NFK-Fan 285 Report post Posted July 19, 2005 SÜRGÜN ÜLKEDEN BAŞKENTLER BAŞKENTİNE - IV Senin kalbinden sürgün oldum ilkin Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında Sana geldim Ayaklarına kapanmaya geldim Af dilemeye geldim Affa layık olmasam da Uzatma dünya sürgünümü benim Güneşi bahardan koparıp Aşkın bu en onulmazından koparıp Bir tuz bulutu gibi Savuran yüreğime ah Uzatma dünya sürgünümü benim Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil Ayaklarımdan belli Lambalar eğri Aynalar akrep meleği Zaman çarpılmış atın son hayali Ev miras değil mirasın hayaleti Ey gönlümün doğurduğu Büyüttüğü emzirdiği Kuş tüyünden Ve kuş sütünden Geceler ve gündüzlerde İnsanlığa anıt gibi yükselttiği Sevgili En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim Bütün şiirlerde söylediğim sensin Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin belkis'in Boşunaydı saklamaya çalışmam; öylesine aşikarsın bellisin Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini Ey gönüllerin en yumusağı en derini Sevgili En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim Yıllar geçti sapan olumsuz iz bıraktı toprakta Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında Çatı katlarında bodrum katlarında Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba Hep kanlıca'da emirgan'da Kandilli'nin kurşuni şafaklarında Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layık olmasam da Ey çağdaş kudüs (meryem) Ey sırrını gönlünde taşıyan mısır (züleyha) Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi Sevgili En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim Dağların yıkılışını gördüm bir venüs bardağında köle gibi satıldım pazarlar pazarında günesin sarardığını gördüm konstantin duvarında senin hayallerinle yandım düşlerin civarında gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda verilmemiş hesapların korkusuyla sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim af dilemeye geldim affa layık olmasam da sevgili en sevgili ey sevgili uzatma dünya sürgünümü benim ülkendeki kuşlardan ne haber vardır mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır yoktan da vardan da ötede bir var vardır hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır o şarkıya özenip söylenecek mısralar vardir sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır senden ümit kesmem kalbinde merhamet adli bir çınar vardır sevgili en sevgili ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim SEZAİ KARAKOÇ Quote Share this post Link to post Share on other sites
deniz_mavidir 8 Report post Posted November 8, 2005 Erdem Beyazıt kendisiyle yapılan bir söyleşide, ‘Belki bir romanın konusudur Sezai Karakoç. Ve yazabilmek için de Dostoyevski gibi biri olmak lazım. Onun mizacından kaynaklanan bazı şeyler var’ diyerek Karakoç’un bu zor insan oluşunu vurgulamaktadır. Üstad’ın hep güçlüğü omuzlayan bir yaratılışı vardır. Hayatı boyunca hep zor işlere talip olmuştur. Rejimin hemen hemen dışladığı bir davaya sahip çıkışı, sermayesiz, parasız pulsuz dergi, hatta günlük gazete çıkarması, Türkiye’nin en büyük kenti İstanbul’da yaşaması... Üstad, daha çok şair ve edebiyatçı yönüyle tanınsa da o büyük bir düşünce adamıdır. Diriliş sahibidir. Rivayet-i mahsusaya göre, daha dört yaşındayken zihnini meşgul eden bir düşünce var: Allah. Üstad’ın duygu dünyasının yerine oturması yirmi yaşında adeta ‘infilaklerle’ olmuştur. Otuz yaşında ise, düşüncelerinin her biri, ‘sanki gerçekliğini cehennem ve cennet arasındaki gerilim atmosferinde’ aramış; ‘her fikri tek tek yeniden muayene ve duygu cenderesinde dönerek’ yaşamaya başlamıştır. İnançlar, idealler, ta ruhun en iç bölgelerinde, yeniden elden geçmektedir. O’na göre idealsiz yaşamak ölümdür. Çünkü, ‘idealin güçlükleri, hayatın kolaylıklarından daha büyük haz verici bir manevi zenginliğin kaynağıdır. ’Onun en önemli hedeflerinden biri, kendi uygarlığının, yani inandığı, hakikat olarak benimsediği ve ta özünden kavrayarak ruhuna ve hayatına geçirdiği, tüm insanlık için de niyet ve arzu ettiği İslam medeniyetinin tam anlamıyla yaşadığımız çağa yansıtılmasıdır. Sezai Karakoç, tabiri caizse, kendine özgü bir ekol kurmuş ve bu ekolün temsilciliğini yürüten,yürütmekte olan bir bilge kişidir. Bu ekolün temel dinamiğini oluşturan düşünce sistemi ise İslamdır. O, dini, ‘varlığın temel kaynağı, varoluş sebebi, dünya görüşü ve metafizik bir sistem’ olarak anlamış, benimsemiş, bu şekilde anlaşılması için çaba sarf etmiştir. Diriliş Geliştirdiği bu düşünce akımına da Diriliş adını vermiştir. Dirilişi, herhangi bir dergi yada gazete olarak görüp değerlendirmek de eksik ve yanlış olur. Öyle ki, diriliş başlı başına bir mekteptir. Ki Karakoç, Diriliş düşüncesini hayata geçirmek için parti bile kurmuştur.Bu partinin adı da Diriliş Partisi’dir. Sanatkar ruhlu birinin, dahası şair bir insanın parti kurması gerçekten çok garipse de Üstad şöyle izah ediyor: ‘Bizim parti kurma düşüncemiz yeni değildir ve bu birden bire olmamıştır. Parti bizim düşüncemizin bir parçasıydı. Düşüncelerimiz, belli bir olgunluğa ulaşınca, bunları eyleme dökecektik. Eğer ben kurmasaydım benden sonra bu düşünceyi sahiplenenler tarafından kurulacaktı. Bize nasip oldu, biz kurduk’ O Diyor: Yabancılarca işgal edilip, toprakları gittikçe daraltılan bir ülkenin, çatısı kırmızı kiremitli tahta evlerinde oturan basma entarili kız çocukları, elinde oyuncak mantar tabancası, şalvarlı ve yalınayak erkek çocukları, Allah tarafından sürekli kurtarıcı bir sahip gözleyip duran ve yabancıların tango'lukları karşısında bütün mahareti kendine zarar verdirmeksizin bir akrebin neresinden tutulacağını bilmekten ibaret olan ve tabii ölülerin dervişlerle konuşabileceğine, yağmuru, bir demir parçasının üzerine oturmuş meleklerin yağdırdığına bütün kalbiyle inanan mü'min ve mütevekkil doğulu; işte şairin halkı ve ülkesi... Diriliş Muştusu Yeşil sarıklı ulu hocaların öğretmediğini, şair, eşya ve olayların gözlemine kendi ilhamını, halkın sezgisini katarak kendi kendine öğrenip dilinde bir “Diriliş Muştusu” olarak gelecek kuşaklara taşımaktadır. Özellikle “Hızırla Kırk Saat” adlı önemli eserinde en yoğun biçimde dile getirilen şairin “Diriliş Muştusu” ya da öğretisi baştanbaşa İslâmî motif ve imajlarla dolu, gerçekten bir dâvanın en yeni en çağdaş destanı niteliğindedir. “Safahat”tan ya da Mehmed Akif şiirinden en önemli farkı, Karakoç şiirinin ne edip edip ucundan kıyısından mistisizm ile kurduğu sağlam irtibattır. Mistik bir atmosferde teneffüs etmeye alışmış bir toplumun şairi olarak, İslâm'ı Türk tasavvufu penceresinden tanımış bir şair için bu doğal olsa gerek. Oysa Akif bizzat tasavvufu toplum için damarlara zerkedilmiş bir “Olgun şıra” olarak görmekten hiç geri durmuyordu. Sezai Karakoç, toplumunun yaşadığı bozgunun sebeplerini belki de metafizik bağların kopmasında, bunun sonucu olarak da batılılaşıp materyalizme kaymasında arıyordu. Oysa Akif bu toplumun metafizik ilgilerinin, mistik bağlarının çürüklüğünden, sorgulanması gerektiğinden sözediyordu. Kuşkusuz Sezai Karakoç'un salt mistik bir şair olarak görmek ve değerlendirmek yanlış olacaktır. Çünkü O'nun çağdaş İslâmî sosyal-siyasal sorunlar üzerinde kafa yormuş bir düşünür olarak da kimi eserler verdiği bilinmektedir. Bu yüzden şiirinin iç çelişkilerini, mensubu olduğu toplumun bir yansıması olarak da alabiliriz. O'nun şiiri doğu gizemciliğinin hizasında çoktandır unutulmaya yüz tutmuş bir tadı yeniden yaşatan ve gerçekten gizemli, derûnî ve şarkkârî bir şiirdir. Hayatı: Sezai Karakoç 22 Ocak 1933 de Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde doğmuştur. Babası Yasin Efendinin koyduğu isim Muhammed Sezai’dir. Nüfus kayıtlarına geçerken bir karışıklık sonucu ağabeyinin ismi olan Ahmet Sezai’nin başına eklenmiştir. Resmi kayıtlarda adı Ahmet Sezai Karakoç’tur. Dedeleri Ergani ve yöresinde bir hayli tanınmış etkin kişilerdendir. Babasının babası Hüseyin efendi Plevne savaşına katılmış,Gazi Osman Paşanın takdirini kazanmıştır.Ailenin Lakabı Leventoğullarıdır. Çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçen ve 1938 yılında Ergani’de 3 ay ilkokul öncesi ihtiyat sınıfına devam eden Sezai Karakoç 6 yaşında ilk mektebe başlar ve 1944te Ergani’de bitirir. Maraş Orta Okuluna parasız yatılı olarak kayıt olur.1947 de burayı bitirerek Gaziantep’te yine parasız yatılı lise öğrenimine başlar. Gaziantep lisesinden 1950’de mezun olur.Felsefe okumak istediği için İstanbul’a gider. Babasının isteği İlahiyat fakültesiydi.Kendi parasıyla okuyamayacağını anlayınca, o zaman parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi sınavına girer. Sınav sonuçlarını beklerken de Felsefe bölümüne kayıt yaptırır.Şayet sınavı kazanmazsa felsefe tahsili yapacaktır. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanarak başladığı yüksek öğrenimini 1955’te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamlar.Mecburi hizmet sebebiyle Maliye Bakanlığı’nda Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi Bölümüne atanır. Bu vazifenin bir istikbal sağlayamayacağı düşüncesiyle Maliye müfettişliği sınavına girer, Kazanır ve 11 Ocak 1956’da müfettiş yardımcılığı görevine başlar.1959 yılında İstanbul’da Gelirler Kontrolörüdür.Bir ara Ankara çağrılıp Yeğenbey Vergi Dairesinde görevlendirilirse de kısa bir müddet sonra yine İstanbul’daki görevine döner. Görevi icabı Anadolu’yu çok gezer ve bir çok il, ilçeyi inceleme, tanıma fırsatı bulur.1960-1961 yıllarında yedek subay olarak askerlik görevini ifa ettikten sonra İstanbul’daki görevine kaldığı yerden devam eder.1965’ten 1973’e kadar bir çok kez istifa eder. 1973’ten bu yana da hiçbir resmi görev almaz. Sevdiği kızdan (ki Mona Rosa şiiri ona ithafen yazılmıştır) karşılık bulamayınca bir daha evlenmedi. Büyük Doğu Hareketi'nin Yaşayan Üstadı... Yazarı: Halid Aslan Quote Share this post Link to post Share on other sites
NFK-Fan 285 Report post Posted November 8, 2005 Selamlar, Sezai Karakoç yaşamasına rağmen değeri bilinmeyen sanatçılarımızdan, hatırı sayılır çaptaki fikir adamlarımızdan. Üstadla yakınlığını ise bilmeyen yok. Üstad'ın onu fikri bakımdan etkilediğini anlayabiliyoruz. Edebi bakımdan Üstadla arasında farklılıklar var. Yani Şiir yazma tarzları farklı. Fakat kendi tarzının en başarılılarından olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, kabul gören de bu... Üstadla aralarında, işlenen konular bakımından da bazı farklılıklar var. İşlenen konuların yanında, olayların ruhî boyutunu inceleyişlerinde de birtakım farklılıklar göze çarpıyor. Fakat fikirde, temelde aynı olduklarını görebiliyoruz. Dileğim, kendisine ölmeden önce gereken değerin verilmesi... Muhtemelen Öldükten sonra şiirleri kapışılacak ve her yerde anılır olacak. Fakat kendisi aramızda olmayacak... Toplumumuzun en büyük hatalarından birisi yaşayan kıymetleri farketmemesi... Umarım hak ettiği değer kendisine verilir ve o da, ömrünün sonbaharında İslam davacılığı noktasında daha aktif olur, daha çok ses getirir. Saygı ve selamlarımla Quote Share this post Link to post Share on other sites
gardenya 11 Report post Posted February 14, 2006 En sevdiğim şiirlerden biridir,bu gün aklımdan geçti ve tekrar okumuş oldum burda.Sağolun... Quote Share this post Link to post Share on other sites
NFK-Fan 285 Report post Posted February 28, 2006 Selamlar, Kendisinin ustadla alakali bir yazisi icin Tiklayiniz Ayrıca, Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine // IV Saygi ve selamlarimla Quote Share this post Link to post Share on other sites
NFK-Fan 285 Report post Posted February 28, 2006 Selamlar, Sezai Karakoç 'un en güzel şiirlerindendir. Kapalılığı ve birkaç farklı anlama yorulabilmesi yönüyle Üstad'ın Kaldırımlar'ına benzetirim ben bunu. Alanının en başarılı şiirlerinden... Ayrıca "Sezai Karakoç'un en başarılı 3 şiirinden birisidir" de diyebilirim kendi fikrimi beyan ederek. Normalde bu tarz şiirleri okumaktan hoşlanan birisi olmasam da, benim beğenimi kazanabilmiş nadir bir şiirdir. Şiirin Mekke'ye, İstanbul'a, bir kadına, Hz. Muhammed S.A.V'e, hatta Allah C.C'a yazıldığı konusunda çeşitli fikirler var. İlk ikisi daha mantıklı gibi geliyor bana. Fakat net bir bilgim yok yine de... Saygı ve selamlarımla Quote Share this post Link to post Share on other sites
gardenya 11 Report post Posted April 23, 2006 Keyfiyet Ahmet Selim Siir ve hayat Bir derginin (eski) ozel sayisini karistirirken, Sezai Karakoc'un Necip Fazil'a ait su misralari sik sik tekrarladigini okudum: Sondurun lambalari uzaklara gideyim Nur'dan bir sehir gibi ruhumu seyredeyim. Irkildim, bir hos oldum. Hafizamda nasil yer etmemis, bilemiyorum. Cile'nin isaretlenmis bolumlerine goz gezdirdim, yok. Yoksa da varsa da ben on sayfasina yazdim. Herkesin yaradilisi ve zihni-kalbi hassasiyet durumu farkli... Bu misralar bir insani nasil etkilemez? Oyle bir anlatim ki bu; alinir, serhedilemez... Dolar icinize, ama neyin doldugunu aciklayamazsiniz. Ilk akla gelen, kolay. Sonrasi var. Mecazi var, mecazinin gercegi var, hepsinin butunlenisi var, olmeden olmek var, olumun bir dogus olmasi var; suurun, ruha, "muhatap kilinan" olma ozelligini kazandirisi var; bu boyle gider... Bu iki misra, bana yuzlerce yazi yazdirabilir. Fakat yazdiklarim "aciklama" olmaz. Siir, gercek siir, bir mana zenginligini isaretleme san'atidir. Buradaki isaretleyis elektrik temasi kurmak cinsinden bir seydir. Ilk akla gelen zahiri mana, meselenin "vesile" tarafidir... "Sondurun lambalari uzaklara gideyim Nurdan bir sehir gibi ruhumu seyredeyim." Hangi lambalar? Hem kafesi aydinlatan, hem kapisini kapatan lambalar!.. Ruhu goremezsin orada. Kivam zaruretinin sirri orada oyle tecelli eder... Dunyanin isigi, gormeye tahammul edeceginiz kadarini gosterir. Hem isiktir, hem perde! Mecaz planinda, nefs-i emmarenin lambalarini sondurebilirsiniz; ruhunuz, kazanacagi irtibat lutfuyla daha cok hissedeceginiz hale gelebilir. Ama Imam-i Rabbani ne guzel soyluyor... Emmaresiyle ugrasirsiniz; fakat nefsin asli mahiyeti yine kalacaktir. Hayatin zarureti o. Siz osunuz. Baslangicta var olusunuza taalluk eden ruh; ayrilista, bazen "nefs" diye de ifade edilen kalici ve sorumlu bir suurun sahibi olmak sifatini haizdir... "Ruhumu seyrediyorum..." lambalar sondugunde o bir yerde olacak da, sen onu seyretmek icin bir baska yerde mi bulunacaksin? Ondan ayri bir "sen" kalacak mi o zaman? Degil ama, bugunden bakinca oyle soylemek yanlis degil. "Bir incelik, bir derinlik" ifadesinin guzelliginde; "mana", senin icinde, adeta programlanmis gibi gidip ait oldugu yere oturuyor. Aciklayamasan ne cikar? Bazi manalar aciklamasiz anlasilir ve siirin dili iste burada asli karakterini gosterir. Siirin dili, Hal Dili'nin oz kardesidir. Siir aciklanmaz. Mana ve duygu yukuyle bir ayri guzellik halinde dolar icimize... Bazilari bunu manasizlikla karistirip siirsiz aciklanmazligin boslugunda "aksini ispat et!" kurnazligindan medet umuyor. Aciklanacak seyin olmayisiyla, aciklamaya sigmayacak zenginligi bir tutmak; kendini aldatmanin ne garip bir tezahurudur? Nicindir bu inat, bu zahmet, bu beyhudelik? "Kendini aldatma" nefsani fayda icin yapilir? Siirde, sanatta boyle bir tercihe kapilmak, gafletin mantigiyla da bagdasmaz! Ustadin ayni konuya yakin misralarini hatirlamaya calisiyorum... "Pencereme vurmayin odum patlayabilir Dokunmayin vucudum bosluga kayabilir." Nasil bir duygu bu? Hassasiyetin zirve noktalarindaki incecik dengede yasanan bir ozel hal... O ozel halin tabii hayatta hic kimseye anlatilamayacak deruni arzusu, bekleyisi, ozlemi. Saygi ricasi, rikkat bekleyisi, sezgi umudu... Gelir biri pencerenize de vurur, vucudunuzu da zipkinlar... Odunuz patlamaz ama, oyleymis gibi olur. Vucudunuz kaymaz ama, oyleymis gibi olur. Ve bir gun, "gibi"si de kalmayabilir!.. O hali anlayamamak, iz'anla ilgili, irfanla ilgili bir vebalin konusudur. Isaret bunadir... Kendini anlatmak icin yazmiyor onu, anlamaniz gereken bir hal icin yaziyor... Boyle anlamayanlar icindir sitemi: "Lafzimin dostusunuz, cilemin yabancisi!" Siiriyet, insanin ve hayatin ozune, Islam'in ruhuna cok yakin bir hal... Yazilmis siirden ayri bir genellik icin soyluyorum bunu... Yenisehirli Avni'nin bir beyti var ki, cok sik tekrarladigimi yakinlarim bilirler: "Ruz-i mahserde sorarlarsa nemiz var denecek / Biz bu dunyada gunah etmedik insancasina." "Insanca gunah" ne demek? Ne demek islenen gunahin insanca olmamasi? Oyle iyi anliyorum ki ve o kadar bol orneklerin yogunlugu var ki yuregimde; onun icin anlatamam! Ustad bir yerde diyor ki: "Bugun agla cocugum yarin aglayamazsin / Simdi anladigini sonra anlayamazsin." Ama bir baska yerde parantez aciyor: "Yaradan, rahmetini kahrindan ustun saydi / Ne olurdu halimiz gozyasi olmasaydi." Tekamulun onemli bir sarti, insanin icindeki (derunundaki) cocugu canli tutmasidir. Onu oldururseniz, fitratinizin elmas bir sutunu yikilir. Siire kapanirsiniz, kendinize yabancilasirsiniz... "Gunah etmedik insancasina"nin sirri buradadir. Sevene karsi, sevgiye karsi, derunundaki cocugu kutsal bir emanet gibi yasatanlara karsi islenen gunah, "Yaziklar olsun sana" dedirten gunah... Siirsiz anlatilir mi bu? (ZAMAN-Arşiv) Quote Share this post Link to post Share on other sites
serdengeçti 10 Report post Posted June 29, 2006 İNCİ DAKİKALARI Sen bana yeni yılsın her dakika Her dakika bir yaşıma daha giriyorum Sen benim üstüne titrediğim güzel ve yeni Saatim kadar saadetimin gözbebeği zamansın Ben bin parçaya bölündüm her parçasında Her parçasındayım kırkayak sesli boğuk arkadaşlığın Çalkantısız Üniversitenin yalnızlığın ve ağlamanın Erkek ağlar mı diyeceksin Hayberin kapısı ağlar mı erkek ağlar mı Ben yel gibi erkekler ağlar diyorum Bir dakika ağlar yılbaşı dakikasında Daha gözlerimin gerçek yaşları belirmeden Ağlamak diye bir şey yoktur diye bir şey Yüzme bilmeyen bir uyurgezer yüzer ya Çürük ve havada asılı tahtalar üstünde Hafif kedi ayaklarıyla yürür gerçekten yürür ya Sen benim ağlamamı erkeklığıme Uyanan ölmeyen yenilenen Azgın kışlar içinde keskin baharlar bulan Seni bulan yeniden bulan tekrar tekrar bulan erkekliğime say Bütün bir yıl bütün bir yaşama boyu Gizli heybelere binbir gece eşyası doldurduğuma say Ben otomobilleri böylesine yankısız sağır komam Öyle bir isyan şiiri var ki ben onu yakalayacağım Bu yunan şehrinin düzenini öper ve yalvarırım Şehrin ölümünü yanlış anlama Gözleri kör oldu doğrudur ama o kadar Ve şehrin gözlerini geri verme dakikalarıdır bu yılgın çanlar Senin odan günışığı en güzel müzik bana Farklılıklar odası Giden tren buharları içinde örümcek ağı Sen güzel örümcek ağı yaşamakla yaşamamak Doğduğumuz şüpheyle öldüğümüz şüphe arasına gerilmiş Garip bulut farklı müzik güzel örümcek ağı Ben bir yabancı buğunun kokusunu alıyorum Bu kokuyu alıyorsam onulmaz kıskançlık yaramdandır Benim garipliğime bakma benim kıskançlığıma bakma benim İncilerin ilk gerçek ve yeni yorumunu bulur gibi oluyorum Bu inciler denizlerin en karanlık noktalarında bile yoktur Benim ak ve kara kayalar içinde bulduğum inciler Bu inciler sen olmasan bende bile yoktur Oldukları yerde bile Quote Share this post Link to post Share on other sites
NFK-Fan 285 Report post Posted July 13, 2006 MASAL Doğuda bir baba vardı Batı gelmeden önce Onun oğulları batıya vardı Birinci oğul batı kapılarında Büyük törenlerle karşılandı Sonra onuruna büyük şölen verdiler Söylevler söylediler babanın onuruna Gece olup kuştüyü yastıklar arasında Oğul masmavi şafağın rüyasında Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı Öcünü alsın diye kardeşini yolladı İkinci oğul Batı ülkesinde Gezerken bir ırmak kıyısında Bir kıza rastladı dağların tazeliğinde Bal arılarının taşıdığı tozlardan Ayna hamurundan ay yankısından Samanyolu aydınlığından inci korkusundan Gül tütününden doğmuş sanki Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu Saçlarını güneş destelemiş Yıllarca peşinden koştu onun Kavuşamadı ama ona Batı bir uçurum gibi girdi aralarına Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr Alıp götürdü onu Ve ikinci oğulu Sivri uçurumların ucunda Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda Baba yağmurlardan anladı bunu Yağmur suları acı ve buruktu İşin künhüne varsın diye Yolladı üçüncü oğlunu Üçüncü oğul Batıda Çok aç kaldı ezildi yıkıldı Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı Fakat batinin büyüsü ağır bastı İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı Sonra büsbütün unuttu onları Şef oldu buyruğunda birçok kişi Kravat bağlamasını öğrendi geceleri Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler Patron oldu ama hala uşaktı Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda Ondan hesap sordu o da Sırf utançtan babasına Bir çek gönderdi onunla Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı Bu yüklü çeki İyice yaşlanmıştı ama Vazgeçmedi koyduğundan kafasına Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya Dördüncü oğul okudu bilgin oldu Kendi oymak ve ülkesini Kendi görenek ve ülküsünü Günü geçmiş bir uygarlığa yordu Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı Batı bilginleri bunu kutladı O da silindi gitti binlercesi gibi Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan Beşinci oğul bir şairdi Babanın git demesine gerek kalmadan Geldi ve batının ruhunu sezdi Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair Topladı tomarlarını geri dönmek istedi Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini Kum gibi eridi gitti yollarda Sıra altıncı oğulda O da daha batı kapılarında görünür görünmez Alıştırdılar tatlı zehirli sulara İçkiler içti Kaldırım taşlarını saymaya kalktı Ev sokak ayırmadı Geceyi gündüzle karıştırdı Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara Baba ölmüştü acısından bu ara Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda Bir de o talihini denemek istedi Bir şafak vakti Batıya erdi En büyük Batı kentinin en büyük meydanında Durdu ve tanrıya yakardı önce Kendisini değiştiremesinler diye Sonra ansızın ona bir ilham geldi Ve başladı oymaya olduğu yeri Başına toplandı ve baktılar Batılılar O aldırmadı bakışlara Kazdı durmadan kazdı Sonra yarı beline kadar girdi çukura Kalabalık büyümüş çok büyümüştü O zaman dönüp konuştu : Batılılar ! Bilmeden Altı oğlunu yuttuğunuz Bir babanın yedinci oğluyum ben Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden Babam öldü acılarından kardeşlerimin Ruhunu üzmek istemem babamın Gömün beni değiştirmeden Doğulu olarak ölmek istiyorum ben Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var : Karşınızdakini değiştirmek Beni öldürseniz de çıkmam buradan Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki Fakat değişmeyecek ruhum Onu kandırmak için boşuna dil döktüler Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar En onulmaz yarası olanlar Ta kalplerinden vurulmuş olanlar Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar Sezai KARAKOÇ Quote Share this post Link to post Share on other sites
trradomir 206 Report post Posted July 13, 2006 Sezai Karakoç sadece bunu yazmak için şair olsaymış yetermiş. Olup biten ve bizi diri tutan umudumuz ancak böyle tatlı bir şekilde anlatılabilirdi. Ağına düşeni ezen, yok eden, etkisiz hale getiren Batı canavarına şerefini kaybetmeden, boyun eğmeden, tüm gücüyle direnebilenlerden başkasına onurlu bir devlet denir mi? Bilge bir adamdan başkası mıdır o yedinci oğul? Elbet hayır. Quote Share this post Link to post Share on other sites
Gazi 0 Report post Posted July 14, 2006 Gerçekten de çok farklı bir şiir.. Trradomir'in de dediği gibi nefis çizilmiş bir tablo. Böyle bir şiir zaten, batı canavarına direnen bir yürekten çıkar ancak. Boyun eğmeyen, direnen. Alttaki mısralardaki gibi, ruhi temizliğini kaybetmeyen.Ruhunu satmayan.. Doğulu olarak ölmek istiyorum ben Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var : Karşınızdakini değiştirmek Beni öldürseniz de çıkmam buradan Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki Fakat değişmeyecek ruhum Quote Share this post Link to post Share on other sites
NFK-Fan 285 Report post Posted July 14, 2006 Selamlar, Turan Karataş da bu şiire atfen yazdığı Sezai Karakoç Biyografisi diyebileceğimiz 900 küsür sayfalık kitabına "Doğunun yedinci oğlu: Sezai Karakoç" ismini vermiştir. Benim de en çok beğendiğim Karakoç şiirleri arasındaydı bu ve dün paylaşmak istedim. Batılının uyutma, sindirme, değiştirme metodlarını aynen aktarıp namuslu bir tutumu göstermiş burada büyük şair. Gerçekten ağızları açık bırakacak bir tasviri var. Daha önce de söylendiği gibi Allah Tanzimattan beri süregelen batı taklitçiliğimizin sonunun gelmesini ve sonuncu oğulun namusunu taşıyabilmeyi nasip eylesin.... Saygı ve selamlarımla Quote Share this post Link to post Share on other sites
SusQuN 14 Report post Posted August 17, 2006 Mecnun, Mum ve Pervane Bir gece Mecnun'un yaktığı Bir mumun etrafında Dönüyordu Zavallı incecik bir pervane Mumsa devrilmek istiyordu Pervane yerine Mecnun'un üstüne üstüne Sevgili mum Dedi Mecnun Sevdim seni Acıdığın için pervaneye Bende önerirdim Kader izin verseydi Beni yakmanı Onun yerine Ama acele etme vakit var Sayılıdır saatler dakikalar Azrail bile senden sabırlıdır Burada sencileyin benim de işim var Ben herkes için Değişik ve ayrı dozda Soyut bir otobiyografyayım Herkesin yaşadığı bir iç tarih Hekesin yüreğinden geçen bir coğrafya Gidip gidip varacakları Fakat ulaşamayacakları Bir panorama Kaderin zaman zaman Kabaran kanlara uyguladığı Nirengi noktaları batmış Beyaz bir karanlığa batmış Mutsuzca mutlu bir topoğrafya Sonra gece bitti mum söndü Bu söyleşilerle tan atarken Pervane Mecnun'a Mecnun pervaneye döndü Quote Share this post Link to post Share on other sites
cihat 28 Report post Posted February 26, 2007 Çocukluğumuz Annemin bana öğrettiği ilk kelime Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde Annem bana gülü şöyle öğretti Gül, Onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde Binmiş gelirdi Ali bir kırata Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından Asyada, Afrikada, geçmişte gelecekte Biz o atın tozuna kapanır ağlardık Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman Ali olmak bir hedef her çocukta Babam lambanın ışığında okurdu Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık Fetihlerde bayram yapardık İslam bir sevinçti kaplardı içimizi Peygamberin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık Bediri, Hayberi, Mekkeyi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık Mekkenin derin kuyulardan iniltisi gelirdi Kediler mangalın altında uyurdu Biz küllenmiş ekmekler yerdik razı İnanmış adamların övüncüyle Sabırla beklerdik geceleri Şimdi hiçbirinden eser yok Gitti o geceler o cenk kitapları Dağıldı kalelerin önündeki askerler Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi selamlar. Sezai Karakoç Üstad'ın çok değişik bir stili var. Bizim aşinası olduğumuz, Necip Fazıl'ın icra ettiği ve 'Poetika'sında kimyasını sunduğu şiir tarzıyla örtüşmüyor olsada şiirlerindeki hava ve sırlı anlatım bize bunları unutturuyor gibi.. Ben bu şiirin NFK-Fan 'ın bahsettiği en güzel üç şiiri arasında olduğunu düşünüyorum :( Quote Share this post Link to post Share on other sites
hayatın suyu... 0 Report post Posted February 26, 2007 Sürgün Başkent ten başkentler Başkentine ..... Gerçekten çok harika...Benim şiir ezberimde uzun şiirler bölümünde ilk yerini alan bir şiirdir.Okurken insana yaptırdığı muhakemeleri de çok beğendirir bana.Peygamber'imize yazılmış olması bana en mantıklı geleni.. Öncelikle bize bu feraseti kimler depolamışsa onlardan ve bizim (diriliş erlerinin) lalezarımızdan bunun gibi lalelerden bir laleyi bizimle paylaşanlardan ALLAH razı olsun..... Quote Share this post Link to post Share on other sites
Memocan 0 Report post Posted March 12, 2007 Ellerinize sağlık, severek okduğum bir şiir. Tekrar teşekkürler. Quote Share this post Link to post Share on other sites
Çilekeş 5 Report post Posted May 2, 2007 KARAYILAN Güneşin yeni doğduğunu sana haber veriyorum Yağmurun hafifliğini toprağın ağırlığını Ve bütün varlığımla kara yılan seni çağırıyorum Seni çağırıyorum parmaklarımdan süt içmeye Pamuğun ağırlığını yapan dağın hafifliğini Sana haber veriyorum yeni doğduğunu güneşin Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk Günahlarım kadar ömrüm vardır Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum Saçlarımı acının elinde unutuyorum Parmaklarımdan süt içemeye çağırıyorum seni Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum Seni süt içmeye çağırıyorum parmaklarımdan Kara yılan kara yılan kara yılan kara yılan Quote Share this post Link to post Share on other sites
insir@h 0 Report post Posted May 13, 2007 Yine akşam oldu, Yalnızlık omuzlarıma çivisini çaktı yine, Uzaklık aynı gerçi, Heryerdeyken olan uzaklığın pek değişmedi, Yine akşam oldu orda olduğu gibi, Görebiliyorum seni burdan da, Aynısıydı ordayken de, Uzaklıktan korkmuyorum belki de, Orada da aynıydı uzaklık gerçi Donuklaşmış oldu artık bu, Bir o kadar da hüzünlü romanlar gibi, Galiba ben baştan kaybetmişim, Belki de ben baştan kazanmışım, insanlık kaybetmiş... Sezai Karakoç Quote Share this post Link to post Share on other sites
Ü.Y 9 Report post Posted May 14, 2007 RÜZGÂR Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım! Gelin duvağından kopan bir rüzgâr... Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım; Bu rüzgâr yüzünden bana olanlar... O ceviz dalları, o asma, o dut, Gül gül, mektup mektup büyüyen umut... Yangından yangına arda kalmış tut. Muhabbet sürermiş bir rüzgâr kadar. Sezai KaraKoç Quote Share this post Link to post Share on other sites
cihat 28 Report post Posted May 14, 2007 Konular tek başlık altında toplanmıştır.. yeri gelmişken..şiirleri, estetik ve mana keyfiyeti için olabildiğince ilgili başlıklar altında toplamaya gayret edelim.. saygı ve selamlarımla.. Quote Share this post Link to post Share on other sites
Çilekeş 5 Report post Posted May 25, 2007 MONA ROZA Mona Roza, siyah güller, ak güller Geyvenin gülleri ve beyaz yatak Kanadı kırık kuş merhamet ister Ah, senin yüzünden kana batacak Mona Roza siyah güller, ak güller Ulur aya karşı kirli çakallar Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa Mona Roza, bugün bende bir hal var Yağmur iğri iğri düşer toprağa Ulur aya karşı kirli çakallar Açma pencereni perdeleri çek Mona Roza seni görmemeliyim Bir bakışın ölmem için yetecek Anla Mona Roza, ben bir deliyim Açma pencereni perdeleri çek... Zeytin ağaçları söğüt gölgesi Bende çıkar güneş aydınlığa Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi Seni hatırlatıyor her zaman bana Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi Zambaklar en ıssız yerlerde açar Ve vardır her vahşi çiçekte gurur Bir mumun ardında bekleyen rüzgar Işıksız ruhumu sallar da durur Zambaklar en ıssız yerlerde açar Ellerin, ellerin ve parmakların Bir nar çiçeğini eziyor gibi Ellerinden belli oluyor bir kadın Denizin dibinde geziyor gibi Ellerin, ellerin ve parmakların Zaman ne de çabuk geçiyor Mona Saat onikidir söndü lambalar Uyu da turnalar girsin rüyana Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar Zaman ne de çabuk geçiyor Mona Akşamları gelir incir kuşları Konar bahçenin incirlerine Kiminin rengi ak, kimisi sarı Ahh! beni vursalar bir kuş yerine Akşamları gelir incir kuşları Ki ben Mona Roza bulurum seni İncir kuşlarının bakışlarında Hayatla doldurur bu boş yelkeni O masum bakışlar su kenarında Ki ben Mona Roza bulurum seni Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza Henüz dinlemedin benden türküler Benim aşkım sığmaz öyle her saza En güzel şarkıyı bir kurşun söyler Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza Artık inan bana muhacir kızı Dinle ve kabul et itirafımı Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı Alev alev sardı her tarafımı Artık inan bana muhacir kızı Yağmurlardan sonra büyürmüş başak Meyvalar sabırla olgunlaşırmış Bir gün gözlerimin ta içine bak Anlarsın ölüler niçin yaşarmış Yağmurlardan sonra büyürmüş başak Altın bilezikler o kokulu ten Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne Bir tüy ki can verir bir gülümsesen Bir tüy ki kapalı gece ve güne Altın bilezikler o kokulu ten Mona Roza siyah güller, ak güller Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak Kanadı kırık kuş merhamet ister Aaahhh! senin yüzünden kana batacak! Mona Roza siyah güller, ak güller -------------------------------------------- akrostişle yazılmış en güzel şiirmi bilemem ama akrostişle yazılmış en güzel aşk şiiri olduğu kesin..kıtaların baş harfleriyle muazzez akkaya ismi çıkıyor ki bu isimde şairin üniversitede aşık olduğu hanımmış.. selam ve dua ile... Quote Share this post Link to post Share on other sites
gece güneşi 7 Report post Posted June 19, 2007 kar şiiri olmadan olmaz galiba :) KAR ŞİİRİ Karın yağdığını görünce Kar tutan toprağı anlayacaksın Toprakta bir karış karı görünce Kar içinde yanan karı anlayacaksın Allah kar gibi gökten yağınca Karlar sıcak sıcak saçlarına değince Başını önüne eğince Benim bu şiirimi anlayacaksın Bu adam o adam gelip gider Senin ellerinde rüyam gelip gider Her affın içinde bir intikam gelip gider Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın Ben bu şiiri yazdım aşkın çeşidi Öyle kar yağdı ki elim üşüdü Ruhum seni düşününce ışıdı Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın bugün Sezai Karakoç için günümüzün Necip Fazıl'ı dendiğini duydum-tabi ki ben böyle bir cümlenin anlam olarak doğru olup olamayacağını sormayacağım- sadece gerçekten böyle söyleyenler var mı merak ettim aydınlatırsanız sevinirim Quote Share this post Link to post Share on other sites
cihat 28 Report post Posted June 20, 2007 Anneler Ve Çocuklar Anne ölünce çocuk Bahçenin en yalnız köşesinde Elinde bir siyah çubuk Ağzında küçük bir leke Çocuk öldü mü güneş Simsiyah görünür gözüne Elinde bir ip nereye Bilmez bağlayacağını anne Kaçar herkesten Durmaz bir yerde Anne ölünce çocuk Çocuk ölünce anne Sezai Karakoç Quote Share this post Link to post Share on other sites
NFK-Fan 285 Report post Posted June 25, 2007 Köşe III Sen geldin benim deli köşemde durdun Bulutlar geldi üstünde durdu Merhametin ta kendisiydi gözlerin Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu Bulutlar geldi altında durduk Konuştun güneşi hatırlıyordum Gariptin yepyeni bir sesin vardı Bu ses öyle benim öyle yabancı Bu ses saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı Dişlerin öpülen çocuk yüzleri Güneşe açılan küçük aynalar Sert içkiler keskin kokular dişlerin İçinden geçilen küçük aynalar Ve güldün rengarenk yağmurlar yağdı İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı Yaralı bir ceylan gözleri kadar sıcak Yaralı bir ceylan kalbi gibi içli bir sesin vardı Sen geldin benim deli köşemde durdun Bulutlar geldi üstünde durdu Merhametin ta kendisiydi gözlerin Quote Share this post Link to post Share on other sites
Çilekeş 5 Report post Posted June 25, 2007 MONA ROSA II-ÖLÜM VE ÇERÇEVELER Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı; Garip bir yolculuk, tren ve Gülce. Bir hançer bölüyor, ah, rüyaları: Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve... Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı; Gece kar yağacak sabaha kadar. Toprakta et, kemik çıtırtıları... Yarı ölüleri bir korku tutar Değince bir taşa kafatasları. -Ölüler ki yalnız tırnakları var, Ve yalnız burkulmuş diz kapakları...- Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı; Açıyor elini göğe bir kadın. Uzuyor, uzuyor altın saçları Uğrunda ölünen güzel kızların... Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı; Esmer delikanlı, hatıra ve kan. Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları Sızıyor bir kapı aralığından; Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı. Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı; Çocuklara açar mağaraları Gün görmemiş kuşlar ve örümcekler. İlân-ı aşk eden dil balıkları Aşina suları çabuk terkeder.. Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı; Bakıyor ateşe, küle böcekler. Köpekler parçalar kanaryaları, Mektupları bir boz ağaç kurdu yer. Baykuşlar ötüyor harabelerde; Yanıyor lâmbalar, hafif ve sarı. Bir kaza kurşunu bulur her yerde Süvarisiz şaha kalkan atları... Bir ruhun ışığı vardır göklerde, Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı; Ötüyor baykuşlar harabelerde. Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı; Titriyor yıldırım düşmüş gibi yer. Bekledi arzuyla karanlıkları Anneler, babalar, erkek kardeşler. Ta içinde duyar ani bir ağrı, Bir hüzün şarkısı tutturur gider Anneler, babalar, erkek kardeşler. Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı; Her yatak dopdolu, bir yatak bomboş. Bir neşe şarkısı tutturur gider Birinci, ikinci, üçüncü sarhoş; Kurşunlar sıkılır göklere doğru, Serçe yavruları yuvada titrer. Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı... Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı; İnce yelkenleri alıyor yeller. Titretir kalpleri ve bayrakları Gemiden toprağa uzanan eller. Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı, Bir yosun köküne hasret kalacak Gizli hazineler, su yılanları... İnce yelkenleri alıyor yeller; Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı. Beyaz pelerinli hür tayfaları Kendine bağlıyor siyah kediler; Titriyor gönüller ve kara bayrak, Bir yosun köküne hasret kalacak Gemiden toprağa uzanan eller Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı. Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı, Garip bir yolculuk, tren ve Gülce. Bölüyor bir hançer, ah, rüyaları: Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve... Quote Share this post Link to post Share on other sites