şiirler arasında geçen çocukluktan geriye çok iyi bir eğitim kaldı. Poe, Latincenin yanı sıra Almanca ve Fransızca öğrenmiş, İspanyolca ve İtalyancada yol almıştı. Bir aylak ve bohem için fazla iyi eğitimliydi. Buna karşın, yetenekleriyle hemen göze çarptığı üniversite hayatı kumar, alkol ve babalığıyla para konusundaki çatışması yüzünden yarım kaldı. Ardından ömrünün en düzenli yıllarını geçireceği orduya yazıldı. Yüklü bir tazminat ödeyerek buradan da ayrıldı. Babalığı John Allan, tazminatı asla ödemedi ve ölüm döşeğinde bile Poe’ya karşı yumuşamadı. Allan’ın ölümüyle Poe ikinci kez yetim kalıyordu. Edebî yeteneğini hor gören babalığından intikamını daha sonra “The Bussiness Man” adlı öyküsüyle aldı.

 

Poe için artık kendi parasını kazanmak için ömrünün sonuna kadar sürdüreceği eleştirmenlik/yayıncılık dönemi başlıyordu. Jeffrey Meyers’ın Edgar Allan Poe - His Life & Legacy adlı kapsamlı biyografisinde aktardığına göre şair (zihinlerdeki genelgeçer ‘aylak’ imajının aksine) çok çalışkan bir editör, sıkı bir okurdu. Yazdığı kitap eleştirilerinde sözünü sakınmıyordu, bu ‘dürüst’ eleştiriler ona çok sayıda düşman kazandırdı. Henüz metinlerarasılık’ın esamisi okunmazken öykülerini ve şiirlerini başka kitaplara göndermelerle, onlardan alıntılarla donatmaya bayılıyordu. O yıllarda bir yandan da, geçmiş mutlu günleri hatırlamanın kederini tanımaya başlıyor ve unutuşu içkide buluyordu. Teyzesi ve yedi yaşındaki kuzeni Virginia’yla birlikte yaşamaya başladı. Poe’nun yapıtlarındaki ‘saf güzellik’, ‘ölü güzel kadın’ gibi baskın izleklerde belirleyici olan Virginia 13 yaşına geldiğinde evlendiler.

 

Kısa yayıncılık hayatında Doğu yakasının büyük şehirleri (Richmond-New York-Philadelphia-Baltimore) arasında salınıp durdu. Yazmak dışında hiçbir uğraştan para kazanmayı başaramadı. Amerikan edebiyatının, geçimini yalnızca kalemiyle sağlayan ilk yazarı oldu. Çalıştığı dergilerde yorulmadan öykü ve şiirler yayımladı. Özellikle “Usher Evi’nin Çöküşü” adlı öyküsü, ilk öykü kitabı Grotesk ve Arabesk Öyküler’in yolunu açtı. Poe, yayımlanan şiirleriyle kazanamadığı saygınlığı öyküleriyle elde etti. Kitap çıkınca Coleridge ile kıyaslandı, Boston Nation dergisi, onun “geleceğin okurlarına seslendiğini” duyurdu. Kitap çok satmasa da, yarım kalan tek romanı A. G. Pym’in yaşattığı hayal kırıklığından sonra Poe’ya ihtiyacı olan saygınlığı kazandırdı. Bu sayede Dickens ve Hawthorne’la tanıştı (Ne ki Dickens, ona verdiği İngiltere’de yayıncı bulma sözünü tutamadı). Arkadaşı James Russell Lowell’a şöyle demişti Poe: “Hayatta iki şeyi çok istedim: Uluslararası Telif Yasası’nın çıkması ve aylık bir dergiye sahip olmak.” Söz konusu telif yasası, ancak Poe’nun ölümünden 41 yıl sonra çıktı (Poe, hayatı boyunca toplam sadece 6200 dolar kazanabilmişti). Aylık dergi hayaliyse asla gerçekleşmedi. Adını Stylus koymayı düşündüğü dergisi için ölümüne kadar topladığı malzemeler hiçbir zaman yayımlanmadı.

 

1847’de karısı Virginia 25 yaşındayken öldü. Bu ölümün ardından Poe’nun yayımladığı son şiir ‘Annabel Lee’ oldu. Şairin hayatına giren başka kadınlar Annabel Lee’nin kendileri olduğunu öne sürseler de şiirde anlatılan, Virginia’ydı. ‘Ölü güzel kadın’ imgesi ilk kez Poe’nun bir şiirinde ölümü aşıyordu. Kalan iki yılını dergisi için para arayarak geçirdi. Baltimore’da bir gece sokak ortasında genç bir yayıncı tarafından bulunduğunda beş parasızdı. Halüsinasyonlar görüyor, anlaşılmaz dualar mırıldanıyor ve Virginia’yı hayatta sanıyordu. Bulunduktan beş gün sonra 7 Ekim 1849’da öldü.

 

Poe’nun mirası

 

Edgar Allan Poe, yazdıklarının edebiyat tarihinde meydana getirdiği kırılmayı göremedi ama az çok seziyordu. Örneğin, ünlü şiiri “Kuzgun” için “Bugüne kadar yazılmış en iyi şiir” diyecek kadar güveniyordu yeteneğine. Bugünün popüler edebiyat türlerine açtığı yolun yanı sıra, “etkinin birliği” ilkesini miras bıraktı: İyi şiirin ve öykünün kısa olması gerektiğini genç yaşta anlamıştı; hiçbir uzun yapıtını tamamlayamadı. Edebiyat tarihine, Sherlock Holmes’un atası sayabileceğimiz Auguste Dupin (‘Morg Sokağı Cinayeti’) ve Roderick Usher (‘Usher Evi’nin Çöküşü’) gibi iki unutulmaz karakteri hediye etti. “O” harfinin/sesinin kederine inanıyordu. Bu harfin baskın olduğu en güzel dizeyi yazdı: “Quoth the Raven: Nevermore” (‘Dedi Kuzgun: Asla’). Uzun bir ‘o’ harfi gibi okunan kendi adı da İngilizcede ‘şiir’ sözcüğünün yarısıydı: ‘Poetry’.

 

Baudelaire’i derinden etkiledi (Eduard Manet’ye, “Beni Poe’yu taklitle suçluyorlar.” diyordu Fransız şair). Karanlık öykü kişileri, Yeraltı Adamı’nın habercisi oldu (Dostoyevski, Poe’yu okumuş muydu, okuyabilir miydi?). Claudel kendisine hayranlık, Paul Valery saygı duyuyordu. Mallarmé, ‘Poe’nun Mezarı’nı yazdı. Rilke, Henry James, Kafka, Auden ve daha bir yığın isim ondan etkilendiklerini kayda geçirdiler.

 

***

 

İki hafta önce bugün, 200. doğum gününde okurları yine şairin mezarı başındaydı(k). Baltimore’da o kasvetli kilise mezarlığına kar çiselerken, her şey bir Poe öyküsündeki gibiydi. Her yıl şairi ziyaret eden gizemli hayranının sabaha karşı bıraktığı güller, mezar taşının üstünde Gotik manzarayı tamamlıyordu.

 

http://kitapzamani.zaman.com.tr/?bl=5&hn=1587

Share this post


Link to post
Share on other sites

KUZGUN

 

Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin

O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,

Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,

Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;

"Bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan,

Başka kim gelir bu zaman?"

 

Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık gecesiydi,

Örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman,

Işısın istedim şafak çaresini arayarak

Bana kalan o acının kaybolup gitmiş Lenore'dan,

Meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili Lenore'dan,

Adı artık anılmayan.

 

İpekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin

Korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan;

Yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim:

"Bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan,

Gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan;

Başka kim olur bu zaman?"

 

Kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden

"Özür diliyorum" dedim, "kimseniz, Bay ya da Bayan

Dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki,

Öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan."

Yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan

Kapıyı açtığım zaman.

 

Gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,

Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;

Sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,

Fısıltıyla bir kelime, "Lenore" geldi uzaklardan,

Sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;

Yalnız bu sözdü duyulan.

 

Duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden,

İçimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman.

İrkilip dedim: "Muhakkak pancurda bir şey olacak;

Gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran;

Yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran;

Başkası değil rüzgârdan..."

 

Çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden

Bugüne kalmış bir Kuzgun pancuru açtığım zaman.

Bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle

Süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan,

Kondu Pallas'ın büstüne hızla geçerek yanımdan,

Kaldı orda oynamadan.

 

Gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca

Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;

"Gerçi yolunmuş sorgucun" dedim, "ama korkmuyorsun

Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından;

Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?"

Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

 

Sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama

Hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan,

İlgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki

Kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan,

Böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan;

Adı "Hiçbir zaman" olan.

 

Durgun büstte otururken içini dökmüştü birden

O kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan.

Sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı,

Sustu, sonra ben konuştum: "Dostlarım kaçtı yanımdan

Umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan."

Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

 

Birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte

"Anlaşılıyor ki" dedim, "bu sözler aklında kalan;

İnsaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin

Sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan.

Umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan:

Hiç -ama hiç- hiçbir zaman."

 

Çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün;

Bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan,

Sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere,

Sonra Kuzgun'u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan

Ne demek istediğini böyle kulağımda kalan.

Çatlak çatlak: "Hiçbir zaman."

 

Oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile

Ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan

Durup o Kuzgun'a baktım, mindere gömüldü başım,

Kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran,

Elleri Lenore'un artık mor mindere, ışık vuran,

Değmeyecek hiçbir zaman!

 

Sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla

Melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan.

"Aptal," dedim, "dön hayata; Tanrın sana acımış da

Meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan;

İç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan."

Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

 

"Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa?

Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!

Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin,

Korkuların hortladığı evimde, n'olur anlatsan

Acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan..."

Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

 

"Şu yukarda dönen gökle Tanrı'yı seversen söyle;

Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!

Azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi

Buluşacak o Lenore'la, adı meleklerce konan,

O sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?"

Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

 

Kalkıp haykırdım: "Getirsin ayrılışı bu sözlerin!

Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!

Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!

Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan!

Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!"

Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

 

Oda kapımın üstünde, Pallas'ın solgun büstünde

Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan;

Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin

Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,

O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan

Kalkmayacak - hiçbir zaman!

 

 

Edgar Allan Poe

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...