Jump to content
Necip Fazıl Kısakürek [N-F-K.com Forum]
Sign in to follow this  
trradomir

Çekirge Eti

Recommended Posts

Peşinen söyleyeyim, yazı hayli uzun. İlk kısmı okuduktan sonra karşınıza çıkacak olan kırmızı ile yazılmış bölüm bana ait. Devamını da okursanız zaten yazı çok akıcı olduğundan tahmin edilenden daha çabuk bitecektir. Okumanızı tavsiye ediyorum kesinlikle. Zihnimde şimşekler çaktıran çok güzel bir parça...

 

"Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüysüzdür. Fakat serçe gibi kanatlıdır, uçar, yeşilliklerle beslenir. Serçe gibi huysuz, serçe kadar asabidir, yediği şeyleri titizlikle seçer. Temiz ve taze şeyler yer. Hem tiryaki hem de keyif sahibidir. Tütün ve limondan büyük zevk alır. Sonra topluca yaşamayı sever. Nereye gitse, hep beraber kafile halinde gider, birbirlerinden ayrılıp dağılmazlar. Tıpkı serçeler gibi...

Hicaz, Yemen, Asir Araplarının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlık ve çevikliklerini çekirgelere borçludurlar. Çekirgeyi çöllerin en çilekeş hayvanları olan develerle, hecinler de çok sever ve büyük bir iştah ile yerler. Bütün bu havalide öteden beri inanıldığına göre dizlerinin bağı çözülenlere, zayıflara, bünyevi hastalıklara pek etkilidir. Hele romatizma için iksir gibidir. Şifa verici özellikle yumurtalarıdır. Biz yazık ki, bunları çukurlara gömerek, üzerilerine kireç dökerek heder ediyoruz.

 

Çekirgeyi hekimlerimize de tahlil ettirdim. Onlar araştırıp incelemeleri sonucunda çekirgeden sitayişle bahsetmekte, şifa verici ve besleyici özelliklerini saymakla bitirememektedirler. Gerçi ziraatımıza, ekinlerimize zarar veriyorlarsa da, birçok kuşlar ve hayvanlar da öyle değiller mi? Hatta bazı hayvanlar yalnız zarar verirler ve hiçbir hayırları yoktur. Çekirge ise zararının yanında gıda bakımından çok hayırlı ve faydalı bir hayvancağızdır. Hem gıda hem de devadır. O halde bundan faydalanmak gerekmez mi? Yediğimiz sebzelerin çoğundan fazla ve daha ziyade faydalı olduğu tecrübe ile anlaşılmıştır.

 

Deniz kıyısı gibi yerlerde pek makbul olan ıstakoz ve karides gibi şeylerden hiçbir farkı yoktur. Her iklimde çekirge yeniliyor. Mideye de hiç dokunmuyor. Yenmesi sünnet-i seniyedir.

 

Cenab-ı Peygamber, hadisi şerifinde "İki ölünün ve iki kanlının yenmesi bize helal oldu" buyurmuşlardır ki, iki ölü balıkla çekirge, iki kanlı da, dalakla karaciğerdir.

İmam-ı Malik yenmesine cevaz verilen çekirgenin başının kopartılmasını veyahut ateş üzerinde kavrulmasını şart kılmış ise de, Hanefi ulemasının çekirgenin ölüsünü bile helal ettikleri ve hiçbir kayda tabi tutmadıkları "Darülhattar" isimli kitapta yazılıdır.

Hicaz çekirgesi öteki bölgelerin çekirgesine göre daha besili ve daha tatlıdır. îbn-ür Reşid cihetindekiler çekirgeyi nimet sayıp bereket bilirler. Bunları zaten uzun boylu anlatmaya gerek yoktur. Yiyip tadına bakarak faydasını anlamak kafidir. Çekirge dört türlü yenebilir:

 

1- Toplanan çekirgeler çiroz gibi güneşe serilir, iki üç gün kadar kurutulur. Ayakları ve başı koparılır. Kalan gövde kısmı bir parça yağ ile kavrulur. Kavurma gibi yenir.

 

2- Sıcak su ile haşlanır. Baş ve ayakları temizlenir. Hemen pişmek üzere bulunan pirinç ya da bulgur pilavına karıştırılıp pişirilir.

 

3- Haşlanmış çekirgeler tabağa dizilerek konur, üzerine zeytinyağı ile limon gezdirilir.

 

4- Çekirgenin kavrulan kısmı havan içinde toz haline getirilir ve et tozu konservesi şeklinde kutularda ve dağarcıklarda muhafaza edilir. Araplara göre en makbul tarz budur. Çünkü elde daima ihtiyat durur. Gerektiğinde nerede olursa olsun açlığı gidermeye yarar. Hele harp zamanlarında hemen el altında bulunan bir gıdadır.

 

Büyük bir dikkat ve titizlikle ve kendime mahsus ihtimamla yaptırdığım tecrübelerde tıbbi yararları güzelce anlaşılan ve yenmesi sünnet olan çekirgeye yan gözle bakmak ve ondan tiksinmek, en hafif tabir ile nimetnaşinaslıktır. Dün karargâh sofrasında (çekirge tavası) vardı. Arkadaşlarımla beraber pek tatlı yedim ve bunu dil konservesinden pek ziyade buldum. Hele zeytinyağı ve limonsuyu ile salatası çok nefis oluyor.

 

Kısaca, dün çekirgeyi bahçelerden yok etme tedbirlerini düşünürken, 'Bugün çekirge geliyor mu?' diye yollarını gözlüyorum. Hangi bölgeye çekirge düşerse, tarifime göre faydalanılmasını ve bana hediye olarak çekirge gönderilmesini arkadaşlarımdan rica ediyorum."

 

Evet arkadaşlar, yazı bu. Ne o, mideniz mi bulandı, yüzünüz mü ekşidi? Güldünüz mü yoksa?

 

Bir de şöyle okuyun isterseniz... Aşağıdaki bölümü de sabredip okuduğunuz takdirde, milletimizin mukaddes topraklar uğrunda ne gibi cefalara katlandığını, ne denli zorluklara göğüs germek durumunda kaldığını ve normal şartlar altında akla hayale gelmeyecek işleri bile hangi uğurda, ne şekilde gerçekleştirdiğini göreceksiniz. Komediye muhtaç kalmanın ne gibi bir trajedi olduğu, aşağıdaki parçayı bir bütün olarak okuduğunuzda anlaşılacaktır. "Buna olsa olsa gülünür' dediğimiz bazı şeylerin gerçek hayattaki ciddiyeti, trajedinin tüm dehşetiyle doğduğu nokta oluyor malesef.

 

Mevzuyu bu açıdan ele aldığımızda, Medine Müdafası destanının tam bir dram olduğu neticesine varabiliriz. Lafı fazla uzattım; aşağıdaki parça, İsmail Bilgin'in 'Medine Müdafası: Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa' adlı edebi yanı da zayıf olmayan ve belgelerle desteklenmiş mükemmel tarihi romanından iktibastır... Bilvesile, cumhuriyetin kuruluşundan hemen önce Kabil büyük elçiliği gibi saçma sapan bir görevle, muhtemeldir ki art niyetle resmen harcanan, bizzat Thomas Edward Lawrence'ın Çöl Kaplanı tabiriyle andığı, mukaddes emanetleri Bedevilerin talanından bir müfreze asker ile apar topar kaçırarak kurtaran, büyük Peygamber aşığı ve taktik harp kahramanı Fahreddin Paşa'yı ve onun, herbiri ayrı ayrı tebrik edilmeyi hak eden mübarek şehit ve gazilerini birer Fatiha ile yâd edelim, ruhlarını şâd edelim.

 

...Her bir yokluk diğer bir yokluğu getiriyordu. Bu zincirleme yokluk, ellere, ayaklara, gönüllere ve midelere ağır prangalar vuruyordu. Çaresizlik her dem, her gün ne yazık ki büyüyordu.

 

Açlık, geçip giden günlerde, biley taşına sürtülüp keskinliği artan bir bıçak gibi Medine'de görev yapan askerlerin midelerini arayıp duruyordu. Büyük açlık uçurumunun kenarında kalan Türk askeri bu dipsiz uçuruma düşmemek ve açlığa teslim olmamak için hurma yemekten bıkmışlardı. Bu bıkkınlık sık sık Medine semalarından atılan ve "Her türlü yiyeceğe kavuşacaksınız" diyen bildirilerle daha da artıyordu. Ancak gönüllerinde ve akıllarında yer edinen "Görev kutsaldır" diyen vicdanlarının sesini, midelerinin sesine tercih ediyorlardı. Onlar, her seferinde kendi vicdanlarının sesini dinlerken, bazıları ise midelerinin sesini dinleyip açlıktan tokluğa firar etmek düşüncesinde idi. Ancak teslim olacakları Bedevilere, Şerif Hüseyin'in oğulları Faysal ve Ali'ye güvenemiyorlardı. Bu yüzden tereddüt içinde bocalamaya devam ediyorlardı.

 

Medine'de artık yegâne yiyecek olan hurmanın olgunları toplanıp yenmişti. Yeni yeni olgunlaşmaya başlayan hurmalar bile toplanmaya başlanmıştı. Fahrettin Paşa bu taze hurmaların koparılmamasını istiyor, bu hurmaların başına nöbetçi dikiyor ama yine de bunda başarılı olamıyordu...

 

Yüksek hurma ağaçlarındaki dallara tırmanmak ve buradaki hurmaları toplamak güç olduğundan, erat bazı hurma dallarını kesip yerde toplamaya başlamıştı. Bu iki defa yokluk demekti. Kesilen dallar nedeniyle hurma sayısında azalma oluyordu. Gün geçtikçe bu tür yöntemlerin arttığını gören paşa, hurma dallarını kesenlere idam cezası uygulanacağını bildirince, hiçbir dal kesilmemişti...

 

Fahrettin Paşa bu zor durumu nasıl atlatacağını düşünüyordu. Bir süre önce sokaklarda ve meydanlarda buğday, arpa ve hurma çekirdeği aratması da netice vermemişti. Birkaç avuç çekirdek ile geri dönen erleri de sıcak çarpmıştı. Bu işin faydasından çok zararı olduğu ortaya çıkınca uygulamadan vazgeçti... Ellerinde son hurmaları da idareli kullanmak için gerekli olan düzenlemeyi yaptı. Artık kişi başına bir avuç içi kadar hurma düştüğünü görünce çok üzüldü...

 

Hurmadan başka yiyeceği olmayan bu fedailerin, kahramanların gözü önünde eriyip gitmesinden dolayı acılara bulandı. Bu acılar her geçen artıyor, sol tarafına sokulan kızgın bir demir gibi bağrını dağlıyordu. Paşa sonunda acıya tutunmak zorunda kalmıştı. Oysa, her seferinde "her yeni doğan gün, yeni bir ümit" demesine rağmen acılarının arttığına şahit oluyordu. Verdiği sözün ne olursa olsun, arkasında durmak ve o verdiği sözü yerine getirmek için sergilediği çaba, onu ayakta tutuyordu.

 

Peygamber Efendimize verdiği sözü hatırlıyordu daima. "Son mermiye, son ere, son damla kana ve son hurmaya dek burasını savunacağız... Mademki hurmamız biraz daha var. Mademki daha kullanacak cephanemiz ve akacak kanımız damarımızda mevcut. O zaman dayanmaya devam" diyordu. "İsyancılara, açlığa, susuzluğa, sıcağa, hastalığa, fitneye, tuzaklara, hainliğe karşı direnmeye devam" diyordu. "İnadına devam. Osmanlı'nın son kalesini savunmaya, diğer düşen kalelere inat, devam. Son kalenin burçlarında nazlı nazlı dalgalanan ay yıldızın gölgesinde açlığa devam... Ne ki bayrak gölgesinde çekilen açlık, tokluğa dönüşür. Sefalet zenginliğe. Yokluk da varlığa... Elbet bir gün yardım da gelecek. Bizler mümkün olduğunca direnmeli ve dayanmalıyız... Belki bir gün bu çektiklerimizi duyanlar, bilenler yardımımıza koşabilirler... Belki yeniden doğarız, tıpkı Anka kuşu gibi. Mezardan doğrulur gibi ayağa kalkar ve yedi düvele karşı Çanakkale'de, Kut'ül Amare'de olduğu gibi zafer kazanırız... Bizler omuzlarımıza yüklenen bu ağır görevi ne olursa olsun, yerine getirmeliyiz..."

Paşa daha sonraları hurmaların toplandığı depoları gezmiş, ne denli azaldığını görünce, yeni bir iaşe cetveli düzenlemeye başlamıştı. Parmak kadar bir kurşun kalemi ile bulabildiği bir parça kâğıda güçlükle yazmaya çalışmıştı!

Sabah: Hurma çorbası.

 

Öğlen: Yok.

 

Akşam: Dört tane hurma...

 

Paşa son zamanlarda hurma kelimesini o kadar çok söylüyor ve duyuyordu ki, kendi kendine:

 

- Burada isyancılara değil ama hurmaya esir olduk, dedi. Acı acı gülümsedi...

 

Bizi bir hurma çekirdeğine muhtaç edenler, bizi mezara kefensiz gömülmeye mecbur edenler, çamurlu sular içmek zorunda bırakan Bedeviler... Şunu iyi biliniz ki, bizi hiçbir şey yıldıramaz. Ne açlık ne de susuzluk... Bizler, ölümü kucaklamaya ant içmişiz... Bundan sonra ne gam ki?

 

Paşa içinde ağlarını gizli gizli ören hüzne aldırmadan dışarı çıktı. Çiçeklendirdikleri geniş caddeye ve daha sonra kurulan telsiz istasyonuna baktı. Düzenledikleri mezarları ziyaret etti. Mezarların taşlarına tek tek dokundu. Onları, sağ iken sırada hazır ol durumunda bekleyen Mehmetçiklerin başını okşuyormuş gibi, alınlarını öpüyormuş gibi tek tek okşadı.

 

- Sizler için daha fazlasını yapmak isterdik... Ancak yapamadık. Daha fazlasını yapmak elimizde değildi. Olsaydı onu da yapmaktan kaçmmazdık. Ancak üzüntüm daha çok başı ucunuzda bir selvi ya da bir çınar ağacı dikememektir... Bir serin gölgenizin olmayışıdır... Ancak sizler rahat uyuyunuz. Bizler ne olursa olsun, görevimizin başındayız. Sizler gibi teker teker kızgın kumlara düşmedikçe, görevimizin başında olacağız. Bunu böyle biliniz. Bu sözü Medine'de görev yapan her bir subayımızın, erimizin sözü olarak kabul ediniz... Hatıranız ve isimleriniz yaşatılacaktır. Sizi unutmayacağız. Bunun için size layık olmayan anıt yaptık. Bu anıt şahsında sizler her dem gözümüzde ve gönlümüzde olacaksınız... Sizleri unutan, tarafımızdan da unutulmaya mahkûmdur. Yine de sizler, Peygamber Efendimizin yanı başında, onun yakınındasınız. Bu işte sizin adınıza gönlümüzdeki hüznü dağıtan yegâne sevinçtir...

Medine'de açlık endişesi artıyor ama açlığa duyulan öfke de büyüyordu...

 

* * *

 

Yiyecek bulma ümidi ile Medine sokaklarında düşünceli düşünceli gezen paşa "Ne yapabilirim, nasıl yiyecek bulabilirim?" diye düşünürken, birkaç tane Arap yerlisinin "Çekirge, çekirge!" diye bağrıştığını duydu. Onlara baktığında, ileriden bir çekirge sürüsünün hızla şehre doğru yaklaştığını gördü...

 

Biraz sonra kürek ve kovasını alan Arap yerlileri sabırsızlıkla çekirgelerinin gelişini beklemeye koyuldular. Bu durum paşanın da dikkatini çekti. Bir kenarda durup olan biteni gözlemlemeye başladı.

 

Biraz sonra tek tük yere düşmeye ve sıçramaya başlayan çekirgelerin sayısı iyice arttı. Bunun üzerine halk hemen kürekle çuvallara topladıkları çekirgeleri kapaklı sepetlere boşaltıp yine boşalan çuvalları ile çekirgelerin peşine düştü. Tatlı bir telaş ve gülüşmeler eşliğinde herkes adeta birbiriyle yarıştı. Bir süre sonra çekirge sürüsü geçip giderken yiyecek bir şey bulmayan bu hayvanlar başkalarına yem oldu.

 

Fahrettin Paşa bir yerliye yaklaştı:

 

- Bunları ne yapacaksınız?

 

- Yiyeceğiz Fahri Paşam.

 

- Çekirgeler yenir mi?

 

- Biz yeriz. Çok da tatlıdır...

 

- Evet daha önce duymuştum. Tadı nasıldır?

 

- Kuş eti gibidir.

 

- Kuş eti gibi mi?

 

- Evet.

 

- Nasıl pişiriyorsunuz?

 

- Kolay, bacaklarını ve başını koparttıktan sonra ister kızartın, isterseniz haşlayın. İsterseniz yemeklerinize karıştırıp yiyin, çok lezzetlidir.

 

- Bunu biz yemekte zorlanırız.

 

- Eh siz bilirsiniz... Hurma yemeye devam ediniz...

 

- Sen pişirip bana bir avuç yollayabilir misin?

 

- Elbette, seve seve... Nasıl istersiniz. Tava mı olsun? Haşlama mı?

 

- Hangisi lezzetli oluyorsa, ondan gönderiniz...

 

- Peki Fahri Paşam...

 

...

 

Paşa karargâhına dönerken, halkın çekirge toplamasını göz önüne getiriyordu. "Talana dalmış gibiydiler, kendilerinden geçmişlerdi. Mademki, çekirge bu kadar tatlı bir yiyecek, biz neden yemeyi denemiyoruz ki? O kadar tatlı olmasa, bu yerliler birbiriyle yarış edercesine toplamaya çalışır mıydılar?

Bakalım akşam bana gönderilecek çekirge yemeğinin tadı nasıl olacak? Açıkçası çok merak ediyorum. Bu hayvanı ben yiyebilir miyim? Bilemiyorum... Ama denemekten başka da çarem yok ki..."

 

Akşam olduğunda, biraz sabırsızlıkla biraz da merakla işlerini yapmaya başlayan paşanın kapısı çaldı. Kapıdaki nöbetçi, içeriye bir yerlinin girmek istediğini söyledi:

 

- Gelsin, dedi paşa.

 

Adam içeri girdi. İki büklüm olana dek eğildi, paşaya selâm verdi:

 

- Size çekirge kızartması getirdim Fahri Paşam. Eğer beğenirseniz daha da getirebilirim.

 

- Bakalım, yemeyi bir deneyelim.

 

- Deneyin, memnun kalacaksınız. İsterseniz, yarın akşam da haşlamasından getireyim.

 

- Bu yeteri kadar bana fikir verebilir...

 

Kapıya doğru gitmekte olan adamı uğurlamak için paşa yerinden kalktı. Kendisine iri bir hurma ikram etti. Adam hurmayı alırken:

 

- Bir hurmaya muhtaç iken bana hurma ikram ediyorsunuz, dedi.

- Biz de misafire ikram önemlidir. Siz de, bana çekirge getirdiniz...

 

Fahrettin Paşa masaya konan tabağa baktı. Gözlerinde çekingenlik vardı. Bu zor deneyi başarıyla tamamlayıp tamamlayamayacağını bilemiyordu. Eski bir kâğıt ile örtülen yemeğin üstünü açtı. Gördüğü manzaradan ilk önce midesi bulandı. "Asla yiyemem..." dedi. "Bu yemeği yerli halk nasıl yiyor, bilmem ki?"

 

Yerine oturdu... Masa üzerinde duran tabağa yutkunarak baktı. "Hayır" dedi. "Yiyemeyeceğim. Ne yapsam da yiyebileceğimi sanmıyorum."

 

Paşa yine yerine oturdu. Bir süre işleriyle uğraştı. Yerinden kalktı. Tabağa doğru baktı. "Belki de yiyebilirim. Bunlar birer kuş budu gibi. Evet evet bunlar bıldırcın eti. Bıldırcın eti de çok güzel olur..." Paşa kendi kendini kandırmaktan cesaretlenir gibi oldu. Bir tane çekirge alarak ağır ağır ağzına attı. Çiğnemeye dahi korktu. Ağzında çekirge olduğu halde biraz bekledi. Sonra hızlı çiğnerse, dişleri kırılacakmış gibi, hurma ekmeğini ısırıyormuşçasına dikkatle ve ağır ağır çiğnemeye başladı...

 

"Hımm. Ağzımda bir kabuk çiğner gibiyim. Ama tadı fena değil..."

 

Paşa bir süre sonra bir yudum su ile çekirgeyi yutuverdi...

 

"Evet en zor aşama geçti. Şimdi devam etmeliyim. Ancak tadı gerçekten de güzelmiş."

 

Bu kez birkaç tane çekirge daha aldı ve ağzına attı. Çiğneyip yuttu. Yavaş yavaş tabaktaki çekirgeleri yedi. Değişik bir his, değişik bir tad ve değişik bir tokluk hissetti. Bunun üzerine "Belki de çekirge yemekte fayda var" dedi. "Belki de gökten yağan bu besinin değerini biz bilemedik... Ancak ne olursa olsun, ben yiyebildiysem askerim de yemeli. Açlıktan ölmektense, çekirge yemek iyidir..."

 

Kararını vermişti. Çekirge yiyeceklerdi. Ancak ellerinde çekirge yoktu. Bundan sonra çekirge istilasını ve sürüsünü bekleyeceklerdi...

 

Paşa hemen emir vererek çekirge istilası sırasında tüm çekirgelerin yerli halka verilmesinin ya da toplanan çekirgelerin satılmasının yasak olduğunu bildiriyor ve bir çekirgenin dahi ziyan edilmeden toplanmasını belirtiyordu...

 

Bu emir üzerine asker ileride çekirge yiyeceklerini anladı. Kendilerinde bir şaşkınlık oluştu:

 

- Ne yani, yerliler gibi çekirge mi yiyeceğiz?

 

- Ben asla yiyemem.

 

- Bu börtü böcek nasıl yenir ki?

 

- Hurma yemeyi tercih ederim.

 

- Ben de.

 

- Hurma çekirdeği daha iyidir çekirgeden.

 

- Hem çekirge nasıl yenir bilmiyoruz ki...

 

- Nasıl pişer?

 

- Bu da mı gelecekti başımıza?

 

- İster misin Fahrettin Paşa "Herkes çekirge yiyecek" diye emir versin.

 

- Aman sus. Yerin kulağı var.

 

- Duyarsa, kesin emir verir zaten.

 

- İşte o zaman yandık.

 

- Arkadaş, ben asla yiyemem. Erat arasında bu tür konuşmalar sürüp giderken, paşa ise çekirge hakkında bilgi edinmek için uğraşıyordu. Çeşitli kitaplardan bu hayvan ile ilgili bilgi topladı. Bu bilgileri askerle paylaşmalıydı ama bunun için de çekirge istilasını bekliyordu...

 

Çok geçmeden Medine dışındaki bir tepenin ufku karardı. Bir bulut gibi hareket eden şey ne kum fırtınası ne de kasırgaydı. Sağa, sola hızla hareket etmesinden çekirge olduğu kolayca anlaşılıyordu.

 

Herkes şehre gelecek çekirgeleri yakalamak için hazırlandı. Yanlarına kimi kürek, kimi süpürge, kimi de çuval aldı. Kapaklı büyük sepetler de hazır edilerek, çekirgeler beklenmeye başlandı. Medine'yi savunan erat şimdi saldırıya geçecek bu hayvanlara karşı hazırlanıyordu. Bu kez avcı, avlanacaktı...

 

Medine'nin bir şey kalmamış bahçelerine istila için gelen çekirge sürüsü, yiyecek bulabilmek için her yere saldırmaya başladı. Bir sıçrayışta beş metre zıplayan bu hayvanları yakalamak asker için zor oluyordu. Ancak bu çekirge toplama işi daha sonra adeta bir eğlenceye dönüştü. Çocukluklarında kırlangıç yakalamak için uğraşan erler, şimdi durmadan zıplayan bu hayvanların üzerine örtüler atıyor ve örtüler altındaki çekirgeleri toplayıp sepetlere koyuyorlardı.

 

Çekirge avı akşama dek olanca hızıyla devam etti. Aynı zamanda eratın tek düze giden kuşatılma günleri içinde bu faaliyet önemli değişiklik oldu. Bir süreliğine de olsa, çekirge yiyeceklerini unutan neferler, çocukça bir oyuna kendilerini kaptırmış, alabildiğine gülmüş ve eğlenmişlerdi...

 

Akşamüzeri toplanan çekirgeler ambarlara konmuş, kapılar da sıkıca kapatılarak başına da iki nöbetçi dikilmişti.

 

Ertesi gün Fahrettin Paşa tarafından yapılan sürpriz herkesi şaşırttı. Paşa çekirge konusunu iyice araştırdığından, onun özelliklerini, nasıl yeneceğini ayrıntılı bir şekilde anlatan bir emir yayınlatmıştı. Kâğıt sıkıntısından dolayı az sayıdaki emirler komutanlarınca erata okundu:

 

"Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüysüzdür. Fakat serçe gibi kanatlıdır, uçar, yeşilliklerle beslenir. Serçe gibi huysuz, serçe kadar asabidir, yediği şeyleri titizlikle seçer. Temiz ve taze şeyler yer. Hem tiryaki hem de keyif sahibidir. Tütün ve limondan büyük zevk alır. Sonra topluca yaşamayı sever. Nereye gitse, hep beraber kafile halinde gider, birbirlerinden ayrılıp dağılmazlar. Tıpkı serçeler gibi...

 

Hicaz, Yemen, Asir Araplarının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlık ve çevikliklerini çekirgelere borçludurlar. Çekirgeyi çöllerin en çilekeş hayvanları olan develerle, hecinler de çok sever ve büyük bir iştah ile yerler. Bütün bu havalide öteden beri inanıldığına göre dizlerinin bağı çözülenlere, zayıflara, bünyevi hastalıklara pek etkilidir. Hele romatizma için iksir gibidir. Şifa verici özellikle yumurtalarıdır. Biz yazık ki, bunları çukurlara gömerek, üzerilerine kireç dökerek heder ediyoruz.

 

Çekirgeyi hekimlerimize de tahlil ettirdim. Onlar araştırıp incelemeleri sonucunda çekirgeden sitayişle bahsetmekte, şifa verici ve besleyici özelliklerini saymakla bitirememektedirler. Gerçi ziraatımıza, ekinlerimize zarar veriyorlarsa da, birçok kuşlar ve hayvanlar da öyle değiller mi? Hatta bazı hayvanlar yalnız zarar verirler ve hiçbir hayırları yoktur. Çekirge ise zararının yanında gıda bakımından çok hayırlı ve faydalı bir hayvancağızdır. Hem gıda hem de devadır. O halde bundan faydalanmak gerekmez mi? Yediğimiz sebzelerin çoğundan fazla ve daha ziyade faydalı olduğu tecrübe ile anlaşılmıştır.

 

Deniz kıyısı gibi yerlerde pek makbul olan ıstakoz ve karides gibi şeylerden hiçbir farkı yoktur. Her iklimde çekirge yeniliyor. Mideye de hiç dokunmuyor. Yenmesi sünnet-i seniyedir.

 

Cenab-ı Peygamber, hadisi şerifinde "İki ölünün ve iki kanlının yenmesi bize helal oldu" buyurmuşlardır ki, iki ölü balıkla çekirge, iki kanlı da, dalakla karaciğerdir.

 

İmam-ı Malik yenmesine cevaz verilen çekirgenin başının kopartılmasını veyahut ateş üzerinde kavrulmasını şart kılmış ise de, Hanefi ulemasının çekirgenin ölüsünü bile helal ettikleri ve hiçbir kayda tabi tutmadıkları "Darülhattar" isimli kitapta yazılıdır.

 

Hicaz çekirgesi öteki bölgelerin çekirgesine göre daha besili ve daha tatlıdır. îbn-ür Reşid cihetindekiler çekirgeyi nimet sayıp bereket bilirler. Bunları zaten uzun boylu anlatmaya gerek yoktur. Yiyip tadına bakarak faydasını anlamak kafidir. Çekirge dört türlü yenebilir:

 

1- Toplanan çekirgeler çiroz gibi güneşe serilir, iki üç gün kadar kurutulur. Ayakları ve başı koparılır. Kalan gövde kısmı bir parça yağ ile kavrulur. Kavurma gibi yenir.

 

2- Sıcak su ile haşlanır. Baş ve ayakları temizlenir. Hemen pişmek üzere bulunan pirinç ya da bulgur pilavına karıştırılıp pişirilir.

 

3- Haşlanmış çekirgeler tabağa dizilerek konur, üzerine zeytinyağı ile limon gezdirilir.

 

4- Çekirgenin kavrulan kısmı havan içinde toz haline getirilir ve et tozu konservesi şeklinde kutularda ve dağarcıklarda muhafaza edilir. Araplara göre en makbul tarz budur. Çünkü elde daima ihtiyat durur. Gerektiğinde nerede olursa olsun açlığı gidermeye yarar. Hele harp zamanlarında hemen el altında bulunan bir gıdadır.

 

Büyük bir dikkat ve titizlikle ve kendime mahsus ihtimamla yaptırdığım tecrübelerde tıbbi yararları güzelce anlaşılan ve yenmesi sünnet olan çekirgeye yan gözle bakmak ve ondan tiksinmek, en hafif tabir ile nimetnaşinaslıktır. Dün karargâh sofrasında (çekirge tavası) vardı. Arkadaşlarımla beraber pek tatlı yedim ve bunu dil konservesinden pek ziyade buldum. Hele zeytinyağı ve limonsuyu ile salatası çok nefis oluyor.

 

Kısaca, dün çekirgeyi bahçelerden yok etme tedbirlerini düşünürken, 'Bugün çekirge geliyor mu?' diye yollarını gözlüyorum. Hangi bölgeye çekirge düşerse, tarifime göre faydalanılmasını ve bana hediye olarak çekirge gönderilmesini arkadaşlarımdan rica ediyorum."20

 

Asker bu emir ile ilk önce kısa süre bir şaşkınlık yaşamış sonra çekirge yiyecek olmanın verdiği tedirginlikle o anı beklemeye başlamıştı... Fahrettin Paşa usulüne göre çekirgeleri kızarttırmış ve çadırlarda subayları ile çekirge yiyeceğini belirterek hazırlıkların en kısa sürede tamamlanmasını istemişti.

 

Büyük çadırdaki yemekhane düzenlenmiş, her subayın tabağına çekirge servisi yapılmış yanına da hurma çekirdeğinden yapılan bir dilim ekmek ile yarım bardak su konmuştu. Subaylar, Fahrettin Paşanın yemeğe gelmesini beklerken, önlerine konan bu yemeği nasıl yiyeceklerini düşünüyorlardı. Kimisi daha şimdiden tabağa bakıp bakıp yutkunuyordu.

 

Az sonra paşa da çadıra girdi. Subaylar ayağa kalktı. Paşa hepsini selâmladı.

 

- Oturun, dedi.

 

Paşa ayakta bir süre subaylarına baktı.

 

-Evlatlarım! Silah arkadaşlarım! Bu kuşatılmış günlerde değişik yiyecek bulmak için çok uğraştık. Paramız ve imkânımız olmadı. Ancak ayağımıza dek gelen bir yiyeceği neden sonra fark edebildik... Biliyorsunuz ki, yerli halk bunları daha önceden de yiyordu. Biz kendilerine bakıp "çekirge nasıl yiyorlar" diye şaşıyorduk. Ancak şimdi çekirge yeme sırası bize geldi...

 

Belki görünüşü hoş değil ama. Tadını, yediğim için biliyorum çok lezzetli... Onun için çekinmenize gerek yok. Üstelik kuvvet verici de... Şimdi beraberce çekirge yiyeceğiz. Herkes yemeli, tadına bakmalı ve sonra da erleriyle birlikte yemelidir. (Fahreddin Paşa'nın Medine Müdafaası, s. 121-123)

 

Paşa konuşurken, iki subay ise kendi aralarında fısıldaşıyorlardı:

 

- Hayır, ben ne yapsam da yiyemem.

 

- Paşa yiyeceksin, diyor.

 

- Nasıl yerim ki?

 

- Ağzınla. Yemezsen, paşaya şikâyet ederim.

 

- Delisin sen. Bunu yapamazsın...

 

- Öyle bir yaparım ki, ben çekirge yerken, sen yemeyeceksin ha...

 

Paşa konuşmasını bitirmiş ve masaya oturmuştu. Hemen önündeki tabaktan çatal ile birkaç çekirge alıp ağzına attı. Komutanlarının bu hareketini şaşkınlıkla izleyen subaylar ne yapacaklarını bilemiyorlardı.

 

Demin fısıldaşarak birbirini tehdit eden subaylardan biri de çekirgeleri ağzına attı. Ama arkadaşı bir türlü yemek istemiyordu. Diziyle arkadaşına dokundu, kaslarıyla da tabağı göstererek, yemesini istedi. Arkadaşı başını salladı.

 

- Yiyemeyeceğim.

 

-Ye!

 

- Yemeyeceğim.

 

- Ağzını boşuna oynatma, kimseyi kandıramazsın.

 

- Yemek istemiyorum ki.

 

- Paşa istiyor, bak kendi de yiyor.

 

- İçim almıyor...

 

- Peki sen şimdi görürsün...

 

Subay arkadaşına bakarak ayağa kalktı:

- Paşam, arkadaşım çekirgenin çok lezzetli olduğunu, eğer yemek istemeyen var ise birkaç kişinin tabağındaki çekirgeleri alabilirim, diyor.

 

- Öyle mi? Tebrik ederim... Ama herkes yiyecek. Yalnız birkaç tane arkadaşınıza verebilirsiniz.

Bunun üzerine hemen yakınındaki subaylar bir iki çekirgeyi, o subayın tabağına koydular...

 

Tabağının bir anda çekirge ile dolup taştığını gören subay masanın altından arkadaşını tekmelemeye çalışırken, arkadaşı ise kıs kıs gülüyordu:

 

- Eğer beğendiysen daha da verebiliriz. Paşa da subaya bakıp:

 

- Ne oldu evladım? Hem istiyorsun hem de yemiyorsun, deyince subay istemeye istemeye çekirgeleri ağzına atıp çiğnemeye başladı...

 

Yemekten sonra en tatlı sohbet konusu bu subayın bir tabak dolusu çekirgeyi zar zor yemesi olmuştu. Ne zaman ki çekirge yemek istemeyen subay görse hemen Fahrettin Paşa bu subayı örnek gösterip yanına oturuyor, "Bakın çekirge nasıl yenir" diyordu.

 

Subay ise her seferinde çekirge yemek için kendi kendiyle savaşıyordu...

 

Üç gün sonra askerlerin pek çoğu çekirge yemeğe alışmıştı...

 

Çekirge yemek asker arasında gizli bir dirence ve moral kazanılmasına neden olmuştu. Kendi aralarında konuşan erat kendilerinin çekirge bile yediklerini, bu yüzden görevlerini hakkıyla yaptıklarına inandıklarını belirtiyordu. Bu onlara hem bedenen hem de manen güç vermişti.

 

...

 

 

 

 

Neler olmuş, nelere katlanılmış... Allah hepsine rahmetiyle muamelede bulunsun, bizleri de o mübarek insanlara ve onların şefaatlerine layık bir nesil kılsın.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Amiin

.....İngilizler maalesef Medine' ye ayak basmışlardır... Askerlerin kimi esir düşmüştür... Zaten açlıkla da boğuşmakta olan asker artık son raddededir. Ve nihayet askerler o mubarek beldeyi daha fazla müdafa edemeyecek, ne yazık ki hiç istemeyerek de olsa oradan ayrımak zorunda kalacaklardır. Ayrılırlar ama Efendimiz' in yeşil kubbeli türbesinden gözlerini alamazlar...Dillerindeyse kuşatma altında, Fahreddin Paşa' nın teğmenlerinden İdris Bey tarfından yazılan o hazin şiir vardır.. İşte buyrun;

 

Dünya ve Ahiret Efendimizsin

 

Bir Ulü'l-emr idin emrine girdik

Ezelden bey'atli hakanımızsın

Az idik sayende murada erdik

Dünya ve ahiret sultanımızsın

 

Unuttuk İlhan'ı Kara Oğuz'u

İşledik seni göz bebeğimize

Bağışla ey şefi' kusurumuzu

Bin küsür senelik emeğimize

 

Suçumuz çoksa da sun'umuz yoktur

Şımardık müjde-i sahabetinle

Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur

Doyarız bir lokma şefaatinle

 

Nedense kimseler dinlemez eyvah

O kadar saf olan dileğimizi

Bir ümmi isen de ya Rasulallah

Ancak sen okursun yüreğimizi

 

Ne kanlar akıttık hep senin için

O Ulu Kitab'ın hakkıçün aziz

Gücümüz erişsin ve erişmesin

Uğrunda her zaman döğüşeceğiz

 

Yapamaz Ertuğrul Evladı sensiz

Can verir canânı veremez Türkler

Ebedi hadimü'l-Harameyniniz

Ölsek de ravzanı ruhumuz bekler

 

 

 

Not: Talha Uğurluel' den Allah razı olsun.. Ve sizden de Trradomir.. El Fatiha..

Share this post


Link to post
Share on other sites

Allahuekberya.....

şaştım kaldım valla, şu çekirgeye bakın siz.....

bide kızarız çinlilere felan yok çekirge yiyorlar yok bilmem-ne......

kaldıki yenmesinin caiz olduğu veyahutta hakkında hadis olduğunu hiç duymamıştım. artı yaşanan olaylardaki hikmet ve muazzam hadise konunun bir başka boyutu. Allah o büyüklerimizin hepsinden razı olsun

dostum trradomir eline koluna sağlık olsun. harbiden bomba bi olay bu.

Share this post


Link to post
Share on other sites

Öncelikle içten duanıza AMİN diyorum...

 

Sonra geliyorum çekirge mevzuuna.

Efendim, bildiğiniz gibi çekirge yemek dört mezhebte de caizdir. Yani şer'i olarak bir problem yoktur.

Tadını bilmiyorum, ama yukarıdaki yazıyı okurken ağzımın suyu akmadı desem yalan olur. İlk fırsat da yiyeceğime emin olabilirsiniz :unsure:

 

Not: İsmail Bilgin Hocam'a da teşekkür ediyorum. (kendisini en son Çanakkale ile ilgili bir sempozyumda dinlemiştim. Gerçekten müthiş bir insan. Eğer bu yazıyı daha önce okumuş olsaydım kendisine hasseten bu konu ile ilgili ayrıntılı sorular yöneltebilirdim :) )

 

Trra, beni Haftasonu çekirge yemeğe çıkartır mısın? :D

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çıkartsam bile yolda bırakırım, kendin gidersin abi. İşim olmaz benim çekirgeyle işkembeyle filan. Ben beyefendiyim, gelemem öyle şeylere.

 

Allah cümlemizden razı olsun arkadaşlar. Dönemin şartlarının ne kadar acı olduğunu ve Medine müdafasının dasıtani bir yönünü göstermek için vurucu bir alıntıydı bence. O askerin bu özverisini görünce ancak utanabiliyorum.

Share this post


Link to post
Share on other sites

O askerlerin, o mücahidlerin müdafaasını, cihadını bizler ancak okuyabiliyoruz. Havsalamız bile almıyor zihnimizde canlandırabilmeye! Ve onların vatan uğurda feda ettiklerini görüp, sen neler yapıyorsun bre densiz? diye kendi kendime sorup vicdanımı sızlatmaktan başka yapabildiğimiz bir şey yok. He, varsa bile yaptıklarımız da, gel gör ki söylenebiliyor mu ecdadın yaptıkları yanında?

 

Üstad ne güzel söylemiş;

 

Genç adam, at yorganı!

Sana haram, uyuman!

 

Bize uyumak gerçekten de haram!

 

Efendim, mevzuu Osmanlı, Ecdadımız, O şanlı mücahidlerdi. Belki daha önce forumda verildiyse kusura bakmayın -verilmediyse bunun için salt bir konu bile açmalı- ama Trradomir'in yazdığı "o askerlerin özverisi" söz öbeği bana aşağıdaki muhteşem, zihinleri bıçak gibi kesen "Kudüs'deki Son Osmanlı" anısını hatırlattı. Okuyanlarınız elbet vardır. Tekrar okumaktan zarar gelmez.

 

KUDÜSTEKİ SON OSMANLI

Müthiş bir hadise, göz yaşartacak türden....2004 yılında Frankfurt'ta hayatını kaybeden Merhum İlhan Bardakçı'nın Kudüs'te yaşadığı bir hatıra hakikaten ilginç ve bir o kadar da ibret verici. Okurken çok etkilendim. Ve bu satırlarda sizlerle paylaşmak istedim.

Bardakçı anlatıyor ;

''Mevki Kudüs. Mekân Mescid ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz. Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa'nın önüne avuşturur. Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. "12 bin şamdanlı avlu" derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci

avluya ulaşırsınız.

 

Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy... İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi... Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte. Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbsirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.

Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu.

 

"Kim bu adam?" dedim.

Lâkaydi ile omuz silkti. "Bilmem." diye cevap verdi.

 

"Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. kimseye bakmaz, kimseyi görmez." Kan mı çekti nedir? Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Selâmünaleyküm baba." dedim.

Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:

- Aleykümüsselâm oğul...

Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...

- Kimsin sen, baba? dedim.

Anlattı ki, ben de size anlatacağım.

 

Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet (Osmanlı) çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız.

 

Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.

 

Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.

- Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden... Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:

- Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır

Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım..

Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi...Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:

- Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim

eden mi?

- Elbette, dedim, buyur hele...

 

Konuştu:

- Memlekete avdetinde (dönüşünde) yolun Tokat Sancağı'na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi'yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki...

Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:

- O'na de ki, gönül komasın. Ona de ki, "11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı

Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım. dedi" dersin...

 

 

Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçi

Share this post


Link to post
Share on other sites

Çekirge tüketimi meselesi 20. yüzyılın başına tesadüf eden dönemde Arap Yarımadası'nda vakit geçirme fırsatı bulan Türklerin epey dikkatini çekmişe benziyor. Fahreddin paşa'nın orduya kıtlıktan dolayı çekirge yedirmesindeki hazin tablonun yanında, yalnızca gözlem amacıyla meseleye değinen Kazım Karabekir de var mesela. Karabekir, yaklaşık olarak 1889-1893 yılları arasında Arabistan'da, hususen de Mekke'de ikamet ediyor ve babasını, yengesini, iki yeğenini ve dadısını kolera salgını başta olmak üzere çeşitli hastalıklardan kaybediyor. Mekke'de kaldığı esnada, çekirge yağmuru öncesinde halkın koca koca bezleri ve tablalarla tavaları hazır edip sokaklarda pusuya yattığını anlatıyor paşa. Çekirge yağmaya başladı mı, tepelerine şappadak indirdikleri bezlerin altında çekirgeleri sıkıştırırlar, bunları olduğu gibi canlı canlı kızartırlar ve daha sonra kafalarını koparıp, içindeki organları sıkarak dışarı fışkırttıktan sonra kalan dış yüzeyi çıtır çıtır yerlermiş. Böcek tüketim usullerinden biri de bu. Konuyu dağıtmak pahasına da olsa değinmek gereği hissediyorum, şuracıkta bulunsunlar. Karabekir aynı kitapta Arap bedevilerinin pilav yemelerini de anlatıyor ki insan iğrenmeden geçemiyor. Buna göre büyük şölenlerde bedeviler pilavları sağ avuçlarında sıkarak iyice bir dortop ediyor ve sonra ağızlarına götürüyor. Avuçladıklarını sıktıktan sonra vasıtasız ağızlarına taşıyorlar yani. Daha sonra da ellerini koltuk altlarına sildiklerini yazıyor Karabekir, o da ayrı bir tiksinti veriyor. İstanbul otobüslerindeki koltuk altı kokusu sebebiyle kafamı mütemadiyen zikir çeker gibi sağa sola döndürmeden yolculuk edemeyen ve Müslüman erkeklerini gerekirse döve döve parfüme alıştırmayı savunan ben bu tasfirden etkilendim, ne diyeyim.

 

Karabekir'in Hayatım adlı kitabında Arabistan'la ilgili geçenler yalnızca bunlardan da ibaret değil. Misal, paşa bir kısım halkın Kabe'nin gökyüzüne kadar uzandığını ve üstünden kuş geçmeyeceği iddiasında olduğunu filan yazmış. Sokakta kavga edenlerin seslerini yükselterek, bizim artistlik dediğimiz el-kol hareketlerinin eşliğinde bağrışa çağrışa sövüşmeleri ve küfürleşirken silsile basamaklarını hep bir adım ileri götürmeleri akılda kalan tasfirlerden. Araplar sıklıkla küfredermiş ve muhattabın soyunu dilden bir güzel geçirmek yaygın bir adet imiş. Mesela karşınızdaki adam size 'eşek' diyorsa siz 'eşoğlueşşek' diyorsunuz, o da size 'eşek dedenin torunu' diye cevap veriyor, birkaç dedeye kadar inci düzüyorsunuz. Eşek dediysem, Karabekir'in verdiği örnekler arasındaki çok daha hakaretamiz lafları kamufle etmek için yazıyorum, anlayın artık. Bir de Karabekir'in, şehirli Araplar'ın Türkler gibi beyaz ve yakışıklı, fakat bedevilerin esmer ve tipsiz olduğunu zikretmesi de beni bir beyaz olarak gülümsetti desem yalan olmaz. Hahah.

 

Ölü ağlayıcılarıyla ilgili kayıtlar da dikkat çekici. Eşraftan bir adam öldü mü ailesi parayla bir grup ölü ağlayıcısı tutarmış. Bu kadar samimiyetsizlik olabilir mi? Bu ölü ağlayıcısı hatunlar gerek ölünün evinde, gerekse de cenaze alayı boyunca bağırıp dövünürlermiş. Karabekir bunlardan bir kısmını dinlediğini söylüyor. Anlattığına göre ölünün başındaki baş çığırtkan 'Oğlum, sen bana ekmek getirirdin' diyor, bağırıyor. Arkadakiler de bağrışmaya başlıyor. Sonra 'Su getirirdin, entari getirirdin, yağ getirirdin, et getirirdin, takı getirirdin' filan diye adam hayatı boyunca ne getirebilirse hepsini bağıra bağıra sayıyorlarmış. Pespaye, iğrenç, rezil bir tablo. Karabekir bu paralı ağlayıcıların gözünden yaş da gelmediğini söylüyor. Ne diyeyim, Allah samimiyetsizlerden de, onlara para kaptırmaktan da bizleri muhafaza buyursun:)

Konuyu dağıttım, af buyurun erenler.

  • Like 1

Share this post


Link to post
Share on other sites

Join the conversation

You can post now and register later. If you have an account, sign in now to post with your account.
Note: Your post will require moderator approval before it will be visible.

Guest
Reply to this topic...

×   Pasted as rich text.   Paste as plain text instead

  Only 75 emoji are allowed.

×   Your link has been automatically embedded.   Display as a link instead

×   Your previous content has been restored.   Clear editor

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

Loading...
Sign in to follow this  

×
×
  • Create New...